19 Mart 2010 Cuma

34- DİYANET İŞLERİ BAŞKANIMIZ, ULUSAL VE EVRENSEL GÜNLERİMİZİ GÖLGEYE Mİ ÇEKMEK İSTİYOR!

Osman TÜRKOĞUZ
İzmir

24 OCAK 2006

34- DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞIMIZ, ULUSAL VE EVRENSEL GÜNLERİMİZİ GÖLGEYE Mİ ÇEKMEK İSTİYOR!
***Bu yazıyı yukarıdaki tarihte yazmıştım. Her türlü iftirayla, MUSTAFA KEMAL ATARÜRK’E SALDIRANLARIN GERÇEK YÜZLERİ, HERGÜN, günışığında kapkaranlık olarak, ortaya çıkıyor. Mekke’nin işgâl tarihi ile Peygamberimizin doğum ve ölüm tarihlerinde bile nasıl oyunlar sergiledikleri ortadadır.***



Diyanet İşleri Başkanlığı; 21 Nisan 571 tarihini; Hz.Muhammed’in doğum günü olarak kabul ederek, bir haftalık süreyi, KUTLU DOĞUM HAFTASI olarak kabul ve ilân etmiştir. Bu bir hafta içerisinde Müslümanlığın ruhuna yönelik konferanslar, BİLGİ ŞÖLENLERİ ve Evrensel bilimsel toplantılar yapılacağı akla gelir. Doğrusu da budur.
Bu bir hafta içerisinde, Laik Cumhuriyet anlayışımıza ters düşecek eylemler ve gösteriler yapılacağı düşünülemez. İslam’ın aydınlık yolunu karartacak kılık, kıyafet ve gösterilerle geçmişe özlemler, ulu orta sergilenemez ve sergilenmemelidir. Aklımız ve çağımız, bizim böyle düşünmemizi emretmekteydi…
2004 yılı KUTLU DOĞUM HAFTASI kutlamaları, tüm ülkemiz genelinde, Diyanet İşleri Başkanlığının desteğinde yapıldı. Yapılmasına yapıldı amma velâkin, İzmir’in bir ilçesinde, Milli Eğitim Bakanlığı yapmış, şimdi rahmetli olan, birisinin adını taşıyan lisede yapılan kutlama töreni, kulağıma çöl kumu kaçırdı!
Bu tören; İlçe yöneticilerinin huzurunda; Çakşır, Şalvar, Kavuk ve Peçe ile ayine dönüşünce; bir emekli öğretmen, ağlayarak töreni terk eder. Onlar, normal ve Laik Cumhuriyete yakışır bir tören olacak diye yanıltılarak, törene davet edilmişlerdi.
Bu olayı yazıp, ilgili yerlere yolladım. Bu okula çocuklarını ve torunlarını veren birçok velinin de bu okulun tutumundan tedirgin olduklarını öğrendim.
Resmi bir kurum, ne idüğü bilinmeyen insanlara, ayin için verilir mi?
Türk Vatandaşı Hıristiyanlar ve Museviler, dinlerinin Kutsal günlerinde, Kutlama töreni için resmi bir öğretim kurumunu kullanmak isteseler; ne yapardınız, ey dini bütün devlet memurları!
Bir de baktık ki 31 Aralık gecesi Mekke’nin fethi kutlamalarına tahsis edilmiş. Gazetelerimizde, çarşaf, çarşaf fotoğraflar. Alınları Arapça yazılı pankartlarla süslü insancıklar.
Allah, Allah! Dedim; bu Diyanet İşleri Başkanlığı, Ulusal ve Evrensel değerlerimize alternatifler mi yaratmak istiyor!
1982 Anayasamızın 136’ncı maddesini açtım, okudum. Bir daha okudum ve bir kâğıda not ettim:
“İ.Diyanet İşleri Başkanlığı”
“ MADDE 136- Genel İdare işinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, Laiklik İlkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Bu sefer de başka bir kutlama haftası ortaya çıktı.
İstanbul 29 Mayıs 1453 günü fethedilmiş!
Bir hafta önceden başlayan kutlama törenleri. 19 Mayıslara nispet! Niçin hep bir hafta önceden, ama niçin!
Mekke, 1 Ocakta fethedildi; 31 Aralıkta kutlama. Üşenmeden, bazı doğru gibi sunulan tarihleri ve yeni yıl kutlama geleneğini araştırdık.
Anlatılan ve doğru diye Diyanet Sitesine bile alınan tarihler hepten doğru değil. Sonra; bütün kutsal günleri ay takvimine göre uygula; işinize geldiği zaman da, İslam Tarihini ilgilendiren olayları Papa Gregoriyus’un takvimine çevirerek ver. Ben hesap ettim; hesabım ortada, “senden akıllısı yok mu” diyorlar. Çok! Amma, inançları hepsinin aklının önünde!

23 Nisan’a gölge düşürmek!
Hz. Muhammed’in DOĞUM_ ÖLÜM Tarihleri
Yaşlarının hesabı

“Hz. Muhammed, 21 Nisan 571 pazartesi günü doğmuştur” denilir ve böyle kabul edilir.
A.
a. 21.04.571 Doğum tarihi
b. 08.06.632 Ölüm tarihi ( 12-13 Rebiülevvel 08) (İsl. Ans. c. 5/1.s.477- C.8s.543 13 Rebiülevvel diyor)

08.06.632
-21.04.571
17.01.061 61 yıl bir ay 17 gün yaşamış oluyor.

B. 08.06.632 Ölüm tarihi kesin (63) yaşında öldüğü kesin. O zaman:
- 63

569 M.S 569’da doğmuş oluyor.

Kutlu Doğum haftası, 23 Nisan’a gölge düşürmek için olmuyor mu?
Bizim bu 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramımız çok badireler atlatmıştır. 12 Eylül 1980 Askersel Darbeden sonra, TBMM yerine Milli Güvenlik Konseyi geçmişti. Genelkurmay Başkanı, üç Kuvvet Komutanı ve Jandarma Genel Komutanı…
Genel tatil günleri çok diye, 23 Nisan’ı güdük haline getirdiler.
Neyse ki; Danışma Meclisi kurulunda, Emekli bir kurmay Albayımız bugün kutladığımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının yasalaşmasını sağladı.
Hiçbir Peygamber, hiçbir hükümdar ve hiçbir ulusun yasama kurulları, böyle bir günü düşünmedikleri gibi; 19 Mayıs’ta kutladığımız Gençlik ve Spor Bayramını bile düşünmemişlerdir.
O’nun üstünde de Kutsal Fetih Haftasının gölgesi dolaşmaktadır!
Ama bizim dini ve kimliği bütünlerimiz, bir dinin “denizden haç çıkarma” törenlerine bile tahammül edememektedirler!
01 Ocakta kutlanan Mekke’nin fethi olayına da bir göz atalım. Kesin tarihi bilgilerimize göre; Hz. Muhammed’in ordusu, 20 Ramazan 630’da- Hicri, 20 Ramazan 08’de- Mekke’ye girmiştir. Bu tarih,11.Ocak.630’dr.Bakın iman sahiplerinin oyunlarına!
Öncelikle, Hicri tarihin başlangıcını, Hicri tarihin Miladı tarihe dönüştürülme hesabını bilmemiz gerekir. Hicri Tarihin başlangıç tarihi; Hz. Muhammedi’n Medine’ye geliş tarihidir
2 Rebiyülevvel 622 tarihini ve 12 Rebiülevvel 622 tarihini Hicretin başlangıcı olarak kabul eden görüşler kabul edilmemiştir.
Hz. Muhammed’e niçin pazartesi gününü mübarek saydığı sorulduğunda; “o gün doğdum, o gün risalete eriştim ve yine o gün hicret ettim” demiştir.
İslam Ans. c.5/1 s.477,08 Rebiyülevvel; 622 Hicri Tarihin başlangıcıdır.
Elimizde, Merhum Faik Reşit Unat’ın 1943 yılında Milli Eğitim Matbaasında basılmış bir kitabı vardır. Ben; bu kitabı eli beş sene önce satın almıştım. Kitabın adı, “Hicri Tarihleri, Miladi Tarihe Çevirme Kılavuzu”. Bu kitabın ikinci sayfasının fotokopisini veriyorum. Bu kitaba göre; 20 Eylül 622 miladi tarihi; 08 Rebiülevvel 622’ye denk gelmektedir.
Rahmetli Büyük Bilgin Abdülbaki Gölpınarlı, “Hz. Muhammed ve Hadisleri” adlı eserinin 46’ncı sayfasında şöyle yazıyor; Mekke’nin Fethi başlığı altında:
“”Hicretin 8’inci yılının başlarında; Bekiroğulları, Hz. Muhammed’in amanında olan Kuzan boyuna, içlerinde Kureyş Uluları da bulunan bir bölükle hücum etmişler, Kuzaa’ddan 23 kişiyi öldürmüşlerdi. Bu hareket Hudaybiyya- Hudaybiye- barışının bozuluşu demektir. Hz. Muhammed; Huzaa boyuna, Mekke yollarını tutmalarını emretti. Savaş hazırlığına başladı.”
Hicreti 8’nci yılının başlarında deniliyor. Başında denilmiyor, olay 20 Eylül 08 den sonra oldu anlamı anlaşılıyor. 20 Eylül 630’dan sonra anlaşılıyor.
Mekke’nin Fethi, 20 Ramazan 08; Miladi, 11 Ocak 630’da gerçekleştiriliyor. Merhum Fikret Reşit Unat’ın anılan kitabı ve tüm kaynaklar da böyle yazıyor.
Pekiyi; Diyanet İşle Başkanlığımız, niçin 1 Ocak 630’u kabul ediyor!
Sonra da; Fetih bir gün önceden kutlanıyor! Maksat yılbaşı kutlamalarına alternatif mi yaratmak.
Öyle ya; bazı kendinden menkul bilginler yılbaşını Hıristiyan bayramı sayıyorlar! Yılbaşı kutlama geleneği nedir, nereden kaynaklanmıştır? Noel kutlamaları nedir, nereden kaynaklanmıştır?
Yılbaşı kutlamaları ANADULU’NUN bayramıdır. Tamamen Anadolu’ya ve bize aittir. M.Ö. 7500’e varan bir geçmişe sahiptir.
Burdur yöresinde, Kültepe’de yapılan kazılarda; topraktan yapılmış tombul göbeği ve kalçası sarkık, kucağında bir çocuk taşıyan heykelciklere Anadolu Venüs’ü denilir. Doğurganlığın sembolüdür. Kucağındaki çocuk, sevgilisi ya da çocuğudur. Yanında bulunan aslan heykeli de, tüm hayvanların da tanrıçası olduğunu sembolize eder. “Mariya Mater”dir.
Efes’te bulunan heykeli M.Ö. 204 yılında, Roma’ya götürüp, Kartacalılaar’a karşı galibiyet sağlaması umulmuştur.
Meryem Ana motifi de buradan kaynaklanmıştır.
Tüm Ulusların İnançlarına egemen olmuştur. Her devirde ve her ülkede değişik adlarla anılmıştır. Kültepe Tabletlerinde KUBABA, Lidya’da KYBEBE, Firikya’da KYBELE, Hitit’e HEPAT, Tokat ve Kayseri yöresinde MA, Sümerler’de MARİYENNA, HİTİT’TE ARİNNA, MISIR’DA İSİS, Suriye’de LAT, Efes’te ARTEMİS, İtalya’da VENÜS, Yunanistan’da METER, Latinlerde de MATER adıyla kendisine tapınılmıştır.
Kybele, Zeus'un anasıdır; O’nu Girit’te İDA Dağında doğurduğu kabul edilir. KYBELE, Manisa’da, Murat Dağında, ya da Afyon Kalesinde doğmuştur söylencesi, tüm çağların inançlarına egemen olmuştur.
Kybele dinini tapınakları dikdörtgen şeklindedir. Kâbe kelimesi de bu kelimenin Arapça söylenişidir. Kybele’nin sevgilisi ATTİS (ATTES ya da ADONİS) kız kardeşi ile evlenirken; Kybele, genç kızın ölümüne neden olmuştur.
Buna üzülen ATTİS te, cinsel organını kökünden keserek intihar etmiştir. Yere saçılan kanından da Manisa laleleri (ANEMON) olmuştur.
KYBELE, oğlu Zeus’e yalvararak, ATTİS’in çam ağacı olarak yeniden dünyaya gelmesini sağlamıştır!
Mitoloji böyle demektedir. Kybele dini’nin rahipleri, ibadet ederken, cinsel organlarını dipten kesmekteydiler. Zamanla, kesme işi penisin uç derisi ile sınırlandırılmıştır.
Çam ağacından ve topraktan yapılan su testileri kadına benzetilmiştir. Testinin ağzına da çam kozalağı kapak yapılmıştır. Anadolu’da; bu gelenek günümüzde de sürdürülmektedir. Çam ağacı sonsuz yaşamın sembolü sayılmıştır. Her yeni yıla girişte, çam ağaçlarını süsleme geleneği bu mitolojiden kaynaklanmıştır!
Hıristiyanlarda; Zeus sözcüğü, Tanrı anlamına gelen DİEU sözcüğüne; Kybele de MERYEM ANA’YA dönüştürülmüştür.
Cinsel organı kesme geleneği sünnet olarak sürdürülmektedir. Kesilen uç, döllenme olsun da bol ürün alınsın diye toprağa gömülmektedir. Çünkü yağmur damlası meni damlasına benzemektedir.
Eski Türklerde iki bayram olduğunu biliyoruz: Baharı karşılama bayramı ve Hasat bayramı. Sümerlerde de hasat bayramına TOMMUZ bayramı deniliyordu.
Aşurenin kökeni de ürünlerin karışımından yapılan tatlıyı şenliklerde hayır olarak dağıtmaktı…
Tek tanrılı dinlere geçildiğinde; eski inançlar da şekil değiştirerek, varlıklarını sürdürmüşlerdir.
İnsanlar, sağ salim geçirdikleri bir eski yılın ardından, yeni yıla eğlencelerle girme geleneğini sürdürmüşlerdir. Eğlencelerin dini inanç özeliği kaybolmuştur. Bizim kutladığımız şey, yeni yılı sevinçle karşılayıp, onun da bize sevinçler getirmesini dilemektir.
Hıristiyan bayramı dediğimiz, NOEL Yortusu’na gelelim. Bağ bozumu şenliklerinin 25 / 12’ ye uzatılmasıdır.
Hıristiyan inancına göre; Hz. İSA, NASIRA kasabasında 25 Aralık’ta doğmuştur.
25 Aralık’ta kutlanan şey de Hz. İsa’nın doğum günü şenlikleridir.
Takvimi bir disipline kavuşturmak için, 25 Aralık 0 (sıfır) kabul edilmemiş, 7 gün ileri kaydırılarak 1 Ocakta başlayan tarihe MİLAT denilmiştir.
Hz. İsa, 07 Nisan 30 tarihinde çarmıha gerilmiştir. Kuran’ı Kerim’e ve BARNABAS İnciline göre Muhbir YAHUDA İSKARIYOT Tanrı tarafından, Hz. İSA’YA benzetilerek çarmıha o gerilmiştir.
Şimdi; hiçbir dini özelliği olmayan yılbaşını, yalan yanlış tarih oyunlarıyla, bir dini simge ile gölgelendirmenin, günümüzde, yeri var mıdır, yeri olmalı mıdır?

KAYNAKLAR
Kur’an’ı Kerim
Abdülbaki Gölpınarlı, Hz. Muhammed ve Hadisleri
İslam Ans. C.5/1 S. 477-cilt 8. S.453
Azra Erhat, Mitolojik sözlük
Anadolu Efsaneleri,
C. W. CERAM, Tanrılar, mezarlar, Bilginler,
C. W. CERAM, Tanrıların Vatanı ANADOLU
İslam Tarihi,
Ansiklopediler,
Burdur Hacılar Venüsü kazıları,
Barnabas İncili- Viyana’da bulunan.

33- MADEM Kİ ÖYLE İŞTE BÖYLE!

OSMAN TÜRKOĞUZ
İzmir
21 Şubat 2010.



33- MADEMKİ ÖYLE; İŞTE BÖYLE!

(Şeriata Göre Şapmak!)

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türban aleyhine vermiş olduğu karar üzerine: ”Sana mı kaldı Türban konusunda karar vermek? Bu ULEMA’NIN işidir. ULEMA ne diyorsa o olur!” SN. RTE.
NOT: Sayın Emine Erdoğan ve Sayın Hayrunisa Gül Hanımefendiler de, ”Türban yasağının kaldırılması için AİHM”YE gitmişlerdi!
Neden Ulemaya gitmemişlerdi ACABA!

“EFENDİLER; SIRASI GELMİŞKEN AZİZ MİLLETİME ŞUNU TAVSİYE EDERİM Kİ; BAŞININ ÜZERİNE ÇIKARACAĞI ADAMLARIN KANINDAKİ ÖZ CEVHERİ ÇOK İYİ TAHLİL ETMEK DİKKATİNDEN BİR AN GERİ KALMASIN!” NUTUK. Cumhurbaşkanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal.


“Referansımız İslamdır, tek hedefimiz İslam devletidir!” SN.RTE.
“İNANÇ HÜRRİYETİMİZİN EN BÜYÜK GÜVENCESİ LAİKLİKTİR!” SAYIN RTE. LAİKLİĞİN KABUL EDİLİŞİNİN 72’İNCİ YIL DÖNÜMÜ MESAJI.
“Politikada en büyük yatırımın DİN olduğunu gördüm!” Rahmetli Osman Bölükbaşı. Sayın E.Çölaşan’a itirafı.
“Birinci sınıf insanlar, birinci sınıf insanlarla çalışırlar.”
Andre Weil Kuralı (1906-1998),
Ürün kaldırma zamanı, ölen öküzlerin yerine daima ve kolayca bir eşek koşulur! Ostüzü.
Kömür ve buzdolabı dağıtan bir vali hüküm giyse de ne gam! Geriden gelir, kömür arabalarında binlerce adam! Ostüzü.
“Onlar-Türk Silahlı Kuvvetleri- kırk sene bizleri fişlediler, şimdi de fişleme sırası bizdedir!” Atatürk’ten Korkanlar Partisi Kahramanmaraş MV. Avni Doğan.
Yediği yumruklarla şaşkına dönen acemi boksör, önce hakeme, sonra da her gördüğüne, salla parti saldırır. ostüzü.
“Ortaçağa gidenler, ortaçağda kalırlar;
Çağımızda kalanlar derin nefes alırlar.
“Tencere yuvarlanır, bulur da kapağını;
Karanlıklar bitecek, üzülme sen Türkoğlu.
Bulacaktır Ülkemiz ATATÜRK ŞAFAĞINI.” Ostüzü.

Efendim; herkes unutabilir amma, bendeniz unutamıyorum. Cumhuriyetimizin Gün yüzlü ve çağdaş yürekli kadın ve kızları, ”Şeriat’a Hayır!” Gösterileri düzenlemişlerdi de; İstanbul ve Ankara caddeleri Papatya bahçelerine dönmüştü ve zambak çiçeklerine bürünmüştü.
Politikacılarımızdan çoğu da, ”Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlılık” nutuklarının yanı sıra, ”Şeriata da bağlı olduklarını” yüksek sesle haykırmışlardı. Bu haykırmalarından kendileri 2,5 puan; tarikatlar da 72,5 puan almışlardı.
İki taraflı olmak; iki, üç ve dört kadını idare etmek hünerimizin bizlere vermiş olduğu şark kurnazlığının dışa, politikaya yansımasıydı bu göstergelerimiz.
Hatırlar mısınız şimdi bilemem; hani Ankara’da, Kızılay meydanında bir gericiler gösterisine bir Türk Kızının Atatürk resmi ile karşı koymasını! Bu Türk Kızı İzmirli gayrımüslüm bir aileye mensupmuş!
Olsun! Türk kadınlarının bir kısmı türban lehine gösterideydi! Bir kısmı da, haftalık altın ve oyun günündeydiler. Geri kalan kısmı da; havadan kazanmış oldukları kadın haklarının vermiş olduğu derin bir rehavet içersindeydiler!
Hani bir zamanlar, TRT’DE gösterilen bir Casper çizgi filimi vardı. Anında şekil değiştiren bu Casper’ın bizim politikacılarımızdan örnek aldığını sanıyorum.
Rizeli Yılmaz’larımızdan birisi de, ”Şeriat’a karşı olamayacağını” bildirmişti! O zaman da Şeriat iktidardaydı! Belki de bunun için böyle buyurmuştu. Zerduş!
Bendeniz bu ŞERİAT! Kelimesinin ne anlama gelmiş olduğunu kime sorduysam doğru cevap vermediydiler! Ve hatta dini bütün Sayın Ahmet Bey de, bana okkalı bir soru yöneltmişti:
“Sayın Komutanım; bu Yaşar Nuri Öztürk denilen adam,”SÜNNET’İ SENİYE’Yİ kaldıracakmış! Bu konuda siz ne diyorsunuz?”
Soruya anında soru:
“Sayın Ahmet Beyefendiciğim; siz her vakit namazında ve camidesiniz. Hararetli tartışmalarınıza da tanıklık ettiğim çok oldu! Bu; kaldırılacak olduğunu buyurmuş olduğunuz, SÜNNET’İ SENİYE nedir? Bendeniz bunca yaşıma karşın, canlı gibi duran bir dindar adamda, bir çift ölü gözü görmemiştim! Bendeniz, bu ŞERİAT sözcüğünün ne anlama geldiğini görmek için; Mustafa Nihat Özön’ün, Osmanlıca-Türkçe Sözlüğünün 788’inci sahifesini açıverdim:
Şer’i: A.İ.Şer’iate ait; şer’iatle ilgili.
Hükmü Şer’i: Şer’iate uygun hüküm.
Mahkeme-i Şer’iyye: Şer’i at hükümlerine göre davaları gören mahkeme.
Şer’i at, A. İ.
1-Doğruyol
2-Tanrı Buyruğu
3-Ayetler ve Hadisler
4-İcma’ı Ümmet: İmamların içtihatları ile kurulmuş temel.
Şer’ayi: A.İ.ŞER’İA) Şer’iatler, Şer’ait hükümleri. ŞER’İAT, KELİMESİNİN DOĞRUYOL anlamında kullanıldığını görünce, gözlerimde şimşekler çaktı. Cahilliğimden utandım. Başbayan Bacımızın neden başını beyaz örtülerle örttüğünün, Kuşadası’ndaki çiftliğinin geçici Sahibesi, Suna Pelister Ablasından namaz surelerini ve nasıl namaz kılınacağını öğrendiğinin farkına vardım!
Dualı nutuklar atarak Refah’a yanaşmasının sırrına vakıf oldum. Refah’a yaklaşmasının onu hayat zenginliği olarak algılamış olduğunu şom ağızlılardan da duymadım değil!
ŞER’İAT; Doğruyol anlamına geldiğine göre, doğru yollarda yürümenin kurallarına uymaya ne gerek var! Doğru yollar, beyaz başörtülü, dudağı kıpır, kıpır, gözleri suç işlemiş çocuk gözlü Ablanızın eylemlerine uysun! Lafı uzatmayalım, bu değirmen oy değirmeni ve bu değirmen Din ve Allah ile aldatma değirmenidir.
Sayın Süleyman Demirel: ”Atatürk’ü iyi bilmek lâzımdır. Atatürk bu ülkenin çivisidir!“ Bile demiştir. Aynı Süleyman Demirel; 1986 yılında yayımlanan, Nurcuların KÖPRÜ dergisinde aynen şöyle söylüyordu:
“930’lu yıllar ki bu yıllar çok kötü yıllardı-iktisaden perişan yıllardı. Laikliğin hemen, hemen, dinsizlik kabul edildiği yıllardı. Tabii, Merhum Bediüzzamanın lisanı fevkalade kudretlidir. Üslubu çok tesirlidir.”
“Ben,1965 yılında; ‘herkes göğsünü gere, gere, ben Müslümanım diyebilecektir!’ Diyen kişiyim!” Köprü dergisi, S.7.8.9.
Referansları İslam olanların işlerine yarar düşüncesiyle, çeşitli Mezheplere mensup olan İslam Ulemasının sosyal sorunlar için vermiş oldukları içtihat hükmündeki kararlarına bir göz atalım!
18- “Satılan cariye ise, muhayyerlik süresinde, müşterinin cariye ile cinsel ilişki kurması helaldir! Bu hüküm buraya kadar sözü edilen tüm görüşlere göredir. Muhayyerlik süresinde, Cariye ile Satıcı için cinsel ilişki kurmak helaldir! Bu da, buraya kadar sözü edilen tüm görüşlere göredir. Bu, Hanbelî dışındaki mezheplere göredir. Hanbelî’ye göre; satıcıya da, müşteriye de, muhayyerlik süresinde, satılan Cariye ile cinsel ilişki kurmak helal olmaz!”
PS: Ey! Atatürk’ü beğenmeyen dini bütün Hanımlar, Bu hükümler sizin içindir. Şimdiden hazırlıklı bulunmanızda yararlar vardır.
Efendim! İslam Fıkhı, Mustafa Özcan çevirisi, s.206.
“Ümmü’l Veled: ”Efendisinden çocuk doğuran köle kadın olan Kadının (Cariyenin) satılması ittifakla caiz değildir. Davvud’u Zahiri’ye göre: Bu caizdir. Bu mesele Hz. Ali ve İbn’i Abbas’tan rivayet edilmiştir.”s.g.e. s.207.
“5- Müdebber –Azat olması, Efendisinin ölmesi şartına bağlanan köle-kölenin satışı Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerce caizdir. Hanefi de, Kölenin Müdebber olması bir kayıda bağlı değil ise, caiz değildir. Es.207.
”7- (İki veya daha fazla kişi arasında) ORTAK OLAN KÖLENİN (ortaklarından birisi tarafından) satışı caizdir. Köle küçük olsun, büyük olsun durum aynıdır. Bu Hanbelî dışındaki mezheplere göredir. Hanbelî’ye göre; Köle küçük ise satışı caiz değildir. S.g.e. s.207.
”8- Kadının sütü ittifakla temizdir. VE şafi ve Hanbelî mezheplerine göre; satılması caizdir. Hanefi ve Maliki mezheplerine göre; kadının sütünün satılması caiz değildir.” s.g.e. s.207
“Şarap alıp, satmak hususunda bir zimmîyi vekil etmek caizdir. ”Zimmî, Müslüman bir ülkenin müslüman olmayan ve kelle vergisine tabi vatandaşıdır.
EN-Nahl *Hurma* Suresinin 67’inci ayetine göre Şarap içmek helal iken; sarhoş bir haldeyken; Hz. Ali’nin develerinin ayaklarını kesen Hz. Hamza’nın bu hareketi üzerine, El-Mâide suresinin 90 ve 91 ‘inci ayetlerine göre şarap içmek yasaklanmıştır. Ostüzü.
“Şafii ve Hanbelî mezheplerine göre, KÖPEK, GÜBRE ve ŞARAB’IN satışı asla caiz değildir. Öldürülse veya telef edilse Köpeğin bir değeri yoktur. Yani, Köpeği öldüren, Köpeğin sahibine bir bedel ödemez!” s.g.e. s.207
NOT: Benim için Ulu tanrımızın yaratmış olduğu her canlı ve cansız kıymetlidir. Çünkü onlar da benim gibi dünyamıza aittirler. Ostüzü.
“7- Satılan kadın köle (cariye) alıp, onunla cinsel ilişkide bulunduktan sonra, cariyede bir kusurdan haberdar olsa, onu satıcıya (bu kusuru sebebiyle) geri verebilir. (Bulunmuş olduğu cinsel ilişkiden dolayı da) ayrıca bir şey ödemesi gerekmez.”
Maliki mezhebi de şöyle buyurur: ”Müşteri (ayıptan dolayı) cariyeyi satıcıya geri verir. Bakireliğini giderdiği için de, bakireliğini gidermenin bedelini satıcıya öder!” s.g.e. s.222-223.
Şapılan hep zavallı kız ve kadın; parayı alanlar da, Lüks Nermin misali, sözüm ona müslüman ve erkekler!
Köpek, şarap ve gübre satışı caiz değil! Kadın ve kız satışı Tanrısal irade! Ostüzü.
Büyük Bestekârımız; Ezanı vakitlerine göre ayrı, ayrı makamlarda besteleyen ITRİ! Kimdir, ne iş ile övünerek uğraşır ve bestelerini de nasıl yapar bilir misiniz?
AVRAT PAZARI MÜDÜRÜDÜR! Emrinde de dört yüz satılacak kadın ve kız kapasitesi olan, OSMANLININ AVRAT PAZARI VARDIR VE YAPILAN İŞLEMLER DE ŞER’İ ŞERİFE UYGUNDUR!
Itri; (1630-1712) Buhurizade Mustafa Efendi. Önceleri çiçek ve sebze yetiştiriciliği ile uğraşırken, 1V’üncü Avcı Mehmed’in gözüne girerek: ”Aman, Devletlü ve dahi Heybetlü Padişahım! Beni esirler pazarına kethüda edesiniz!” Diyerek, ol pazara tayin edilmiştir!
Osmanlı İmparatorluğunda; kız ve kadın satma ruhsatını Padişah’ı ru’yu zemin vermektedir!
Yüz Kadınla Horozlu hana inen Ruhsatlı kadın satıcısı, Konya’da duyulduğunda; tüm hovardalar Horozlu hana akın ederler. Onar altın liraya birer kadın satın alırlar. Kullandıktan ve ol mübarek kadının hışırını çıkardıktan sonra da, kadın geri getirerek:
“Bu MAL kusurlu çıktı. Malın kullanma bedeli olan dört altını al, gerisini iade et! Derler. ŞERİ ŞERİFE UYGUN OLARAK VERİLMİŞ KARARDAN DA YARARLANIRLAR!
“Ne olmuş yani?” Diyenlere bir çift sözüm vardır: Gece yarısı evinden alınarak satılan ve dahi, içtihatlara göre de, Şapılan Kadın ve Kızlar; sizlerin Anası, Küçük Kız kardeşi, Halası ve teyzesi olsaydı, sizler ne yapardınız?
Dine dayalı şeriat emri mi derdiniz? Yoksa Mustafa Kemal olur da sistemi kökünden yıkar mıydınız?
Cumhuriyet gazetesinin Cuma günleri vermiş olduğu kitap ekini kaçıranlara çok acırım. Rahmetli Falih Rıfkı Atay’ın ”Baş Veren İnkılâpçı” ALİ SUAVİ” kitabını alamayanlara da çok yazık etmişler derim.
SAFAHAT’TA Mehmet Akif ne güzel kükremiş: Karısına ve çocuğuna bakamayan bir salağın, şeriat emridir diyerek, ikinci bir kadın almasına: ”Şeriat buysa, yere batsın şeriat!” Demiş.
Ali Süavi, Hafızoğlu adlı, eski bir kaçak ve yeni bir Sofunun duasını almak için konağına gider. Din üzerine söyleşirlerken, zaptiye bir köylü kadın getirir. Kadıncağız, köyünde hizmetçilikle geçinmeye çalıştığını anlatır. Tamtakır evinden; yirmi kuruş değerinde, ninesinden kalma bir toprak tencere ve keser sapı gibi eşyaları çalınmıştır. Şikâyetçidir.
Müdür vekili Hafızoğlu; çalınan eşyaların listesini yazdıktan sonra; kadının hırsızlığı yapanı ispatlayamayacağını anladıktan sonra, kadını bırakmaz:
“Kâğıt parasını ver de git!” Der.
Kadın: “Aman Ağa, merhamet et. Benden para isteme!” diye yalvarır.
Hacı Hafızoğlu kükrer.
“Müdür senin hizmetçin mi? Kaç saattir sen söyledin, işte ben yazdım!” diyerek, elindeki kâğıdı göstererek:
“Şeran resmini ver!” Diye bağırır. Zavallı kadın dehşete kapılır.
“Aman Ağam; padişah başı için, evladının başı için, ben köyde hizmetçiyim, aman!” Diyerek ağlarken.
Boynunda ”Delaili Hayrat” yazısı asılı bulunan Müdür vekili Hafızoğlu, zavallı köylü kadınını Müftü’ye gönderir.
Müftü, kara kaplı kitabı açar:
“Öyledir; atmış kuruş lâzım gelir!” Şeriat hükmü Şerifini tefhim eder!
Zavallı, Osmanlıda hak aramak gafletine düşen kadının, bu parayı temin edebilmesi için; zaptiye nezaretinde, çarşıda dolaşarak, yanındaki Küçücük Oğlan çocuğunu besleme vermesine ŞERAN KARAR VERİLİR! Çocuğu, ağdacı esnafından birisine, yıllığı kırk kuruştan teslim ederler. Yirmi Kuruşu da peşin olarak alırlar!
Keyfinden sekiz köşe olan Hacı Hafızoğlu, sevinerek ve dahi yüzünde güller açarak, almış olduğu dört beşlikten ikisini minderinin üstüne koyar; iki beşliği de Ali Suavi Bey’e uzatır:
“Biçare Fukara da para yok ki ne yapsınlar!” Diye de yakınır!
Rahmetli Ali Suavi Bey de, Hacı Hafızoğlu’nun eline çarparak bahçeye fırlar.”
İşte hak ve adalet aramak için devlete sığınan garibanlara uygulanan ŞER’İAT HÜKÜMLERİ! S.G.E. S.23.24.25.
Ali Suavi: (1839-1878). Çok maceralı bir hayat öyküsü vardır. Paris’e ve Londra’ya firar etmiş; Mary adlı bir İngiliz kızı ile de evlenmiştir. Muhbir gazetesinde yazar olarak çalışırken; İngilizlerin kışkırtması ile 5’inci Murat’ı tahta geçirmeye yönelmiştir. 20 Mayıs 1878 günü; başına toplamış olduğu 500 kişilik Rumeli göçmeni ile Çırağan sarayını basmış; Beşinci Murat’ı da dairesinden dışarı çıkarmıştır. Duruma el koyan Beşiktaş Muhafızı Yedi-Sekiz Hasan Paşa tarafından sopa darbeleri ile öldürülmüştür.
Hüneyin baskınından önce; 8’inci ENFÂL Suresinin ‘inci ayetinin hükümlerine göre; yağma dağıtılıyordu: ”Sana harp ganimetlerini sorarlar. De ki: ONLAR ALLAH VE RESUL İÇİNDİR!” Hz. Muhammed’in sütanası Halime’nin aşiretine yapılmış olan bir baskın ile:
*6000 kadın ve Kız,
*300 okka altın,
*600 okka gümüş,
*24,000 deve,
*44,000 koyun ve keçi ele geçirilmişti.
Ganimetlerin dağıtılmasında; Mekkeli ve Medineliler arasındaki gerginlik patlama noktasını aştı.
Hz. Muhammed’in kaimpederi Ebu Süfyan’a 3,000 deve ve 120 okka gümüş verilmesi ortalığı karıştırmıştı. Bu sefer de imdada; aynı surenin 41’inci ayeti yetişmişti:
“…ganimet olarak elde ettiğinizin beşte biri Allah’a, resule, resulün yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışa aittir. Allah herşeye kadirdir.”
Asıl önemli olan sorun da elde edilen kadın ve Kızlarla ilgiliydi. Hz. Muhammed’in huzuruna çıkan bir Sahabe ganimetçi:
“Ya Resülullah; esir aldığımız Kız ve kadınlarla cinsi münasebette bulunduğumuzda gebe kalmaları halinde fiyatları düşüyor, gebe kalmamaları için ne önerirsiniz!” Hz.Muhammed:
“Azledin içine boşalmayın! Buyurdu.
Tanrıma bin şükür, kız ve kadınlar şapıldıkları halde fiyatları da düşmedi!
Muhallefat’ı kulüp üyelerine dağıtılan zekât az geldiği için; Suriye; Mısır, İran ve Türk ellerine yönelindi.
Şeriata dayanan Türk elleri yağmasına toptan Türk öldürmeleri ve esir alınmaları da eklendi.
Kutayba bin Müslim; yalınız Buhara’da 10,000 Türk subayını uçkurlarından ağaçlara asarak öldürtmüştü.
Sadece Buhara’da 50,000, Semerkant’ta da 30,000 sıhhatli ve eli silah tutan Türk Genci elleri bağlanarak götürülmüştü! Nereye?” Erdoğan Aydın; Nasıl Müslüman Olduk. S.144
“Arabistan’a sevk edilmek üzere bir şehirden toplanan 12,500 Türk Genci, yollarda öldürülür.
Türk illerini yağmalatan; bir Türk’ün karısı ve kızını tutsak ederek, kadının kocasına ve kızın babasına fahiş fiyatlarla sattıran hep bu şeriat olmuştur! Hep bu eylemler, ”Tanrı buyruğunun uygulaması!” Olmuştur!
Elde etmiş oldukları ganimetlerle şımaran ve yoldan çıkan Arapların bu hallerini gören Hz. Ömer, sonunda isyan etmiştir:
“Keşke, İran ile aramızda ateşten duvarlar olsaydı da; bu ganimetlere erişemeseydik! Demiştir. Demesine demiştir amma ve lâkin kızının düğününde; kızına, İran sarayından alınmış olan milyarlarca lira değerindeki bir inci gerdanlığı takmaktan da çekinmemiştir!
Boşanmış ya da eşi ölmüş bir kadının yeni bir evlilik yapabilmesi için İDDET (BEKLEME) süresi vardır: Türk Medeni kanununa göre bu süre 180 gündür.
Doğacak çocuğun nesebinin tayini bakımından bu süre çok önemlidir. Kuran’ı Kerim’in Bakara—İNEK—suresinin 228’inci ve 234’üncü maddeleri bu süreleri düzenlemiştir:
*Boşanmış bir kadının iddet müddeti: Üç adet ve temizlenme süresidir. Üç adet, on gündür. Köle kadınlarda bu, sürenin yarısıdır.
*Kocası ölmüş bir kadının bekleme süresi: Dört ay on gündür. Köle kadınlar için bu sürenin yarısı kadardır.
“Emevi Hükümdarı Harun Reşit, satın almış olduğu bir cariye ile hemen cinsel ilişkiye girmek istediğini, Bakara suresinin bu konudaki ayetlerine rağmen, konunun hemen isteğine uygun olarak çözülmesini Müftü Ebu Yusuf’tan istemiştir. Ebu Yusuf’un Şeriata göre vermiş olduğu kararlarını aynen yazıyorum:
“CARİYEYİ AZAD EDİP, ONUNLA NİKÂHLANARAK (İSTİBRA ETMEDEN—İŞEYİP, TEMİZLENMEDEN-YANİ AYBAŞI HALLERİNİN HESABINA GİRMEDEN, ONUNLA CİNSEL İLİŞKİ KURAR!” İslam dini böylece şekle sokulmuş olmuştur!
İslam Fıkhı, Mütercim Mustafa Özcan. S.394 Şeriat bu?
İlkel bir toplumun, ilkel sorunlarını çözmeye yarayan kuralları; değişen ve gelişen sosyal problemleri çözmek için bunca ısrar niyedir! Değişen sosyal yapıyı değişmeyen ilkel kurallarla nasıl mutluluklarla ayakta tutabiliriz!
İnsanı ve insanın problemlerini değiştiren Ulu Tanrımız; değişmezlik ölçüsünü nasıl koyar; anlamış değilim.
Birkaç çağdışı yaratık, kerizler topluluğu haline getirmiş oldukları insanları, ortaçağ karanlığının dogmatik kazıklarına bağlayarak, önlerine bir tutam umut koyarak, öteki dünya nimetlerine bağlarlar; kendileri de bu dünyanın nimetlerine dalarlar.
”BAŞKALARININ HAKLARINI YEMEDEN DE HAK SAHİBİ OLUNAMAZ! İnsanları kandırmak için kullanılan tüm yalan ve dolanlara da KADER adını verirler.
Sayın Seyircilerimiz.
PS: ATATÜRK’TEN KAÇANLAR PARTİSİ, Genel merkezlerinin yanına yapmış oldukları camiye, Arabistan’dan bir Arabı imam olarak atadılar! Öyle ya; ülkemizde dini bütün imam kalmadı mıydı?










32. KİME NİYET KİME KISMET!

OSMAN TÜRKOĞUZ
İzmir
26 Şubat 2010


32. KİME NİYET, KİMLERE KISMET!


“İstiklal Mahkemeleri, Avukatların laf cambazlığı yapacağı yer değildir!” Kel Ali (Ali Çetinkaya).
Ergenekon Mahkemesi; Müddeihususiyelerin roman yarışması yapmış oldukları, maskeli kişilerin tanık yerine, kahramanların da sanık yerine oturtulduğu bir yer midir? Ostüzü.
Tek delikli kamıştan kaval olursa; maskeli, kimliği ve kişiliği saklı tanıklar da niye olmasın?
Ayıptır Efendiler ayıptır! Maskeli balo olur da, maskeli tanıklar neden olmazmış! İkisine de maske şart! Maskesiz neden zor durumda kalsınlar! İnsanların onurları yok mu? Ostüzü.


Bazı olayları hatırladıkça; bir tuhaf oluyorum. Gülme ve ağlama arasında gidip, geliyorum. Olay Konya’da olmuştu. Çok görkemli bir düğünle evlenen mutlu bir çift; kiralık bir taksi ile evlerine dönerlerken; şoför, taksiyi aniden durdurmuş, damada dönerek:
“Konya’nın en güzel kızını kaptın. Hadi şuradan iki paket sigara al da; benim de ciğerlerim bayram etsin!” Demiş. Gelinin yanından şimşek gibi fırlayan damat sokak arasına dalmış. Elinde iki paket Yabancı sigarası ile dönmüş! Dönmesine dönmüş amma velâkin, ortalıkta ne taksi varmış, ne şoför ne de taze gelin. Kös ve kös evine dönmüş. Gerdek hayalleri kurarken dertlere düşmüş!
Fransız İhtilalinin Büyük ve Güçlü Savcısı FOUGUİER, önüne getirilen tüm sanık dosyalarının faillerini, şıpıdanak GİYOTİN’E göndermekle de çok ünlüdür! Bir gün; bir savcılık kâtibine acele yazması için bir suç dosyası vermiş. Dosya; istediği saate düzenlenmediği için; hemen aleyhte, İhtilal Mahkemesinin çalışmasına sekte vurduğu gerekçesi ile bir dosya düzenletmiş, o gün GİYOTİN boş kalmamış, zavallı kâtibin boynunu kesmiş. Olacakları kimseler bilmez, bizim ermişlerimizden başka! GİYOTİN’İN boş kaldığı bir günde; yaka ve dahi paça Ünlü Savcı FOUGUİER’İ İhtilal Mahkemesinin Huzur’u Âlisine çıkarmışlar. Bir saat sonra da; Cellât KARA JEAN-Bizimkisi Kara Ali olur da, onlarınki neden bu adla anılmasın!-FOUGUİER’İN kesik başını, başlarını kestirmiş olduklarının yakınlarına gösterirmiş!
Bu olayı da çok sevinerek hatırlarım: Anzavur Ahmet, Bursa yöresinde Damat Ferit Paşa Haini ve İngilizler adına, fırtınalar estirmektedir. Kirmasti’de*MUSTAFA KEMAL PAŞA* üç KuvvayıMillici yakalamışlar. İşi kanununa uydurmak için; Dersaadet’ten üç deniz subayı satılmış, Kirmasti’ye gelmiş. Açık duruşma sonucunda; Dürrizade Abdullah köpeğinin ünlü fetvası uyarınca; HURUCALES SULTAN-Sultana başkaldırma-suçları sabit görüldüğünden, ceza kanunnamesinin maddei mahsusu gereğince, her üç sanığın da selben ölümlerine karar vermişler. Üç darağacı kurulmuş; karar hâkimleri de darağaçlarının gerisine konulan koltuklara kurulmuşlar. Hükümlüler darağaçlarının önüne getirilmişler. Hüküm özetleri boyunlarıan asılırken; şimşek gibi, Mustafa Kemal’in atlıları olay yerine yetişmiş. O üç hainin boyunlarına kendi idam kararının özeti asılarak, üçü de, alkışlar arsında ipe çekilmişler.
Bu konuda anlatacaklarım daha varda; bendeniz buradan başka mahalleye geçmek sevdasındayım. PS: Gençliğimde, o kızı elimden alana hâlâ dua ediyorum. Yoksa GÜLÜME kavuşamayacaktım!
Ankara Üniversitesi Hukuk fakültesini Cumhur Reisimiz Mustafa Kemal ne maksatla ve ne yoksulluklar içersinde açmıştı! Sonrasını mı merak ediyorsunuz? Önce açılmasına, sonra da saçılmasına daha sonra da BUGÜNLERE gelelim!
“ATATÜRK DEVRİMİNİN TEMEL HAZIRLIĞI!”
“Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağı anlaşılınca; TBMM Başkanı, TBM Meclisi Orduları Başkomutanı ve TBMM Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal karşıtlarını bir telaştır almıştı!”AH! Bir Yunan kurşunu bu işi bitirse diye de duaya başlamışlardı!”Rahmetli Yazar ve Emekli Başçavuş Halide Edip böyle yazıyordu.
TBMM orduları Afyon’u geri aldıktan sonra; Başkomutanlık karargâhı Afyon belediye binasına taşınmıştı. İşte burada; Mareşal Gazi Mustafa Kemal ile Halide Edip Onbaşı arasında şu konuşma geçiyordu:
“Başardınız Paşam; sizi tebrik ederim, bundan sonra ne yapacaksınız Paşam?”
“Birbirimizi yiyeceğiz Hanımefendi, birbirimizi yiyeceğiz!” Diyordu Mustafa Kemal.
1925 yılında; İstanbul barosu avukatları, Halifeci Lütfi Fikri Bey’i Baro başkanı seçmişlerdi. Yeni Türk toplumunu biçimlendirecek yasaların uygulanması için, yepyeni kafa yapısına sahip hukukçuların yetiştirilmesi gerekiyordu. Ankara’da bir Hukuk Fakültesi açılması zorunlu hale gelmişti. Bu ihtiyacı karşılayacak ne bina vardı, ne de ödenek vardı. TBMM salonu, TBMM toplanmadığı zaman, Hukuk Fakültesi öğrencilerine tahsis edilemez miydi?
Adliye Vekili Mahmut Esat(Bozkurt) Beyin girişimi ile ve Binbir zorlukla, Hukuk Fakültesi binası için, ödenek kopartılabilinmişti. Sonunda; Cebeci semtinde, Eski ve iki katlı bir bina bulunabilinmişti.05 Kasım 1925 günü; Hukuk fakültesi öğrencileri, Gazi Mustafa Kemal’in şu sözleriyle öğrenime başlayabildi:
“Bugün, burada tanık olduğumuz açılış olayı; yüksek memur, uzman ve bilgin yetiştirmek girişiminden daha büyük bir önem taşır. Yıllardan beri süregelen TÜRK DEVRİMİ; varlığını ve zihniyetini toplumsal yaşamın dayanağı olan yeni hukuk kurallarıyla saptamak yoluna yönelmiştir.
TÜRK DEVRİMİ nedir? Bu devrim sözcüğünün ilk bakışta akla getirdiği ihtilal anlamından başka, ondan daha geniş bir dönüşümünü anlatmaktadır. Bugünkü devletimizin biçimi yüz yıllardan beri gelen eski biçimleri bir yana iten en ileri bir örnek olmuştur.”
“Ulusun varlığını sürdürebilmesi için, bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ yüz yıllardan beri gelen biçimini ve özünü değiştirmiş; yani ulus, din ve mezhep bağı yerine, bireylerini TÜRK ULUSU BAĞI ile araya getirmiştir.”
“Ulus, uluslar arası genel savaşım alanında yaşam ve güç kaynağı olacak iklim ve araçların ancak çağdaş uygarlıkla bulunabileceğini değişmez bir gerçek olarak görmüş ve bunu kendisine ilke saymıştır.”
“Altı yıl içinde büyük ulusumuzun yaşamında oluşturduğu değişiklikler, herhangi bir ihtilalden çok fazla, çok yüksek olan en büyük devrimlerdendir.
Her devrimin kendisine özgü yaptırımı bulunmak gerektiğine de işaret eden Cumhurreisi Mustafa Kemal, bir çağ açan gücün, köhne kafalar yüzünden, Türkiye’ye matbaayı sokmamış olduğunu şu cümlelerle anlatmıştır:
“İnsanlık tarihinin akışı içinde, Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini düşününüz. Bütün bir cihana karşı İstanbul’u sonsuza değin Türklüğe maletmiş olan güç ve kudret, aşağı yukarı aynı yıllarda icad edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul ettirebilmek için hukuk adamlarının olumsuz etkilerini ortadan kaldıramamıştır. KÖHNE HUKUK ve HUKUKÇULARIN, matbaanın memleketimize girmesine izin vermeleri için aradan üç yüz yıl geçmesi gerekmiş, uzun ve yorucu bir çaba harcanmak zorunda kalınmıştır.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, hukukçuyum diyerek meydanlara atılmış olanlardan çok çekmişti. Günümüzde bile; açmakla onur duymuş olduğu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiş olan hukukçulardan da çekmektedir! O açılış gününde bu acılarını şöylece dile getirmişti:
“Bilesiniz ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu sırasında, onun bugünkü durumunu hukuk ilmi esaslarına aykırı sayanların başında ünlü hukukçular bulunuyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde egemenliğin kayıtsız ve koşulsuz ulus’ a ait olduğunu anlatan yasayı önerdiğimde; bu esasın Osmanlı anayasa’na aykırılığını ileri sürenlerin başında da gene ESKİ VE Bilim erdemi ile ulusu kandıran hukukçular bulunmakta idiler.”
Gazi Mustafa Kemal; sonunda, kendisini çok üzmüş olan olaya dokundu:
“Hatta Cumhuriyet ilan edildikten sonra görülen kötü bir olayı da gözleriniz önünde canlandırmak isterim: En büyük kentimizin, yurdumuzda, belki Avrupa’da öğrenimini tamamlamış, yüksek uzmanlardan oluşmuş baro heyeti, Hilafetçi olduğunu açıkça ilan eden ve bununla övünen birisini kendisine başkan seçmiştir. Bu olay, köhne hukuk adamlarının Cumhuriyet anlayışına karşı içlerindeki gerçek eğilimin ne olduğunu anlatmaya yetmez mi?”Buraya bir nokta koyarak, tanık olmuş olduğum bir acı olayı da anlatmak istiyorum.
Bendeniz, emekli edildikten sonra; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine devam ederek,1995 tarihinde bu Fakülteden mezun oldum. Fakültede, İmam-Hatip çıkışlı öğrenciler, lise fark derslerini vererek, bu fakülteye girmeyi başarmışlardı. Grup halinde dolaşıyorlar ve grup hailinde konuşup, muhatapları ile tartışıyorlardı. Ders çıkışlarında; beni etkilemek istediklerini fark ediyordum. Hepsi de MECELLE’Yİ savunuyorlardı Medeni Kanunumuzun yürürlüğe girmiş olduğu 04 Ekim 1926 tarihinde yürürlükten kaldırılmış olan bu kanunun adının: MECELLEİ AHKÂMI ADLİYE olduğunu bilen de yoktu.1867 tarihinde; Merhum Ahmet Cevdet Paşanın başkanlığında kurulan ”MECELLE KURULU”TARAFINDAN DOKUZ SENEDE HAZIRLANARAK SULTAN AZİZ’İN OLURU İLE YÜRÜRLÜĞE KONULMUŞTU.1926 SENESİNDE; MEDENİ Kanunumuzun gerekçesinden anlaşıldığa göre,1851 maddeden sadece 300 maddesi kullanabilir haldeydi. Miras, aile ve daha birçok bölümleri de 1917 tarihinde, Enver Paşa tarafından hazırlatılarak yürürlüğe konulmuştu. MECELLE; dört islam mezhebine göre hazırlanmıştı. Aleviler hukuk dışı bırakılmışlardı. Bizim çok şiddetli münakaşamız ders saatine kadar sürmüştü. Dersin Profesörü olan bir Hanım:” Gürültünüzün sebebi nedir?” Diye sorunca; İmam-Hatipliler ayağa kalkarak,”bu Albay Mecelle, bugün hiçbir problemimizi çözemez. Birleştirici olan hukuk bölücülükte kullanılmıştır. Mecelle’nin içersinde hem ceza, hem de usul hükümleri vardır. Medeni kanun, Ceza Kanunu, Ceza ve hukuk usulü kanunları iç, içedir, BEŞ ÇEŞİT UYGULAMASI İLE ULUSUMUZU BEŞE BÖLMÜŞTÜR, ALEVİ VATANDAŞLARIMIZ KENDİ DAVALARINI ÇÖZME YOLUNA İTMİŞTİR DİYOR!”Demişlerdi. Sayın Bayan Profesörümüz de:
“Ben, bu Beyefendiyi henüz tanımıyorum amma, çok doğru olarak analiz yapmış olduğunu söylemek durumundayım!” Demişlerdi. Ve dahi bu Genç gericilerimizi de paylamışlardı. Şimdilerde; bunlar hâkim ve Müddeiumumî olarak CUMHURİYET KANUNLARIMIZI, görmüş olduğunuz gibi, uygulamaktadırlar!
Gazi Mustafa kemal’in ağzına almak istemediği bu baro başkanı, gene hilafetle ilgili bir başka olaydan, İstiklal Mahkemesince cezaya çarptırılmış olan, Dersim eski Mebusu Feridun Fikri(Düşünsel) Bey idi. Gazi Mustafa Kemal; o günkü konuşmasını şu cümlelerle bitirmişti:
“Öğrenci Efendiler, yeni Türk toplum yaşamının kurucusu olmak savı ile öğrenime başlayan sizler, CUMHURİYET DEVRİNİN GERÇEK HUKUK BİLGİNLERİ OLACAKSINIZ! Biran önce yetişmenizi ve isteklerimizi fiilen karşılamaya başlamanızı, ulusumuz sabırsızlıkla ve özlemle beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan Profesörlerin, görevlerini hakkıyla ve en iyi biçimde yerine getireceklerine güveniyorum.
Cumhuriyetin koruyucularından olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadığım ve bunu açıklamaktan memnunum.”
Zamanımızın Başbakanı, cennet mekân Rahmetli İsmet Paşa;1930 yılında, Hukuk Fakültesini bitirenlerin diploma töreninde, şu konuşmayı yapmıştı:
“…ulusal yaşamı izlerken, ilk günden beri önemle üzerinde durduğumuz nokta her yıl biraz daha ileriye gitmiş olmak ve güçlükler nekadar çok olursa olsun; devir, devir hesap görünce, yeni bir şey yaptık, yeni bir aşamaya ulaştık, diyebilmektir. Özellikle, genç hukukçular bu dengeyi kendi nefislerinde yapmalıdırlar. Çünkü zaman, zaman böyle hesaplaşmalar yapılıp ta ileriye doğru gidildiğini, gidilmek olasılığının kuvvetli olduğunu görmedikçe, yaşam anlamsız bir yükten ibaret kalır. Bununla; bağlılık ve dayanma gücü zayıf olanların, güçlük zamanlarında, işin sonu gelmeyecekmiş gibi bir fikre saplanıp, umutsuzluğa düşmelerine hak vermiş olmak istemem. Başarı, arzu edildiği gibi kolaylıkla kapısından geçilir bir nitelik göstermez. Tersine, her defasında başarı yolunda rastlanan engelleri insanın ancak çalışarak aşmalarıyla elde edilebilir.”
“ARKADAŞLAR; ÖMRÜNÜZ İNSANLARIN KARŞILIKLI VE KARIŞIK DERTLERİNİ DİNLEMEKLE GEÇECEKTİR!”

Osman Türkoğuz; ”Atatürk Devrimi’nin Temel İlkeleri Nedir ve Ne Değildir?” S.1V,V,V1 ve V11.



İzleyiciler

Blog Arşivi