28 Ağustos 2010 Cumartesi

183- FİLİZ NURULLAH'LARIMIZ!




            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@hotmail.com
            Çeşmealtı;28Ağustos2010.

                                   
FİLİZ NURULLAH’LARIMIZ!

“Ben, her güreşte; arkamda Türk Milletinin bulunduğunu ve MİLLET ŞEREFİNİ DÜŞÜNÜRÜM!” Kurtdereli Mehmet Pehlivan.
“Saygıdeğer Büyük Milletvekilleri Meclisi Üyelerimiz; sizler, Sayın RTE’NİN her kanun teklifinin kanunlaşması yönünde, parmaklarınızı kaldırdığınızda; (9.000)TL. Aylığınızı, (5400)TL.
Emekli aylığınızı, (634) adet suç dosyanızı ve dahi Velinimetinizi düşünürsünüz!” Ostüzü.

            Ondokuzuncu asrın sonunda ve Yirminci asrın başlarında yaşamış ünlü pehlivanlarımız vardır. Koca Yusuf; Adalı Halil, Alico, Katrancı Mehmet, Filiz Nurullah, Kızılcıklı Yusuf, Kara Ahmet ve KURTDERELİ MEHMET PEHLİVAN.
Kara Ahmet’in Paris’te güreşlerini seyreden bir Fransız bakanın kızı o’nun ile evlenerek İstanbul’a gelmişti.                                                                       Asıl adı Ali Nurullah Hasan olan; boyunun büyüklüğünden dolayı, Filiz Nurullah adını alan; 1870 tarihinde, Karaali- Şumnu’da doğup, 1912 tarihinde, İstanbul’da ölen, 175 kilo ağırlığında ve 2.18 metre boyundaki pehlivanımızla, KURTDERELİ MEHMET PEHLİVANIMIZDAN söz edeceğim.
            Filiz Nurullah dünya güreş tarihinin en güçlü pehlivanlarından birisidir. 16 yaşında kispet giymiş, 22 yaşında da meydanlara çıkmıştır. Çok pehlivanların sırtlarını minderlere yapıştırmıştır.
            Rivayet edilir ki; yenilmezliğiyle ünlü Hint Kaplanı Gulam Rüstem ile güreşinde araya altınlar girdiğinden yenilmiştir.
            Seyircilerin galeyanı üzerine, sahneye çıkarak, yenilmesi için kendisine verilen altınları göstermiştir!
            Yaşının geçmiş olmasına karşın, durum öğrenen Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Gulam Rüstem ile güreşi kabul etmiştir. İki saat güreşten sonra; Gulam Rüstemi sol omuzu üzerine mindere fırlatan KURTDERELİ O’NUN sol kolunun kırılmasına neden olmuştur.
İleri bir tarihte; tekrar güreşmeyi kabul eden Gulam Rüstem, sessizce Hindistan’a kaçmıştı.
Kurtdereli Mehmet Pehlivan, 1864 tarihinde, Bulgaristan’da Razgrad’da doğmuş; 1877–1878 Osmanlı Rus Savaşı nedeniyle de Balıkesir’e göç ederek, Kurtderesi köyüne yerleşmiştir ve 1939 tarihinde de Balıkesir’de ölmüştür.
19 yaşındayken, boyu 1.89 metreye, ağırlığı da 123 Kiloya ulaşmıştı. Bulgaristan’ın Tırnova ili, Selvi ilçesi Bukurova köyündendir.
            Rahmetli Cennetmekân Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın, yazımın başına almış olduğum sözü üzerine Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal O’NA bir mektup yazmıştır:
            “Kurtdereli Mehmet Pehlivan;”
            “Seni, Cihanda ün almış bir Türk Pehlivanı tanıdım. Parlak muvaffakiyetlerinin sırrını şu sözlerle izah ettiğini de öğrendim:
            “Ben, her güreşte arkamda Türk Milletinim bulunduğunu ve millet şerefini düşünürüm.”
            Ben, dediğini en az yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü Türk Sporcularına bir meslek düsturu olarak kaydediyorum. Bunla senden ve sözlerinden ne kadar çok memnun olduğumu anlarsın.” Gazi Mustafa Kemal, 12 Kasım 1931, Salı.
            Ayrıca; Ankara İş Bankası Müdürlüğüne de bir yazı gönderilmiştir. Yazının altındaki imza da Gazi Mustafa Kemal’e aittir:
            “İş Bankası Müdürlüğüne,
                                               Ankara.”
            “Kurtdereli Mehmet Pehlivan’a (1000) Lira veriniz. Bu para, Birinci Kanun aylığımdan faiziyle kesilecektir Efendim. Mustafa Kemal.”
            Sayın Milletvekillerimiz; ülkemizde yapılmakta olan hukuk ve ETİK dışı işlemler sizlerin eseridir. Arkanızda, yukarıda sözünü etmiş olduğum olanaklarınızdan başka ne vardır? Çıkar mı? Korku mu? Şahsi emellerinizin müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhidi mi? Bir de sizden dinlesek diyorum. Nasıl olsa, bunların hesapları sorulacaktır Efendilerimiz!
Çeklerinizi bari gösterebilseydiniz!

23 Ağustos 2010 Pazartesi

182- DİLDE BAŞLAYAN ÇÖZÜLME ULUSAL ÇÖZÜLME İLE SONUÇLANIR



OSMAN TÜRKOĞUZ
Osmanturkoguz@Hotmail.com 
Çeşmealtı- yeniden yayımlama




                              182- DİLDEBAŞLAYANÇÖZÜLME   ULUSALÇÖZÜLMEYLE SONUÇLANIR.



“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
                                               Gazi Mustafa Kemal, 24 Eylül 1930
                                                          
 “Sadri Maksuda Arel’ın “Türk Dili İçin” kitabına yazdığı önsöz



            15 Mayıs 1985 tarihinde; Akşehir İlçe Jandarma Bölük Komutanlığını denetledim. Öğlenden sonra; denetleme sırası, Ceza ve Tutuk evinin 100 m. Kuzeyinde bulunan Cezaevi Jandarma Karakolunda idi.
            Denetleme düzenindeki erler, arkalarını Ceza ve Tutukevine dönmüşlerdi. Jandarma erlerinin karşısında bulunan benim yüzüm, güneşe ve cezaevine dönüktü.
            Bir toplumun uluslaşma sürecinde ve o toplumun toplumsal yaşamında, dilin önemini anlattım.
            Kaya yarıklarına giren yağmur suları nasıl donarak, nasıl kayaları parçalarsa; bir dilin içerisine giren,  yabancı dil sözcükleri de o dili ve o ulusun ulusal bilincini öyle paramparça eder dedim. Sonunda o ulus paramparça olur ve çöker diye konuşmamı noktaladım.
            Anadolu Beyliklerini saydıktan sonra da sordum:
            “Anadolu Beyliklerinin hangisi, Osmanlı Beyliğinin yerine, Anadolu’ya egemen olsaydı, Türkçe evrensel bir dünya dili olurdu?”
            Tüm jandarma erbaş ve erleri, soruyu yanıtlamak üzere sol ellerini havaya kaldırdı.
*Çünkü denetleme düzeninde tüfekleri sağ ellerinin kontrol undaydı Ey! Komünist avcıları!”*
O anda; karşıda bulunan Ceza ve Tutuk evinin en üst penceresinden bir ses gürledi:
            “Karamanoğulları Beyliği, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Beyliği komutanım.” Dedi.
Esas duruşa geçtim. Yüzünü göremediğim o sesin sahibine selam durdum.
O sesin sahibi kimdi? Tutuklu muydu? Hükümlü müydü? Bence o sesin sahibi, herkesten ve dahi hepimizden bilinçli idi.
            Ben de gür bir sesle Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13 Mayıs 1277 tarihli fermanını okuyarak, o gök gürültülü sesin sahibine yanıt verdim:
            “Bugünden sonra; divanda, dergahta, barigahta, mecliste, meydanda, TÜRKÇED’EN başka dil kullanılmayacaktır.”
Aradan 728 yıl geçmiş, Anadolu Halk Ozanları, Türkçe söyleyip, Türkçe yazmışlar.
            Osmanlı 1876 Anayasasının 18. maddesine, Resmi Dil Türkçe yazabilmiş.
            Ünlü Romalı Hatip Çiçero:
            “Geçmişten habersiz kalmak demek, her zaman çocuk kalmak demektir.” Sözünü boşuna mı söylemiş!
            1996 tarihinde; ünlü Sümerologomuz Muazzez İlmiye Çığ, “Sümerli Ludingirra”nın Anılarını yayımladı. Bu kitabı kaç kez okuduğumu sormayınız, yanıtlayamam. Ünlü bir ozan ve yazar olan Ludingirra’nın Anıları, tarih ve edebiyat derslerinde okutulmalı derim.
Bakın neler diyor Ludingirra:
            —Bizim ulusumuz, dilimiz, geleneklerimiz, sosyal yaşantımız, sanatımız unutuluyor artık.” S.12
            - “ Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sümerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bilgilendirmeyeyim dedim.” S.13
            - “ …hem Akadca hem Sümerce bilmek gerek. Akadca, zaman, zaman bizi yönetenlerin dili. Onun için gittikçe yaygınlaşmaya başladı. Şimdi iki dil birlikte konuşuluyor. Babam Akadcayı Sümerce kadar iyi bildiği halde, Sümerce unutulur korkusu ile evde hep Sümerce konuşuyoruz.” S 30
            —Okulda Sümerce konuşmayanlar, dayağı hak etmiş olanlardı.” S. 34
            -“Babam Akadca konuşmamıza izin vermezdi. Sümerceyi unutacağımızdan korkarak. Ama ortam değişti. Gençlerimiz, Akadlılarla arkadaşlık ediyorlar. Bunu önlemek olanaksız şimdi. Sümerler, kendi ülkelerinde gittikçe azınlık olmaya başladı. Ne korkunç bir durum, ulusumuz için.” S 35
            - “Çocuklara, özellikle Akadlı çocuklara, Sümer gramerlerini öğretmek zor geliyordu. Bu yüzden, Akadlı çocukların ve yavaş, yavaş akadlaşmaya başlayan Sümerli çocukların bunları öğrenmeleri bir hayli güçtü.” S. 40
            —Yok, olmaya başlayan Sümerliliğimizle birlikte, okullarımızdaki yaşam, öğrettiğimiz bilgiler, öğretme yöntemlerimiz de unutulup gidecek.” S 43
            —Satıcılar, kimi Akadca, kimi Sümerce olarak, bağırarak sattıkları malları, alıcılara bildiriyorlardı.” S. 46  “ geçerli dil ikileşti”.
            —Gençler, ölsek bile özgürlüğümüz için, onlarla savaşalım,” dediler. Yaşlılar, aman savaşta ölmeyelim, boyunduruğa girsek ne olur sanki dediler. Doğrusu ben de gençler gibi söylerim. Özgürlük benim için çok önemli. Ama ne yazık ki özgürlüğümüzü kaybettik. Yüzlerce yıllık Sümer devleti bitti, yok oldu.” S. 55
            - “Bundan sonra biz Sümerliler, özgürlüğümüzü Akadlılara kaptırdık. Aslını ararsanız, bizim suçumuz çok bunda. Kentlerimiz el ele verip güçlerini birleştirebilseydi, bunlar başımıza gelmeyecekti. Ben daha büyük olacağım, ben daha yükseleceğim diyen şan ve şöhret düşkünü yöneticiler, ülkemizi parçaladılar, düşmanlarımıza bizi yem yaptılar. Ne acı değil mi?” s. 59 <Çözülme, dağılma ve yıkılma sürecini iyi karşılaştıralım>
            —Bizler, kitaplık ve arşivlerimizi gözümüz gibi koruruz. Ülkemize zaman, zaman, saldıran düşmanların, ilk işleri, saraylarda, tapınaklarda ve evlerde bulunan bu kitapları ve belgeleri, kırıp parçalamaktı. Herhalde,  böylece bize geçmişimizi unutturmayı ve kendilerini saydırmayı amaçlıyorlardı.” S. 85
            - “ Yabancılar, aramızda özgürce yaşadıkları halde, nedense rahat batıyor kendilerine. Ülkede kargaşalıklar hep onlardan çıkıyor. Kendi insanlarımız da birbirinden üstün olma tutkusu, düşmanların eline iyi bir fırsat veriyor.” S. 136  < çok önemli>
            Osmanlının yıkılış süreci, Abbasilerin Türk Ellerini Araplaştırma süreçlerini çok iyi öğrenelim ki, Cumhuriyetimize yönelik saldırıların aleti olmayalım.
            Ludingirra, 4000 yıl önceden haykırıyor:
             “Eti çiğ, çiğ yiyen vahşilerin kelimeleri Sümerceye girdi! Eyvah! Sümerlerin sonu yok!” Diye.
            Bakınız, 24 Mart 2005 tarihli Hürriyet Gazetesindeki köşesinden Bekir Coşkun nasıl da hayıflanıyor:
-       “Çarşıda tabelalara bakın; ben, çoğunu anlamıyorum. Türkçe bizim değil!”
Çağatay Türkçesinin en büyük yazarı Alişir Nevai, Muhakemet-ül Lügateyn adlı yapıtında nasıl da hayıflanıyor:
—Türk’ün bilgisiz zavallı gençleri, güzel sanarak Farsça şiir yazmaya özeniyorlar. Bir insan, geniş ve iyi düşünse, Türkçede böylesine genişlikler, zenginlikler durup dururken, bu dilde şiir söylemenin daha yerinde daha kolay olacağını anlar. Anadilimin üzerinde düşünmeye koyuldum; Türkçenin derinliklerine dalınca, gözlerime onsekiz bin evrenden daha büyük bir evren göründü. Bu evrenin aydınlık alanlarında, esinimin şahlanan atını koşturdum, sınırsız hayalimin hırçın kuşunu havalandırdım.” Osman Türkoğuz/ “ Halifelik” S. 47–48
Kaşgarlı Mahmut; Bağdat’taki Abbasi Halifesine Türkçe öğretmek için, Divan-ı Lügat-it Türk isimli ölümsüz eserini yazmıştır. 1072 yılında; bu eserini Bağdat’a götürüp Halifeye takdim etti. Türk ulusunu hayli övdükten sonra, Halifeye şöyle seslendi:
—Tanrı, Türkleri yeryüzüne ilk boy kıldı, dünya uluslarının yönetim yularlarını onların eline verdi, Türk dilini öğrenmek farz ve ayındır.” dedi. Osman Türkoğuz / “ Halifelik” S. 47
Kemalpaşa zade Sait ( 1850- 1921), bakınız neler yazmış:
“Arapça isteyen Urba’na gitsin,
Acemce isteyen İran’a gitsin,
Firengiler, Frengistan’a gitsin
Ki biz Türk’üz, bize Türkçe gerek.”
M. Cemal KUTAY / “Atatürk’ün Beraberinde Götürdüğü Hasret. Türkçe ibadet, Ana Dilde Kulluk Hakkı” s. 374
Gazi Mustafa Kemal Atatürk: “Türk Ulusunun milli dili ve benliği, bütün hayatımda, hâkim ve esas olacaktır.” Buyurmuştur. Birlik dergisi Mart- Nisan 2005 tarihli 156. sayısı
Her ayın 9, 19 ve 29. günleri ve bazı önemli günlerde Milli Piyango çekişişleri, TRT1’den yayımlanır. Çekilişi yöneten aydın Türk kızı, hep          “Butona basıyorum” der ve şans diler. Nedir bu buton! Türk dili ve Türk halkı, yabancı kelimelerin ve deyimlerin istilası altındadır.
Bizim ulusal onur bayrağımız tarafımızdan yaralanmıştır. Gün be gün; dilimiz, önce aydın gençlerimiz, sonra da taklitçilerimiz tarafından kirletilmektedir.
Ulusal dil bozuldu mu, o ulusun kendi diline göre şekillenen mantığı ve anlayışı da bozulur.
Dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıyız. Kurtarıcı beklemek; Ayasofya Kilisesine sığınıp gökten inecek kurtarıcı bekleyen Bizans Halkından ve Arap’tan bize miras kalmıştır.
Romalı Ünlü Hatip ÇİÇERO: “Başları tarafından kurtarılmayı yalnız köleler bekler.” Demiştir. Biz köle değiliz; bir an önce dilimizi; sonra da kendimizi bu yoldan kurtarmalıyız.
26 Mart 2005 Tarihli Cumhuriyet Gazetesinden bir haber;
“SES BAYRAĞINA SALDIRILIYOR”
İzmir (Cumhuriyet Ege Bürosu) : Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan Güncel Türkçe Sözlükte yer alacak bazı sözcüklerin, Türkçeye saldırı anlamı taşıdığı savunuldu.
Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel, yaptığı açıklamada; sözlükte: “ …animatör, ankorman, aupair, avanproje, avantüriye, beherglas, bilbort, billboard, brokır, dedveyt, developır, diaspora, enterfon, faktorink, faynıl For, final four, gros market, guvernör, heliport, insert, kontuar, koreograf, kuver, laptop, leasing, leptap, okeyleme, okeylemek, oper, otel garni, rambursman, raiting, reeksport, singıl, sivilize, virman,…” Gibi sözcüklere yer verildiğini belirtti
Özel açıklamasında; ‘Bu, ses bayrağımız, Türkçeye bir tür saldırıdır. Yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmak, Türk Dil Kurumu’nun görevidir. Bu kurum, Atatürk’ün başlattığı Dil Devrimi’ne inanmadığı için gibi dili soysuzlaştırabilecek, sözcükler türetmesi, İngilizce sözcükleri, ikili yazımla dile katması, Türkçeyi sözcük, sözcük çiğneyip, yakıp yıkmaktır.’ Görüşüne yer verdi.
KKK Eğitim ve Doktrin Komutanlığının 2020 ve sonrası Dergisi; bakınız, Konfüçyüs, dil konusunda ne buyuruyor!
“Konfüçyüs’se sordular: Bir ülkeyi yönetmeye çalışsaydınız ilk iş ne oludu?” büyük Filozof yanıt verdi: hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Ve dinleyicilerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerine devam etti. “ Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler, doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılamazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.
                                              
                                    OSMAN TÜRKOĞUZ
                                   E.J.KD. ALB-HUKUKÇU.

KAYNAKÇA:
1.    M. Cemal KUTAY; Atatürk’ün Gönlündeki Hasret, Türkçe İbadet
2.    Muazzez İlmiye Çığ; Sümerli Ludinirra’nın Anıları
3.    KKK. lığı Eğitim ve doktrin K. Lığının 2020 yılı sonrası dergisi
4.    Osman Türkoğuz; Halifelik
5.    24 Mart 2005 Tarihli Hürriyet Gazetesi
6.    Birlik Dergisi; 156. sayı
7.    26 Mart 2005 Tarihli Hürriyet Gazetesi                       

181-KRAMER KRAMER' KARŞI





            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@hotmail.com
            Çeşmealtı; 23 Ağustos 2010.

                                  
KRAMER, KRAMER’E KARŞI!
                                           (ÖYKÜ, 15 Ağustos 1987).

            Zonguldak’ta, Belediye otobüs duraklarının Uzun Mehmet caddesinin dere kenarında toplanması ne güzel olmuş.
Eskiden, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Güzergâhı olan bu cadde üzerinde ve bu alanlarda çok anım vardır. Bunları düşünerekten; alnının ortasında SİTE yazılı otobüse bindim. Otobüs, İsmet Paşa Köprüsünden sola, işçi anıtına, oradan da Hükümet konağı önüne, oradan da kadırga yokuşuna yöneldi. Ben, SİTE semtine gitmek amacı ile otobüse binmiştim. Şoför sarhoş mu? Dellendi mi diye düşünürken, Site-İnağzı otobüsüne bindiğimi anladım!
Anladım ve düşüncelere daldım:
            Bir arabam olabilirdi; böylesine vakit öldürmekten de kurtulmuş olurdum.
On paralık adamların altlarında lüks arabalar! Yazları, deniz kenarlarında az mı çileler çekiyoruz! Çadırlardan pazarlara otostop! Tanıdık çehrelerden kaçmak için, fileleri ve Pazar torbalarını ara sokaklardan kaçırmaya da gerek kalmazdı.
Kendi, kendime konuşuyordum. Eğri ok elde kalır, doğru düşmana atılır. Yay eğri olduğu için sırtta taşınır; mızrak ve ok doğru olduğu için düşmana atılır. Ormanlardan hep doğru ağaçları keserler.
Önümüze serilenleri ve seçtiğimi düşündüm.
Otobüs dolaştı; Askerlik şubesinin önünde indim. Niyetim, Mehmet Çelikel Lisesine gitmekti. Havada iyice kararmıştı. Ben de, kendi, kendimi, olumsuzluğun ağır bastığı bir sübjektiflikle yargılamıştım. Yargılamaktan da öte, çok hırpalamıştım.
            Mehmet Çelikel Lisesinin bulunduğu sokağa girdiğimde; Zonguldak İl Jandarma Alay Komutanı J.Albayı Osman Türkoğuz’un bana doğru geldiğini gördüm.
Çok ilginç bir karşılaşma olacağını hissettim. Bendeniz Emekli Jandarma Kıdemli Albay Osman Türkoğuz; karşımdaki de Zonguldak il Jandarma Alay Komutanı Jandarma Kıdemli Albay Osman Türkoğuz!
Aramıza şu otobüste yürütmüş olduğum mantık nedeniyle soğukluk girmiş olduğunu da anladım. Selam vermeden yürüyüp geçmek istedim; kolumu tuttu ve:
            “Emekli olduktan sonra çok şeylerini yitirmişsin. Selam vermek yok mu?” Dedi.
            “Tünaydın!” Dedim.
            “iyi akşamlar Beyefendi!” Dedi. Her karşılaşmada söylenenler bittiğinde:
            “Biraz önce; beni ve tüm geçmişinizi yargıladınız. Beni de aptallıkla suçladınız.” Dedi.
            “Nereden biliyorsunuz! Yine imzasız mektuplar mı?”
            “Bana kapalı zarfları okuyan Osman denildiğini sen de biliyorsun. Demiş olduğun yöntemlere de itibar etmediğim bilginiz dâhilindedir. Şimdi, iki kişilik olarak, erkekçe konuşalım.” Dedi ve telsiz ile:
            “Merkez dokuz! Merkez dokuz! Çevrimden çıkıyorum. Önemli bir şey olursa jandarma santralına not ettirirsiniz!” Emrini vererek, olumlu yanıt alınca da, telsizini, çevrime kapattı.
Kolumdan tutarak, Ulu çınarın dibine çekti ve konuşmaya başladı:
            “Üzerinizdeki pardösüyü ve sivil elbiseyi, 1976 senesinde Karamürsel’den taksitle ben satın almıştım. Ayakkabın, gömleğin ve kravatın da benim satın aldıklarım. Tanrımız bilir; iç çamaşırların ve çorabın bile benim satın almış olduklarımdır! Emekli olalı bir buçuk seneyi geçti. Bu süre içersinde ne yaptınız, kendinize neler satın aldınız? Nasıl bir sosyal çevre edinebildiniz? Hâlâ Albayım diye çağırılıyorsunuz! Manavgat’a ve Derik’e gittiğinizde de Yüzbaşım diye çağırılıyorsunuz! Antakya’da adınız Osman Binbaşı. Niçin Osman Bey, Osman Beyefendi diye hitabetmiyorlar! Yanıtınız yok mu?” Dedi.
            “Sizi dinliyorum;” dedim.
            “Oturduğunuz ev kimin? O’da benim. Her taksitini sektirtmeden ödedim, sana üç taksiti ödemek kalmıştı. Evindeki tüm eşyalar; radyo, televizyon, teyp, kütüphane, binlerce kitap kimin? Onlar da benim satın aldıklarım. Neden dimdik, benim çevremde dolanıp duruyorsun? Tüm bu sahiplenmiş olduğun şeyleri size kim sağladı! Ben sağladım. Ben, Jandarma Subayı Osman olarak, ben sağladım.”
            “Evet, amma”, demeye çalıştığımda:
            “Evet’i, mevet’i yok! Size her zaman övündüğünüz bir kitaplık ve en güzeli de engin bir kültür bıraktım. Siz ne eklediniz bu kitaplığa ve size bıraktığım kültüre?” “Kaç kitap satın aldınız?”
            “Onbeş ayda dört kitap satın alabildim!”
            “Niçin Sayın Bayım! Size milyonlarca liralık emekli ikramiyesi ve en üst dereceden de emekli aylığı bırakmadım mıydı? Dört kitapla bizleri ve dahi geçmişinizi mutlu edemezsiniz. Siz, nereden geldiniz, nereye ve nasıl döndünüz?” Sesimi çıkarmadan dinliyordum.
            “Bizim her türlü ağır şartlarda değiştirmediğimiz çizgimizi sizin de değiştirmeniz ne mümkün.”
            “Yokuştan aşağıya doğru inerken okuduğunuz bir şiir vardı. O’nu okur musunuz yeniden?”
            “Çok eskiden yazmış olduğum bir dörtlük. Ben, çok genç bir jandarma subayıyken yazmıştım,” dedim.
            “Bana mı öğreteceksiniz!” Dedi. Esas duruşa geçerek ve yüksek bir sesle okudum:
                        “Biz, yiğit oğlu yiğit, yüreği sevgi dolu;”
                        “Biz, hak olan halkımın bükülmez çelik kolu.”
                        “Dört köşeyi tutsa da çıkarın köpekleri,”
                        “Yolumuzdan dönmeyiz, YOLUMUZ ATA YOLU.”
            Çok keyiflendiğini görüyordum. Uykusuz ve yorgun olduğu belliydi. Biraz düşündükten sonra:
            “Ya, gördünüz mü Sayın Bayım! Unutmadıysanız; hudutlarda, mevzilerde elektrik fenerinin ışığı altında ve çadırlara bürünerek kitap okurdum. Şimdi de siz kitap okumuyorsunuz. Yanlış otobüse binerek te zevzekçe düşünüyorsunuz. Halk pazarlarına karanlık basınca gidiyorsunuz. Satın aldığınız meyve ve sebzeleri de evinize gizlice taşıyorsunuz. Bu yaz, Aliağa sahilinde kullanmış olduğunuz yazlık çadırı da ben satın almadım mıydı?”
            Mustafa Kemal’in ve O’NUN onurunu paylaşanların neleri vardı? Mal ve para sevdasına kapılanların utançlarını görmüyor musunuz?” Dedi ve burnunu burnuma dayayarcasına yaklaştı. Gözlerini gözlerime dikerek:
            “Leş gens heureux ont une histoire!”*-Mutlu insanların bir öyküsü vardır!*-” Dedi ve ekledi:
            “Geçmişinize aykırı düşünceleriniz nedeniyle, sizi Çaydamarına atarım. Sonra da dosdoğru Gölcük’e, Donanma Sıkıyönetim komutanlığına. Buyurunuz yolunuza!” Dedi. Ter içinde kalmıştım. Bir utandım, bir utandım ki sormayınız. Bu seferde ben yüklendim:
            “Ne yani; ırmağı neden yukarı doğru akıtmakla meşgulsünüz?” Tayini çıkanlara verilen veda yemeklerine hiç uymadınız. Göreve geldiğiniz gibi, kimsenin haberi olmadan da gittiniz. Bir hak tutturmuşsunuz, bir huk tutturmuşsunuz. Değişen ne?” Birden öfkelendi ve birden parladı:
            “Beyefendi! Beyefendi! Siz neler söylüyorsunuz? Mardin’de, 1975 yazında, bir Valinin öğretmen okulunda oğluna yaptırdığı sünnet düğünü kepazeliğine tanık olmuştunuz. Veda yemeklerini vedalaşmalarda verilen hediyeleri de gördünüz. Karşılıksız hediye almalarına nasıl gelenek dersiniz? İki oğlumu da, kimselere haber vermeden sünnet ettirmem, hediye vermemem ve hediye almamam suç mudur? Ben de inadına:
            “Hakkınızda hüküm verenler; oğullarının ve kızlarının düğünlerinde, dünyaya davetiye dağıtarak hediyeye boğuluyorlar. Sen mi doğrusun onlar mı doğru. Soyup, soğana çevirenler Atatürkçülüğü de kimselere bırakmıyorlar. Bir görev yerinde neden süresince duramadınız!” Dedim.
            “Bakınız Beyefendi; benim yollarımda yürüdüğünüz halde başka makamlardan türküler söylüyorsunuz. Sizin şekeriniz başınıza vurmuş. Beni de suç işlemeye zorlamayınız. Önümden çekiliniz de ben de bildiğimi yapayım!” Dedi. Buraya neden geldiğimi de unutmayayım mı?
            Not: Bu kısa öyküyü yayımladıktan sonra; Ankara Üniversitesi Hukuk fakültesini bitirdiğimi bilgilerinize sunarım.
21 Eylül 1995/567 Diploma numaram.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

180- HALİFELİK ÜZERİNE SERENAT!


OSMAN TÜRKOĞUZ
Çeşmealtı;15 Ağustos 2010.

                                  
HALİFELİK ÜZERİNE SERENAT!

“Demokratik, Laik, Evrensel Hukuka sahip, Sosyal bir Hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine Hasım, Almanya’daki GERİCİ dini kuruluşlarınca HALİFE! Seçilen ÜÇ KARILI bir Cumhuriyet düşmanını Sayın RTE, Başvekâlet Müsteşarı yapmış!” Bu adamın ilk sözü: ”Sünnet olan Dördüncü karıyı da öteki karılarımın arasına katacağım olmuştur!” Basın.
“Benden sonra Hilafet otuz senedir. Bundan sonra Hilafet, ısırıcı bir SALTANATA dönüşecektir!”. Hz. Muhammet. (Hadis).
İnsanlık tarihinde ve yeryüzünde; Hilafet kavgasından daha çok kan döktüren bir kavga olmamıştır. Ostüzü.*Al Şahrastani İslam tarihinin hiç bir devrinde, hiçbir din aktinin hilafet kadar ihtilafa sebep olmadığını ve kan döktürmediğini söyler.” İslam Ans. Cilt 5.S.153.
KUR’ANI KERİM’DE HİLAFETİN LUZUMUNA DAİR HİÇ BİR AYET BULUNMAMAKTADIR!” İslam Ansiklopedisi. C.5.S.152–153.
“ZAMAN DEĞİŞTİKÇE; HÜKÜMLER DE DEĞİŞİR!” En önemli İslami kural.
“İbadet eden kimse, kendisinin rehberidir. Bunun için Rahibe lüzum yoktur. Halkın sesi Hakkın sesidir!” Konfiçyus.
“Bir yerde dinden söz edildi miydi, sıkı durunuz, ya canınızı ya da malınızı alacaklardır!” Konfiçyus.    


            Hilafet-Halifelik-kavgası; aslında, Arap Haşimilerle, Arap Emevilerin-Ümeyyeoğullarının- VE Muhacirun ile Ensar’ın bir iktidar kavgasıdır. Politika gereği olarak, kavganın eksenine bir de ULÛHİYET eklenmiştir.
Biz Türkler, zorla ve toplu öldürmeler sonucunda Müslüman olunca, Mekkeli iki kardeş Arap ailesi arasındaki kavgayı kendi kavgamız olarak benimsemişizdir.
            Bu konuda; ilk, genişçe bir kitabı yazmam nedeniyle, kültürlü olduklarını beyan edenlere bu konuyu sorduğumda, ”bir tek Halifelik kurumundan” türküler söylediklerine tanık oldum.
Bilinmezliğin cazibesidir, bildiğini sandığını göstermek.
            1980’li yıllardaydı; Adana Müftüsü Cemalettin Kaplan; Diyanet İşleri Başkanı olmak sevdasına tutulmuştu. Atatürkçü geçinenlere yaranmak için de, iki kişi bir olup, bir broşür yayımlamışlardı.
            İslamdan ayrılan ve yeni bir din olan Süleymancılığın aleyhindeydi bu broşür. Süleymancılar; 1967 senesinde, ”İnanacağımız Esaslar!” adlı bir broşür yayımlamışlardı.
Bizim, bu konuda yayımlanmış bir kitabımız da var; başımıza işler açan bir kitap!
            “Süleyman Hilmi Tunahan’ın Silistire’de doğup, İstanbul’da ölmesi,  KIYAMET ALAMETİ OLAN, Güneşin batıdan doğup ta, doğuda batmasına işaretmiş!” Bu küçük risalede, akla ve İslamiyete ters düşen iddialar vardır:
            “HALİFE OLMAYAN ÜLKEDE CUMA NAMAZI KILINAMAZ!” Buna bir tek yanıt verilmesi gerekir: Çüşşş!
            Her Müslüman ülkede bir Halife demek, her ülkede apayrı İslamiyet inancı demek değil midir? Hilafet bizde olsa; öteki Müslüman ülkeler de hilafetsiz kaldıklarından Cuma namazından mahrum mu kalacaklar, din ve Tanrı hainleri!
            Osmanlı Halifesi; Birinci Dünya Savaşında; Almanların telkiniyle “MUKADDES CİHAD” ilan ettiğinde; ilk itiraz Osmanlının Arap asıllı Bağdat Müftüsünden gelmişti:
            “Halife, Arap asıllı ve Kureyş kabilesinden olacaktır. Bu nedenle de Osmanlı Padişahı Halife sayılamayacağından DİNEN Mukaddes Cihad ilan etmek yetkisi de yoktur!”
Osmanlı ordusundan Cavit Paşa, Birinci Dünya Savaşında, Bağdat valisi iken, Irak’taki din ulularını çağırarak, Büyük Din Savaşı için fetva istediğinde:
            “Büyük savaş genel olur; özel olmaz!” Cevabını almıştı.
            Bağdat’taki Arap asıllı Osmanlı Devleti Müftüsü de:
            “Hazreti Peygamberin yaydığı ve tesisi buyurduğu din ve şeriat hükümlerinin temini, devamı ve bekası Kavmi Necibi Araba aittir.” Demiştir. Cavit Paşa, Irak Seferi, s.334.Besim Atalay, Türk Dili İle İbadet, s.82,       
            Cemalettin Kaplan, Almanya’da ölmüş olup, cenazesi Erzurum’a getirilerek, Görkemli bir anıt mezara konulmuştur.
            Yerine Halife seçilen oğlu Metin Kaplan da epeyce herzeler yedikten sonra, bir hasmını öldürtmek suçundan Alman mahkemesince mahkûm edilerek ülkemize getirilerek hapsedilmiştir.
            Bunlar; bir anayasa yaparak; “Anadolu İslam federe devletini!” Kurmuşlardı. Bu federe islam devletinin hangi federasyonun federesi olduğunu da anlamış değilim! Halife! Metin Kaplan; bir uçak kullanarak ANITKABİR’İ bombalayacaktı tartışmasını da yaşamıştık!
            Tanrımıza bin şükür! Almanya’daki Atatürk ve Türklük düşmanları boş durmamışlar, üç karılı birisini Halife olarak seçmişler. Bu seçilmiş Halife! Sayın Recep Bey tarafından, Kadrine ve dahi kıymetine lâyık bir biçimde, Türkiye Cumhuriyeti Başvekâletine Müsteşar olarak atanmıştır!
            Aslında, Müslümanlığın en onurlu ilkesi: ”Egemen olmayan İslam ülkelerinde Cuma namazı kılınamaz!” Cuma namazında EGEMEN adına hutbe okunacağı için, egemenlikten mahrum islam ülkelerini uyandırmak içindir bu yüce kural.
Geliniz görünüz ki satılmışlık insan onurunu da dumura uğratmaktadır.
Avusturya İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i işgal ettiğinde; Bosna saray Müftüsü Avusturya –Macaristan imparatoru adına hutbe okutmakta hiçbir İslami sakınca görmemiştir.
Vatan Hainlerimizden Alemdar gazetesi—Refi Cevat Ulunay- İstanbul’da referandum yaparak, bir günde, dini bütün (40.000) Müslüman İngiliz sömürgesi olmayı kabul etmiştir.
            Yunanlılar İzmir’e çıktıklarında; İzmir camilerinden bazı imamlarımız:
            “Kur’anı Azim’üsŞan’da Rum suresi vardır. Sakın ola Yunan askerlerine karşı gelmeyiniz. Bundan sonra bizleri Yunanlılar idare edeceklerdir!” Diye olanca sesleriyle böğürerek fetva okumuşlardır.
            Başımıza olmadık işler açan, bizleri Arab’ın ve Arap kültürünün uşağı haline koyan bu HALİFELİK nedir? Bir de benden dinleseniz olmaz mı?
Şunu da önce vurgulamak isterim: ”Arap halifeleri Arap milliyetçiliğini islamiyetten üstün tutmuşlardır!”. Bizler ise; Müslümanlık diyerek, Arapçılığı Tanrısal lütuf saymışızdır!” Adaletten Kaçanlar Partisinin Genel Merkezi bitişiğindeki caminin imamı Suudi Arabistanlı ve dahi fistanlı bir Araptır! URABİCİYİZ!
1-    “Halife, Halef, Naip, Peygamberin halefi ve kendisinden sonra, yerine kaim olmak; (Halife Resul Allah) itibariyle, İslam Camiasının en Yüksek Reisinin yani imamının unvanıdır”. İslam Ans. C.5.S.148.
Hilafet, Arapça=Halifelik.
                                                                                                                                                                                                             Bir kimsenin Halife olarak başta bulunduğu yönetim şekli. MS. 08 Haziran 632–12 Rebiyülevvel 10-İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in ölümü üzerine; Halifelik ve İmamlık büyük çekişmelere neden olmuştu. Mekke’den Medine’ye göçenlerle-Muhacirun-, Medine yerlileri- Ensar- arasında Halifelik kavgası yaşanmıştır. Hz. Ömer’in ve Ebu Ubeyde’nin araya girmesi ve Ebu Bekir’in kişiliği, beş defa Halife olma sözünün sahibi Hz. Ali’yi de, böylece saf dışı bırakmıştı. Ebu Bekir iki sene Halife olarak kalmıştı. O’NUN dışındaki üç halife de öldürülmüştür. Hz. Ömer (634–644), Hz. Osman (644–656), Hz. Ali (656–661), Hz. Hasan (661-6ay); Yezit’in karısı olacağı vaadi ile kandırılan karısı Cude tarafından, zehirlenerek öldürülmüştür. Hz. Hüseyin (6 ay) Şam’da saltanat süren Muaviye’nin oğlu Yezit’in askerleri tarafından, KERBELA’DA başı kesilerek öldürülmüştür. Halifelik hiçbir kimseye hayır getirmemiştir. Abbasi halifelerinin ve 12 İmamın öldürülmüş olduklarına dair tarihe not düşülmüştür. Hz. Ali’nin Amcası Abbas’ın soyundan gelen Abbasi halifeleri Hz. Ali soyuna felaketler yaşatmıştır.
            Tarihin hiçbir döneminde, millet olabilme kültür ve yeteneğini kazanamamış olan Arap ırkı, halifelik kavgasıyla da, alabildiğine parçalanmanın sınırsız zevklerini yaşamış, alabildiğince kan dökmüşlerdir.
Hz. Muhammet’in ve diğer iki halifenin bir araya toplamış olduğu Arap kabileleri arasındaki kavgalar, halifelik ve İmamlık kurumu ile daha şiddetli başlamış ve sürmüştür. Kendisine, bir ümmet çatısı altında, millet olabilme kültürünü verecek olan islam dinini ve zorla Müslümanlaştırdıkları diğer milletleri de kendilerine benzetmekte büyük hüner göstermişlerdir. İslam dininin vermiş olduğu Ganimet heyecanı ve atılganlığı ile yenerek Müslümanlaştırmış olduğu diğer milletleri de; İslam Dinini, Hz. Muhammet’in kendilerine bıraktığı şekliyle değil; kendilerinin, kendilerine benzetmiş olduğu şekliyle sunmuşlardır.
            “Araplar, bir yere girdilermi, orasını soyarlar, harap ederler. Düzgün taşları, çömlek altına koymak için sökerler, çatıların direklerini çadırlarına dikmek için çıkarırlar, vergi almakta bir had tanımazlar, ne bulurlarsa alırlar. Onlar için hukuku gözetmek ve insanları fenalıklardan korumak gibi şeyler, görenekleri değildir. Babaları ve kardeşleri de olsa, bildiklerini yaparlardı.” Fec’rül İslam, c.2,s.82.
            “Araplar vahşidir, soyguncudur, yağmacıdır; bir memlekete girerlerse orayı harap ederler. Bir başbuğa itaat etmezler, sanatları ve bilgileri yoktur; bu gibi şeyleri yapmaya istidatları bulunmaz.” İbn’i Haldun, Mukaddeme 3 cilt. İbn’i Haldun, sosyolojik tarihin babası olan ve Aksak Timur ile de Şam’da konuşmuş olan bir Bilgindir.
            “İslamlık, Arapları yoğurarak belli bir düzeye getiremedi!” Fecr’ül İslam, s.82.Fakat Araplar İslamiyeti, kendi basit kabile karakterine mükemmelen uydurarak, inanç kaynağı olmaktan çıkarıp, anlaşmazlık kaynağı haline koymasını da bildiler ve bizlere de böylesine bir Müslümanlık aşıladılar.
            İlk halifeler hakkında, Hz. Ömer’den itibaren (Âmir al Müminin) unvanını kullanmaya başladılar. Bu unvan, (Halifat Resul Allah) unvanı Hz. Muhammet’in ölümü ile sona erdiğinden, RİSALET görevi dışındaki tüm görev ve yetkileri kapsar.
            Çok cüretli bit şekilde ortaya atılan (Halifat Allah) unvanı Halife Hz. Ebu Bekir tarafından şiddetle reddedilmiştir. O, Halife seçildiğinde:
            “EY Nas! Ben sizin üzerinize Veliyül emir oldum!” Demiştir.
            Çok ilginçtir; Türkiye Büyük Millet Meclisince halifeliğe atanan Veliaht Abdülmecit Efendi,            Hilafetin kaldırılmasından sonra; yakınları ve de (103) bavulu ile sürgün edilmişti. Paris’e yerleşmiş olan bu zat, Kızı Dürrüşşehvar’ı da Haydarabat Nizamının oğlu ile evlendirmişti. Bu Efendi, bütün dünya Müslümanlarına bir beyanname göndermişti. İslam ulemalarının Marsilya’da toplanarak, Hilafet hakkında bir karar vermelerini istemiş olduğu ve hiçbir kimsenin de ilgilenmediği bu beyannamesinin altına: ”RABBİLÂLEMİN RESULÜ HALİFE!” imzasını atmıştı.
            2-Maliye memurlarının topladıkları vergi gelirlerini kendisine sundukları memur için de HALİFE unvanı kullanılırdı.
            3-Kadiriyye tarikatında; Kadiriyye şeyhinin sınırlı bazı yetkileriyle, uzak yerlerde, onu temsil eden şahsa da HALİFE denilir.
            4-Kanuni Sultan Süleyman döneminde; Hindistan’da Büyük bir imparatorluk kuran Türk Babür’ün sarayındaki tüm kadın hizmetçileri gözeten kadın görevliye de HALİFE denilirdi.
            5-Fas’ta şehir valilerinin muavinlerine de HALİFE denilir.
            6-Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Babıâli’deki kalem kâtiplerine de HALİFE denilirdi.
            7-Daha birçok tarikatlarda, Şeyhin yardımcılarına ve birçok sanat dalları mensuplarına da HALİFE denilir.
            8-Cava adasının birçok hükümdarlarına, kendi vatandaşlarınca HALİFE adı verilmiştir. İslam Ans. CİLT.5.S:148–155.
            9-Ülkemizde; yeni bir göreve atanan memur ile bu görevi yürütmekte olan memur söz konusu edildiklerinde: Halef-Selef); (Halefim- Selefim) sıfatları kullanılır. Ostüzü.
            İslamın yüce kitabı Kur’anı Kerim’e bir göz atacak olursak, orada da Halife sıfatının başka anlamlarda kullanılmış olduğunu görürüz:
            1*6’ıncı sure, 165’inci ayet: ”O,sizi (peygamber ümmeti) yeryüzünün Halifeleri yapan, size verdiği şeylerde sizi imtihana çekmek için kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkarandır!” Buyuruyor.
            2*10’uncu surenin 14’üncü ayetinde de: ”Onlardan sonra, arkalarından sizi yeryüzünde Halifeler yaptık. Bakalım nasıl hareket edeceksiniz diye!”
            3*35’inci surenin 39’uncu ayeti: ”O,sizi yeryüzünde halifeler yapandır!” Buyurarak, insanlara yeryüzünün halifeleri unvanını veriyor!
            4*(Kur’anı Kerim’de Davut peygamber hakkında” ya Davut, biz seni yeryüzüne halife yaptık. İnsanlar arasında hak ve adaletle hüküm ver.” Buyrulduğu açıklanmıştır.) Ercüment Demirer’in S.G.E. s.17.Tevrat ta başka türlü söylüyor: ”Savaşta bulunan General Uriya’nın Karısı Hititli Sitti’yi gebe bırakarak, Zavallı Generali ön saflarda görevlendirerek öldürtmüştür! Hak ve Adalet bu mudur?
            “Kesin olarak ifade ederiz ki; Hilafet dini değil, dünyevi bir makamdır. Hilafet makamının islam itikadı ile hiçbir ilgisi yoktur. Akaid kitaplarında tek kelime ile de olsa hilafetten söz edilmemektedir. HİLAFET DEMEK, HÜKÜMET DEMEKTİR, YANİ DOĞRUDAN DOĞRUYA MİLLET İŞİDİR. İslam dininin birinci derecede kanunu olan Kutsal kitabımız Kur’anda şekli hilafet, yani islam hilafeti hakkında hiçbir ayet yoktur!” Ercüment Demirer, S.G.E. S.51.
            İki gruba ayrılan Müslüman Arap toplumunda, Halife olmanın şartları:
            1-Sünnilere göre, Halife olabilmenin ilk şartı, (KUREYŞ KABİLESİNDEN OLMAKTIR!)
            2-Şiilere göre, HİLAFET ANCAK VE ANCAK ALİ SOYUNDAN GELENLEREDİR. Fuat Kadıoğlu, Gericilik ve Ötesi, s.15–16.
           
                             İMAMET MESELESİ.
            Hz. Muhammet’in kurmuş olduğu din, Mekke’de büyük baskılara uğradığından, özel bir toplanma ve ibadet etme mekânından da mahrum edilmişti. Hz. Muhammet; 17 Eylül 622 tarihinde, Medine’ye sığınınca; birlikte ibadet etmek için, kerpiçten bir bina yaptılar. Cem olmaktan adına da CAMİ dediler. Burada; vakit namazlarını Hz. Muhammet bizzat kıldırdığından cemaatin İmamı sıfatını almıştı. İşte bu İmamet konusu da Hilafet’ten doğmuştur:
            “Hazreti Muhammet, camide ümmetine imamlık eder, onlara namaz kıldırırdı. Hastalandıkları zaman da, namazda imamet vazifesini ifaya Hz. Ebu Bekir’i vekil bırakmıştı. Hz. Muhammet ölünce O’NUN yerine birisi seçildi. Buna halife denildi. Halife vekil demektir. İşte imamet vazifesi de bundan meydana gelmiştir. İmame; sözlük manasına göre, Öne geçmek, bir cemaatin ulusu, Efendisi uymak ve tâbi olmak demektir. Büyüklere uyulduğu ve tâbi olunduğu için onlara İMAM denilmiştir.
            Halifeye de, (İmamül Müslimin) denilmiştir. Hilafet tabiri de imamdan alınmıştır. En büyük imam da Hz. Muhammet’tir.
            MÜSLÜMANLARIN DİN VE DÜNYA İŞLERİNE BAŞKANLIK EDENLERE İMAM VE HALİFE DENİLMİŞTİR.
            Hilafet müessesine, diğer imamlardan ayırt etmek için (İMAMETİ KÜBRA) denilmiştir. Halifelerin en önemli vazifeleri İmamet’i Kübralıktır. Bunun için halifeler, İmam’ı Ekber, imamlar imamı manasına alınmıştır.
            Hz. Muhammet’in ölümü üzerine bir de imamlık davası doğdu. İslam ümmeti iki gruba ayrıldı:
            1-Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a imamet hakkı tanıdılar,
            2-Bir kısmı da İmamet Hz. Ali’nindir dediler. Bu suretle de mezhepler doğmuş oldu!
            Efendim; her nasılsa; özene ve dahi bezene yazmış olduğum yazımın üç sahifesi silindi! Bu konuya çok derince girmeyeceğim. Bir türlü ikinci sefer yayımlatamadığım kitabımı bilgisayarıma yükletebilirsem tüm adreslerime iletme sözü vermiş bulunuyorum.
            “İmam sözü; Kur’anı Kerim’de; örnek, işaret, misal ve kılavuz anlamlarını ifade etmek üzere yedi defa tekil, beş defa çoğul olarak İmam deyimi kullanılmıştır.
            1(-Kuran’da; İbrahim peygamber hakkında da imam tabirleri geçmektedir. Yüce Tanrı, İbrahim Peygamber’e : ”Ya İbrahim; Biz seni insanlara imam yaptık, adaletten ve doğruluktan ayrılma.”Buyurmuştur.) Ercüment Demirer; Din, Toplum ve Kemal Atatürk, s.53.
Tevrat’ta ise, Hz. İbrahim’in Eşini, Mısır Firavununa ve bir Filistin Kıralına kardeşim diyerek verdiğini yazmaktadır!
            Normal yaşamımızda; imam deyimi üç anlamda kullanılmaktadır:
            1-Topluluğa namaz kıldıran. İmamlık (İmama) ne bir sanat, ne bir rütbedir. İmam, namazda imamlık ettiği sürece imam sayılır. Din ilmini bilen Müslüman bir kimse; toplulukça, bir ücret karşılığı, bütün namazlarda imamlık etmek üzere, tayin edilebilir. Namazın şartlarını bilen her muhterem Müslüman, imamlık görevini yüklenerek yürütebilir. Namazda; dini iyi bilenlerin ön saflarda namaz kılması, imama bir şey olduğunda namazı kıldırması içindir.
            İmamlık şerefi, daha önceden karar verilmemişse, topluluğun en âlim, ya da en itibarlı üyesine aittir.
            2-Sünnilerde, imam unvanı, islamın en ileri gelen bilginleri, ruhani mezhepleri kuranlar içindir.
            3-Şii mezheplerinde imam deyimi sayılamayacak kadar çoktur ve çeşitlidir. Bütün şekilleri saymak mümkün değildir.”En önemlisi, Hz. Ali soyundan gelen birisinin, islam âleminin en yüksek âlimi olmasıdır. İslam Ans. C.11,s.980–981.
            4- 04 Eylül 1859 tarihine kadar, kurmuş olduğu ordularıyla, Çarlık Rusya’sına kan kusturan Büyük komutan, büyük devlet adamı Şamil için (Şeyh Şamil ya da İmamı Şamil ) denilmektedir. Buradaki imam sıfatı çok geniş bir anlamı ifade etmek için kullanılmıştır. Devlet başkanı, Başkomutan, Baş yargıç gibi. Şeyh Şamil’in anasını bile kırbaçlatması O’NUN basit bir imam olmadığını göstermektedir.
                        TARİH SAHNESİNDEKİ HALİFELİKLER!
            1*MEKKE VE MEDİNE HALİFELERİ, (Dört Yetkin Halife).
            2*Emevi Halifeleri (Şam, Bağdat ve Samarra).
            3*Abbasi Halifeleri. (BAĞDAT)
            4*Endülüs Emevi Halifeleri. (İspanya).
            5*Fas Alevi halifeleri.       
            6*Kahire Fatımi Halifeleri.
            7*Kahire Abbasi halifeleri.
            8*İstanbul Osmanlı halifeleri!                                                                                       1-HULAFA’İ RAŞİDİN DÖNEMİ.
            Yalınız Allah’a inanarak ve güvenerek peygamberlik yapmağa kalkanların sonları ölüm olmuştu.
Hazreti Yahya, Hazreti İsa gibi. Hz. Musa, İkinci Ramses’in kızkardeşinin bir Yahudi mimardan olma oğludur. Mısır’dan kaçarken, Yahudi kavminin lideri olmuştu. Peygamberliği bu otoritenin desteğinde gelişmiştir ve Anekneton’un dinin etkisi de bu nedenle Musa dininde vardır.
Hz. Muhammet; Mekke döneminde, insanların bireysel kurtuluşundan başlamıştı. Bunun böyle olmayacağını bizzat yaşayarak anlamış ve Medine’ye sığınarak bir silahlı güç oluşturmuştu. Öldüğünde; Suriye’yi istilaya giden bir askeri güce sahipti. Mekke’de (12) Erkek ve (5) Kadının okuyup, yazma bildiğini biliyoruz!
            Ebubekir dönemi iç bunalımlarla geçti. Hz. Ömer döneminde dış fetihlere yönelindi. İran fethedildi. Yağmalarla Araplar çabucak bozuldular. Bu bozulmayı gören Hz. Ömer’in:
            “Keşke Iranla aramızda ateşten dağlar olsaydı da bu servetlere kavuşamasaydık!” Dediği söylenir.
Hz. Osman dönemi tam bir rüşvet ve adam kayırma dönemidir. Mısır’a vali olarak atadığı Hz. Ebubekir’in oğlunun öldürülmesi için Mısır valisine yazılmış ve O’NUN mührü ile mühürlenmiş bir mektup, bir kölenin matrasında çıkınca; kızgın Mısırlılar ve Ebubekir’in oğlu geri dönerek Hz. Osman’ı öldürdüler.
            Hz. Ali dönemi tam bir karışıklık dönemiydi. Cennetle müjdelerlerden olan Zübeyir ve Talha, Peygamberin 18 yaşında dul kalmış olan eşleri Hz. Ayşe ile birleştiler.
Cemal vakasında; Hz. Ayşe’nin devesinin etrafında (13.000) kişi öldü. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah tarafından devenin ayakları kesilerek Ayşe yakalanabildi. Ölenler arasında Zübeyir ile Talha da vardı. Hz. Ali; Tozlar içinde upuzun yatan, Zübeyir ile Talha’nın ölülerini gördüğünde: ”İki Kureyşli nin bu halde ölülerini görmektense ölümü tercih ederdim!” Dediğini İslami kaynaklarda bulmak mümkündür.
Hz. Ali’nin Şam valiliğinden azlettiği Muaviye, Hz. Ali’yi Hz.Osmanının öldürülmesinden sorumlu tutarak halifeliğini kabul etmedi ve isyan etti. Üç ay süren Sıffin çatışmalarında her iki taraftan (110.000) kişi öldü. Amr’ı İbn’ilAsın kurnazlığı ile ve hiyle ile Hz. Ali halifelikten azledildi ve Küfe’de öldürüldü.
2-    EMEVİLER DÖNEMİ. (Doğu Emevileri)
            MÖ.661-749 yılları arasında (14) Emevi kökenli, yani Ebu Süfyan soyundan inen halife hüküm sürmüştür. Dini, Hukuki ve siyasi egemenlik bir tek kişinin kişiliğinde toplanmıştır. Halife unvanı semboliktir. Hicri(41–132).
            Muaviye bin Abi Süfyan bani Umeyya ailesinin asıl koluna mensup iken; İkinci Muaviye’nin ölümünden sonra, Halifelik ve Meliklik bu ailenin diğer kolunun reisi olan Mervan bin al Halan bin Abir al Ar’a geçtiği halde isim değiştirilmemiştir. Bu zat Hz. Osman’ın mührünü kullanarak çok haltlar karıştırmıştı.
            Emevi hükümdarlarının çoğu, alelade basit bir kimseye yakışmayan iffetsizlikleri apaçık sürdürmüşlerdir. Fuhuş alabildiğine yayılmıştır. Harun Reşidin sarayında kadın elbisesi giydirilmiş 2000 genç oğlan bulunduğunu okuyabilmekteyiz. Harun Reşit; satın almış olduğu bir cariye ile o gece yatmak istediğini Müftüsüne ısrarla söyleyince; İnek suresinin (234)’üncü maddesindeki iddet müddeti hatırlatıldığında: ”Umurumda değil, çaresini bulmalısınız!” Emrini vermiş ve şıpıdanak çaresi bulunmuştur. ”Cariyeyi azat et. O gece de yat!”
            İran ve Türk elleri fethedilerek soyulmuştur. Harun Reşit; hükümet merkezini Şam’dan Bağdat’a taşımıştır. Harun Reşidin üç oğlu vardı: Emin, Memun ve Mutasım. Mutasım’ın anası Türk olduğu için, Mutasım Türklere çok yakın olmuş; büyük komutanlarını ve Muhafız birliğini Türklerden oluşturmuştur. Hükümet merkezini de yeni kurdurmuş olduğu Samarra şehrine taşımıştır. Osmanlının Muhafız birliği, Fransız İhtilaline rağmen, Arnavut, Arap ve Türk’ten başka unsurlardan oluşuyordu. Şah İsmail’in muhafız alayı da VARSAK adlı Türk aşiretinden oluşturulmuştu. Bu aşiret mensupları, Torosların güneyinde Per perişan yaşamaya çalışmaktadırlar!
            Emevi halifeleri despotlukta çok ileri gitmişlerdir. Abbasi halifeleri de onlardan geri kalmamışlardır. Halife Mansur (H.130); Ebu Hanife adlı, Kur’anı (70.000) defa okuyan ve 63.000 içtihat ve 500.000 fetva veren bilginini teklif ettiği kadılığı kabul etmediği için dövdürerek öldürtmüşlerdir.
            Ayrıca; istedikleri fetvayı vermeyen İmam Şafiyi de döverek kolunu kırdırtmışlardır.
            Türk illerinde Müslümanlığın yayılmasını sağlayan, sevgiye dayalı Müslümanlığın yaratıcısı Hallacı Mansuru da, kollarını ve bacaklarını kırdırarak işkence ile öldürtmüşlerdir.
            Halifeler, birbirlerinin gözlerine mil çektirtmişlerdir.
            Abbas oğullarından imam İbrahim; babasını Emevilerin öldürmüş olduğu 18 yaşındaki Horasanlı Ebu Müslim adlı bir Türk gencine: ”Şüphelendiğini öldür, Seni ailemizden saydım!” Emrini vermiştir. Horasanlı Ebu Müslim büyük bir ayaklanma çıkartarak Emevileri yenmiş ve iktidarlarını da dağıtmıştır. İmam İbrahim öldüğü için kardeşi olan Ebul Abbas Seffah -Kan dökücü- Abbasilerin ilk Hükümdarı, halifesi ve imamı olmuştur. İlk yapmış olduğu işte; Horasanlı Ebu Müslim’i işkenceyle öldürtmek olmuştur.
            Emevi halifelerinden çoğu, Kur’anı Kerime hakaret etmekten zevk aldıkları gibi; Hz. Muhammet’in hırkasını bir rakkaseye giydirerek, işret meclislerinde dans ettirtmişlerdir. Harun Reşit’in, kızkardeşi Abese Sultanla bir odaya kapanarak şarap içtikleri, Türk asıllı veziri Barmek oğlu Caferi de, Abese Sultanla seviştikleri için öldürttüğünü tarihler yazmaktadır!
                        3. BAĞDAT ABBASİ HALİFELERİ DÖNEMİ. (MS:750–1258)-(H.132–656).(37) Sultan Halife hüküm sürmüştür. 12 imamdan devirlerine denk gelenler zehirlenerek öldürülmüşlerdir. İktidardan düşürülen halifelerin gözlerine mil çektirilmiştir. Türk ellerindeki soygunun devamı ve Müslüman olan Türklerin islamdan geri dönmemesi için sünnet mecburiyeti konmuştur. Hâlbuki Türkistan Arap valisinin sünnet teklifine, Emevi Halifesi Abdülaziz:
            “Allah, Hz. Muhammet’i sünnetçi olarak göndermedi. İnsanları irşat etmesi için gönderdi diye reddetmişti!” Tabari, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi. Osman Türkoğuz, Sünnet, makale. Blog adresimde var.
            MS. 945 tarihinde Şii Büveyhoğullarının kurulmasından sonra, Bağdat Abbasi Sultan halifeleri onların sultası altına girmişti. 1042 senesinde; Dandanakan Meydan Muharebesinde, Gazneli devletini yıkan büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey; 1055 tarihinde de Büveyhoğullarının yenerek halifenin otoritesini sağlamıştı. Buna mukabil olarak ta; halifenin sağına ve soluna dizmiş olduğu yedişer güzelle iktifa etmeyerek, halife’nin (15) yaşındaki kızını eş olarak alarak, yaşlı eşiyle Belh şehrine yollamıştı.
Günümüzde; devlet başkanlığına yükselecek kimesneler 14 yaşındaki kız çocuklarını okulundan alarak evlenmekte ve türbanlamaktalar!
            “Hilafet kurumu dünya kudretinden mahrum kaldıkça rakipler ortaya çıkmaya başlamıştır. Onuncu yüzyılda, Bağdat halifelerinin karşısına iki yeni rakip daha çıkmıştır. MS: 928’de Endülüs’te hükümdar olan Abdurrahman üçüncü halife unvanını almış, kendisinden sonra gelen ahfadına da aynı unvanı bırakmıştır. MS:909 yılında; Mehdiye’de, Şii Fatımiler de kendi, kendilerine Halife unvanını vermişlerdir.”Fuat Kadıoğlu’nun S.G.E.S12.
            Moğol kasırgası, sarayından dışarı çıkmayan Abbasi halifesini de buldu. 1258 yılı Abbasiler için hiçte uğurlu gelmedi. Moğol Komutanı Hülagu, halife ailesinin tüm bireylerini çuvallara doldurtarak süvarilerin atlarının altında parçaçalattırdı. H.660 yılında; Mısır’a Arap asıllı bir topluluk geldi. Yanlarında getirdikleri Siyahî bir adamın Ahmet ibn’i imam El zahirittin imam Elnasır olduğunu söylediler. Sultan Baypars, devlet ileri gelenleri ve Müftü’den oluşan bir meclis kurdurtarak konuyu inceletti. Bu kişinin Abbas oğullarından olduğuna kanaat getirilerek “Muntansır Billâh Ebu Kasım) adıyla halifeliği kabul edildi. Kahire kalesine yerleştirildi. Sıkıca gözaltına alındı. Halifenin adamlarının, halk arasında devlet işleri hakkında konuşmaları nedeniyle, iki sene sonra da kaleden dışarıya çıkmaları yasaklandı. Bu adam ve yakınları, Bağdat’ı yeniden ele geçirmeleri, için bir ordu ile Bağdat’a gönderildi. Moğol ordusu bu ordunun tümünü kılıçtan geçirdi. Hutbelerde, Sultan Baypars’ın adı ile birlikte bu halifenin adı da okunurdu. Halife bir sembol olarak kullanılırdı; tüm yetkiler Türk asıllı Sultanlardaydı.” Ahmet Cevdet Paşa, Kısas’ı Enbiya C.3.S.114–123.yeni yazı ile C.3.Ks.2.S.109.C.22.S.906–907.
            “Halife Muti’in hiçbir şeyi yoktu. Tahsisatının giderlerini tutmak üzere bir kâtibi vardı. Halifenin şan ve itibarı kalmayıp, her hususta kendisine başvurulmaz olmuştu.” A.Cevdet Paşa, S.G.E. C.3.Ks.2.S.109.
            Hicretin 325’inci yılında; üç adet Hilafet kurumu mevcuttu:
            1-Bağdat’ta Türk egemenliği altında Abbasi Halifeliği,
            2-Endülüs’te-İspanya’da-Emevi Halifeliği,
            3-Fas’ta ve Cezayir’de Alevi Halifeliği.
                        4-ENDÜLÜS EMEVİ HALİFELERİ. (711–1492).
            Arap asıllı komutan Musa Bin Nusayır’ın emrindeki, Berberi asıllı efsanevi komutan Tarık bin Ziyat, MS:711 tarihinde Cebelitarık boğazını geçerek, ispanya sahillerine çıkmıştı. Emrinde, sadece (7.000) asker vardı. Gemilerini yakarak askerlerine şöyle seslenmişti:
            “Bakınız, arkanız deniz, önünüz düşman. Düşmanı yenmekten başka da çaremiz yoktur!” Diyerek Kıral Rodrik’in (90.000) kişilik ordusunu yenmişti. İlk önce girmiş olduğu Kurtuba şehrindeki Kıral sarayında bulunan (24) bacaklı gümüş bir masanın bir ayağını yanına almıştı. Üçkâğıtçı Musa bin Nusayır, ”Şam’a Kurtuba’ya ilk önce ben girdim!” Raporunu göndermişti. Yapılan tahkikatta, tek masa bacağı bu yalancı Arabı bir kere daha utandırmıştı.
            Bağımsız bir Kurtuba Emirliği kurulmuştu. Bunlarda da Emirler-Hükümdarlar-Halife unvanını kullanmışlardı.
            MS: 732 tarihinde; Abdurrahmanül Gafiki’nin, Puatiye’de Şarıl Martel’e yenilmesiyle, kendi kabuklarına çekilerek iç kavgalarla vakit geçirmişlerdir. Buna karşın ünlü bilginler yetiştirmişler, Avrupa’nın aydınlanmasına öncülük etmişlerdir. İbn’i Rüşt ve Yahudi asıllı İbn’i Meymune gibi. İspanyollar uyanarak, evlilik yoluyla iki Kırallık ta birleşerek, MS:1492 yılında, Endülüs Emevi devletine son vermiştir. (16) Sultan halife hüküm sürmüştür. Hükümet merkezini ağlayarak terk eden son halifeye anasının sözleri bir ibret belgesidir:
“Erkekler gibi savunamadığın ülken için, kadınlar gibi ağla!”
Cezayir’e geçen son halifenin gözlerine Cezayir Emirinin gözlerine mil çektirdiği son halife, sefalet içersinde, dilenerek ölmüştür.
                        5-MISIR ABBASİ HALİFELERİ.(1261–1516/1517).1543!
            Nasıl kurulmuş olduğuna kısaca değinmiştim. Bu, dini sıfatından yararlanmak için Mısır Türk hükümdarlarının kullanmış oldukları bir sembolik halifeliktir. Mısır hükümdarı Kansu Gavri; Yavuz Sultan Selim’in karşısına, Halife Mütevekkil al Allahı da alarak, Kilis’in hemen kuzeyinde, Yanan Köyün altında ve Suriye’de kalan Merç ve Dabık köylerinde karşı çıkarak yenilmişti.
Rıdaniye meydan Muharebesinden sonra; Kahire’ye girilmiş; Kahire’de de verilen sokak çarpışmalarından sonra “Devlet’it Türkiye”devletine son verilmişti. Kansu Gavri’nin yerine getirilen Tomanbay da yakalanarak boynu vurulmuştu.
            HİLAFETİN OSMANLILARA GEÇİŞ MASALI!
Yavuz Sultan Selim’in dünyasında üç güçlü devlet vardı:
            1*Osmanlı İmparatorluğu,
            2*Safevi devleti,
            3*Devlet’it Türkiyye-Memluklar=Kölemenler-
Başlarında Şah İsmail’in bulunduğu safevi Devleti, tam (14) devleti yenerek haritadan silmişti. 1514 tarihinde, Çaldıranda Yavuz’un Şah İsmail’i yenmesi, islam dünyasının gözlerini dört açtırmıştı. Dul Kadiroğulları Beyliğinde, (1000) kişilik bir Mısır süvari birliğinin gözükmesi Yavuz Sultan Selim’e beklediği fırsatı vermişti. Osmanlı İmparatorluğunun ordusunun görkemi, Müslüman âlimine:    ”Bizi Osmanlı korur!” Fikrini vermişti. Böylece Halifelik Türk Hükümdarlarını şahsında güç kazanır fikrine de geldiler. Mekke Şerifi Ebu Numez, oğlu Şerif Ebül Hasan ile Haremeyni Şerefeyn’in anahtarlarını; Hz. Muhammet’in hırkasını, sancağı şerifini ve üç parça mukaddes emaneti Kahire’ye Yavuz’a gönderdi. Yavuz, bu emanetleri aldığında çok sevindi.
Mısır camilerinde hutbeye çıkan hatip, Yavuz Sultan Selim için:
“Sahibül Haremeyni Şerefeyn!” Dediğinde; Yavuz Sultan Selim ayağa kalkarak:
“Hayır, ben hadimül Haremeynü Şerefeyn’im!” Dedi.
Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a dönerken Mütevekkil Alallah’ı da beraberinde götürdü. Bir Cuma günü, Ayasofya camisinde görkemli bir dini merasim yapıldı. Abbasi halifesi Üçüncü Mütevekkil Alallah mimbere çıkarak:
“Bugünden itibaren İslam âleminin en büyük hükümdarı Yavuz Sultan Selim’e kendi rızam ile hilafeti devrediyorum. Âlemi İslamda hilafet yalınız Türk hükümdarlarına lâyıktır!” Dedi ve minberden indi. Yavuz Sultan Selim, elinde zafer kılıcı olduğu halde minbere çıktı. Mütevekkil Alallah, sırtındaki hilafet feracesini çıkartarak Yavuz Sultan Selime giydirdi.” Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, s.22–23.
Kahire’deyken; Yavuz’un yanındaki Ulemalar, MEŞRUİYET için hilafet’in alınmamasını, hilafet alındığı takdirde, Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunu meşru olmadığı sorunu ortaya çıkar. ”Hilafet alınmaya!” Demişlerdir. Yavuz Sultan Selim, toplamış olduğu Kahire’deki ulemadan da:
“Saltanatın meşruiyeti için makamı hilafetten icazet talebi gibi bir muamele gerekmez!” Fetvasını almıştı. Mütevekkil Alallah Yedikule’de konuk edilmiş! Yavuz öldüğünde de Kanuni tarafından gönderildiği Mısır’da 1543’te kendi vadesiyle ölmüştür. Ölünceye kadar da halife unvanını kullanmıştır!
            6*OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA HİLAFET!
Yavuz Sultan Selim, Hilafet’i almamıştır. Yavuz ve ondan sonra gelen Osmanlı Padişahları HALİFE unvanını kullanmamışlardır.
1774 tarihinde; KÜÇÜK KAYNARCA’DA yapılmış olan Osmanlı-Çarlık Rusya antlaşmasında, Rus Çarı, bütün Ortodoksların koruyucusu sıfatını öne çıkardığından, Osmanlı delegeleri de Osmanlı Padişahlarının bütün Müslümanların koruyucusu olduğunu ortaya atmışlardı.
İsveç’in Paris Büyük Elçiliğinin Başkâtibi D’onshon, anası ermeni olan büyük bir bilgindi.1796 senesinde; Fransızca olarak yazmış olduğu ”Osmanlı İmparatorluğunun Genel Çerçevesi” adlı kitabında, Osmanlı Padişahlarının Hilafeti aldıklarını iddia etmişti. Osmanlılar zayıfladıkça; bu iddiaya sarılarak iyice batmış oldukları batağa gırtlağına kadar gömülmüşlerdi. Yazım çok uzadı.
Mustafa Kemal’in Hilafeti kaldırmış olduğunu iddia ederek Türkiye Cumhuriyetine kin kusanlara utanacakları bir belgeyi de sunmak zorundayım:
10 Ağustos 1920 tarihinde; Paris’in SEVR Banliyösünde Osmanlı İmparatorluğunun imzalamış olduğu Sevr antlaşmasına bir göz atalım, ey Türk ve Türklük gözleri kör olanlar:
“Türkiye, her hangi bir devlet tabiiyetinde bulunan müslümanlar üzerinde her çeşit nüfuz, egemenlik ve yargı hukukundan resmi surette feragat eyler…”Hükmünü kabul ederek, almamış olduğu ve dört elle sarıldığı Hilafet makamının taşıdığı yetki ve sorumluluklardan vaz geçmiştir. Halife olduğunu iddia ederek Anadolu’da kardeşkanının akıtılmasını sağlayan Vahdettin; İngiliz altınları ve silahlarıyla “HALİFE ORDUSU” kurarak Milli Kuvvetlere savaş açmaktan bile çekinmemesi de devrim tarihimizin en acı olaylarından birisidir.” Cumhuriyet Ansiklopedisi, cilt.5.S.1598.
Cumhuriyet Halk Partisi grup toplantısında; Adliye Vekili Seyyit Bey tarafından, Hilafet Mareşal Gazi Mustafa Kemal’e teklif edildiğinde, kısa ve özlü bir yanıt almıştı:
            “TENEZZÜL ETMEM!” Esat Mahmut Bozkurt, Atatürk İ,S.325.İhtilali.
İslam Dinini parçalayacak ve ülkemizi kan banyosuna sokacak, tarihin çöplüğüne atmış olduğumuz bir boş kuruma bizler neden tenezzül edelim?
                        KISACA TOPARLARSAK.                                                                                                                                                                              
            HZ. Muhammet, Arap toplumunun tüm sosyal düzen kurallarını kökünden yıkarak, yeniden vazedeceği sosyal düzen kuralları sayesinde, bölünmüş Arap toplumunu birleştirerek, ümmetçilik potasında, bir Arap milleti yaratacaktı.
            Kur’anı Kerimde:
                        1-Yeni bir dinin, islamiyetin kuralları,
                        2-Yeni bir hukukun, islam hukukunun kuralları,
                        3-Yeni bir ahlakın, islam ahlakının kuralları,
                        4-Yeni bir örf ve âdetin kuralları, İslam örf ve âdetleri,
                        5-Yeni bir modanın, islam modasının kuralları düzenlenmiştir.
            Bunların hepisini de uygulayan, kurmuş olduğu devleti yöneten, bu devletin ordusunun Başkomutanı olan, namazı kıldıran, tüm anlaşmazlıkların görüldüğü davalara bakan Hz. Muhammet idi.
Kur’anı Kerimde bulunmayan hususlara dair hadisleri ve sünnetleri yaşamsal alana o getirir, diğer devletler başkanlarına mektupları o yazar, elçileri o atadığı gibi de diğer devlet elçilerini o kabul ederdi.
Savaşlarda kazanılan ganimetleri o dağıtır, yeni işgal edilen topraklara Arap göçmenlerini o yerleştirirdi. Hz Muhammet’in Risalet görevi dışındaki görevlerini şöylece toparlayabiliriz:
                        1-Yasama görevi,-------      Şimdi TBMM’İNDE.
                        2-Yürütme görevi,-------Şimdi Hükümette, Tarikatlarda ve dahi USA’DA, Bonanza çiftliğindeki ağlayıp, sızlayan Büyük JO’DA!
                        3-Yargı görevi,------------Daha önceleri Bağımsız mahkemelerdeydi. Şimdiyse imzasız ihbar mektuplarında ve maskeli beşlerde!
                        4-İmamlık görevi,---- Şimdiyse Sayın RTE’DA VE Bonanza çiftliğindeki gözü yaşlı, gönlü taşlı Büyük JO’DA!
                        5-Başkomutanlık görevi. (2002,ÖSS. Sınavı, Soru:46.)Anayasamıza göre Cumhurbaşkanlığındaydı!
            Kur’anı Kerim’de ve Hadislerde bulunmayan hükümler için, karar verme yetkisinde bulunacak yetkililerin, bulunmayan hükümler yerine yeni hükümler koyabileceği, bizzat Hz. Muhammet tarafından beyan edilmiştir:
            “51-Peygamberin içtihat ile hükmetmeye izin vermesi: Peygamberimiz –Aleyhis-selam-Sahabenin Âlim ve Fakihlerinden Muaz Bin Cebel’i Yemene vali olarak gönderirken, bu zat ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir. Peygamber:
            “Oraya vardığın vakit, ne ile hükmedeceksin? Sana bir şey sorulduğu yahut ta bir davacı geldiği vakit, onların müşküllerini ne ile halledeceksin?”
            “Tanrı’nın kitabı Kur’an ile. ”Peygamber:
            “Kitap’ta bulamazsan?” Muaz:
            “Resulullahın sünnetiyle.” Peygamber:
            “Onda da bulamazsan?” Muaz:
            “Kendi reyimle, içtihadımla hükmederim!” Peygamber:
            “Senden daha iyi emir yoktur derim. (Tanrıya şükür olsun ki; Elçisini başarılı kıldı.) Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, s.63-Besim Atalay, Türk dili ile İbadet, s.28).
            İslam dininin yüce bir din oluşu; her ihtilafın çözümünü insan aklına bırakmasından ve herkesin kendisinden sorumlu tutulmasındandır. Veda haccında; Hz. Muhammet’in son vaazı Arap toplumu Müslümanlarına hiçbir olumlu etki yapmamıştır. Bazı fikirlerini yazalım:
            “Benden sonra yolunuzu sapıtıp ta, birbirinizin boyunlarını vurmayın… Atayla, babayla övünmeyi sizden giderdi. Bütün insanlar âdem’dendir, O da topraktan. Ne Arap’ın Arap olmayana; ne Arap olmayanın Arap’a; ne beyazın Siyaha, ne Siyahın Beyaza üstünlüğü var. ”Üstün ve ulular ulusu Allah, bu günün, bu ayın, bu şehrin hürmeti gibi, kıyamete dek, kanlarınızı, mallarınızı, ırzlarınızı birbirinize haram etmiştir.”
            “İnsanlar tarağın dişlerine benzerler, birbirlerinin eşidirler. İnsanların hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.”kendin için neyi istiyor, neyi seviyorsan insanlar için de onu sev, onu iste. Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize düşman olmayın, birbirinizden yüz çevirmeyin, birbirinize hased etmeyin, kin gütmeyin ey Allah’ın kulları!”Abdulbaki Gölpınarlı, Hz. Muhammet ve islam, s.245–247.
            Hulafa’i Raşidin unvanı verilen İlk dört halifenin yapmış olduğu işler yukarıda vermiş olduğum Hz. Muhammet’in emirlerine aykırılığı, insanı başka türlü düşüncelere sevk etmektedir: Bu emirler yalınız Araplar için midir? Araplar, istila etmiş olduğu ülkelerde, bu Peygamber emrinin tam aksini yapmışlardır. Yüz binlerce masum insanları, yaşlarına ve masumluğuna bakmadan kesmişlerdir. Mallarını yağmalamışlar, kadın ve kızlarının ırzlarına geçerek esir pazarlarında satmışlardır. Öldüğü zaman (1.000.000) Dinarı çıkan ve İslam mezarlığına gömülmesine izin verilmeyerek, Yahudi mezarlığına-Maşatlığa-gömülen Üçüncü Halife Osman’ın oğlu Sait;(80)Türk Beyini Semerkant’taki bahçelerinde çalıştırmış. Bu haksızlığı nedeniyle öldürülünce de, bu Türk Beylerini, aileleriyle birlikte, bir mağarada açlıktan öldürmüşlerdir.
            Hz. Muhammet’in öldüğünü Hz. Ömer saklamıştır. Zira Hz.Ebu Bekir, o anda Medine’nin bir buçuk saat uzağındaki bahçesindeydi. Hz.Ömer, kılıcını çekerek:
            “Kim, Hz.muhammet öldü derse bununla öldürürüm!” Diyerek Hz. Ebu Bekir’in gelmesini beklemiştir.
            Uzun tartışmalardan ve pazarlıklardan sonra, Hz.Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde’nin desteklemesiyle Hz. Ebu Bekir halife seçilmişti. Ebu Bekir güzel bir konuşma yaparak ortalığı yatıştırmıştı:
            “Ey! Müslümanlar! Her kim ki Muhammet’e tapıyorsa bilmeli ki, Muhammet öldü. Her kim ki Allah’a tapıyorsa bilmeli ki, Allah bakidir, ölmez.”
            Hz. Muhammet’in ölüm gününü alkışlarla karşılayan Hadramudlu Kadınların elleri, Halife Ebu Bekir tarafından kestirilmiştir. Dinden döndüğü iddiaları üzerine, şüpheliler, çukurlarda yakılan ateşlere atılarak, Halife Ebu Bekir’in emriyle yakılmışlardır. Ebu Bekir; Hz.Fatima’ya babasından miras kalan,  Feddek hurmalığını Hz.Fatima’nın elinden aldığı gibi; bu zavallı,  Peygamber kızı ve İslamın en cesuru ve dürüstü olan Hz. Ali’nin eşinin sopalarla dövülmesine de ses çıkarmamıştır.
            Peygamber öldükten (93) gün sonra da Hz. Fatma ölmüştür.     Ebu Bekir, Hz. Ali’ye çok anlamlı bir daveti, Ebu Ubeyde ile göndermiştir:
            “Ali’ye git, O’NA de ki; deniz tehlikeli, kara korkulu, hava boz renkli, gece karanlık, gök açık, yer ise çıplaktır. Şeytan islam ümmeti arasına düşmanlık sokmağa çalışıyor. Sen bir köşeye çekilmiş, küskün duruyorsun. Sen bu ümmetin ekmeğine katık gibisin. Bu ümmetin keskin kılıcısın. Eğrilip te kesmez olma, bu ümmetin tatlı suyusun. Acıyıpta bozulma ya Ali, Ensar ve Muhacirin benim sana biatimi isterlerse, ben sana derhal biat ederim. Eğer düşüncen başka ise sen de bana biat et. Bize yardımcı ol. Yolunu şaşıranları irşad et. Artık fitne kapısı kapansın. Allah’ı Teâlâ bizim dediğimize şahittir.” Hz. Ömer de Hz. Ali’ye şu sözlerinin götürülmesini istedi:
            “Ali’ye de ki; Ebu Bekir, bu ümmete cebir göstererek sıçrayıp ta halifeliği kapmadı. Bu ümmetin şuurunu selbedip, gözlerini bağlayıp, akıllarını bozmadı. Allah hakkı için öyledir. Ebu Bekir, malumunuz olduğu üzere aziz, âlicenap bir zattır. Hilafete bu meziyetleriyle nail oldu. O hilafetten çekindi, hilafet ona sarıldı. Bu vazifeyi Cenabıhak o’na ihsan etti!” Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, s.16.Hâlbuki Aynı Ömer, tüm adaylara itiraz ederek:
            “Hz.Muhamet hangi aşirettense, halife de o aşiretten olmalıdır!” Demişti. Veda Haccında ve Hz. Muhammet’in ölüm anında, Hz.Ali’nin belirlenmiş olan Halifelik hakkını gasp ederek nasıl da, günümüzdekiler gibi, topu Allaha havale ediyor!   
                        MAHİYETİ YÖNÜNDEN HİLAFET!
            İslam Bilginlerince, mahiyeti yönünden Hilafet iki kısma ayrılır:
                        1-Hilâfet’i Kamile (hakikiye). Müslümanların rızası ve seçimleriyle tayin edilen ve halife olabilmenin tüm özelliklerini taşıyan halifelik.
                        2-Hilâfet’i Suriyye. Halife olabilme özellikleri aranmadan, halkın rızası ve seçimi dışında, zorla elde edilen Hilâfettir. Örnek vermek gerekirse:
            Hulafa’yı Raşidin denilen Dört Halife, halkın reyleri ve rızalarıyla seçilmiş oldukları halde; Şam valisi olan, Ebu Süfyan oğlu Hindi’den doğma Muaviye, türlü dalavereler, altın ve silah zoruyla Halife olarak seçilmiş, öldüğü zaman da yerine Emevi Devleti Hükümdarı ve Halife olarak oğlu Yezit’i bırakmıştır. Yezit te, öldüğü zaman aynı usul sürdürülmüştür. Hilafet ve Saltanat Emevilerde kalmıştır. Hicri (41–132), Miladi (661–750) tarihleri arasında (14) Emevi asıllı Hükümdar ve halife hüküm sürmüştür. İsl. Ans. C.4,S.240 ve Cilt 5,S.152–153.Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi; Fuat Kadıoğlu, Gericilik ve Ötesi, S.14–16.Cumhuriyet Ans. C 5.S.1598.
            Hilafetin iki esası vardır:
            1-Hz. Muhammet’e nisbet (Hilâfet’i Nübüvvet),
            2-Müslümanlara nisbet. Bu iki görüş, hiçbir dini kurala dayanmamaktadır. Arap uydurmasıdır. Bu işleri olduğu gibi yazmaya kalksam basılamayacak yeni bir kitap yazmış olurdum!
            Sıffin Muharebesinden sonra; seçilmiş olan Hz. Ali taraftarı Ebu Müsel Eşari’nin aptallığı ve bayraklı kadının oğlu Amr İbn’il Asın cinliği Müslümanları üçe bölmüştür:
            1-Hz. Ali’yi tutanlar, Şiiler ve aleviler;
            2-Muaviye ile anlaşarak, çatışmayı kesen ve hakem’e razı olduğu için. Hz.Ali’ye ateş püskürenler: Hariciler,
            3-Muaviye’nin halifeliğini ve Şam’daki saltanatını kabul edenler: SÜNNİLER! Yani Sünnülüğü Hz. Muhammet’in Sünneti sanan Biz Enayiler!
            Halifeliği üç grupta incelebiliriz:
            1-Halife-Sultan ve İmamlık dönemi. Yalınız Medine şehrine egemen olan Halife; imamlık görevini de diğer görevlerle beraber yürütüyordu. Devlet fikri ve devlet geleneği de yoktu.
            2-Sultan-Halife dönemleri. Emeviler-Abbasiler ve Osmanlılar dönemleri.                                                                                                                 MS:661’de Şam’da başlayan Emeviler döneminde; Sultanlık öne çıkmıştır. Hz. Muhammet döneminde, komşu Arap kabilelerine yapılan baskınlar, uluslar arası boyuta taşınmıştır. Muaviye bir donanma vücuda getirerek Kıbrıs adasını zaptettiği gibi Bizans’ı da muhasara ettirmiştir. İmamlık görevi bu konuda uzmanlara devredildiğinden halifelerin dini bilgileri önemini yitirmiştir. Aynı usul Abbasilerde de sürdürülmüştür. Osmanlılarda Sultanlık ön planda tutulmuştur.
            3-Mısır’da teşkilatsızlık dönemi.
            Halifelik, Hükümdarın kuvvetli ve dahi kudretli olduğu zamanlarda bir mana ifade edebilmiştir. Zayıf olduğu zamanlarda hilafet merkezinde bile bir mana ifade edememiştir. Örnek vermek gerekirse; Genç Osman, Deli İbrahim, Birinci Mustafa, Avcı Mehmet, İkinci Mustafa, Üçüncü Selim-Abdülhamit’i Sani-ve Beşinci Murat-  tahtlarından indirilmişler ve bir kısmı da hunharca öldürülmüşlerdir. Hilafet’in lüzumlu bir dini müessese olmadığı, Kuran’da buna ait hiçbir ayet bulunmamasıyla sabittir.” Fuat Kadıoğlu,                                                                                                                                                                                                                                           Gericilik ve Ötesi. S.14.
                        HİLAFETİN İLGASINA VE HANEDANI OSMANİYENİN TÜRKİYE CUMHURİYETİ HARİCİNE ÇIKARILMASINA DAİR KANUN.
            Kanun Numarası: 431.         Kabul Tarihi. 26 Recep 1342 (3 Mart 1340).
            “Madde 1-Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, Hilafet makamı mülgadır.”Şimdi bir soru da benden olsun:
            Mademki Hilafet makamı islamlar için vaz geçilmez bir makamdır! Müslüman Araplar ve de özellikle de Hz. Muhammet’in torunları bu makama neden tenezzül etmezler!                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         


İzleyiciler

Blog Arşivi