13 Ekim 2012 Cumartesi

830/KORKUDAN KORKMAK!

            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@gmail.com
            İzmir;13 Ekim 2012

                                   KORKUDAN KORKMAK!
“Bir asker, düşmandan korktuğundan daha çok komutanından korkmalıdır!”SUN-T-ZU,Dolaylı Strateji.
“Bir Mareşali bir Onbaşının emrine verirseniz, sonuç yenilgiden başka bir şey olamaz!”Mareşal Manştaym, Rusya İstila Ordularının Alman Başkomutanı.
Hiçbir şeyden;iftiradan,ölümden,sahte insanlardan,Çatma Adaletten  ve hapislerden korkmayan tek Adam,Türk Silahlı Kuvvetlerinin en Yiğit ve en Büyük Komutanı Teğmen Mehmet Ali Çelebi!Ne korku bilir,ne de korkmaktan korkar!
1970 senesinin Kasım ayının sonlarına doğru; Lozan’dan trenle Besançon’a gelirken,Küçük bir kızın isteği üzerine babası ile de tanışmıştık.Orta yaşlı bir Fransız Centilmeni olan Bey,Fransız Demiryolları İdaresinde İş Müfettişiymiş.Türk Jandarma Subayı olduğumuzu öğrenince,bizimle çok ilgilenmişti.Aklımdan hiç çıkmayan önerilerde de bulunmuştu:”Siz;ülkenize döndüğünüzde,usul gereği komutanlarınıza rapor vereceksiniz.Az gelişmiş ülkelerde siyasi iktidarlar kendilerini sürekli iktidara taşıyacak Alfabetsiz/İn Alfabete/ insanlar yaratırlar.Ve komünizm tehlikesini de bir korku aracı olarak sürekli canlı tutarlar. Komünizmden korkmak,komünizmden tehlikelidir.Biz Fransızlar,Fransa’yı yenen Onbaşı Adolf Hitlerin emrine,komünizm tehlikesi korkusu ile,Ruslara karşı savaşmak üzere iki tümen Fransız askeri vermiştik.Korkudan korkmayı unutmamalısınız!”Demişti.Ben,uzun süre bu yargının etkisi altında kalmıştım.Sonra da uzun,uzun düşünmüştüm.Tarihi örneklere bakmıştım.Yavuz Sultan Selim’den korkmak,Yılandan korkmak.Önce korkuyu analiz etmiştim,.Altında hafif ateş yanan bir sacın üstüne bağlanmış olan horoz,zıplamaya başladığında bir müzik dinletilir.Ya da Hitlerin nutku ve ya Sanın RTE’NİN Mustafa Kemal değerlerine yüklendiği yüksek perdeden masalları dinletilir.Bu işlem sonunda,görülür ki,sac ve ateş olmasa bile o ses çalındığında horoz zıplamaya başlamaktadır.Ayaklarının yanma korkusu iradesini ve aklını esir etmiştir.Acı deneyim mekanik bir eyleme dönüşmüştür.
Onbaşı Adolf Hitler,iktidara geldikten sonra;Nazi Partisine mensup SS’LERE SA’LARI DA eklemiş;Alman Polis teşkilatının Üçte ikisini kovarak onların yerine Nazi inançlı Gençleri almıştır.Gestapo’yu kurdurmuştur.İktidarı ele geçirdikten sonra,Alman Devletini de ele geçirmiştir.Alman halkının ve Alman Ordusunun çok sevilen iki generalini,güpegündüz eşleri ile birlikte öldürtmüştür.Alman Genelkurmay Başkanını da isim benzerliğinden yararlanarak Homo diye ordudan attırtmıştır.Uzun Bıçaklar Gecesinde de tüm Yahudi iş yerlerini ve Zaralı saydığı kitapları yaktırtmıştır.Profesör Dr. Rahmetli Martin Niemöller’in günlüğünde yazmış olduğu süreci tamamlamıştır:
“Önce sosyalistleri topladılar; sesimi çıkarmadım, çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar;sesimi çıkarmadım,çünkü sendikacı değildim.Sonra Yahudileri topladılar;sesimi çıkarmadım,çünkü Yahudi değildim.Sonra beni almaya geldiler;benim için sesini çıkaracak kalmamıştı!”
O ana kadar;Onbaşı Hitlerden ve Onun Gestapo’sundan korkmuş olanları büyük bir korku sarmıştı.Nazilerin dışındaki tüm Almanlar Korkudan korkmaya başlamışlardı.Tüm Alman askerlerine Führer’e/ Alman Başbuğ’u Almanyanın onuru ve gurur/sadakat yemini ettirilmiş,Nazi usulü selamlama da Almanyanın ulusal selamlaması kabul ettirilmiştir.
Alman Ordusunun tüm askerleri Onbaşı Adolf Hitlerden korkar olmuştur.Tüm Alman Komutanlarını Korkudan korkmak Paranoyası sarmıştı.Bu andan sonra da,Alman Ordusu kuzu,kuzu her millete açılmış olan savaşa koşturulmuştu.Norveç’in istilasında hatalı görülen Almanya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Onbaşı Adolf Hitlerin bir günlük emri ile,rütbesi  Onbaşı rütbesine indirilerek Doğu cephesine sürülmüştü.
Papaz Okulu kaçkını Jozef Stalin de aynı metotları kullanarak Rus ordusunu korkudan korkmak paranoyasına sokmuştu.
Yılandan korkmansın nedeni yılan zehirinin öldürücü olmasının beynimizi kilitlemiş olmasıdır.
Onbaşı Adolf Hitlerden korkulmasının nedeni,diğer insanların uğradığı akıbete uğramak endişesidir.
Sn. Recep Tayip Erdoğan;Barak Obama nasıl oturduysa öyle oturdu.Elense samimiyet gösterisinde bulundular.
Birden bire, kendilerini Türkiye Cumhuriyetinin Başsavcısı ilan ettiler. Bir gece içinde;programda yok iken ,muhalefetten de habersiz Anayasamızın 145’inci maddesini değiştirttiler.Askeri Mahkemelerin yetkilerini budattılar.Aniden Milletvekilleri Maaşlarını astronomik olarak arttırdılar.Kozmik odayı arattılar.Aynen Onbaşı Adolf hitler de böyle yapmıştı.Muhalefete mensup milletvekillerini polis kanalı ile Rayştag’a/Alman Parlamentosuna/sokturmayarak Parlamentonun kanun yapma yetkisini eline almış,Almanya’yı kararnamelerle yönetmişti.SN. RTE DE,Meclisteki çoğunluğu ile KH.Kararnamelerle Torba kanunlar yaptırtmış,Torba kanunlarla yönetilen Toplumun askerlerinin başına da el birliği ile torba geçirilmiştir.
Çatma suç dosyaları üzerine Türkiye Cumhuriyetine onurlu hizmet etmiş kimselerin evlerini arattılar. Hiç bir hukuk kuralına uymayan sürekli tutuklama kararı uygulattılar.Büyük komutanlarımızla Teröre karşı savaşmış Yiğit komutanlarımız tutuklandılar.Genelkurmay Başkanımız Terör örgütü kurmak ve yönetmek iftirası ile tutuklandı.Türk Silahlı Kuvvetleri,bir kere Sarı Öküzü vermişti.Elektronik cihazlarla neredeyse tüm insanlarımızın özellerini bile dinlettiler.Milletvekillerini paraya boğdukları gibi,haklarında hazırlanan suç dosyasını Demeklesin kılıcı gibi kullandılar.Yasama,Yargı ve Yürütme görevlerini şahıslarında topladılar.Yurtta savaş,dünyada savaşı başlattılar.Halkımızı gruplara böldüler.Anayasal bir hak olan hak arama ve gösteri haklarını kullananları Biber gazı,tazyikli su ve copla terbiye ettirdiler.Haklarını bağırarak duyurmak isteyenlerin ağızlarını yeni kurdukları polis biriminin elemanlarına kapattırdılar.Ülkemizde korkuyu egemen kıldılar.Tutuklanmak korkusunun altında,kazanılmışların yitirilme düşüncesi de egemen olduğundan Toplumumuz Korkudan korkmak paranoyasına uğratıldı.Tutuklanmayan askerlerimiz de sus ve pus oldular.Sn. Recep Tayip Erdoğan korkusu,korkudan korkmaya vardırıldı. Ama aslında,1400 koruma ile gezen SN. RTE Korkudan korkmaktadır.Diğerlerinin başına gelmiş olan akıbetlerin korkusu normal düşünce akışını bozmuştur diyebiliriz.
Onun içindir ki, Sayın Necdet Özel Paşamız,arkasındaki General ve Subaylarla,hudut boylarına gönderildi.Halkımızla konuşurken havaya kaldırdığı yumruğunu da konuşturdu.Yalınız dikkatimi çeken çok önemli bir hususu fark ettim:Evine Çatma mermi düşen Vatandaşımızla konuşurken ve gazetelerimize yansımış olan resmi çok donuk ve kaskatıydı.Korkudan korkmayı hatırlattı bendenize.
Şimdi de gelelim En Büyük ve En Yiğit Komutanımız Teğmen Mehmet Ali Çelebi’ye:
Başucunda her zaman Nutuk vardı.
.........
 ("Nutuk'u arkadaşlarına ve onların akrabalarına okumalarını salık vermesi", Savcılığın
iddianamesinde altı çizili ve büyük harflerle yazılarak suç unsuru sayıldı! /Başsavcımızın/Savcı(sı) ile Teğmen Çelebi arasında, bu konuda tartışma yaşandı)
Kitap kurduydu. Öyle ki, 2.5 yıllık cezaevi hayatında 500 kitap okudu.
Felsefeye düşkündü. Bunun bir nedeni de ağabeyi Volkan'ın felsefe öğrenimi görmesiydi. Herakleitos'un Fragmanlar'ını, Apuleius'un Başkalaşımları'nı, Platon'un Devlet'ini ve Diyaloglarını, Aristoteles'in Nikomakhos'un Etik ve Retorik'ini, Epiktetos'un Söylevleri'ni, Boethius'un Felsefenin Tesellisi'ni, Seneca'nın Tanrısal Öngörüsü'nü, Descartes’in Meditasyonlar'ını, Spinoza'nın Etika'sını, Erasmus'un Deliliğe Övgü'sünü, Thomas Hobbes'un Leviathan'ını, Francis Bacon'un Denemeleri'ni, Mevlana'nın Mesnevisi'ni çok sevdi.
Şiir seviyordu. Şair olarak Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı, Nazım Hikmet'i, Yunus Emre'yi, Orhan Veli'yi beğeniyordu.
Futbol lisansı da olan Teğmen Çelebi okul takımının başarılı futbolcularından biriydi. Küçüklüğünden itibaren koyu bir Beşiktaşlı ve Amasyaspor'luydu.
Sualtı dalgıçlık kursiyerliğini de tutuklanmadan kısa bir süre önce birincilikle bitirmişti.
Teğmen...
O kadar zayıf, o denli narin görünüyordu ki, sanki tutmaya kalksanız kırılacak gibiydi. Tam 30 aydır Silivri'deydi. Tutuklanmasından 29 ay sonra, cep telefonuna emniyet müdürlüğünde birileri tarafından "yanlışlıkla !" 139 terör örgütü üyesinin telefon numaralarının yüklendiği yine bizzat emniyet tarafından itiraf edilmişti.EK:Bekar olan Sayın Teğmenimize bir de Kaynana yaratmıştır,bu Çatma ruhlu yalakalarımız!Ama o hâlâ tutukluydu!. Kara Pilot Teğmen Mehmet Ali Çelebi, 18 Şubat Cuma günü Silivri Mahkemesi'nde söz istedi, kürsüye geldi.
O narin, o tutmaya kalksanız kırılıverecekmiş hissi veren gencecik adam,  başına örülmeye çalışılan "dijital pusu"yu tek,tek, belgeleriyle anlattıktan sonra konuşmasını şu sözlerle tamamladı:
11 Şubat 2011 saat 20.45'te düşmanın sinsi savaş silahı olan bazı TV kanallarından, "mahkeme kapılarının komutanlarımın üzerine kilitlendiğini" duydum ve üzüntüyle izledim. Hakaret olarak kabul ediyorum.. Sebep, kaçma şüphesi... Siz, Mustafa Kemal 'in askerlerinin cepheden kaçtığını gördünüz mü? Komutanlarım sınırları açsanız, çekip gitmezler.
Siz onları hizbu$$$çu mu zannettiniz?
Buradan Türk Milletine, Genelkurmay Başkanı nezdinde tüm komutanlarıma ve silah arkadaşlarıma sesleniyorum: İçiniz rahat olsun. Biliyoruz ki, bu bir savaştır. Savaşta asker yaralanır, asker esir düşer, asker ölür. Bunların bilincindeyiz. Biz Türk subayıyız. Bizim için hak yok, vazife vardır. Merak etmeyiniz, burası bize zindan değil Çiğiltepe'dir. Onuru karşısında yaşamını hakir gören Albay Reşat Çiğiltepe'nin vazife anlayışıyla buradayız. Mustafa Kemal'in, "Size ölmeyi emrediyorum!" Emri, bizler için halen geçerlidir. Sonsuza kadar da geçerli olacaktır.
Endişe duymayınız, Teğmen Çelebi'yi geçemeyenler onu yetiştiren komutanlarına ne yapabilir ki... Cephede bir Mehmet vardı, şimdi 150 Mehmet var. Cephe şimdi daha da güçlü. Bu koşullarda  sizden tahliye talep etmem, benim için vatana ihanetle eşdeğerdir. Mevzubahis vatansa bundan gayrı kalan her şey teferruattır. Şimdi kapıları kapatın! Yüzümüzü ışığa doğru uzatacağız…
Giyotin inecek. Tekrar uzatacağız…
İnecek... Uzatacağız…
Gün gelecek, giyotin kesemeyecek: K a z a n a c a ğ ı z !"...
Mahkeme arasında, az önce sanık kürsüsünde o "dev konuşmayı" yapan gencecik teğmenin bana doğru geldiğini gördüm. Saygıyla uzattı elini, "doğruları yazdığınız için minnettarız..." Diye başladı. Boğazımın düğümlendiğini hissettim, elimi kaldırıp sözünü kestim ve yalnızca o üç sözcüğü söyledim:
-          Vatan size minnettardır.”Naci barut.Varsın, Ulusal bilinçten yoksun olanlar,korkudan sussunlar ve uyutulsunlar,Teğmen Mehmet Ali Çelebilerimiz var.
-           























828/3-4NUH'UN GEMİSİ MÜMKÜN MÜDÜR!

 ( ÜÇÜNCÜ BÖLÜM) 

“insan, iyi yaşasa bile ölür,
        Fakat bir diğeri doğar.
  O da bu yazılara bakarak,
  Onların ne yaptığını bilir.”
      Omurtag, Eski Bulgar Hanı.
S.YA. Bayçaron, Avrupa’daki Eski Türk Runik Abideleri, s.x
“Hem okudum, hem de yazdım/
Yalan dünya senden bezdim!”
                        Türkü.

“Bir zevki yok gecesinde, gündüzünde,
Neyleyeyim ben bu yeryüzünde!”
            Mehmet Akif Ersoy.
“Elimde olsa, dünyayı küçümserdim;
  İyisine de, kötüsüne de yuf çekerdim.
      Daha doğrusu bu aşağılık yere,
       Ne gelirdim, ne yaşardım, ne ölürdüm.
       Ömür uzasa bile yaşam nasıl olacak?”
            Ömer Hayyam
Harald Dream adlı bir Alman yazar, “Uruk Aslanı Gılgameş” adlı romanlaştırılmış bir eser yazmıştı. Bu eserinin baş tarafına da, Asur Kıralı Asurbanipalın Ninova’daki saray kitaplığında bulunan Gılgamış Destanının, bir kil tablete yazılmış olan, Asurca metninden bir şiir eklemişti. Bu şiirde anlatılan Gılgamış’tır:
“O ki dünyanın son bucağına kadar bakabilir,
Her şeyi görür, her şeyi bilir,
Üstü örtülü olanı açığa çıkartırdı.
Tüm bilgelik ve tecrübeler ona aitti,
Suları görür, saklı olanı bulur,
Tufan öncesinden haber verir,
Bitap düşene kadar yol alırdı.
Tüm emekleri bir taşa kazınmıştır,
Çevresi duvarla örülü Uruk’ta,
Kutsal tapınak Eanna’nın surlarını o yaptırmıştı.”
Kur’anı Kerim; Mu’min suresi(40’ıncı sure) Suresi,27’inci ayet:”Gaybın anahtarları O’NUN, Allah’ın nezdindedir. O’nu, yalınız O bilir.”Ben, üşenmeden saydım GAYP ile ilgili olarak değişik Surelerde tam(44) adet Ayet gördüm.
Daha önceki bölümlerde, Güney Amerika’daki Aztek metinlerinde bir tufandan bahsedildiğini yazmıştım. Ortaasya’daki Türk efsanelerinde de bir tufan öyküsü anlatılmaktadır. Sayın Erdoğan Aydın,”Nasıl Müslüman Olduk” adını vermiş olduğu görkemli eserinin (301)’inci sahifesinde bu konuya da yer vermiştir:
“Yayık(Tufan) olacağını ilkin “Temrü müüstü kök teke”(demir boynuzlu gök teke)bildi.7 gün dünyaya dolaştı. Bağırdı.7 gün deprem oldu.7 gün dağlar ateş püskürdü.7 gün yağmur yağdı.7 gün fırtına oldu ve dolu yağdı.7 gün kar yağdı.7 aziz kardeş(büyüğü Erlik, tanrıcıl, nomçe; kitap, ehli Ülgen) gemi yaptılar. Her cins hayvandan birer çift aldılar.(Gemi Yal Mönkü adlı büyük dağda yahut Kosagaç’a yakın Iyık dağında hala durur!”Tufan bitti. Ülgen gemiden bir horoz saldı. O soğuktan öldü. Kaz saldı; o gelmedi. Kuskun(Karga) salındı; leşe daldı.7 kardeş gemiden çıktılar. Ülgen, Nom’dan aldığı güçle, insan yaratmaya girişti. Altın fincan içine kök çiçek koydu. Kardeşi Erlik, bu çiçeğin bir parçasını çalıp gene bir insan yarattı. Ve ilh” (A.V.Anohin. Keza).
“Görüyoruz. Türk toplumu, sünger gibi her şeyi emicidir. Akdeniz’den Altay dağlarına dek yayılmış Sümer medeniyetine özgü Tufan efsanesini, İslamlıktan önce, kendi çevresine göre benimsemiştir. İslam medeniyeti ile karşılaşınca, ondan da etkilenmemezlik edemezdi.”Asırlar geçmiş olsa bile Türk Toplumunun huyları hiç değişmemiştir. Müslümanlığa duyduğu şekilde inanır; Kürt Sait’in zırvalarına, cenneti geneleve çevirenlerin masallarına, gözyaşları içinde inanır, Bonanza Çiftliğindeki ilkokul mezununun masallarına, İslam Dinini bir şekiller halitası olarak sunan sahtekârlara da yürekten inanır!
Sümer efsanelerinin Ortaasya’ya erişebilmesi akla çok yatkındır. Sümerli Ünlü Lüdingirra, anılarında Ortaasya’dan Mezopotamya’ya geldiklerini anlatmaktadır.”Dedelerinin, Sarı saçlı ve Mavi gözlü insanların yaşadığı, kuzey yanı yüksek dağlarla çevrili, bir yerden bugünkü yaşadıkları yere geldiklerini anlatmaktadırlar. Hayret, Sarı saçlı ve Mavi gözlü insan olur mu?”Diye de hayıflanmaktadır! Sonra; araştırmalar yüzelli Sümerce kelimenin Türkçe olduğunu ortaya koymuştur. Mezopotamya ile Ortaasya arasında bir iletişim olduğu muhakkaktır!
Afganistan’da Mezar’ı Şerif öyküsü de dini içerikli bir öyküdür. Hz. Ali’nin cenazesinin bir deve sırtında, Mezar’ı Şerife ulaştığı öykülenmektedir. Hz. Ali’nin öldürülmüş olduğu yer ile Mezar’ı Şerif arasındaki mesafenin önemi yoktur. Devedeki Ali, tabuttaki Ali ve dahi deveyi çeken de Ali! Teslis! Bunun dahi anlamı yoktur; çünkü bu bir yüceltme öyküsüdür!
Gılgamış-Utnapiştim-Tevrat ve Kur’anı Kerim anlatımlarına göre de ortada örnek alınacak bir gemi modeli de yoktur. Tavuğun iskeleti örnek olarak verilmektedir. Mısır, Mezopotamya ve Güney Amerika piramitleri biri birinin benzeri! İki kıta arasında okyanuslar olduğuna ve gemi de olmadığına göre, Tufan olayı ve piramit benzerleri nasıl örnek alınmıştır!
Büyük İnsan ve Büyük Bilgin Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ Hanımefendimiz (75.000)çivi yazılı tableti tercüme ederek, Sümerler konusunda insanlığı aydınlatmıştır. Bu arada,”Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümerlerdeki Kökleri”adlı kitabıyla da düşünebilen beyinlere ışık tutmuştur. Nuh Tufanından söze derken bu kitaptan da söz etmemek eksiklik olur düşüncesindeyim:

“TUFAN”

“Çok eski çağlarda, insanları yok etmek amacı ile Tanrı tarafından büyük bir tufan yapıldığı hikâyesinin, yalınız, ilk Kutsal Kitap Tevrat’ta yazılı olduğu biliniyordu. Fakat geçen yüzyıl içinde NİNİNVE’DE yapılan kazılarda çıkan Asur kralı Asurbanipalın Kütüphanesi içindeki bir tablette aynı hikâye okununca (1872) büyük bir şaşkınlık yaşanmış ve bu inanç kökünden sarsılmıştı. Gılgamış Destanı’nın son kısmını oluşturan bu hikâye, ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a, tufandan kurtulup Tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen Utnapiştim tarafından anlatılmıştı.”Buraya bir nokta koyalım. Nuh Tufanından 2200 sene sonra yazılmış olan bir Anadolu destanındaki benzerliğe bir göz atalım:
Yunan Mitosunun tanrılarla bir tutulan en büyük kahramanı Atreus oğlu Agamemnon’dur. Kendisi Akha’ların Kralıdır. Kardeşi Menalaos ta Isparta Kralıdır. Baştanrı Zeus’un kuğu şekline girerek seviştiği Leda’dan olma Klytaimestra ile evlenmiş, karısının ikiz kardeşi olan Güzel Helen ile de kardeşi Menalaos evlenmiştir. Anadolu yakasında bulunan Truva şehrinde de Kıral Priamos, karısı Hekabe, Büyük oğlu Hektor, Kızı Kassandra ve Küçük oğlu Paris—Aleksansros-yaşamaktadır. Kral Menalaos’un Girit adasına cenaze törenine gitmesinden yararlanan, Isparta sarayına konuk olarak inen Paris, Güzel Heleni çeyizleriyle birlikte Truva’ya kaçırır. İşte bu olay, dokuz sene sürecek ve sonunda Truva’nın yakılmasıyla sonuçlanacak bir savaşa neden olur. Başkomutan Agamemnon’un komutasında Aulis limanında toplanan birleşik filo rüzgâr beklemektedir. Rüzgârların esmemesine kutsal bir geyiğin öldürülmesinin neden olduğuna inanan Agamemnon, Kızı İphigeneia’yi—İfijeni’yi— Aşil—Akhilleus—ile nişanlamak bahanesiyle Aulis’e getirterek Rüzgâr tanrısına kurban eder. Bu, onun da öldürülme nedeni olur. Dokuz yıl sonra; kapatma olarak yanında getirdiği Bakire Kassandra ile Mykene sarayına iner. Kendisini, Amcasının oğlu Aigisthos ile sevişen karısı Klyteamestra hınçla beklemektedir. İlk fırsatta, Kassandra ile birlikte öldürülürler. Krallar Kralı, Zeus düzeyine yüceltilen bir kahramanın ölümü böylece komik bir biçimde olur!
Diğer tarafta; İlyada Destanının asıl kahramanı Aşil’in öyküsü vardır. İlyada, Truva’nın ve Kral Agamemnon’un değil Aşil’in destanıdır:
Kral Peleus ile Deniz tanrıçası Thetis’in oğlu Akhilleus—Aşil—doğduğunda, anası onu topuğundan tutarak ölümsüzlük ırmağı Steks’e daldırır. Bu Aşil; Truva Kralı Priamos’un Yiğit oğlu Hektor’u öldürür. Paris’in atmış olduğu ok ta; Aşil’in Styk suyu değmemiş topuğuna isabet ederek ölümüne neden olur. Ölümsüzlük peşinde koşan Aşil de, bir okla öldürülerek ölümsüzlüğe kavuşur. İki destanın ortak yanları yalınız bu kadarcık değildir.
*Bilge Kral Gılgamış her şeyi önceden bilmektedir.
*Her şeyi önceden bilen Kassandra; kendisiyle sevişmediği için Apollon’un ağzına tükürmesi nedeniyle kendisine kimseler inanmamaktadır.
*Tahta at fikrini ortaya atan Kalkhas ta her şeyi bilmektedir.
Ünlü İzmirli Kör Ozan Homeros, İlyada da, Aşil’e şöyle dedirtmektedir:
                “Anam! Kısacık bir ömür sürmek için doğurdunsa beni,
                 Uzun değil, kısacık bir ömür verdi kader sana!”
Biz yine de dönelim konumuza.“Asurbanipalın saray kitaplığında bulunan Tufan öyküsü Akadça yazılmış olduğu halde, öyküde geçen bazı kelimelerin Sümerce olduğu dikkati çekmişti. Philadelphia Üniversitesi Müzesinde bulunan bir kırık tabletin Sümerce ve manzum bir şekilde yazılmış olduğu görüldü. Tanrılar insanlara kızarak, bir Tufan yapmaya karar veriyorlar. Ziusudra isimli birine bir tanrı tarafından durum bir duvar arkasından bildiriliyor. Kırık tabletteki bu satırlar şöyledir:

“Alçakgönüllü ve saygılı olan

       Her gün tanrısal görevlerine dikkat eden
       Ziusudra’ya Tanrı Enki,
      “Duvardan bir söz söyleyeceğim sözümü tut!
       Kulak ve söyleyeceklerime!
 Birden bir Tufan kült merkezlerini kaplayacak,
  İnsanlığın tohumu yok olacak,
  Tanrılar meclisinin sözü karardır,
       An ve Enlil’in emirleriyle/ Krallık, Hükümdarlık son bulacaktır!”
Bundan sonra tabletin kırık kısmı geliyor. Burada geminin nasıl yapılacağı bildirilmiş olmalı. Metnin yine okunan kısmında, Tufanın bütün şiddetiyle memleketi kapladığı;7 gün,7 gece sürdüğü, bittiğinde Ziusudra’nın Tanrılara kurbanlar yaptığı yazılı. Buradan çok ilginç bir gözleme varıyoruz. İlyada Destanı, MÖ.1200’lerde meydana gelmiş bir olayın, MÖ.800’lü yıllarda yazıya dökülmüş halidir. Doğa olaylarına karşı Krallar Kralı, Zeus’la bir tutulan Agamemnon dünyalar güzeli kızı İfijeni’yi kurban etmekten çekinmemektedir. MÖ.3500’lü yıllarda yazılmış olan Tufan öyküsünde de”Ziusudra Tanrılara kurbanlar kesiyor!”Başka bir anlatımda;”Utnapiştim’in kesmiş olduğu kurbanların başına tanrılar sinekler gibi üşüşüyorlar!”Sümer uygarlığında insanları kurban etmek geleneği yokmuş. İslamiyet’ten sonraları bile, Nil nehrine Genç Kızların kurban edilmesi uzun süre devam etmiştir. Azteklerin, her sene (20.000)genç esirin göğüslerini granit bıçaklarla yararak, kalplerini çıkartıp, tanrılarına kurban ettiklerini de biliyoruz. Ostüzü.
“Sonunda: Ziusudra, kral,
Tanrı Anu ve Enlil önüne attı kendini.   
Onu sevdiler, bir tanrı gibi yaşam verdiler ona.
Bitkilerin adını, insanlığın tohumunu, koruyan,
Ziusudra’yı güneşin doğduğu yere,
Dilmun ülkesine yerleştirdiler.”36
36-S.N.Kramer,“Tarih Sümer’de Başlar,” s.128–132.Sümer şairleri, Tufanı yalınız hikâye olarak anlatmakla kalmamışlar, ayrıca onun yaptığı felaketi başka konulara ait kompozisyonlarda da sözgelişi anlatmışlardır. Ele geçen böyle iki metinden Tufan ile ilgili satırlar:
1-“Numun bitkisinin meydana gelişi hakkındaki şiirden:   
“Rüzgâr yağmur getirdikten sonra,
  Bütün yapılmış duvarlar yıkıldıktan sonra,
  Kudurmuş fırtına yağmur getirdikten sonra,
  Bir adam, ikinci bir adama karşı çıktıktan sonra,
Tahıl yetiştikten, ot bittikten sonra,
Fırtına” yağmuru getireceği”, dedikten sonra,
O,”yağmuru yapılmış duvarların üzerine boşaltacağım” dedikten sonra,
Tufan” her şeyi silip, süpüreceğim” dedikten sonra,
Gök emir verdi, yer doğurdu,
Numun bitkisini doğurdu,
Yer doğurdu, gök emir verdi,
Numun bitkisini doğurdu.”
2-Lagaş şehrinin başlangıcından Guda’nın zamanına kadar (İÖ.2150) olan olayları kapsayan yarı tarihsel bir belgedeki Tufan ile ilgili bölüm:
“Tufan her şeyi silip süpürdükten sonra,
Ülkenin yıkılması tamamlandıktan sonra,
İnsanlık sonuna kadar dayandıktan sonra,
İnsanlığın tohumu korunduktan sonra,
*Karabaşlı Sümer halkı kendisini yeniden kalkındırdıktan sonra,
  An ve Enlil insanı adıyla çağırdıktan sonra,
  Ensi-lik kurulduktan sonra,
   Fakat henüz gökten krallık inmemişti.”
*Ünlü Lüdingirra anılarında:”Dedelerimiz, kuzey yanı dağlarla kapalı bir yerden geçerlerken Sarı saçlı ve Mavi gözlü insanları gördüklerini anlatırlardı. Sarı saçlı ve Mavi gözlü insan olur mu?”Diyerek hayretini saklamamaktaydı. Kafkas dağları olabilir. Ostüzü.
Ünlü Sümerolog S.N.Kramer, A.G.E. S.99.”zaman, zaman Mezopotamya’da büyük su baskınları olmuştur. Bu yüzyıl içinde 1925.1930.1954 yıllarında da büyük felaketlere neden olmuş olan su baskınları 7’inci ve 8’inci asırda ve Abbasiler döneminde;10,11 ve 12’inci yüzyıllarda yazıya geçmemiş önemli su baskınları olmuştur.”
Âlem adamlardır şu Amerikalılar, Ağrı Dağında Nuh’un gemisini aramaya başladıklarından sonra—1949’dan beri—Ermeni ve Kürt terörünün arttığını görenimiz olmuş mudur? Bu sefer de, Türk basınında manşet üstü haberler:”Titanik enkazını bulan Robert Ballard,
“NUH’UN GEMİSİNİ SİNOP’TA BULACAK.”Posta gazetesi,22 Temmuz 2003.”
“Nuh’un Gemisi’ni bulmak için 27 Temmuz’da Sinop’ta araştırmalara başlayacak olan bilim adamı ve sualtı araştırmacısı Robert Ballard.”Gemi çürümüş olabilir” dedi.”Atlas Okyanusunun en dip noktasındaki Titanik’i bulup inceleyen ve batmasıyla ilgili sır perdesini aralayan,2’inci Dünya Savaşı sırasında batan Nazi savaş gemisi Bismark’ı ortaya çıkaran ABD’Lİ dahi bilim adamı ve sualtı araştırmacısı Robert Ballard(61) şimdi de Nuh’un Gemisi’nin peşinde. Büyük bir grupla yüzyıllar öncesinin ticaret merkezi Sinop’a gelip, gemisiyle Karadeniz açıklarında araştırma yapacak olan Robert Ballard, tahta geminin enkazını nasıl bulacağını soranlara;” denizin oksijen olmayan derinliklerinde tahta çürümeden yüzyıllarca kalabilir”açıklamasını yapıyor.9,8 Trilyon liralık araştırmanın 41 günde tamamlanması planlanıyor. Yola çıkmadan önce basın toplantısı düzenleyen Ballard:”Türkiye’de 4 ayrı araştırma yapacağız ve tarihi yeniden canlandıracağız” diye konuştu. Haberin altında temsili bir Nuh’un gemisi ve:”7500 yıllık Nuh’un Gemisi’nin arama çalışmaları İnternet’ten izlenebilecek!” Müjdesi!
        Haber bir kere yayımlanmaya görsün, sürekli olarak gündemde tutulur. Daha önce de, 09 Temmuz 2002 tarihli Hürriyet gazetesinde de, Görkemli Ağrı dağının renkli fotoğrafı etrafında iddialı bir haber:
İncil araştırmacısı ABD’Lİ Edward Crawford’un iddiası!”

“NUH’UN GEMİSİ’NİN YERİNİ BİLİYORUM.”

“Nuh’un Gemisinin karaya oturduğu yeri “tam” olarak bildiğini iddia eden bir Amerikalı, Ağrı Dağı’na çıkmak için Türk yetkililerden izin bekliyor.”
“İncil üzerine yaptığı araştırmalarla ve arkeolojik kazılara olan merakıyla tanınan Edward Crawford, Türk makamlarından izin alabilirse daha önce altı kez çıktığı Ağrı Dağı’na bir kez daha tırmanacak. Ancak, bu kez diğerlerinden farklı olan bir şey var: Crawford, bu kez son derece iddialı. Nuh’un Gemisi için yaşamından 25 yıl ve cebinden de 75 bin Dolar kadar para harcayan Edward Crawford, buzlara gömülü bulunan geniş dikdörtgen biçimli yapının 4483 metre yükseklikte olduğu görüşünü savunuyor.
Dini inanışlara göre de, Nuh’un Gemisi Ağrı Dağı’nda karaya oturdu. Edward Crawford, Ağrı Dağı’na daha önce yaptığı tırmanışlarda üzerlerinde yazı olan muhtelif taşlar buldu. Crawford’un ifadesine göre, bu taşlar Sümerlerden kalma. Crawford, taşlardaki yazılardan ve uzaydan çekilen fotoğraflardan yola çıkarak Ağrı Dağı’nın kuzey cephesinde Nuh’un Gemisi’nin yerini belirlediğini ileri sürüyor. Crawford, büyük bir umutla Türk yetkililerin iznini beklediğini kaydetti ve “Artık, kamuoyu bilmeli. Dünya bu olayı izliyor”, dedi”.
Bu haberleri belki de hiç okumuyoruz. Okuyanlarımız da gülüp geçiyorlardır. Ermenilerin SOYKIRIM masallarına inanmayan Hıristiyan ülke kalmamış gibi. Ermenilerin ve onları destekleyenlerin kilit şifresi ARARAT DAĞI. İki de bir,” Nuh’un Gemisi Ağrı Dağı’nda”haberleri uluorta verilirse ve dahi “Tevrat’a” ve “İncil’e”göre tanımları yapılırsa bu ne anlama gelir! Bu anlatımlar, İncil’e ve Tevrat’a inananları bir eksen etrafında toplamaya, birlik ve beraberlik içinde hareket etmeye sevk Etmez mi? Ermenilerin iddialarına dünyanın ilgisini çekerek destek sağlamaz mı? Üzerinde yaşamakta olduğumuz, dünyanın ilgisini çeken, bu coğrafyaya lâyık olabilmek için bu coğrafyamızın geçmişini ve efsanelerini de çok iyi bilmek zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Gazi Mustafa Kemal:”Bu coğrafyaya lâyık bir ulus olduğumuzu kanıtlayamazsak; kara gözümüzün hatırı için, bizi bu coğrafya’da yaşatmazlar!”Sözünü boşuna mı söyledi sanıyorsunuz!
Haber yazılı ve sözlü basına ulaştırıldı mı bir Reyting yarışı başlamaktadır. Haberden murat edileni düşünen de olmamaktadır. O günlerin Milliyet gazetesi de çok büyük puntolarla haberi okuyucularına ulaştırmıştı:
“HZ.NUH’U BULDULAR!”
“NUH’UN GEMİSİ’NİN arandığı Karadeniz sularında 7bin 500 yıllık insan iskeleti bulundu. Alman Bild Gazetesi, iskeletin Nuh Peygamber’e ait olabileceğini yazdı!”
“”NUH’UN FİLOSU!””Sinop açıklarında 1500 yıl öncesinden kalma tahta parçalarının dördüncüsü de bulundu. Ve Robert Ballardın bir fotoğrafı!”

“NUH’UN GEMİSİ SİNOP’TA OLAMAZ”

“Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden Prof.Dr. İsmet Gedik, Karadeniz’de tufan olduğu ve Nuh’un Gemisiyle bu tufandan kaçtığı iddialarının gerçeğe dayanmadığını belirterek;”Sinop’ta 10–12 bin yıl öncesinin coğrafik haritası incelendiğinde, deniz seviyesinin yaklaşık 100 metre daha düşük olduğu görülür. Dolayısıyla Karadeniz’de dere ve ırmak ağızlarında 100 metreye kadar inildiği zaman bir yerleşim yerine rastlanabilir. Bu doğal bir olaydır. Adada yaşamayan insanların, bir tufandan gemiyle kurtulması söz konusu olur mu? Deniz suları yükseldikçe, kaçakları bir kara hep yanlarında buluyor.”Demiştir. Karşı sütunda da: “BERLİN AA.”
“Alman Bild Gazetesi, Türkiye’nin Karadeniz sahilinde bulunan 7bin 500 yıllık bir iskeletin Nuh Peygamber’e ait olabileceğini yazdı.”Karadeniz’de olağanüstü bulgu-Burada Nuh’un iskeleti mi bulunuyor?”başlığıyla verilen haberde, Titanıc’i bulan 59 yaşındaki Robert Ballardın, Northern Horizon(Kuzey Ufku) adlı araştırma gemisiyle bölgede 2 yıldır büyük tufanla ilgili deliller aradığı da hatırlatıldı. Haberde, denizin dibinde yaptığı araştırmalarda eski yerleşim merkezlerine ve batık gemilere ait parçalar bulan Ballardın, Nuh’un Gemisi’nin de yaklaşık 100’ metre derinlikte olduğunu tahmin ettiği belirtildi.”

“Tarihi aydınlatacak”

“Haberde Ballardın,”son buzul devrinde, buzullar eriyerek denizleri taşırdı. Akdenizin suları Marmara denizini aşarak Karadeniz havzasını doldurdu. Suyun Karadeniz’e dökülüşü, Niagara Şelalesi’nde olduğundan 200 kat şiddetliydi”, sözlerine de yer verildi. Haberde ayrıca, Nuh’un Gemisinin, karadenizde bulunması durumunda, denizin dibindeki zehirli çamur nedeniyle iyi korunmuş şekilde ortaya çıkacağı ve bunun tarihe ışık tutacak önemli bir gelişme olacağı ifade edildi.”
Ballardın Kuzey Ufku adlı araştırma gemisi, Rus ve Bulgar Bilim adamlarının da yardımıyla Karadenizin dip tabakasının kesitlerini çıkartarak, katmanlarda tatlı su kabuklularına rastladılar. Bizler, Türkiye Cumhuriyeti olarak, bu araştırma ekibine sadece ve dahi sadece Yüzbaşı rütbesinde bir deniz subayı verebildik. Sonunda da Dev bir kitap yayımladılar:”NUH TUFANI”.
Profesör Dr. Sayın Muazzez İlmiye Çığ’ı yeniden dinleyelim:
“Tufan oluşumu hakkında yeni bir varsayım “Cumhuriyet Bilim Ve Teknik dergisinde yayımlandı. Aynı konuyu birkaç yıl önce İstanbul Üniversitesi’nde konferans olarak dinlemiştim. Jeologlara göre, Nuh Tufanı Karadeniz’de olmuştu. Buzullar erimeden önce Karadeniz, Boğazın tabanından 85 metre derinlikteymiş ve Marmara’nın suyu Karadeniz’e akıyormuş.11 bin yıl önce buzullar eriyince denizler birdenbire yükselmiş ve sular, Boğaz’dan büyük şelaleler halinde denize boşalmış. Bu boşalma ile deniz kıyısında olan yerler su altında kalmış. Bundan kurtulan veya felaketi görenler Mezopotamya’ya göç ediyorlar. Yazı icat edildikten sonra da ağızdan ağza ulaşan bu olay yazıya geçiriliyor diye varsayıyor jeologlar” S.G.E. S.51 Dipnotu.   
Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan Prof.Dr. Sayın Süleyman Ateş,15 Ekim 2010 tarihli Vatan Gazetesindeki bir yazısında, bir tek cümle olarak Nuh tufanından söz etmiştir:”
“Yazar—Sayın Turhan Utku—Nuh Tufanı’nın evrensel değil, bölgesel olduğu kanısındadır. Kuran’dan da Tufanın bölgesel olduğu anlaşılmaktadır” Buyurmuştur.
Din adamlarımız için; Sümerler, Gılgamış Destanı, Mezopotamya uygarlıkları hiçbir anlam taşımamaktadır. Mısır uygarlığı da önemli değildir. Hz. Musa ve Karısı Müslüman’dır! Firavunla savaşırlar! Musa Firavun Birinci Seti’nin kızından olma bir Yahudi oğluymuş ve İkinci Ramses’in Muhafız Alayı Komutanı ve Amon-Ra Rahibiymiş; bunların önemi de yoktur.27 Firavun sülalesini tek bir Firavuna indirgerler. Hz. Âdem Müslüman olduğu gibi; Hz. İbrahim de Müslüman’dır!”O zaman, Hz. Muhammed’e neden İslam’ın peygamberi deriz?”Dediniz mi yandığınızın resmidir.
Bizler bu kafayla mı Ağrı Dağımızı koruyabileceğiz? Tarihimizde yazılı üç önemli kişinin Türk ulusuna yapmış olduğu kötülükleri kaçımız bilmekteyiz?
İngiliz kadın Ajanı Gertruda Bell,1916 ve sonrası; Irak’a Arkeolog kimliği ile giren en büyük casuslardan birisidir. Ünlü Casus Thomas Edward Lawrence’ın de hocasıdır. Lawrence ile birlikte, Müslüman Arap aşiretlerini ve Hz. Muhammed’in torunlarını Osmanlı devleti aleyhine kışkırtarak isyan etmelerini sağlamıştır. Kurulacak olan ırak Krallığının sınırlarını belirleyen haritayı da bu Kadın Casus çizmiştir. Irak ulusal Müzesinin de kurucusudur. Sevgilisi olan İngiliz Binbaşısının Çanakkale’de ölümü üzerine, içine düşmüş olduğu bunalım sonucunda intihar etmiştir.
Thomas Edward Lawrence, Irak’a arkeolog olarak girmiş ve 1916–1918 yıllarında Mekke Şerifi Hüseyin’i; sonunda ırak Kralı olan Osmanlı ordusunun albayı Faysalı ve Ürdün Kralıyken öldürülen Abdullah’ı Osmanlı aleyhine isyan ettirmiştir. Bu iki casus Osmanlı devletini yenmişlerdir. Lawrence ve Gertruda Bell, Afganistan’da da büyük işler başarmışlardır. Lawrence 1931 senesinde bir motosiklet kazasında ölmüştür.
Bu konuda Fransızlar da bir Arkeologu, Louis Massignon’u Bağdat’ta görevlendirmişlerdir. Louis Massignon 1909 senesinde casusluk suçundan tutuklanarak Bağdat cezaevine kapatılmıştır. Bir kırık çömlek parçası üzerinde Hallac’ı Mansur’un iki dizesini okuyarak, ömrünü Hallac’ı Mansur’u araştırmaya adamış ve dört ciltlik ünlü kitabını (70) sene sonra yayımlayabilmiştir. Kırık çömlek parçasında şu beyit yazılıymış:
“İnsanın Tanrıyı görmesi mümkündür/
 Yeter ki, kendi kanıyla aldığı abdestle iki rekât namaz kılsın!”
Batı âlemi Petrolun peşine düşmüşken Osmanlı ne ile mi meşgul idi! Almanların telkiniyle ilan etmiş oldukları Mukaddes Cihata önce; Osmanlı’nın Arap asıllı Bağdat Müftüsü itiraz etmişti:
Halife Arap asıllı ve Kureyşli olmadığından mukaddes cihat ilan etme yetkisi de yoktur!”
Fazilet Takvimi’nin 19 Nisan 2002 sayılı yaprağının arkasına bir göz atarsak, Nuh Tufanı ile ilgili Kuran ayetlerinin sıralanmış olduğunu görürüz: Hûd Suresinin 42 ve 43’üncü ayetleri yorumlanarak verilmiş.”Nuh, kendisine inanmayan oğlunu bir kenara çekerek: “Oğulcağızım!(Sen de) bizimle beraber bin, KÂFİRLERLE beraber olma!”diye seslendi ”S.Hûd,42 fakat bu asi evlat...”
Zamanının peygamberlerine inanmayanlara KÂFİR denildiğine aklımız yatıyor da, yeni peygambere inanmayan eski peygamber ümmetlerine de KÂFİR denilmesine aklımız nedense bir türlü ermemektedir!
Hz. İsa’ya inanmayanlar KÂFİR!
Hz. Muhammed’e inanmayanlar da KÂFİR.
Hz. Nuh’a inanmayanlar da KÂFİR!
Hz. İsa’ya ve diğer peygamberlere inanmış olanlar da Hz. Muhammed’e inanmış olanlara göre KÜFFAR!
Bu Nuh tufanı öyküsünün her üç Semavi dine yansıması biraz tuhaf değil midir?
“Nuh’un tanrısına” inanmayanlar Kâfir. Nuh—Utnapiştim—dönemi çok tanrılı bir dönem. Bu dönemde, bir Tufan öyküsü manzum olarak düzenleniyor. Çok tanrılı dinlerin, tanrılarının görevleri ve bunlara nasıl uyulacağı da pratik olarak o toplumlarca uygulanıyor. Sümerlerde, ibadethanelerde faaliyet gösteren kutsal fahişelerin, sokağa çıktıklarında saygı görmeleri için, başlarına Türban takma zorunlulukları da var.
Babil’de de daha ilginç bir uygulama vardı: Evli kadınlarda,”senede bir gün, ibadethaneye giderek, kendileriyle ve parayla birleşecek erkekleri beklerlerdi. Kazanacakları bu parayı da ol ibadethaneye bağışlarlardı. İbadethane önünde, günlerce kendilerini beğenecek erkek bekleyen kadınlar olduğunu öğrenmekteyiz. Halkımız arasında dolaşan bir hurafeye göre de; Ulu Tanrımız Babil’e iki melek göndermişmiş. Bunlar Dünya Nimetlerinden tattıklarında meleklikle ilgili görevlerini de unutmuşlarmış. Bendeniz de geçliğimde bunu şiirleştirmiştim:   KAMBUR FELEK!
  Bir tatsaydın Dünya Nimetlerinden;
Babil’e inen melekler gibi.
Viskiden, Rakıdan, Meyden içseydin;
Sorardım kederden, kaderden yana,
Çakırkeyif bir elime geçseydin.
Tatsaydın bir parça aşktan, nefretten;
 Bir parça da insani merhametten.
Bencileyin yalınayak gezseydin,
Yağdırmazdın kar, felaket, sel gökten.
 Bencileyin bir güzeli sevseydin, Bir tatsaydın Dünya nimetlerinden.
 Şarkı söyleyip, şiir okusaydın,
 Mest olup ta çalsaydın uttan, tamburdan;
 Utanırdın sen bile sırtındaki kamburdan.
 Nuh’a inanmayanlar, diğer peygamberlere inanmayanlar; Tanrı’ya da inanmamış sayılmaktadır.”Nuh’un tanrısına nasıl inanılacaktır! Bunun da ne kuralı ve ne de tanımı yoktur! Peygamberler, Tanrı adını kullanarak ve Tanrı’yı konuşturarak kendilerine itaat edilmesini isterler. Nuh Tufanı öyküsünde de bu taktik vardır. Bu öğreti sistemiyle Din ve Tanrı ile aldatanların bireyleri ve toplumları masallarla kandırmalarını da sağlamaktadır!
 Bu şekilde tek tanrıdan bile habersiz bir toplumun yaratmış olduğu bir öykünün, tek Tanrıya inanan dinlerce de kabul edilmesini nasıl yorumlarsınız!
Dikkat edersek; ilk başlarda, tüm sosyal düzen kurallarının yöresel olduğunu görürüz. Bu kuralar bir toplumun içersinde kaldığında KÜLTÜR oluşmaktadır. Sosyal düzen kuralları bir toplumun dışına çıkarak, su baskınları gibi, öteki toplumları da etkisi altına aldığında UYGARLIK oluşmaktadır. Günümüzde en çok diğer toplumları da etkileyen MODA ve MÜZİKTİR. Tevrat’ta olan Kur’anda da vardır. Yöresel gelenek, görenek, örf ve efsaneler. Neden Amerika’daki, kutuplardaki ve Avustralya’dakiler yoklar! “Oruç bir gün boyu tutulur!”Greönland adasında bir gün üç ay sürmektedir. Kutuplarda ise, altı ay gece ve altı ay gündüz vardır! Elimizdeki kutsal metinlere bakarak burada yaşayan insanları dini vecibelerini yerine getirmedikleri için sorgulayabilir miyiz? Kurallar, bilinen şeylere göre konulmuştur.”Tanrılar, yeryüzündeki tüm nefes alanların öldürüleceğine hüküm vermişlerdir!”Bu Tufan öyküsü yazıldığı zamanda bilinen yeryüzü parçasına bakmak gerekmektedir. İlkel insanların dünyaları çevrelerinden ibaret değil midir? Bizim Yobazlarımızın dünyaları da Yahudi ve Arap masallarından ve Mekke’den ve dahi Türbandan ibaret değil midir?
Tanrı inancı, bir otokontrol sistemi yaratmaya yönelik değil midir? Çok tanrılı dinlere mensup yöre insanının bu amaca yönelik yaratmış olduğu efsanelerden diğer yöresel dinler de neden yararlanmış olmasınlar? Tevrat’ta tehlikeli iki kavim: Gog ve Magog. Kur’anı Kerim’de de Yecüc-Mecüc. Arap din bilginleri! Bunları Türkler ve Çinliler olarak yorumlamaktadırlar. Çok tanrılı dinlerin efsanelerine Tek Tanrılı dinlerin kucak açmalarının başkaca dayanakları da vardır. Burada bu konu yazıyı uzatır.
İnsanlar aynı inanç kuyusunda bocalamaktadırlar. Napolyon’un çok güzel bir saptaması vardır:

“Zaferin babası çoktur. Yenilgi kimsesiz bir yetimdir!”

Ölümün nedenini, ayrılıkları, ömürlerin senelerle sınırlı olmasını hep dünyanın sırtına yüklerler:”Yalancı dünya!”
Dünya kime ve ne biçimde yalan söylemiş!”Benim bir senemde dört mevsim var!”Dediği halde üç mevsimle mi geciktirmiş bir senesini!
“Her can ölümü tadacaktır!”Demişte; bazılarını ölümden uzak mı tutmuş. Üzerinde can bulan tüm yaratıkları aç mı koymuş! Yalancı olan biz insanlar değil miyiz? Doğmasını biliyoruz da ölmenin nedenini neden dünyamıza yüklüyoruz? Dünya yaşantısı ile insanoğlunun yaşamdan beklentisi biri birine uymamaktadır. Aslolan, belirli sınırlarla sınırlı olan yaşamak denilen bu mucizeyi adam gibi kullanabilmektir. Bu dünyada iyi bir örnek vererek yaşayana armağan olarak cennet vaat edildiğine göre, Aslolan burada yaşamak olmuyor mu? Asıl armağandan büyük değil midir?”Kuşumu bulana 100 altın!”Burada kıymetli olan kuş olmuyor mu?

Şapka giymemek için Mısır’a kaçan Büyük bir şairimiz:

 “Bir zevki yok gecesinde, gündüzünde,
   Neyleyeyim ben bu yeryüzünde?”Diye dert yandığında, yanıtını da almıştı:
  “Bir zevk alamadıysan yaşamdan/Bu senin kendi noksanın!”

“Hem okudum, hemi de yazdım,

          Yalan dünya senden bezdim!”Bu isyanlarımızın nedeni hayalî bir yaşam masalı olan öteki dünya öyküleri olsa gerektir diyorum.
Karıncalar, Arılar, Yarasalar, Sığırcıklar, Balıkların çoğu, Şempanzeler, Goriller ve Orangutanlar toplu halde yaşarlar. Yeryüzündeki hayvanların çoğu sosyal yaratıklardır. Bunlar neden böyle yaşarlar diyerek bir sözleşmeden söz etmeyiz. İnsanların toplu yaşamalarını da bir sözleşmeye bağlamışızdır:”Contrat Sociale.”Toplumsal Sözleşme!”Bu sözleşme nerede yapılmıştır? Yazıyı bilmeyen, biri birini yiyen, sığınmış oldukları kovuklardan da dışarı çıkamayan insanoğulları, kimlerin çağrısıyla, kimin uçağı ve kimin gemisiyle bir araya getirilmiştir. Bu sözleşme hangi dilde düzenlenmiş, oturumları, komisyonları ve alt komisyonları kimler yönetmiştir! Kızılcahamam’da ya da Abant’ta mı ya da Bonanza çiftliğinde, CİA desteğinde mi bu sözleşme onaylanmıştır!
Homo homini lupus!”—İnsan, insanın kurdudur!—Diyen filozof bunu nasıl kıvırmıştır! Bunların hepsi de palavradır, Filozofların fantezileridir, yutturmamalardır. Umudun ve çarelerin bittiği yerde başlayan mucizenin sancılarıdır tüm bunlar. Mucize gelmeyince de, insanoğlu kendi mucizesini kendisi yaratmıştır. Haa! Şöyle olmuştur diyebilir miyiz?
Patladığı kesin olan beşinci yıldızdan kaçmak için uzay araçlarına binen kimselere bir AKİL adam:
“Arkadaşlar beni dinler misiniz? Büyük sözü dinlemediniz ve biri birinizi yok etmek için nükleer savaşa bile başlayarak güzelim yıldızımızın patlamasına neden oldunuz. Gideceğimiz dünya’da; kavgasız, gürültüsüz ve savaşsız bir mutlu yaşam için bir sözleşme yapalım mı? Uğultu halinde:

Yapalım mm! Siz ne derseniz öyle olsunnn!”

“Bu sözleşmeye uyacağınıza Ananızın; Bacınızın namusu ve şerefleri üzerine yemin içer misiniz?”
“Hemi vallahi, hemi de billahi, anamız avurdumuza fursun ki içtik gittiii!”
“Tamam! Bu Toplumsal Sözleşmemiz CD’YE kaydedilmiştir. Bu sözleşmeye de uymazsanız gideceğimiz dünyayı da patlatırsınız. O dünyadan öteki yıldızlara gitme olanağımız da olmayacağından, bu bizim neslimizin sonu demek olur!”
İnsanlar arasındaki kavga gemiye biner binmez başladığından, gemiyi yöneten ol Akil Adam, renklerine ve dahi inançlarına göre insanları başka, başka yörelere indirmiştir. İnsanlar, karşı toplulukları kolayca öldürerek mallarını ve dahi kadınlarını almak için kendi aralarında, kavgası ve gürültüsü eksik olmayan, bir gruplaşma yaratmışlardır. Bunları da kutsal saydıkları metinlere yazdırmışlardır. Kavganın nedeni inanç meselesine bağlanmıştır. Günümüzde bu yağma işi daha ince ve daha insani bir şekle sokulmuştur:
“Demokrasiyi ve insan haklarını geri getirmek, insanların biri birlerini boğazlamalarına engel olmak için, Afganistan’a ve Irak’a ve Türkiye’ye yardım elimizi uzatacağız!”yani:
Yer altı ve yerüstü servetlerine el koyacağız, karşı gelenleri acımadan öldüreceğiz, kadınlarının ve kızlarının ırzlarına ibretiâlem için, çaktırmadan zevkle ve sürekli olarak geçeceğiz. Dünya devletlerini, demokrasi ve insan hakları için, site devletlerine böleceğiz ve Dâhili yardımcılarımızın iktidara gelmelerini ve halklarını bir kilo bulgura evet dedirtecek hale sokmalarını da sağlayacağız.”İşte sizlere her satılmışın vicdanında saklamış olduğu “İctimayiMukavele!” Önce Tevrat’a bir göz atalım da İsrailoğullarının Toplumsal Sözleşmelerini bir görelim:         (Tevrat, Tekvin 27.16–11.)”ve babası İzaak ona dedi: Şimdi yaklaş ve beni öp oğlum. Ve yaklaşıp onu öptü ve esvabının kokusunu kokladı ve onu mübarek kılıp dedi:
    “Bak oğlumun kokusu
Rabbin mübarek kıldığı kırın kokusu gibidir,
Ve tanrı sana göklerin çiyinden,
Ve yerin semizliğinden,
Buğdayın ve şarabın çokluğunu versin;
Kavimler sana baş eğsinler,
Kardeşlerine efendi ol.
Ve ananın oğulları sana baş eğsinle;
Sana Lânet edenler lânetli olsunlar,
       Ve seni mübarek kılanlar mübarek olsunlar.”Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, s.63.
“İsrail oğulları midyani’lere karşı amansızdılar.”ve Rabbin Musa’ya emrettiği gibi Midyana karşı cenk ettiler ve her erkeği öldürdüler… İsrail oğulları Midyan kadınlarını ve onların çocuklarını esir aldılar ve bütün hayvanlarını, bütün sürülerini ve bütün mallarını çapul ettiler ve içinde oturdukları bütün şehirleri ve bütün obaları yaktılar.
Savaş sonunda savaşçılar aldıkları ganimetleri ve esirleri getirince Musa’nın tepkisi çok korkunç olur: Musa onlara dedi: Bütün kadınları sağ mı bıraktınız? Ve böylece rabbin cemaati arasında veba oldu. Ve şimdi çocuklar arasındaki her erkeği öldürün ve erkekle yatmış olarak erkek bilen her kadını öldürün. Ve erkekle yatmış olmayarak bilmeyen kadın ve çocukları, kendiniz için sağ bırakınız.”Tevrat, Sayılar,31,7–19.”
“Nitekim Davud’un Hitit subayı! Uria’nın karısına göz koyup adamı hileyle öldürttüğünü ve karısı Bar-Şeba’yı yanında alıkoyduğunu da Tevrat yazar.”
“Davud Uria’yı yanına davet etti, yedirdi ve içirerek sarhoş etti. Uria evine inmedi. Sabahleyin vaki oldu ki; Davud Yoab’a mektup yazdı ve Uria’nın eliyle gönderdi. Ve mektupta: Uria’yı şiddetli cenkte ön diziye koyun ve onun yanından çekilin ki, vurulsun da ölsün yazdı.” Yoab dediği gibi yaptı ve Uria da öldü. Böylece Piç Salomon da dünyaya gelmiş oldu. Tevrat, II Samuel 11,1–27.Öte tarafta: Zina eden kadınların taşlanarak—Recmedilerek—öldürüleceği de Tevrat’ın buyruğudur. Hz. Muhammed, zina eden bir hamile Yahudi kadınını doğumundan sonra, Tevrat’ın hükmüne göre, taşlatarak öldürtmüştü! Ve Yahudilerin Toplumsal Sözleşmesi olan Tevrat’ta,”bütün kavimlerin insanlarının ve mallarının Yahudilere tahsis edildiğinden” söz edildiği gibi;”Binbaşıların ve Yüzbaşıların ganimet altın ve gümüşleri Hahamlara taktim ettiklerinden” de söz edilmektedir.

Arapların—Müslümanların—Toplumsal Sözleşmeleri!

Önceleri Diğer dinlere uyanlara da kucak açılmıştır: A’raf Suresi(7/39 sure),179 ‘uncu ayet:”Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları ÜMMİ! Peygamberlere uyarlar…”
Enfâl Suresi(8/93);1‘inci ayet:”Sana harp ganimetlerini sorarlar. De ki:”Onlar Allah ile Resul içindir. O halde Allah’tan korkun ve aranızda barış ve esenliği kurun. Ve eğer müminler iseniz Allah’a ve O’NUN Resulü’ne itaat edin.”
Şura Suresi(42’inci sure) 7‘inci ayet:”Ve işte böyle sana—Muhammed’e—Arabî bir Kur’an vahyetmekteyiz ki Umm’ul Kura’yı(Mekke Şehrini) ve çevresindekileri sakındırasın ve o toplama gününüm dehşetini haber veresin—Onda şüphe yok; bir fırka cennet’te, bir fırka sair’de(çılgın ateş içinde).Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’anı Kerim ve İzahlı Meali, s.482.                                             Hüneyin gazvesinde işler sarpa sardığında, ayet değiştirilmiştir. Hz. Muhammed’in sütannesi Halime de esir kadınlar arasındadır.    Ahmet Cevdet Paşa’nın “Kısas’ı Enbiya”’sına bir göz atarsak, Müminler arasındaki ihtilafın GANİMET PAYLAŞIMI nedeniyle meydana geldiğini de anlamış oluruz. Zira:
        44.000 Koyun ve keçi,
        24.000 deve,

                 300 Okka Altın,

        600 Okka Gümüş ve 6000.Kadın Esire Ganimet olarak ele geçirilmişti. GANİMETLERİN paylaştırılmasında büyük bir isyan patlak vermişti. Ebu Süfyan’a (3000) deve ve (120) Okka Gümüş verilmişti. Ebu Süfyan, Ümeyyeoğullarındandı, Mekke’nin önceki yöneticilerindendi. Aynı zamanda, Ebu Cehil’in damadı ve Hz. Muhammed’in de Kayınpederiydi ve Muaviye’nin de babasıydı! İlk defa Muhacirin ve Ensar arasında çok sert tartışmalar çıkmıştı. Bu sureye eklenmiş olan (41’inci) ayetle sorun çözülmüş gibiydi:           41:”Doğru ile yanlışın ayrılış günü, iki topluluğun karşılaştığı gün, kulumuza indirmiş olduğumuza inanıyorsanız şunu bilin:
Ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah’a, resule, resulün yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışa aittir. Allah her şeye kadirdir.”Peki soyup soğana çevrilenler; O,emeksiz ele geçirilen bu malları ve canları da, bol keseden dağıtan O YARATAN’A ait değiller midir? Allah’ın Ganimet’ten pay istemesi, O’NUN DA çalışanların alın terine muhtaç olduğunu mu gösterir! En Büyük Din Bilginiz buyurdular ki:”Kureyza Yahudi Aşiretinin katliama uğraması Allah’ın emriyledir!”İnanmam ve Arap Toplumsal Sözleşmesinin bir gereğidir derim.
Bakınız, önce toplumsal uzlaşı sağlanıyor; liderin fikirleri etrafında uzlaşma oluşunca da diğer toplumlara saldırılıyor. Yeniden yapılanma, Glasnost gibisine biraz bakmamız gerekmez mi? Rusya’da ulusal toparlanma ve Petrol’ün cennetinde yaşadıkları halde bu coğrafyaya ve bu çağa ve üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyaya lâyık olmayan Çeçen dincilerini boyunduruk altına alma.
İnsanoğlunun kendi aptallıkları yüzünden, içine düşmüş olduğu fenalıklardan ve felâketlerden, kendi gayretleri, kendi gözyaşları ve kendi kanlarıyla kurtulmuş oldukları hemen unutulmaktadır. Her türlü masallar, vaatler ve öteki dünya öyküleri yaşam gerçeğinin önüne geçirilmektedir. Bir liderin yaratmış olduğu birlik ve beraberlik dağıtılabilmektedir. Bu olgular, insanların insanlıklarını bilememelerinin eseridir. İnsan olma olgusu doğuştan kazanılmamaktadır. İnsan ne verilirse onunla ölümüne gitmeye göre programlanmıştır. Yüce Tanrımız en Büyük devlet adamını ve en gerçekçi lideri Türk ulusuna verdiği halde; dedeleri ve nineleri o liderin peşinden ölümüne gittiği halde, torunları üçkâğıtçılar arasında lider aramaktadırlar! Ama diğer canlılarda bu olgu yoktur. Her şeyi kullanma sevdasında olan insanın kendisi de en çok kullanılanlardandır. Bir karınca türünün çok ilginç bir eylemi vardır: Başka tür bir karınca kolonisini basan karıncalar, karınca larvalarını sırtladıkları gibi kendi kolonilerine taşımaktadırlar. Burada hayata gözlerini açan bu çalıntı karıncalar o koloninin köleleri olarak programlanıp, ölene kadar kölelik yapmaktadırlar. Azgelişmişlere uygulanan Demokrasi ve Din masalları; ilkokulu bile bitirememiş, sakal bırakarak Şıhlaha soyunmuşun altına nice yüksek tahsilli Fadimeleri yatırdığı gibi, kirli çoraplarını da sevap kazanmak isteyen mensuplarının direksiyon camlarına astırtmaktadır. Bendeniz iki Toplumsal Sözleşmenin varlığına yürekten inanmaktayım:
*Ortak yaşamanın gereği olarak, dünya üzerindeki tüm canlılar arasındaki Toplumsal Antlaşma. Bu, dünya üzerinde kendiliğinden oluşmuş bir doğal olgudur. Her canlı kendisini ilgilendiren ve yaşamasını sürdüreceği alanları bulmuş ve buradaki yaşantısını gelecek kuşaklarına da devredebilmiştir. Kuduz mikrobu canlıların beynini, Verem mikrobu canlıların akciğerlerini, canlıların sindirimine yardım eden bakteriler de canlıların bağırsaklarındaki yerini almıştır. İnsanları Tanrı ile kandıracak olan açıkgözler de Politikada ve dindeki yerlerini almışlardır.
*İnsan denilen ne idiği belirsiz yaratığın, kendi dışındakileri ezmek, sömürmek ve yok etmek için, bilinçli olarak, yapmış olduğu TOPLUMSAL ANTLAŞMA. Antlaşma için:
1*Taraflar gerektir.
2*Gün, Ay ve Sene ile belirtilen bir zaman parçası gerektir.
3*Taraflar gerektir.
Medine Sözleşmesine bir göz atalım:    Hz.Muhammed, Medine’ye geldiğinde, Yahudi toplumu ile 65 maddelik bir antlaşma imzalamıştı. Ne zaman ki, Hz.muhammed Medine’de güçlendi, anlaşmaya taraf olan Yahudi aşiretlerinin felâketi olmadı mıydı? Fransızların konuya dönmeyi belirten güzel bir deyimleri var:”Revonons a nos moutons!”Biz de koyunlarımızı saymaya devam edelim. Nerede kalmıştık! Toplumsal Sözleşme!     
Dünya üzerinde görmüş olduğumuz hayvanlar ve bitkiler ve dahi böcekler, neden bir toplumsal sözleşme yapmamış olsunlar! Bizim gözlemlediğimiz bu yaşamsal olgu, kesintisiz ve birkaç küçük aykırılığın dışında, her sene aynen işlerliğini kanıtlamaktadır.
Zakkum ağacının yapraklarını yiyen Hz. Muhammed’in develerinin ölmesi; ısırgan otunun dikenlerinin yakması, acı badem ve acı biberin yiyenlerin ağızlarını yakması, harabelerde yetişen Cırtlağın—Ebu Cehil Karpuzunun—kendisine zarar verecek canlılara bir sıvı ile tohumlarını fışkırtması,120 adet acı bademi yiyen insanın ölmesi, akrebin, Karadulun ve Yılanın sokması, eşeğin tepmesi, bir savunma sisteminin işlemesi değil midir? Ama çiçeklerden usare emen böceklerin o çiçeklerin üremelerine yardımcı olmaları, timsahların dişlerini temizleyen kuşları yememeleri, canlıların sindirim sistemlerine yerleşerek hazmı kolaylaştıran bakterilerin bu hizmetleri beslenmeleri karşılığında değil midir? Bu örnekleri çoğaltabildiğimiz kadar da çoğaltabiliriz. Leş sineklerini çekebilmek için leş gibi kokan yılancık çiçeğini neden tenkit edelim! Bu bir doğal yasa halini alarak saat gibi işleyen bir sistem değil midir?
Mağaralarda yaşayan ilkeller, maymunlar gibi yiyip, içmiyorlar mıydı? Ne helâları vardı ne de kanalizasyonları. Biz subaylar, acemi erlerimize helâdan yararlanmayı öğretmek için çok uğraşmışızdır. Güneydoğuda, tüy dikme olaylarını çok gözlemlemişimdir! Meyveleri ve böcekleri olduğu gibi yerlerdi; ama ormanları da yakmazlardı.     
1856 senesinde; Almanya’da Duesseldorf yakınlarındaki Neandertal kasabasında yol yapımı sırasında, bir garip iskelet bulunmuştu. Sonradan, aynı adla anılan bu iskeletin bir tür insan soyuna ait olduğu anlaşılmıştı. Elleri upuzun, dizlerinin altına kadar uzayan bu garip yaratıklar, Toplumsal Sözleşmeye uyamadıkları için bizim soy atalarımız tarafından yenilmiş olmasınlar!     
Önce ve Avrupa’da “Euro Poid”ırkının varlığını görüyoruz. Fransa’da Kro Manyon adlı bir mağarada bulunduğu için bu adla anılmıştır. Sonra, Afrika’da Güney Sahra’da ve Avrupa’da, bugünkü Negroid ırka çok yaklaşan insanımsı iskeletleri de bulunmuştur.  
İnsana çok benzeyen “Australopitek” maymun iskeletleri bulunmuştu.
Java adasında Pitekantrop; Çin’de Sinantrop, Cezayir’de de Atlantrop iskeletleri sıradaki yerlerini aldılar.
En sonunda da, nereden geldiği ve nasıl geldiği bilinemeyen bugünkü baş belası İNSAN, HOMO SAPİEN ortaya çıktı. Bu Homo Sapiyenler, yaradılışları gereği öteki akrabalarını yemiş olmasınlar!   Meyvelerin gelişme programlarının hayvanların davranışlarıyla uyum içersinde olduklarını gözlemlemekteyiz. İnsanımsıların alet kullanma becerilerini de gözlemlediğimizde, her yöre için aynı sonuca ulaşmaktayız. En yumuşağından ve en kolayından en zoruna ve en sertine. Günümüzde de Şempanzeler alet kullanmasını biliyorlar. Taş ve sopaları savunma aracı gibi kullandıkları gibi, meyveleri dallarından düşürmek ve sert kabukluları kırmak için de kullanabiliyorlar. İnce çubukları karınca yuvalarına sokarak, çubuklara yapışan karıncaları afiyetle yiyebiliyorlar.
1951 senesinden beri Japon Makak Maymunları tüm meyveleri yıkayarak yiyorlar ve bu gelenek yeni nesil Makaklara da geçmektedir.
İlkel insanların da bu şekilde araç kullanmaya başlamış olduklarını delilleriyle bilmekteyiz. Çamurdan, kilden, ağaçlardan ve sert taşlardan başlayarak, yumuşak madenlerin kullanılmasına geçtiler. Bakırı silah ve kullanım eşyası olarak kullandılar. Bakırın asitik ortamda zehirlediğini görerek kalayla birlikte kullanmasını öğrendiler. Kurşunu buldular, bunları karıştırarak Tunç’u yarattılar. Sonra da, demiri, Çeliği ve Kromu kullanım alanına soktular.    Isınma aracı olarak ta otları, çalıları, ağaçları ve odunu kullandılar. Yakıt sorunu uygarlıkların da sonu oldu. Yakacak bittiğinde göçler de başlamış oldu. Sonra kömür, taşkömürü ve Fosil yakıtlar insanlığın ufkunu açmış oldu. Katı madenlerin kullanımı da enerji kullanımına paralel olarak gelişti. Sanki süper kozmik bir zekâ, insanoğullarının gelişmişliğine göre kullanacakları madenleri yerin altına bilerek saklamıştı. Yoksa insan zekâsı aklın emrine girerek, var olanları bulup kullanım becerisini mi geliştirmiştir! Göktaşlarından ve uydulardan alınan örnekler ve dahi tayf analizleri, evrendeki maddelerin hep aynı olduğunu göstermektedir. Bu maddeler, yıldızların ve dahi galaksilerin oluşumlarının baş etkenleridirler.
SIFIRIN, TEKERLEĞİN, CAMIN VE KÂĞIDIN BULUNUŞU, İNSAN HAFIZASININ DA GELİŞMESİNİ SAĞLAMIŞTIR.
Büyük patlamadan sonraki genişleme ve oluşumlar eşitsayıdakideğişmez maddelerin uyumu değil midir?
CANLILAR ARASINDAKİ UYUM, ONLARIN BİREYSEL VE TOPLUMSAL İRADELERİNİN ESERİDİR. Var olabilme ve varlığını sürdürebilmek için bu uyum gereklidir ve şarttır. Yaradılıştan beri var olanlardan yararlanmak ayrı şeydir; yaşamanın koşullarına uyum sağlayabilmek te apayrı bir şeydir.
İnsanoğlu, Dünya’ya gelişini sağlayan madenlerden ve enerjiden yararlanarak, yıldızlara geri dönüşünü de sağlayabilecektir. Çünkü ve dahi çünkü yaratılmış olduğu laboratuar ortamında böyle programlanmıştır. Canlıları köle olarak kullanmaya programlı insanoğlu, doğal güçleri de köle gibi kullanabilecektir. Ama bir raddeye kadar: Sonu GÜMMM! Ve yeni bir yıldıza kapağı atmakla sonuçlanacaktır.
Dünya üzerinde yaşamaya başlamış olan insanımsıların ve insanların gelişmişlik durumu; ok-yay, avcılık ve toplayıcılık durumuydu. Avrupalı, Altın deliliğine tutulmuş beyazlar, Amerika kıtasına geldiklerinde, görkemli uygarlıklara sahibolan İnkaların ve Aztek’lerin yanında çok ilkel topluluklar da vardı. Oralarda yaşayan insanlar hep ileriye doğru evreler halinde giden bir yaşam çizgisine sahiptiler. Büyük sanat eserleri yaratmış olan bu Dünyalılar, Avrupalılar gibi öldürücü silahlara sahip olmaya yönelmemişlerdi.  Ok-Yay ve Mızrakla karşıladıkları beyazlara onların ateşli silahlarıyla da karşı koymasını bildiler.1876 yılında; Amerika Birleşik Devletleri Ordusundan,7’inci Süvari Tugay Komutanı General Kuster-Katır-Kızılderili APAÇİ Reisi GERENİMO tarafından son erine kadar imha edilmişti. Amerikalılar, vatanını savunan bu büyük askeri 1909 senesine kadar hapiste tutmuşlardı.
Avustralya ve yeni Zelanda’yı ve dahi Tasmanya’yı keşfeden İngiliz denizci Kaptan James Cook(1728–1779),bir yerli tarafından mızrakla öldürülmüştü. Aborjinler ateşli silahları ve insan öldürmeyi de bilmiyorlardı. Kayalar ve ağaç kabukları üzerine görkemli sanat eserleri yapmasını biliyorlardı. Bir Aborjinli ile evlenen Amerikalı kadın yazarın”İki Yürek” adlı eserini okumanızı salık veririm.
Dünya üzerinde; günümüze kadar gelmiş olan Dünya yerlileri bize en güzel Dünya gerçeklerini yansıtmışlardır. Bunların yaşamları Dünya şartlarına göre şekillenerek donmuştur. Amazon yerlileri ve Aborjinler binlerce yıldır nasıllarsa şimdi de öyledirler. Bu sene pasifik adalarının birisinde ve ormanlar içersinde,150 kelimelik bir dil kullanan ilkel bir Dünyalı topluluğu keşfedilmişti. Neden ve dahi niçin; Dünya’nın belirli bölgelerindeki insanlar gelişmişlik gösterirlerken, diğer bölgelerindeki insanların yaşantıları donup ta kalsın! Gerçek Dünyalıların zekâ ve gelişmişlik düzeyleri bir seviyede ve doğal halde yaşamaktadırlar. Karıncalar, Arılar veMaymunlar gibi koloniler halinde yaşamaktadırlar. Dünyaya da bir zararları yoktur. Çünkü Dünyamızın gerçek sahipleridirler. Dünyamıza sığıntı olarak gelenler, Modern insanoğulları! Hemcins saydıklarını da öldürmektedirler. İşte Hiroşima, işte Nagazaki, işte Irak ve Afganistan ve işte savaş alanları.
İnsanoğullarının Dünyamızın doğasına ve diğer canlılarına ve dahi hemcinslerine yapmış olduğu akıllara ve vicdanlara sığmayan kötülüklere bakıyorum da Nuh Tufanını ona göre yorumlama ihtiyacını şiddetle duyuyorum.
Nuh Tufanı ile ilgili iki resme bakıyorum da ağlayasım geliyor: Dinler Tarihi Ansiklopedisi, C.1.S.197 ve Aksaray Tarihi, C.1.S.1265.İsmail Hakkı Konyalı. Dünya üzerinde kurtarılacak canlılar, iki Kaz, üç leylek ve dört Güvercin mi?
27 Nisan 1997 tarihli Gazete Pazar’ın 10’uncu sahifesinde resimli bir haber yayımlanmıştı. Rahmetli Kasım Güdek ile Avustralyalı bir Profesör; daha doğrusu ,”Ağrı dağında Nuh’un Gemisi var!” Diye iki kişi tarafından dolandırıldığı gerekçesiyle, Avustralya’da dava açan Profesör Marvin Steaphins. Bu Nuh’un Gemisi işini alevlendiren Astronot İrvin James olmuştur:
“Tanrı’ya ve kutsal Kitaba ne kadar inanıyorsam, bu geminin varlığına da o kadar inanıyorum!”Buyurmuştu. Hele şükür, bizim Astronot Niyazi’den böyle bir yemin çıkmamıştı!
1980’li yıllarda; çok satsan bir Büyük gazetemizde, deniz kenarında sere, serpe uzanmış olarak yatan Helganın fotoğrafının altında bir cümle yayımlanmıştı:
  “Nuh’un Gemisini niçin dağ başında arıyorlar, anlayamıyorum! Benim bildiğim gemi denizde olur. Ben, onu burada arıyorum!”
  Sevgili Helga; Ağrı Dağında aranılan Nuh’un gemisi Değildir:
Türkiye Cumhuriyetinin dağıtılma yollarıdır.

                                        Dördüncü Bölüm.
         En sonunda, olanlar da oldu ve yine de uyanamadık çağdışı uykularımızdan: Ağrı Dağının tepesinde bir Ermeni bayrağı! Gazetelerimiz mal bulmuş Arap gibi ol resmi yayımladılar. Ağrı Dağına izin alarak çıkan bir grup Ermeni vatandaşı Genç, mutlu bir şekilde, Ermeni bayrağını açmışlar. Onlar da mı Nuh’un Gemisini arıyorlardı! Bunca bedava, düşüncesiz ve aralıksız yapılan propagandaların sonucu budur! Dünya üzerinde, yalınız savunma yapılarak kazanılmış bir savaş var mıdır?
         1987 senesinde; Profesör Dr. Sayın Tolga Yarman, Harp Akademisinde,”Ağrı dağında Nuh’un Gemisi Yoktur” ile noktalanan bir konferans vermişti. Bendeniz de,04 Kasım 1986 Salı günü, UYANIŞ’TA,”Nuh’un Gemisi Mümkün mü?’Nün bir bölümünü yayımlamaya başlamıştım. Gazete Pazar da bir Tufan Efsanesi yayımlamıştı:
                            “Tufan Efsanesi”
         “İNSANLIĞIN bir tufanla yok edilerek cezalandırılması, eski efsanelerde sık rastlanan bir tema.Sümer mitolojisinde  ve Amerikan Kızılderililerinin efsanelerinde de bu öykü karşımıza çıkıyor.MÖ..250 yıllarında Babilli bir rahip şunları yazıyor:
         “..TanrıCronus, Sisithros’a tufanı önceden haber verdi.Sisithros,derhal Kuzey Mezopotamya’ya yelken açtı.Gemi(nice zaman sonra) karaya oturdu.O zamanlar bulunduğu yer,doğu Anadolu idi.”
         Fakat bugün Nuh’un gemisini bulmaya çalışan “yaradılışçılar” kaynağı, Tevrat’ın Yaradılış bölümünde sözü edilen olay: “İnsanlık yoldan çıkmıştır. Tanrı(Yehova) Nuh’a bir tufan yollayacağını bildirir, Nuh gemisini yapar, herkesi davet eder ama bir avuç insan ve canlı dışında kimse ona inanmaz, ama Nuh haklı çıkar. Kuran’daki Nuh Suresi’nde de Nuh’un Peygamber oluşu, halkını Allah’ın tekliği inancına davet edişi, halkın Ved, Suva, Yegus ve Nesr adındaki putlardan vazgeçmesini anlatır. Nuh Peygamber gemisini yaparken Halkı onunla alay eder, ama sonunda o gemiye binmeyen tüm canlıları yok olur.”
         “Gemiyi arama çabaları da yüzyıllar önce başladı. MS.380’de Salamis Piskoposu Epiphanus, doğu Anadolu’yu ziyaret etmiş ve kendisine gemiye ait olduğu ileri sürülen bazı doğrama örnekleri gösterilmişti. Ermeni tarihçi Hayfan da Ararat’ın—Dikkat! Ermeniler için bir nirengi ve de başlama noktası!—karla kaplı doruğunda siyah bir nokta halinde Nuh’un gemisinin görülebileceğini söyler. Yanı sıra tarih de düşer.1254.Ancak Ağrı’ya ilk ciddi seferler ancak 1829’da düzenlenmiştir.”
         Nuh’un gemisiyle gelen üç oğlu: HAM, SAM, YASEF’TEN tüm dünyadaki insanlar ürerler! Biz Türkler de: "YASE'F" den inmişiz. Ama ne yazık ki; kan gruplarımız ve DNA profillerimiz çok farklı! Ya dünya üzerindek(6800) dil tamamen farklı! Bu dillerden (2200) dilin yazılı şekilleri de vardır.(4600)dil ise sadece konuşulmaktadır. Okyanus adalarında, (150) kelimelik bir dille konuşan ilkel bir insan topluluğu daha bulunmuştur.
         İnsanlar arasındaki olgular da, atalarının hatalarına bağlanmıştır. Nuh’un üç oğlundan inmiştir tüm uluslar. Hz.Nuh, takım ve dahi taklavatı meydanda uyurken, Ham Ve Yafes gülmüşler. Nuh uyandığında bu duruma sinirlenerek:”
         “Sizin de soyunuza gülsünler!”Diyerek beddua etmiş! Bunun üzerine derakap, Sam Zencilerin atası olmuş. Yafes te, YECÜC-MECÜC denilen ucubelerin atası olmuş! Arap din bilginleri Tevrat’taki Gok ve Magog’a bakarak bize bu sıfatı lâyık bulmuşlardır! Bir kenarda sessizce ve dahi gülmeden bekleyen Sam da, Semitik kavimlerin, Yahudilerin ve Arapların atası olmuş!
         Daha sonra da; Nuh’un pişman olarak, kötü duasını geri alması üzerine, Yafes güzelliklerin sahibi Türklerin, Rusların, Slavların ve dahi Çinlilerin atası olmuş. Zenciler de öylece günümüze gelmiş ve USA’YA Başkan bile seçilmiş! Beyaz geçinenlerin karaları da içlerinde ve dahi yüreklerinde kalmış!
         Yafes’ten dört nesil sonra da Oğuz Han doğmuş. Osman Beyi de Yafes’ten 20 göbek sonraya indiren Osmanlı Bilginleri, bunu biraz abes bularak,16’ıncı yüzyılda, 52 göbeğe indirmişlerdir! Bu yola İngiltere de başvurmuştu. Boşanmış bir kahraman olan, İngiltere Kralının Yaveri Albay Peter Towsent ile evlendirilmeyen Prenses Margareth, Topal bir sosyete fotoğrafçısı olan, zengin bir avukatın oğlu, Antony Armstrong-Jones ile evlendirilince İngiliz tarihçilerine iş düşmüştü. Topal fotoğrafçının ailesinin MS.1230 tarihinde, İngiliz soylu sınıfı ile bağlantısı bulunarak kendisine “Lord Snowdon” asalet unvanı verilmişti!
         Oğuz’un (24)boyunun inandığı bir egemenlik kuralı vardır: Türk boylarına egemen olabilmek için Oğuz Han ya da Cengiz Han ile göbek bağı olması gerekir. Aksi halde egemene başkaldırı bir Tanrısal haktır. Osmanlı, Anadolu’da egemenlik kurmada sıkıştığında bu kurala dört elle sarılarak,16’ıncı asırda, İkinci Murat tarafından, Yazıcıoğlu Ali’ye”Osmanlı, Gökhan sulbünden gelen KAYI boyundandır”deyu yazdırtmıştır. Bu numarayı Aksak Timur da yapmıştır. Cengiz Hanın torunu olan bir Hanımla evlenerek kökünü Cengiz Han’a dayatmıştır! Gerçekte ise durum başka türlüdür: Temur—Temir--Timur Han, BARLAS Türk boyundandır! Osmanlı, Türklük kimliğinden uzaklaştığı halde Temur—Timur—Temir Han, Türklüğüyle övünmüştür:
                    “Biz ki, Melik’i Turan, Emir’i Türkistan’ız,
                     Biz ki, Türkoğlu Türküz;
                     Biz ki,milletlerin en kadimi ve ulusu Türk’ün başbuğuyuz..”
         Türk şeceresinde Yafes, Olcay Han, İbiliç Han ve Abulca Han olarak adlandırılmıştır! Asıl Kayı Boyu, Mavera’ün nehrinin ötesinde yaşayan ve Hindistan’da ”DEVLET’İT TÜRKİYYE”—Türkiye Devleti—adlı bir devlet kuran Oğuz boyudur. Ayrıca, Oğuzların her sene Mısır’a sattığı (2000) Genç Oğuz’un, bir darbe ile iktidara gelerek kurmuş oldukları devletin adı da”DEVLET’İT TÜRKİYYE” idi. Osmanlı, bu devleti küçük göstermek için KÖLEMENLER ve MEMLUKLAR adı ile anmışlardı. Yavuz Sultan Selimin yıkmış olduğu devlet bu Türkiye Devletidir.  Biz yine de dönelim yorumumuza:
         Doğal halde yaşayanlar, Vahşi, Yamyam ve İlkel olarak nitelendirdiklerimiz, en şiddetle hareket ettiği zamanlarında bile, dünyamızı felâkete sürükleyecek bir vahşete neden olmamışlardır. Biribirlerini öldürmüşler, mallarını yağma etmişler; ama doğaya asla zarar vermemişlerdir. Binlerce yıldan beri Amerika’da yaşayan Kızılderililer ve Afrika’da yaşayan Karaderililer ve dahi Avustralya’da yaşayan Aborjinler hangi canlı türünün kökünü kazımışlardır.19’uncu asrın son çeyreğinde Duwarmish Kızılderili Reisi Seattle, beyazların sonlarını ne güzel anlatmıştır:
         “Son ırmak kuruduğunda, son balık ve son kuş öldüğünde; Beyaz İnsan paranın yenmeyeceğini anlayacaktır!”
         1620’lerde Nisan Çiçeği adlı gemi ile Amerika kıtasına ayak basan Avrupalı Beyazlar; dünyaya ayak basan dedeleri gibi birçok canlı türünün canına okumuştur.19’uncu yüzyılda (1.000.000) Bizon öldürmüşler, geriye sadece ve dahi sadece(70) Bizon bırakmışlardır.5 gramlık kelebek kuşlarının, renkli tüyleri için köklerini kazımışlardır. Daha 18’inci yüzyılda; Ruslar Bering Boğazında yaşayan 7 metre boyundaki Fokları tamamen bitirmişler; Alaska’da yaşayan çok orijinal bir insan topluluğunu da ateşli silahları ile yok etmişlerdir. Güney Amerika’ya gelen İspanyollar da aynı kırımları Tanrı aşkına işlemişlerdir. Avustralya’da daha 1920’li yıllarda, çizgili Avustralya Kaplanının kökü kurutulmuştur. Dünyamızda her sene uygar uluslar! Birkaç yüz bin Fok yavrusunun sopalarla öldürülmesine izin vermektedirler. Norveç’teki her sene tekrar ettirilen Balina katliamına ne demeli!Duwarmish Kızılderili Reisi SEATTLE’NİN 1854 senesinde, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Pierce yazmış olduğu mektuptan bazı parçaları birlikte okuyalım. Gönül isterdi ki bu mektubun aslı tüm okullarımızda ders olarak okutulsun. Bu ünlü mektup, bu ünlü Reisini adını taşıyan şehrin müzesinde saklanmaktadır. Bu şehir, birkaç sene önce de bir ilke imza atmıştı. Dünyayı soymak için bu şehirde toplanmış olan gelişmiş ülkeleri protesto etmek için ayaklanmışlardı ve USA tarihinde ilk kez bu şehirde sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Mektubu okuyalım da ağlayalım derim:
         “Eğer topraklarımızı size satarsak, hiçbir zaman unutmayın ve çocuklarınıza da öğretin ki, nehirler bizim olduğu kadar sizin de kardeşinizdir. Bu nedenle, her hangi bir kardeşinize göstereceğiniz saygıyı nehirlere de gösteriniz.”
         “Suyun mırıltısı babalarımızın babalarının sesidir. Nehirler ise bizim erkek kardeşlerimizdir.”
         “Çayırlarda çürüyen binlerce Bufalo gördüm! Beyaz adam geçerken dumanlı demir attan-Tiren- vurup bıraktığı ve ne amaçla öldürdüğünü hâlâ anlayamadığım binlerce Bufalo! Ben Vahşiyim ve dumanlı demir atın—Tiren-- Bufalo’dan nasıl önemli olabileceğini anlayamıyorum. Ve biz Vahşi olduğumuzdan Bufalo’yu yalınız aç kalmamak için öldürürüz. Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar yok olsaydı, insan ruhu o büyük yalnızlığa dayanamaz ölürdü.”
         “Ayakları altındaki toprakların, Büyük babalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza  öğretmelisiniz. Toprağın akrabalarımızın yaşamlarıyla dolu olduğunu çocuklarınıza söyleyiniz. Böylece toprağa saygı duyarlar. Bizim çocuklarımıza öğrettiğimizi, siz de kendi çocuklarınıza öğretin. Dünya anamızdır. Dünya’ya ne kötülük olursa oğullarımıza da aynı kötülük olur.”
         “Kabileleri insanlar yapar. İnsanlar gidince, kabileler de olmaz. Kızılderili de yok olur. Tıpkı denizin dalgaları gibi; insanlar gelir ve insanlar gider .”
         “Beyazlar da bir gün, diğerleri gibi geçip gidecektir. Tıpkı denizin dalgaları gibi”
         “yatağına pislik yığmaya devam eden bir gece kendi pisliğinde boğulacaktır.”
         “Vahşi atların neden tutsak edildiğini, Bufaloların neden katledildiğini biz anlayamıyoruz! Böyle bir son bize bir şey anlatmıyor. Çalılıklar nereye gitmiş? Kartal nereye kaybolmuş? Hızlı koşan bir ata ve avlanmaya neden veda edilmiş? Bütün bunlar ne demek? YAŞAMIN SONU.”
         “Hayvanlar, ağaçlar,insanlar,hep aynı nefesi,aynı havayı paylaşır.” “Bizim ölülerimiz, bu güzel dünyaya asla veda etmezler. Çünkü o,Kızılderililerin anasıdır. Güzel kokulu çiçekler bizim kız kardeşimizdir. Geyik, at, büyük kartal bunlar da bizim erkek kardeşimizdir. Kayalıklar, tepeler, ıslak çayırlardaki damlalar, atın vücudundan buharlaşan ısı ve insan, hepsi aynı ailedendir. Öyleyse Waşhington’daki Büyük Şef, topraklarımızı almak isterken bizden çok şey istemiş oluyor!”
         Şimdi elimizi cüzdanımıza koyarak Zavallı Amerikalı Dostlarımızı! Değerlendirmeliyiz:
         *Amerikan yasalarına göre; Ayı, kartal, Akbaba, Puma, Aslan, Kaplan ve Timsah öldürmek yasaktır.
         *Bufalo öldürmek hepten yasaktır.
         *Kızılderili öldürmek te yasaktır. Vatandaş statüsüne alınmış oy sahibi insanlardır! Balık vurmak bile sayı ile ve paralıdır. Bir yandan ülke insanlarını müreffeh yaşatmak için yeni sömürüler,  Sömürüler için de yeni silahlar gerekmektedir. Öte yandan, dünyamızı ve Amerikaları ele geçiren dedelerinden miras olarak aldıkları öldürme tutkusunun tatmin edilmesi gerektir! Bu nedenle; Afganistan’da, Irak’ta ve kadınlarına Tanrı adına işkence yapan ülkelerde bu işleri yapmak gerekmektedir. Kadın, Erkek, Çoluk Çocuk ve dahi Çocuk dinlemeden öldürmek, ırzlarına geçmek ve dahi yeni silahlarını bunlar üzerinde denemekten başka çareleri de yoktur! Biraz insaflı olalım! Onlara hiçbir şey olmaz! Sayın Başbakanımızın duaları, Afganistan’a ve dahi Irak’a çıktıklarından beri, onların üzerindedir!
         Birinci Dünya Savaşı sırasında; Fransız askerlerinin Birecik’te KELAYNAK kuşlarımızı hedef olarak kullandıklarımızı unutmadım. Ne yapsın Zavallılar! Türk öldürmek yasaklandıktan kerri!
         Günümüzde de, bir yılda (1.000.000) yılda oluşan petrol tüketilmektedir. Kızılderili Kabile Başkanı:
         “Doğayı yok etmekle insanoğlu yok olacaktır!” Demişti. İlkel dediğimiz bu insanlar, dünyayı işgal edenlerin sonlarını görecek kadar yürekli ve soylu dünyamızın gerçek sahipleri ve yerlileridirler. Göreceksiniz Amerikalılar dedelerinin yapmış olduğu şeyi aynen yapacaklar ve dünyamızı da patlatacaklardır. Dünyamızın patlatıldığına yanmam! Bizim dini, sakalı ve cepleri bütünlerimizin kadınlarımızın onurlarıyla oynayamayacaklarına ve Türban denilen bezle İslam dinini de bir şekle bağlayamayacaklarına ve Türk toplumunu, dışarıdakilere vermiş oldukları sözler doğrultusunda oynatamayacaklarına yanarım!
         Çarlık Rusya Başkomutanı Prens Mareşal Baryetinski; 04 Eylül 1859 günü Rahmetli kahraman Şeyh Şamil’i esir alarak Dağıstan’a egemen olmuştu. Vahşi, ilkel ve gerçek Tanrıya inanmayan dediğimiz Dünyamızın gerçek sahipleri, birbirlerini yenmek için ormanlarını yakmamışlardı. Rusların üç gözlü diye övündükleri General Yevdekimov, kükürde buladığı Dağıstan ormanlarını cayır, cayır yakarak vatanlarını savunan kahramanları açıkta bırakmıştı. Çünkü Dağıstan ve Dağıstan ormanları General Yevdekimov’un ve Rus Çarı’nın Öz Vatanları değildi.
         Gılgamış Destanında, Popal Vuhlarda ve üç semavi dinin kutsal kitaplarında sözü edilen Nuh Tufanı, Dünyamızda yaşanmış bir büyük yıkım değildir. Bu büyük felâket, Güneşimizin Beşinci uydusunun başına gelmiş olmalıdır. Bu uyduyu eylemleri sonucu yok eden insanoğlu, oradan Dünyamıza kaçabilmiştir. Ruhsal ve zihinsel yapısı gereği bozgunculuk, yıkıcılık ve yakıcılık ve dahi kötülük yapmalara yönelik doyumsuzluk özelliklerini de çocuklarına taşımışlardır. Bilinen tarihten günümüze kadar—Türban savaşları hariç—(14000) büyük savaşın yapıldığı; bu savaşlarda altın olarak harcanan parayla, Ekvatora sekiz metrelik bir kuşak yapılabileceği de hesaplanmıştır. Günümüz insanoğulları Dünyamıza misafir olarak gelmiş olan dedelerinden almış oldukları bu yetenekleri bol, bol sergileme olanaklarını yaratmıştır. Öldürücü silahlar, bombalar hasımlarına karşı kullanılmak için yaratılmıştır. Cenevre Konvansiyonunda bomba ağırlıklarının sınırlandırılması, bu kararları çiğnemek için konulmuştur. Atom bombası denenmiş ve çok başarılı sonuçlar alınmıştır! Hidrojen ve halı bombası, insan, hayvan ve bitki soylarını yok etmek içindir. Hadi hayırlısı!
         Nuh Tufanının böyle olması gerekir. Dünya üzerinde oluştuğu iddia edilen Nuh Tufanı öyküsünün tutar tarafı yoktur.
         Baş tanrı Zeus’un (23) karısı vardır.(8)’i tanrıça,(15)’i de insandır. Gölde yıkanmakta olan başkasının karısı olan leta’yı, kuğu şekline girerek, şapar. Hz. Davut gebe bıraktığı Hititli General Uria’nın karısını gebe bıraktığı için, İsrail başkomutanına mektup yazarak adı geçen generali öldürtür. Hz. Muhammet,(6)yaşındaki kızla nişanlanır, kız (9) yaşına bastığında da onunla gerdeğe girer. Hz.Süleyman’ın (700) karısı ve de (300) cariyesi olduğunu, Hz. Muhammed’in erkeklik gücünün (30) cennet erkeklik gücüne eşit olduğunu, bir cennet erkeğinin de erkeklik gücünün (30) Dünya erkek gücüne eşit olduğunu anlatarak övünürüz.
         Tevrat’ın anlatımına göre; Hz. İbrahim, karısı Sara’yı, kız kardeşim diyerek Mısır kralı Firavun’a satar. Foyası meydana çıktığında da, Mısır’daki olumsuzlukların faturası kendisine çıkarılarak Mısır’dan kovulur. Aynı numarayı hayfa taraflarında oranın Kralına da yapar ve yine kovulur. Tanrımız adına dört kadınla evlenmek izni çıkmasına karşın Hz.muhammed (24) kadınla evlenir.
         Senirkent Belediye Başkanı;1995 senesinde, Senirkent’te meydana gelen sel felâketinin nedenini hemencecik bularak dünyayı da bilgilendirmişti:
         “İlçede fuhuş vardı; Tanrı bu felâketi verdi!”Diye demeçler vermişti!
         1994 senesinin Temmuz ve Ağustos aylarında, çok önemli göksel olaylar gözlenmişti. Amerikalı Karı-Koca iki gökbilimci, Jüpiter gezegenine yedi adet gökcisminin çarpacağını, aylar öncesinden, saat ve dakikasına kadar hesaplayarak bildirmişti. Günü ve saatleri geldiğinde; yedi adet gökcisminin Jüpiter’e çarpışlarını televizyonlardan izlemiştik. Jüpiterde hiçbir yaşamsal belirti de yoktu! Kim, kimin ya da kimlerin ırzlarına geçmişti! Kimler namazlarını kılmamıştı! Kimler Kiliseye ya da havraya gitmemişti detantımız onlara kızarak bu büyük felâketi yaratmıştı! Kimler Allah adını kullanarak din kardeşlerini soymuştu! Kim, kimin karısını dağa kaldırmıştı! Kimler karılarının ve kızlarının başı açık gezmelerine izin vermişlerdi! Kimler Tanrımıza küfür etti? Jüpiter’de ağzını açacak canlılar da yoktu ki!
         Patlayan Beşinci Gezegenden Dünyamıza gelenler; Amerika’ya ayak basanların yerlileri ve Bufaloları yok ettikleri gibi, Dünyalıları da yok ettiler. Çok ilkel seviyede gördükleri bir kısım dünyalıları da, Kızılderili ve Yahudi Gettolarına benzeyen, Gettolara hapsettiler. Ya da Patlayan gezegende gelişmemiş olanları da Dünyamıza getirerek ayrı bölgelere yerleştirdiler!
         Dünyamızdaki canlılara bir göz atmalıyız. Bütün canlılar birer seri oluşturmuşlardır. Örneğini yine de bendeniz vereyim:
         *Kediyi ve Kedi Serisini bir sayalım: Çeşitli cinsten Kediler, Vaşaklar, Pumalar, Kaplanlar, Aslanlar.
         *Hortumlu Fareler, Tapirler, Filler ve Mamutlar.
         *Kurlar, Finolar, Terrierler, Çoban Köpekleri, Dalmaçyalılar, Buldoklar ve diğer cins Köpekler.
         Maymunlar, çeşitli türdeki Minik Maymunlar, Makaklar, Şebekler, Şempanzeler, Goriller ve Orangutanlar. Pekiyi, insan hangi türün son halkası? Bir Kocaayak masalına mı inanalım? İnsan vücudunun belirli kısımlarının dışında kıl bulunmaması bir dünyasal özellik değildir.
         İnsan yavrusunun gelişme çizgisi de, öteki canlı yavrularının, özellikle de maymun yavrularının gelişme çizgisinden de çok farklıdır. İnsan yavrusu, çok uzun süre bakıma ve korunmaya muhtaçtır.
         İnsanlardan zekâyı ve aklı kaldırsanız, maymunlardan da aşağı, yeteneksiz ve korumasız bir salak yaratık çıkar ortaya. Bu yaratığında soyunu sürdürmesi biraz olanaksız olmaz mı? İnsanoğlunun bu durumu, onun yapay olarak, laboratuarlarda, deney tüplerinde geliştirilip, yaratıldığını göstermez mi? Dünya yaşamının doğasına hiç te dayanaklı olmayan, nemne şekil bir yaratık, olsa, olsa, deney tüplerinde yaratılmıştır derim. Yaşamak için hep korunaklı yerler aramaktadır. Yaratıcısı tarafından “BİR YARATICIYA İNANMAK” VE bu yaratıcı uğruna ölmek ve dahi göz kırpmadan öldürmekle programlanmıştır. Öğretilmeden kendi kendisini programlama yeteneği yoktur. Dünya yaşamındaki canlılar yaşamsal tarzlarını aynen sürdürmektedirler. İnsanoğlunun Maymun soyunun yaşam tarzı ile hiçbir uyumu yoktur. Kalıplar içersinde doğmakta, yaşamakta ve programlandığı şekilde de ölmektedir.
         Tannalılar, USA’LI tanrı Teğmen John Thrum’u geri dönecek diye bekleye dursunlar. Meksika yerlileri de, ülkelerini istilaya gelen Cortez’i geri dönen tanrı Virakoş’e sanmadılar mıydı?
         Şimdi de dilerseniz şöyle bir düşünce yönetelim:
         Çok büyük bir gezegenin ayrı bölgelerine, değişik kültürlerde ve aynı uygarlık düzeyinde, başka, başka toplumlar inseler. Bu topluluklar; yapay dölleme, kopyalama ve dahi canlıların DNA’ları ile oynayarak, değişik türlerde canlılar yaratma yeteneğinde olsalardı neler olmazdı? Sonra da; yaratanlar o gezegenden ayrılsalardı o bölgelerde yaşam, düşünce ve eylemler farklı olmaz mıydı?
         Her hangi insan yapımı bir makine, düşünme yeteneğine kavuşturulsaydı, yaratıcısına ne diye ve nasıl seslenirdi? İngiltere’de ilk defa kopyalanan DOLLLY, konuşabilseydi o doktoru nasıl kabul ederdi?Ne sıfatla eğilirdi önünde!
         Pekiyi; bu yetenekli toplumlar farklı zaman dilimlerinde gitselerdi neler olurdu! En sonunda da Araplar gitselerdi, ötekilerin kurmuş oldukları tüm sistemleri yıkmazlar mıydı? Şarap içenleri cezalandırarak kadınları ikinci sınıf, zavallı bir köle durumuna indirgemezler miydi?Onların peşinden gidenler de aynı çizgide yürümezler miydi?
         Beşinci Gezegende işler karışmaya başladığında, bu gezegenden belirli zaman aralıklarında, Dünyamızın çeşitli bölgelerine farklı kültürler gelselerdi neler olurdu? Her gelen topluluk farklı kültüre sahip olamaz diyemezsiniz. Zira çekişerek, kavgalar ederek Gezegenlerini patlatmadılar mıydı? İsa’ya gelenler Şarabı serbest bırakırlar. İçebildiğin kadar iç yavrum iç! Hz. Muhammed’e gelenler önce şarabı içmeyi serbest bırakırlar, Hz. Ali’nin develerinin bacakları kesilince de şarap içmek yasaklanır. Ama cennette içmek serbesttir! Yasağın pekte hükmü olmamıştır:”İç bade güzel sev varsa aklı şuurun/Cennet var imiş, yok imiş senin ne umurun!”Diyen de Müslüman değil miydi?
         Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in Tanrıları aynı Tanrı değil mi?”Bir şarap iç!” Desin. Bir de”Şarap içme!” Desin? Burada da aklım karışıyor. En-Nahl—Hurma—suresinin67’inci ayetini okuyorum:”Hurma ve üzüm suyundan şarap yapın—Sirk’i Hasen—için! Hemen iki şişe şarap alıyorum. Maide suresinin 90-91’inci ayetlerini hatırlatıyorlar: Bu ayetlerde Şarap içmeyi yasaklayan da Tanrımız. Bir uzay gemisinde insanlarla iletişim kuran insanüstüler olamaz mı?”Peru’daki Nazca düzlüğündeki kilometrelerce uzayan taş dizileri ve Tevrat’ta Hezekiel, Kur’anda da Zülküfl adı ile anılan Peygamber’e gelen ve onu Babilden Kudüs’e uçuran dört pilotlu gökcismi, neyin nesidir!                                                                                                   “Tanrımız şarap içmeyi denedi!” savunması olamaz. O savunma Tanrı inancına aykırıdır. Ulu Tanrımız Hz. Muhammed’e gelene kadar, içki içen insanların davranışlarını gözlemlemedi mi! Üç günlüğüne Müslüman Araplarda denesin de yanılmış olduğunu anlasın!
         Kur’anı Kerim ayetleri içersinde biri birini nakzeden (200) kadar ayet yok mu? İnsanoğlu; dinde olsun, hukukta olsun, ahlakta, gelenekte ve dahi modada olsun, koymuş olduğu tüm yasakları dolaylı yollardan aşmak, onlara hiç uymamak ya da uyar görünerek onları hemcinslerine karşı koz olarak kullanmak yollarındadır.
         Bizim Sinop’tan çok namlı adamlar çıkmıştır! Hz.İsa’yı çarmıha geren Roma’nın Kudüs Valisi Pontus Pladi Sinopludur. Tarihte ilk kalp parayı, babası ile birlikte bastığı için Atina’ya sürülen Diyojen de Sinopludur. Ulusal Kurtuluş Savaşı Kahramanları aleyhine yazmış olduğu kitabını, belirli süre yayımlanmamak koşuluyla, İngiliz İntellijan Servisine teslim eden Dr. Rıza Nur da Sinopludur. Unutmadan söyleyeyim, Türkiye Cumhuriyetinin(2000.000.000.000) Lirasını deve yapan Necmettin Erbakan da 29 Ekimde Sinop’ta doğmuş olan bir Adanalıdır.
         Bu Diyojen denilen Filozofun güzel tanımları vardır. Bir ağaca asılarak idam edilen bir kadına bakan Diyojen:
         “Hiçbir ağaç bu kadar güzel meyve vermemiştir!” Demiştir. Hele, hele Büyük İskender’e söylemiş olduğu:
         “Gölge etme başka bir şey istemem!” Sözü mertliğin en güzel anlatımıdır. Yukarıda, insanların kuralları bozmak için koyduklarını söylemiştim. Bu konuda en ünlü tanım da Rahmetli Diyojen’e aittir:
         “Yasalar, güçlü ve kuvvetli arıların delip geçtiği; zayıf ve güçsüz sineklerin takıldığı bir örümcek ağıdır!”Olay, ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
İnsanlar; öldürürken de, çalarken ve dahi soyarken de daima bir üstünün gölgesine sığınmaktadır. Türkiye Büyük Milletvekilleri Meclisinde bekletilen 650 suç dosyası ve dahi Deniz Feneri Dosyaları bunun en güzel göstergesidir. Ya 30.000 kardeşimizin kanına giren İmralı egemeni kimlerin gölgesindedir!
         Müslümanlıkta hırsızlık el kestiren bir suçtur. Savaşlarda ve cihatlarda, yağma ve soygun tanrısal bir buyruktur. Bu yağmadan, Tanrı’ya, Peygambere, Gaza savaşçılarına ve dahi Arap atlarına da pay vardır. At, Arap atıysa binicisine bir pay, ata da iki pay vardır!
İnsanoğlu; özden çok uzak şekillerle ve kılıflarla akıl dışı şiddetini sürdürüp gitmektedir!
         Fransız Jandarma subayları, Kriminoloji derslerini Sorbon Üniversitesinde görmektedirler. Bu kurslara katılan bir jandarma subayımız bana mektup yazarak:”Komutanım,”Suç toplum içidir!”Konulu bir ödev verdiler. Bana yardım eder misiniz?”Diyerek bu konuda yardım istemişti. Güzel bir yazı hazırlayarak postalamıştım. Bu ödevden yalınız o Türk subayı tam not almıştı. Fransız Jandarma Subay Okulu Komutanı, bizim o subayımızı çağırarak:
“Siz de Müslümansınız. Sizin diğer Müslüman ülkelerin subaylarından farklı olmanızın nedeni nedir?”O yiğit Jandarma Subayımız bir tek cümle ile kendisine sorulmuş olan soruyu yanıtlamıştır:
         “SAYIN KOLONEL, ONLARIN ATATÜRKLERİ YOK!”
Suç devletler tarafından yaratılmış sosyal bir olgudur. Sözde ulusal çıkarlar uğruna devletler biri birleriyle düşmancılık oynamaktadırlar. Bir Fransız vatandaşı asker ne kadar çok Alman askeri öldürürse o denli büyük bir ulusal kahramandır; madalyalar ve çeşitli armağanlar ve takdirnamelerle ödüllendirilir. Birinci dünya Savaşında; en çok Alman öldüren Çavuş York, Amerikanının ulusal kahramanı kabul edilerek filmlere bile konu olmuştu. İkici Dünya Savaşında da Roy Rogers bir Alman mangası askeri öldürerek,  atı ile beraber, Holwood’un göz bebeği olmuştu! Bir düşman gemisini batıran, bir düşman fabrikasına sabotaj düzenleyen de ulusal kahraman olmaktadır. Günümüzde “Harici Bedhahların” emirlerine uyarak, bebeleri ve dedeleri bile mayınlarla parçalayanlar da ULUSLAR ARASI HÜRRİYETKAHRAMANI olmaktadırlar. Düşman kabul edilen ülkeye can ve mal bakımından büyük zararlar verenler de ulusal kahraman olmaktadırlar. Avustralyalılarla Türklerin hiçbir alıp, veremediği olmadığı halde, Avustralya askerleri, kapalı mevzilerinde kalan Türk askerlerini öldürmek için, Türk askeri başına beşer Sterlin ödediğini kendi tarihleri yazmaktadır.Terhis olan askerler,düşman kabul ettikleri vatandaşlarına da düşmana yapmış oldukları eylemleri uygulamakta,onları öldürmekte,paralarına el koymakta ve kadınlarının ırzlarına da geçmektedir.Mallarını,canlarını ve ırzlarını korumak için oluşturulan devlet,suçları yaratmaktadır..”Uzatmayalım bu düşüncemizi örneklerle vurgulamıştım.Suç,devletin ve devlet adamlarının yaratmış olduğu bir acubedir.Sen,Deniz Fenerine göz yumarsan ötekileri de aynı suça yöneltmiş olursun.
Tevrat; Tekvin bap,6/4:”Tanrı oğulları insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman; o günlerde hem de ondan sonra, yeryüzünde NEFİLİM vardı. Bunlar eski zamanlardaki zorbalar, şöhretli adamlardı.”
         NEFİLİM; İbranice “düşenler”, yani “gökten inenler”anlamına gelmektedir. G.S. S.G.E. S:156.Tanrı’nın oğulları olduğuna göre; karısı, anası ve babası da olması gerekmez mi?
         Tanrı’nın ve oğullarının yaşamakta olduğu yeryüzüne gökten inen zorbalar ne demek? Tanrı’nın ve oğullarının güçleri bu zorbalara yetmiyor muymuş? Bunlar; Tanrı dediğimizle aynı boyutun öteki kültür düzeyinde olan yaratıklar mıydı? Demek ki, Beşinci Gezegende yaşayanlar, birbirleriyle geçinemeyip, orasını cehenneme çevirerek başka yerlerde cennet arayan yaratıklardı. Gelmiş oldukları dünyamıza da, sonuçlarını hesaplayamadıkları yapay zekâ ürünlerini salıverdiler.
MÖ..(3000) yılında, çömlekçi çıkrığı Mısır’da çok kutsaldı. Bu kutsallık, çıkrığın gitmiş olduğu her ülkeye çıkrıkla beraber gitmiştir. Lüksor tapınağının duvarlarında mı; yoksa öteki Mısır tapınaklarının duvarlarında mı tam hatırlıymıyorum: ilginç bir taş oyması vardır. Mısır’ın yaratıcı Çakal başlı tanrısı Çömlek Çıkrığının başına oturmuş, çıkrığın tepesine koymuş olduğu, killi çamurdan habire insancıklar yaratmaktadır. Çıkrığının yanı başında da, yaratmış olduğu boy, boy Kadın ve Erkek heykelcikleri!
         Baştanrı Zeus; Demirciler tanrısı topal ve dahi boynuzlu! Oğlu Hephaistos’a buyuruyor:
         “Namlı, Şanlı Hephaistos’u çağırdı hemen”
         “Bir parça toprak al, suya karıştır” dedi.
         “İçine insan sesi koy, insan gücü koy,”
         “Bir varlık yap ki yüzü ölümsüz tanrıçalara benzesin.”
         “Bedeni de güzelim genç Kızlara.”İnsanoğlu vardı da, topraktan yapılacak olan yaratık insana benzetilsin! Hoppala! Enuma Eliş Destanında ve dahi Kur’anı Kerim’de: Bir damla kandan yaratılmadı mıydı insan!”
         İyonya’da, Efes’te yaşamış Kör bir Filozof olan Ksenefon’un anlatımı da çok ilginçtir:
         “Eğer develerin ve Fillerin de elleri olsaydı, tanrılarını kendi suretlerinde çizerlerdi!”Baş tanrı Zeus 23 karım var diye hiç te övünmesin: Yahudi Peygamberi Salamon’un (700) karısı ve (300) cariyesi olduğunu Tevrat yazmaktadır. Bizim Peygamberimizin yirmi dört Eşinin adları ben de bile yazılıdır.
         Doğa halk eder; öyküleri, hikmetleri anlatılan tanrılar, var olandan var olmayanları yaratırlar! Bir bölgede suç işleyen bazı insanları cezalandırmak için dünyadaki canlıları sellere kaptırarak öldürmenin tanrısal mantığı olamaz. Bütün nefes alan canlılar neden Nuh’un gemisine doldurulsun? Tanrısal bir işaretle iyiler kurtulup, kötüler öldürülemez miydi? Küfür sahipleri CİHAT çağrıları üzerine niye insanlarca öldürülsün! Bir yer sarsıntısı, bir yanardağ, bir yağmur tufanı yeterli olamaz mıydı? Bu durumda; bebekler, hayvanlar, tosbağalar ve çiçekler ve dahi ağaçlar neden ölsünler!
         Birisi Şarap içer, cırp! Göksel felâket! Ötekisi namaz kıldı ve oruç tuttu, ama halkını soyup soğana çevirdi, cırp! Cennet, Şarap ırmakları, Huriler ve dahi Gılmanlar!
Yaratan yaratıcı güç; yapım hatalarını yeni hatalarla mı ortadan kaldırıyor! İki yapım hatalı otomobili kırıp, avsak mı? Yoksa yapım hatalarını onarsak mı?
         Şimdi de Kur’anı kerime şöyle bir göz atsak. Kaf suresi(50’nci sure)15,16 ve 17’nci ayetler:
         “15-“İlk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindeler.”
         “16.”Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona Şahdamarından daha yakınız.”
         “17-“İki (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadır.”
         Bakara(İnek) suresi-2’nci sure-115’inci ayet:”Doğu da, Batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu; Allah, her yeri kaplar ve her şeyi bilir.”
         Nisa suresi(4’üncü sure) 128’inci ayet:”Allah, bütün yaptıklarınızdan haberlidir.”134’üncü ayet: Allah, çok iyi işitir, çok iyi görür.”
         Nisa suresi 126’ıncı ayet:”göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah’ındır. Allah her şeyi kuşatır.”Oto kontrol!
         95’inci sure,5’inci ayet:”Gerçekten biz insanları noksansız bir şekilde mükemmelen yarattık”.
         Semavi dinlerde; yaratan ve yaratılanlar vardır. Yaratan her şeyi bilir, önsüz ve sonsuzdur. Bektaşi’nin yorumu kestirmedendir. Bektaşi’nin birisi, Bir Büyük Kavuklu İmama Tanrı’nın tanımını sorar. İmam Efendi başlar sıralamaya:
         “Ne yerdedir, ne göktedir, ne yer ne de içer, ne doğmuştur, ne de…”Derken, Bektaşi gürler:
         “Hoca Efendi; sen Tanrı yoktur diyeceksin amma, dilin bir türlü varmıyor!” Der.
         Yaratmıştır. Yüce kitapta böyle yazıyor. Döküm ve yapım hatası da yok. O da çok güzel. Her şeyimizi dinliyor ve biliyor. Her insan için iki de yazıcı melek görevlendirmiş! Politikacılarımızın halkımıza anlatmış olduğu masalları yazan meleklere çok acımışımdır. Gılgamış Destanında da bu iki yazıcı melekten söz ediliyor! Hani tele kulak! Tanrımızın bilgisi ve metotları, onu anlatan çağın bilgisine göre sınırlıdır!
         “Şahdamarından daha yakın”.Yüce yaradanımız, insanları yaratıp, üremelerini programlarken, kısa dalga frekanstan yayın yapan bir cipsi ağzımıza ya da gırtlağımıza yerleştirmiş olmasın! Süper bir bilgisayar, her dediğimizi cırp’Kaydetmesin? Sayın Ağar’ın ülkemize getirmiş olduğu küçücük bir dinleme çantası vasıtasıyla (20.000) telefon, anında dinlenebilmektedir. Tanrımıza şükürler olsun ki, hem BİYO enerjimiz var, hem de elektrik enerjisine sahibiz. İki Zonguldaklı kardeşin parmaklarını çıtlatarak elektrik ocaklarını yaktıklarını televizyonlarımız göstermedi mi?
         Ha! İşte bu BİYO enerji işi çok önemli. Artık BİYO enerji ile her aletimizi kullanabiliyor, tüm müzik aletlerimizi de çalıştırabiliyoruz. Telefon, Telsiz, Teleks ve dahi Bilgisayar iletişim işi için yaratılmıştır. Elektrikle çalışmayan bir aletimiz var mıdır? Milletvekilliği; iyi bir maaşın getirmiş olduğu iyi bir yaşam, her türlü rezaletlerine karşı dokunulmazlık, kıyak emeklilik, bütün bunlar için de parmak kaldırmak için yaratılmamışlar mıdır?
         Sonunda ölecek olan tüm canlılar ve dahi insanlar niçin yaratılmışlardır? Bilgisayar iletişim için, Asansör yorulmadan çıkmak ve inmek için, ya tüm canlılar niçin?
         “Kurban kesme olayı”,”tüm canlılar için ölüm olayı”,”kitlesel öldürmeler ve dahi savaşlar.”Yaradılışımızın nedenleri olmaz mı? Enerjisi biten pil ölmüyor mu? Enerjisi biten tüm canlılar dahi ölmüyorlar mı? Pekiyi, tüm bu yitik enerjiler nereye gidiyor, nerede toplanıyor dersiniz? Yaratmış olduklarının BİYO enerjisi ile yaşayan bir güç olamaz mı? Mevlana Cellalettini Rumi’nin damadı ve Nostradamus’un hocası kabul edilen Muhyittin’i Arabî’nin çok ünlü bir yaklaşımı vardır:
         “Kul, Tanrı’ya ne kadar muhtaçsa, Tanrı da kula o kadar muhtaçtır! Gece ile gündüz farkı nasıl Dünya yüzündense, Tanrı ile kul farkı da dünya yüzündendir. Kaldırırsanız aradan dünyayı, gece ve gündüz farkı gibi, Tanrı ve kul farkı da ortadan kalkar. Canlılar içinde tanrıyı idrak eden yalınız İNSANDIR. İnsanı kaldırırsanız aradan Tanrı kavramı da dünyadan kalkmış olur!”
         Kurban kesme geleneğine bir bakalım: Tüm dinlerde ve tüm inançlarda kurban etme geleneği vardır. İlk çağlarda insanları tanrılara kurban etmek geleneği vardı. Meksika’da her sene (20.000) esirin göğüsleri yarılarak yürekleri çıkarılıp, tanrılara kurban ediliyordu. Arabistan’da her sene milyonlarca koyun, keçi ve dananın Tanrı adına boğazlanarak Mina çöllerinde, kumlara gömüldüğü yaşanan bir olay değil mi? Kurban olayı genlerimize işlenmiştir. Bir korkuyu giderme ve bir ilahi hışmı durdurma gereği olarak ve ibadet kabul edilerek yapılmaktadır. Yahudilerde de Skopogoat olayı vardır. Her sene, her Yahudi işlemiş olduğu günahları yazmış oldukları kâğıdı bir oğlağın sırtına iliştirerek ol Masum oğlağı bir uçurumdan aşağı atarak günahlarından kurtulmuş olmaktadırlar! Bu oğlağa “Günah Keçisi” denilir.
         Yahudilikte ve dahi Hıristiyanlıkta da cennet vardır. Şimdi de oraya yalınız Müslümanlar giderler. Hz.Muhamed’in sahabelerinden birisi kendisine sorar:
         “İyi ve güzel amel sayesinde, Allah kulunu cennette yüz derece yükseltir!” Buyurdunuz. O nedir?”
         Hz. Muhammed:
         “Allah yolunda cihat! Allah yolunda cihat!” Der.
         Dünyaya yaşamaya mı geldik, biri birlerimizi öldürmeye mi geldik?
         Hz. İsa’nın Tanrısı aynı Tanrı değil mi! Bu karmaşıklık hep aklımı kurcalamaktadır.
         Uzun sözün kısası; İnsanoğulları başka bir dünyanın malıdır. Ya da başka bir Gezegenden gelen insanüstülerin Dünyamızın başına sarmış olduğu bir beladır! İş işten geçmeden, ya insanları yeniden programlamalıyız, ya da bu uygar insanları! Başka bir gezegene göndererek, Dünyayı diğer canlılar için yaşanabilir bir dünya haline getirmeliyiz. İnsanoğlu başka bir Gezegenden geldiği gibi de gitmelidir.
         Hz.isa’nın Tanrısı başka bir Tanrı mıdır?
         Hz. İsa bir buçuk—1,5—yıl peygamberlik yapabilmiştir. Bu süre içersinde de Tevrat’ın ancak bir bölümünü yorumlayabilmiştir. Bu dünya’da kardeşçe yaşamayı önermiştir. Ne öldürme, ne de CİHAT vardır öğretisinde.”Öldürmeyeceksin!” Demiş, Eski Yahudi Hahambaşısı yöneticilerle ortak olarak kendisini Çarmıhlayarak öldürmüşlerdir. Geliniz ve dahi görünüz ki kilise babaları AYDINLIĞA ve BİLİME savaş açmışlardır. Paganlıktan Hıristiyanlığa geçerek burada Ermiş—Saint—olan ve sonra da geriye eski inancına dönen Saint Augustinüs “öldürmeyeceksin!” emrine köklü bir çözüm getirmiştir:”YAKINIZ!”Büyük Bilgin Bürüno Giardano’nun bilimsel açıklamaları Vatikanı ayağa kaldırmıştı. Londra’ya kaçmak zorunda kalan bu Büyük Bilgin, bir öğrencisinin tuzağına düşerek gelmiş olduğu Roma’da yakalanmış, yedi sene zindanlarda tutularak 16 Şubat 1660’de Tanrı adına yakılmıştı. Rahmetli bu Büyük Bilgine yapılan bu iğrenç ve sapık cinayet tüm insanların yüzünü kızartmaya yeter. Bu bilginin asırlar geçse de unutulmayacak olan bir tanımı vardır.Anlatılan bu durum Atatürk’ten sonra ülkemizde de yaşanmaktadır:
         “Tanrı, kendi iradesini hâkim kılmak için iyi insanları kullanır. Kötü insanlar da kendi iradelerini üstün kılmak için  TANRI’YI kullanırlar.
         Dünya’ya sığınmak zorunda kalan bu insanoğulları Tanrı adını kullanarak işlemiş olduğu bu cinayetlerinde dur ve durak bilmemektedir. Almanya’da yüz sene içinde,(450.000) Kadının Cadılık suçlamasıyla yakılmış olduğunu öğrenerek utancımızdan şaşırıp ta kalakalmaktayız. Bütün bu aşağılık işler, Tanrı adına adaleti uyguladıklarını savunan bir sürü aşağılık din adamının işidir.
         İlk Halife HZ. EBU BEKİR(632/634), Hadramutlu kadınların Hz. Muhammed’in birinci ölüm yıldönümünde el çırptıklarını duyarak, Tanrı adına emrini vermiştir:”Elleri bileklerinden kesile!”
         Oysa Kadınların tepkisi için sebepler vardır:
“Cehennem ehli Kadınlardan ibarettir!”ve “Namaz kılarken, seccadenin önünden DOMUZ, EŞEK, KARA KÖPEK VE KADIN GEÇERSE O NAMAZ FASİT OLUR!”Zinada sopa cezası var iken ikinci Halife Hz. Ömer ”RECM EDİLECEKTİR” FERMANINI Tanrımız adına İslam Ceza Hukukuna koydurtmuştur. İlk Halife Hz.Ebubekir de, dinden dönenleri, çukurlarda yaktırmış olduğu ateşlere atarak, Allah adına, yaktırmıştı.
            Ortaasya’yı adım ve adım gezerek, Biz Türklerin Müslüman olmamızı sağlayan Rahmetli Hallac’ı Mansur’dur. Asıl adı, Hüseyin bin Mansur,Ebü’l Mugis’tir.M.Ö.858(H.244)’te İran’da Beyza şehrinde doğmuş;M.S.959’da(H.306) Bağdat’ta elleri ve ayakları ve dili kesilerek öldürülmüştür.Esterebatlı Fazlullah’ın etkisinde de kalmıştır,Batinidir.”Vahdet’i Birlik”-Vahdet’i Vücut-- felsefesine yürekten inanmıştır.Cüneyd’i Bağdadi:
            “Suyun rengi kabın rengidir/Tanrıyı görmek isteyen eşyaya baksın”,diyordu. Daha sonraları dünyaya gelen Muhyiddin’i Arabî de:
            “Tanrı, Evren toplamından başka bir şey değildir;”diyerek Vahdet’i Vücut’u anlatmışlardı. Bu inancından dolayı, Hapislere konuldu,100 kırbaç cezası ile cezalandırıldı, yine de inancından dönmediği için, Tanrımız adına, elleri, ayakları ve dili kesilerek öldürülerek yakıldı. Külleri de Dicle nehrine serpildi. Kendisine böyle bir ölümü lâyık gören Abbasi Veziri de aynı yerde öldürülmüştü,
            İslam tarihinde, iki nesimi vardır. İkisi de Vahdet’i Vücutçudur. Birisi Bağdat’ta M.S.1370’te doğmuş ve 1429’da–1417?-- Şam’da derisi yüzülerek öldürülmüş olan Seyit Nesimidir. Diğeri de XXII’ inci asırda yaşamış olan Kul Nesimii’dir. İkisi de biri birine karıştırılmaktadır Derisi yüzülerek öldürülmüş olan Seyit Nesimi’nin farsça, Arapça ve Türkçe şiirleri vardır. Bestelenmiş bir gazeli de vardır. Aklımda kaldığına göre şöyledir:
                        “Ben Melâmet hırkasını deldim giydim enime,
                        Arı, namus şişesini yere çaldım kime ne?
                        Ham sofular haram demişler bu aşkın şarabını,
                        Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne?
                        Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi,
                        Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni.
                        Nesimi’ye sormuşlarkim, sen yar ile hoş musun*
            Hoş olayım, olmayayım o yar benim kime ne?”
Onun derisinin yüzülmesine neden olan şiiri de:
            Söyler çengi, neyi,DEFİ ENEL-HAK. ŞİİRİDİR.
Derisi yüzülürken, kendisine bu işkenceyi yapanların affı için Tanrıya dua ettiği:
“Affet Allahım, cahilliklerinden yapıyorlar!” Dediği söylenmektedir. Kanı aktıkça, yüzünün solmasını korktuğuna vermesinler diye, yüzüne kanını sıvadığı da gözlemlenmiştir. Kölemen Sultanı Sultan Baypars ya da El Müeyyet Şeyh tarafından bu şekilde ölüme mahkûm edilmiştir. Devrini hicveden çok güzel Farsça bir gazeli de vardır:
            “Ne zaman ki, Kahpe Felek cahili ve haddini bilmezi sever oldu,
            Artık şüphesiz, müşterisi bulunmaz,
Fırsatçı Hırsız bütün gerekli şeyleri götürse yeridir.
Çünkü yola koyulan bir kişi bile uyanık değildir.
Halkın işi çığırından çıktı, gönül yakıcılar çoğaldı;
Yaralı bir gönülü tamir edecek bir mimar bile bulunmaz.
Var git, derde katlan ve eziyetlere karşı sabırlı ol;
Çünkü gönlün dileğinin azı da, çoğu da bulunmaz.
İkiyüzlülük ve hilekârlık işte aktı, yürüdü;
Fazileti müşterisiz bıraktı;
İlim sahiplerine parlak bir Pazar kalmadı.
Ey! Nesimi, sen sırrını ayak takımına açma,
Çünkü bugün dünya’da sırdaş bir insan bile bulunmaz.
Ey kendinden habersiz, gel hakkı tanı; zira o sendedir;
Vücudun şehrine girip seyret onu;
Sende olduğunu görürsün.”                 
         Hz. İsa çarmıhtayken: “ELİ! ELİ!”—HELOİS! HELOİS!—LAMA SABAKTANİ!-Allah’ım! Allah’ım! Beni neden terk ettin?- Diyerek kendisinden geçmiştir. Tevrat’ın Mezmurlar bölümünde bu haykırış ayet olarak ta geçmektedir. Bu İsa’dan önce yazılmış bir ayettir! Filistin’de Kumran köyünde, bir mağarada bulunan yazılardan, Hıristiyanlığın M.Ö.2’inci asırda mevcut bir Yahudi tarikatı olduğu belirtilmektedir. Bir papaza (250.000)Dolara satılmış olan bu belgeler, bugün İsrail’in merkezinde özel bir müzede saklanmaktadır.
         İnsanoğlu, Tanrı’sını göklerde inşa ettirdiği köşklerinde, emrinde binlerce meleklerle, yaşatmaktadır. Kendi hayallerini Tanrısal gerçekler yapmaktadır.
         Günümüzde; ilkokul öğrencilerinin rahatça anlattığı gerçek göksel bilgilere, bu uğurda sayısız bilginlerin yakılmış olduğu ateşlerle ulaşılmıştır.
         İnsanoğlu, ayakları yere bastığı, üzerinde yaşamakta olduğu dünyanın ve dünya varlıklarının kıymetini bildiği, kendisini de bilgi ateşlerinde yaktığı zaman kurtulmuş olacaktır. Yoksa hep başkalarını kurtarmasını sürdürür ve dünyayı da mahveder.

                                     KAYNAKÇA.
         1-Kur’anı Kerim. Özellikle, Nuh ve Hud sureleri.
         2-Ahdi Atıyk--Tevrat.
         3-Ahdi Cedit-İnciller(6 İncil).
         4-Gılgamış Destanı Sanders Çevirisi.
         5-Herodot tarihi, Perihan Kuturman çevirisi.
         6-İlim ve Din, Bertrant Russell.
         67-Günler ve İşler. Hesiodos, Azra Erhat çevirisi.
         8-Bilinmeyenler Ansiklopedisi, Karacan yayınları.
         9-Eric Van Daniken, Tanrıların Arabaları.
         10-Toplumsal Sözleşme Kavramı, Hobbes, Loc ve J.J.Rousseau.
         11-İslami Kaynaklar göre Peygamberler. Doç.Dr. Abdullah Aydemir.
         12-Hürriyet Pazar, 09 Temmuz 2002- 11 Ağustos 1986.
         13-Gazete Pazar,27 Nisan 1995.
         14-Dinler tarihi Ansiklopedisi, C.i.S.197-C.2,S.305.
         15-Aksaray Tarihi, C.1,S.1265 İsmail Hakkı Konyalı.
         16-Uzaydan Geldiler, S.46–47.Giovanni Scognamillo.
         17-Filozoflar Ansiklopedisi, C.2,S.381,Cemil Sena Ongun.
         18-Mitolojik Sözlük, Azra Erhat.
         19-Şeriat ve Kadın, Profesör Dr. İlhan Arsel.
         20-Nasıl Müslüman Olduk? S.301.Erdoğan Aydın.
         21-Tevrat, İncil ve Kur’anın Sümerdeki Kökleri. S.49–55.Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ.
         22-Posta Gazetesi,22’ Temmuz 2003.
         23-Milliyet gazetesi?
         24-Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Enver Behnan Şapolyo.
       25-Dirina Köprüsü, İvo Andriç–1962 Nobel ödüllü.   
           
           







İzleyiciler

Blog Arşivi