18 Nisan 2010 Pazar

79- ANKARA'DA BEYLER PAŞALAR.

Osman Türkoğuz

Manavgat; 20 Temmuz 1996

79- ANKARA’DA; BEYLER, PAŞALAR.


02 Ekim1962 -16 Ağustos 1965 tarihleri arasında, Manavgat İlçe J.Bl. Komutanlığı görevinde, Yzb. Rütbesi ile bulundum.

17 Haziran 1963 yılında yapılacak Kısmi Senato seçiminin telaşı içindeyken; bir Fransız Bilgini’nin beni görmek istediğini bildirdiler.

Adamı kabul ettim. Mükemmel Türkçe konuşuyordu.

Kızılbaşlar ve Tahtacılar üzerine araştırma yapıyormuş. Taa! Orta Asya’dan geliyormuş. Adamın bilgisine hayran olmuştum. Kendisine gerekli yardımı yaptım.

Manavgat, en büyük ilçelerimizden birisi olmasına karşın, polis teşkilâtı kurulmadığı gibi, elimizde, çok eski bir Pikap aracı vardı. İlçe'nin yüzölçümü (1413) Kilo metre kareydi. (84) köyü vardı. Kara avca köyünün de (23) mezrası, Tazı köyünün (6) mezrası vardı.

Toroslar’daki köylere yol da yoktu. Belli başlı yerleşim merkezlerimize, Jandarma ve orman idaresinin telefonları vardı. Personel mevcudum da, çok kifayetsizdi. Telaşım, çıkabilecek bir olaya, anında müdahale edememek korkusuydu. .

O günlerde, gazetelerde okuduğum bir habere de kafamı takmıştım: ULLA DARNİ isimli bir İsveçli kadın, Mersin'in kuzeyindeki dağar’da, Tahtacıları ve Kızılbaşları araştırıyormuş. Ülkemizde de (7000) Barış Gönüllüsü Amerikalı kadının görev yaptığını gazeteler yazmıştı.

Manavgat'ta görev yapan Barış Gönüllüsü’nün, Side'de düşürdüğü mektubu, çok ilginçti.

Sorular; Türkiye'nin, Para psikolojik haritasının çıkarılma amacıyla düzenlenmişti.
Bendeniz de, Aşiretlerimiz üzerine gerekli araştırmalarda bulunmuştum. Özellikle de; Konya ayaklanmalarının Antalya ve Manavgat taraflarına nasıl yansıdığını sorgulamıştım.

Sonraları; birçok evrakımla birlikte, bu araştırmam da kaybolmuştu.

Sık, sık, Manavgat'a gittim; oralardan bir yer alma olanağım da olmadı.

Yörüklerin, Anadolu'ya dağılma politikasına merak sardım, (1996) senesinde; Hocalar köyü, Perakende mezrasında bir ay süre ile kaldım. Orada, aşağıdaki şiiri yazdım.



ANKARA'DA, BEYLER; PAŞALAR;

Sarı Hâkim'e.


Akdeniz kıyısında,

Bir Yörük köyü;
Çağımıza çok uzak.
Elektrik gelmiş köye.

Kıbrıs'a Mehmet Çavuş çıktığında.
İçme suyu, ha geldi, ha gelecek;
Asırlık özlemler ve

LAĞIM SUYU saltanatı bitecek.
Davarlar, develer çekip gitmiş,
Davalı topraklarda seralar,
Beş sınıflı, tek öğretmenli bir okul,
Devlet'te adı, ilçe'de tapısı var.
Seferberlik artığı bir gelin, yaşı yüzü aşkın,

Yüz ellilik Bük ağacı dibinde.
Cırcır böcekleri susar, o susmaz.
Oturacak bir avuç toprağı,

Sosyal güvencesi de yok,
Onun için hastalanamaz.

Padişah'a tanık olmuş, Cumhuriyet'te SANIK

Şaşkın mı, şaşkın.

Karşı damlarda, Bük ağacında,
Yankılanır durur yanık sesi.
Bir yol da bu sese, bu iniltiye ,
Sen de kulak ver olmaz mı, HÂKİM BEY!

“Bük ağacının altında;
Çifte davullarla evlendiydik, HÂKİM BEY.
Kocam ÇANAKKALE'DE kaldıydı,

Ben de köyümde kaldıydım ;
Türkiye de CUMHURİYET olduydu; HÂKİM BEY:
Biz Konya'dayken HÂKİM BEY

Beylik vardı;
Osmanlının ŞERRİNDEN dağlara çıktıydık;
Zulüm vardı, açlık vardı,
Dağlarda eşkıya, şehirlerde de Osmanlı vardı.
SARILAR köyünde HÂKİM BEY;

Lale âlemli cami vardı,
LÂLESİ 1963'te kırılan.
Kanuni'nin camisinin yanında;
TUGAY OĞULLARI'NIN ZİNDAN’I vardı...
Kocamı vuran tüfek çürüdü,
Kocamı vuran eller de çürüdü;
Kocam da çürüdü gitti, HÂKİM BEY.
Telli duvağım ve anılarım ,
Ve bu toprakları işleyen ELLERİM
Ve bu topraklar ki ZİLYETLİĞİMİZDEDİR,
BİZİM OLUR UMUDUMUZ ÇÜRÜMEDİ; HÂKİM BEY!
Çocuklarımız, torunlarımız,

SINIRLARIMIZI KORUR; HÂKİM BEY!
Sonra da onların öykülerini,
Televizyonlardan izleyen BÜYÜK ADAMLARIN
Ve BÜYÜK KADINLARIN ÇOCUKLARINI KORURLAR;
Onları da korurlar, HÂKİM BEY.
Yaralanırlar, vurulurlar, ÖLÜRLER...
Yorgun ve yıpranmış araçlarla
Uçurumlara, ırmaklara düşerler,
Ecele uçarlar, ecele uçarlar, HÂKİM BEY.
ÇANAKKALE’DEKİ MEHMEDİM gibi;
Kaybolurlar da giderler;
Ölüleri köyümüze gelenler,

ZİLYETLİK TOPRAKLARA GÖMÜLÜRLER.
Sağ kalıp ta dönenlerse HÂKİM BEY;
Ormanla ve HAZİNE ile boğuşurlar.
Tıpkı, BABALARI gibi,

Sık, sık huzurunuzda duruşurlar!
Benim hayatımda; CUMHURİYET dünkü çocuk.
Onun da hali nicedir, ZİLYET elinde;
Onun 'da halini bir gör;
Onun da halini bir gör, olmaz mı HÂKİM BEY?
Kocam vurulup öldüğünde,
YÖRÜK MUSTAFA BEY değildi,
Şimdilerde, torunları da BEY oldular,
BEY oldular HÂKİM BEY.
Yörük Mustafa, Kaymakam’ı, Tapıcıyı, Malmüdürünü bulmuş;
Bin altı yüz dönümü, İMAR ve İHYA etmiş.
Bu sayede İHYA OLMUŞ HÂKİM BEY.
BİZ Kİ, DEVLETLER KURDUK,
BİZ Kİ DEVLETLERİ İHYA ETTİK;
Bize imar ve ihya yok mudur,
YOK MUDUR; BİR DE SEN SÖYLE;
BİR DE SEN SÖYLE; HÂKİM BEY.
Tugay oğullarının tapısı MANAVGAT’TIR:
Şarken ALARA çayı, Garken pazar çayı,
Şimâlen Toros dağları,
Cenuben LEB'İ DERYA’DIR, HÂKİM BEY.
Ve ellerinde bir kroki. -1283,Alanya,
Tapı memuru Kâzım.-
Ne tapısı CUMHURİYET’İN, ne de zilyetlik belgesi,
NE de ASAR’I ATİKA belgesi LÂZIM.
Bu mezarlıklarda yatanlar kim;

Ben Aydan mı indim,
Kocam vurulalı, bunca yıl oldu,
Düştüğü yere gömdüler,
Yattığı yerin zilyedi midir; doğru söyle HÂKİM BEY.
Köyü adam yerine koyan CUMHURİYET,
Bizi ne zaman İNSAN YERİNE koyacak?
Bizim dosyayı, Ankara'ya sorarmışsın,
Elini vicdanına koy da HÂKİM BEY;
Oradakileri, bir de bize sor.
Tüm sahiller, dağlar, tepeler;
Zilyetsiz, senetsiz gitti HÂKİM BEY.
Bin dokuz yüz atmış beş’te,
Ne güzel demiş, Abdullah Çağlayan:
“-Yetim kızı Ayşeler, Şehit oğlu Musalar;
Yağmalanan sahiller, parsellenen arsalar.-“
CUMHURİYET’TE buradaydık,
Yazın yayla’ya, Toroslar’a, çıkardık.
Övünmek gibi olmasın, YÖRÜKTÜK.
Medeni Kanunu yapmış ATATÜRK...

Altı yüz otuz dokuz’u koymuş,
Sonra 3402, 13, 14ve17
Hiçbirisi bize değmedi mi HÂKİM BEY…

1963’te kadastro geldi.

Şehirler ayrı bellenirdi.

Köyler ayrı bellenir…

Müdürü Ömer Lütfü Kuş’tu,

Şimdi, Antalya’da tüccar.—öldü.-

Muavin Selami Bey’i sorsan,-O’da öldü-

Kemer’de otelleri motelleri var…

Biz de onlar kadar fakir değiliz. HÂKİM Bey.

Bizim de davalı dosyalarımız var…

Tüm aydınlarının davasız kaldığı,

Davasını yitirmiş bir ülke’de.

Dava sahibi olmak kolay mıdır?

Kolay mıdır davasız kalmak.

Kolay mıdır, HÂKİM BEY?

Ağızlarında silâhlı kuvvetler,

Ankara’dan bayraklı araçlarla gelenler;

“ Şu koyu, şu tepeyi, Hacettepe’ye verdik”,

Aklınız başınıza gelsin dedik,

Ve tuttuk buraya geldik…

İhtiyar kurulundan ve noterden,

İki bin beş yüz dönüm sahilin ZİLYETLİK´’İNİ

“Bilâ niza, bilâ fasıla yazın ve

Bize satın.

Kumluk yerdir, beş para etmez,

Sonra da sırt üstü yatın.

Siz bilemezsiniz dokuz yüz dokuz,

Ormanı kaldırırız, tüm dosyaları da,

Biz güçlüyüz biz tokuz.” Derler.

Bir oturuşta, on kilo balık yerler.

Kara gözlü Beyler, Emekli Paşalar…

Doğru mu söylerler, HÂKİM Bey,

Yoksa bunlar da mı uşak,

Yoksa bunlarda mı maşalar?

Bir SARI MUSTAFA PAŞA varmış, HÂKİM Bey,
Şimdi, GÜÇLÜLERİN PAYLAŞTIĞI ÜLKE’DE
GÜÇLÜ BİR DEVLET KURAN.
Bir de SARI HÂKİM varmış HÂKİM Bey;
HAKSIZLIĞIN KÖKÜNÜ KURUTAN.
İkisi de asker kökenliymiş, HÂKİM Bey,
Halkının ALIN YAZGISINI BOZAN.
SARI PAŞA’YI, Ankara yemiş bitirmiş,
SARI HÂKİM’İ de Ankara’ya aldılar.
Sarı gacaların, sarı bacıların ve de
Sarı saçlı PAPATYALARIN öne geçtiği bir dönemde;
SARI ZEYBEK’TEN, SARI HÂKİM’DEN söz etmek
Ayıp olmaz mı HÂKİM Bey?

1962'de, Komutandı İlçemizde;
Bu öyküyü yazan Yüzbaşı Osman.
Köklerimizi aramak için
Zaman, zaman gelirdi, köylerimize.
Şimdi emekli olmuş, hukuk okumuş,
Haksızlığın alnına bir kurşun sıkıp,
Yeniden düşmüş yollara.
Sahiden, BİZ köksüz müyüz HÂKİM Bey?
Hiçbir toprakta tutunamıyoruz, NEDEN?

Acabalar geçiyor içimden, HÂKİM BEY.
Acaba, ÇANAKKALE’YE gitmeseydi MEHMEDİM,
Acaba biz de imar ve ihya olur muyduk?
Ve acaba yine de, yalınız Bük ağacı gibi dimdik,
Elimizde ZİLYETLİK bastonlarla,
Zilyetlik topraklarda sürünür müydük?
Bu köy'de HÂKİM BEY, KÖPEKLER; yorgun ve tembel,
Ağaç diplerinde uyurlar,
Başlarına bir şey düştüğünde,
Ya da, burunlarını sinek ısırdığında,
Şehla gözle, şöyle bir bakarlar
Ve yeniden yatarlar uykularına…
Davarı yok, güdülecek,

Çiftden, çubuktan da habersiz.
Sanırsınız yedi köyün ağasıdırlar…
Gecenin kör böğründe, kimisi uyur, kimisi de havlar.
Kimilerinden ses çıkmaz,
İnan ki ses çıkmaz HÂKİM BEY…
Hepsi çok dinç, hepsi de çok genç,
Katedral'de sembol sanırsınız HÂKİM BEY:
Paylaşmışlar semtleri, köydeki horozlar,
Önlerindeki köy kadınlarına örnek,
Tozlu topraklarda eşelenen tavuklar.
Civcivlerin ortasında,

Sırayı şaşırmaz horozlar.
Tavukları birer, birer yoklarlar.
Tavukların al ibiklerinden tutup, tepelerinden inmezler.
Erkeklere örnektir, bu aşağılık,
Bu şerefsiz, bu namussuz horozlar.
Sabaha yakın da ötmezler,
Geceler boyunca; miskin ve yorgundur horozlar.

Bu nedenle; geceler boyu, rahat uyur tavuklar.
Geceleri de rahat değildir
gündüz tozda, toprakta,
Güneşin altındaki KADINLAR.
Ne bebeleri sözden anlar,
Ne de halden anlar kocalar.

Ne hazine arazisini paylaşır,
Ne de babalarının mirasını üleşmeye yanaşır,
Paylaşamaz toprağını ve kadınını...

Şehre inince ürkektir, çekinir,
donuna dek soyulurlar.
Hırsını, ya karısından, ya eşeğinden alırlar,
Köylülerle boğuşurlar, bizim oralılar.
Evden eve laf taşırlar;
Şıkıdık, Şıkıdık terlikli dul kadınlar.
Bir sivilce görmesinler köylüde;
O'nu hemen kaşırlar.
Yeğenlerini çekiştirir amcalar;
dayılarını yerer yeğenler.
Birbirini ziyarete gelenler,
Oturmazlar, konuşmazlar, yatarlar.
Dünya'ya örnektir doğrulukta BİZİMKİLER.
Ne yalan söyleyeyim HÂKİM BEY;
Birbirlerine kazık atarlar...
Köye geldiklerinde,

Şehir’de çalışan biraderler, amcalar;
Ayrı sofralarda yemek yerler,
Ayrı odalarda yatarlar.
Bir yabancı görmeye görsünler, HÂKİM BEY;
-Bu köylüler vardır ya BEYİM,
Hepsi de iyidir, hepsi de hoştur,
çünkü kafaları bomboştur.-Derler.
Büyük bir iştahla HÂKİM BEY;
Köylülerin neyi var, neyi yoksa
Ne bulurlarsa yerler...
Çuval, çuval, kasa, kasa şehre taşırlar.
Sebzelerin yarısını beğenmeyen komisyoncular,
Yarısını da, altı ay vadeyle satın alırlar.
Peynir, yağ peşin alınır HÂKİM BEY,
İlk taksiti eylül'de ödenmek üzere,
Litresi on beş liradan verilir süt,
Verilir ya verilir ya HÂKİM BEY;
Borç içinde kıvranan köylüler,
DELİRİR YA, DELİRİR YA HÂKİM Bey.


Minaresiz ve CEMAATSİZ cami’de,
Ezan vaktini hiç şaşırmaz, Konyalı imam.
Sonra, sonracıma, HÂKİM Bey,
Öteki âlemden ve Kitabın içinden fırlar,
Elinde başlık, Şnorkel, tüfek
Ve de paletleriyle, yabancı marka;
Denize dalar tallahi, denize dalar HÂKİM Bey.
Akşamüstleri, öğleden önce,
Denizdedir İmam Efendi,
Balık peşinde koşar, koşar HÂKİM Bey
Hep Kıble'ye karşı oturur,
Sahile çıktığında, Konyalı İmam.
O da balık vurur bir gün elbet,
Tanrımızın kısmeti boldur.
Efendime söyleyeyim, sonracıma,
Din iman sahibidir Konyalı İmam,
Din iman sahibidir Allah’ça,
DİN İMAN SAHİBİDİR HÂKİM BEY.
Sırtlarında aynı elbiseyle
Deniz zinasına aldırmadan;
Kadınlar yorgun ve bitkin,
Denizlere dolarlar.
Bir dinsel teslimiyetle HÂKİM BEY;
Deniz banyosu sonrası
Sımsıcak kumlara uzanırlar.
Altlarındaki yün yataktır sanki kum,
Sıcak mı, sıcak mı, sımsıcak.
Gökyüzü, mavi gözlü bir erkektir,
Düşlerinde, öylece kalırlar.
Öylece de uyurlar.
Vıcık, vıcık terli ve tuzlu,
İçleri yamyaş, dışları kupkuru,
Aynı elbiseyle keyifli, evlerinin yollarını tutarlar.
Aynı elbiseyle, sofraya otururlar,
Ter, tuz, toprak ve Güneş bulaşmış.
Aynın elbiseyle, yün yataklar üstünde,
Yorgun vücutlarını, kütür, kütür,
Kocalarının altına bırakırlar.
Kan ter içersinde, yorulurlar, yorulurlar da HÂKİM Bey;
Günün yorgunluğunu böylece atarlar.
Horozlar bile, zamanı şaşırmış,
Kimisi kuşluk vakti ötüyor,
Kimisi akşamüstü ötüyor.
Siyasi partiler, geliyorlar,

Gidiyorlar, HÂKİM BEY;
Sahilleri yağmalayan BÜYÜK BEYLER;
TAPILI SAHİLLERİNE, MOTELLER DİKİYORLAR.

Hiç yorum yok:

İzleyiciler

Blog Arşivi