4 Mart 2011 Cuma

312- BLOGUM KAPATILMIŞ!

SEVGİLİ ÇAĞDAŞ VE ATATÜRKÇÜ YAZIM ARKADAŞLARIM.
ÇAĞDAŞ VE HUKUK, TARİH VE TÜRKLÜK BİLİNCİNİ İFADE EDEN 310 ADET YAZIMIN BULUNDUĞU BLOG ADRESİM, MAHKEME KARARI İLE KAPATILMIŞTIR.
VIZ GELİR, ZINDANLARA KAPATSALAR NE YAZAR.
BEN ASİL OLARAK, BU ÜLKENİN VE BU ÇAĞDAŞ ATATÜRK DÜŞÜNCESİNİN SAHİBİ VE KORUYUCUSUYUM.
ÖMRÜMDE NE HEDİYE NE DE RÜŞVET ALDIM.
HAKSIZLIK HİÇ ETMEDİM.
BENİMLE GÜNEYDOĞUDA SENELERCE BULUNMAK ZORUNDA KALAN BÜYÜK OĞLUM, MİDYAT JANDARMA ER EĞİTİM TABURUNDA, RAHMETLİ OLAN KÜÇÜK OĞLUM DA ERZİNCAN'DA ASKERLİK GÖREVLERİNİ YAPMIŞLARDIR.
YEĞENİM DE KIZILTEPE'DE ASKERLİK GÖREVİNİ YAPMIŞTIR.
YAYIMLANMAMIŞ 785 SAHİFELİK NURCULUK ADLI KİTABIM VE YAYIMLANMIŞ SÜLEYMANCILIK ADLI KİTAPLARIM VARDIR.
BEN, ATATÜRK IŞIKLARI SAÇAN EMEKLİ BİR JANDARMA ALBAYI VE HUKUKÇUYUM.
BENİ TUTUKLAMAMALARI BENİM İÇİN UTANILACAK BİR DURUMDUR.

31İ-İSTANBUL'UN VE TÜRKİYE'NİN KADERİ!

OSMAN TÜRKOĞUZ

Çeşmealtı; 17 Temmuz 2010.

İSTANBUL’UN VE TÜRKİYE’NİN KADERİ!

“ Bu coğrafyaya lâyık bir ulus olduğumuzu kanıtlayamazsak; bizi bu coğrafyada, kara gözümüzün hatırı için yaşatmazlar.” Mustafa Kemal ATATÜRK.
Blog:http://osmanturkoguz.blogspot.com/
İLGİ: A*1-İstanbul’u Ankara’ya Taşımışlar.
*2-İstanbul’u Ankara’ya taşımışlar.
*3–50–16 Ekim 2008Azınlıklar ve Misyonerler.
*4–172–28 Haziran 2010,Mustafa Kemal Gelmemiş Olacak!
İhanet te genetiktir!
Arkadaşlarımın bazılarından şikâyetler gelmiştir:”Son yazınız hâlâ yayımlanmadı!”Diye? Bendenizin de, şu önümde, gözlerimin içine bakan bilgisayarımdan şikâyetlerim var! Bu başlık altında yazmış olduğum yazımı bitirmek üzereydim ki, yazı önümden demokrasi kimi uçup ta gitmesin mi? Word ortamında belleğe de alarak masa üstüne çıkarmıştım.”Otomatik hafızaya kaydedilmiştir!”Bilgi notunu gördüğümde çok sevinmiştim. Hafızada yazımın yalınız başlık adı vardı.
Benim bu yazım demokrasiye döndü: Adı var, kendisi yok. Önce Eşim Sayın Majeste Hamret Hanım, beni suçlu çıkardı. Sonra da bilenlere danıştım! İş bu yazımın kaybolmasından hep bendeniz suçlu bulundum. Yazı bulunmadı. Mübarek yazım, darbe planlarına döndü? Adı var, kendisi kasalarda ve muhbir’i mektumelerde saklı! Sorunu çözdüm: Elimdeki kitabı Backspace çubuğunun üstüne koymuşum!
Çok emek vermiştim. Moralmanım! Bozuldu. Yazım bittiğinde; nasıl yazdığımı, konunun neresinden başladığımı unutuyorum. Not ta almıyorum. Yeniden yazmaktan başka da çarem kalmadı! İş bu yazım da uçarsa; penceremi açık tutuyorum, bir şey daha uçup gidecek!
Tarih boyunca; her beyliğin ve her devletin bir başşehri olmuştur. Benim aklımda kaldığına göre; Afrika’da bulunan bir küçük devletçiğin—Nauru-- başşehri yoktur! Bir de; zenginlikten midir bilemem, Avustralya’nın birisi kışlık, birisi de yazlık, iki başşehri vardır. Bizde de garip uygulamalar vardır: AKP’DEN devlet başkanı seçilen Sayın A.GÜL,864 rakımlı tepede mi oturuyor! Geleceğin devlet başkanı olmak hayalleriyle yaşadığı davranışlarından belli bir büyüğümüz de Osmanlı İmparatorluğunun son hükümdarının kendisini sürgün ettiği sarayında çalışıyor.”Son Osmanlı Padişahı!” yakıştırmasından mı bu uygulama başladı bilinemez!
Anadolu Selçuklularının başşehri İznik sayılmazsa, Konya şehriydi. Karaman oğullarının Karamandı. Anadolu beyliklerinin her birisinin kendisine uygun başşehirleri vardı. Osmanlı İmparatorluğu (1299ya da 1301) kurulduktan sonra;1326 senesinde Bursa’nın alınmasıyla Bursa başşehir olmuştu. Fetret devrinde(1402-1413) Şehzade Süleyman tarafından Edirne başşehir yapılmıştı. İkinci Murat ve İkinci Mehmet zamanında da Edirne Osmanlı devletinin başşehri olmuştu.29 Mayıs 1453 Salı gününden itibaren de İstanbul Osmanlı İmparatorluğuna 473 sene başşehirlik yapmıştır. Çok adlar almıştır:”Dersaadet!”,”Deraliye,””Asitane”ve “İstanpolis’ten çevirme olarak ta”İstanbul” adını almıştır. Bu konuda rivayet te çoktur: Roma İmparatorluğu döneminde Bizans şehrine(SATAN POLİS)-ŞEYTAN KENT derlermiş! Buradan, BU ŞEHRİ İSTANBUL’A varıldığı da söylenir!
Hükümet merkezlerinin seçiminde bazı değişmez kıstaslar uygulanmaktadır: GÜVENLİK, ULAŞIM ve STRATEJİ en önemli kıstas olmasına karşın, devlet topraklarının genişlemesi ve daralması da en önemli belirleme unsurudur.
Emevi’lerin ünlü Halifesi Harun-el Reşit-Harun Reşit-‘in üç oğlu vardı. Emin, Memun ve Mutasım. Mutasım’ın anası bir Türk kadınıydı. Başkent, Şamdan Bağdat’a taşınmıştı. Mutasım halife-Hükümdar-olduğunda; Bağdat’ın kuzeyinde, SAMARRA adlı bir yeni şehir kurdurarak hükümet merkezini bu şehre taşımıştı. Muhafızlarını hep Türklerden seçmişti. Ulu Hakan dedikleri Abdülhamit’i Sani ise muhafızlarını Türklerden gayrı unsurlardan seçerdi. En makbul adamı da “Arap İzzet” adlı bir Araptı. Muhafız birliği de; ERMENİ, ARAP ve ARNAVUT asıllı askerlerden ibaretti.
İkinci Dünya Savaşında; Fransa, Almanlara yenildiğinde, Paris’ten kaldırılan hükümet merkezi Viçhi şehrinde kurulmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonunda, Berlin’in müttefiklerce işgal edilmesi üzerine Federal Almanya’nın-Batı Almanya-Başşehri BON’A taşınmıştı.1989 senesinde; utanç duvarı yıkılmış ve iki Almanya da birleşmişlerdi. Başkent tekrar Berlin’e taşınmıştı.
Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşı yenilgisi üzerine; İstanbul işgale uğrayınca da, Fiili olarak, Ankara kurtuluşun başşehri yapılmıştı.
Osmanlı İmparatorluğunun en geniş bir alana;(21.000.000)kilometre Kareye yayılışını gösteren bir haritayı önünüze açmalısınız. Habeşistan, Yemen, Arabistan, Arap Emirlikleri, Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Lidya, Libya, Trablusgarp, Tunus, Cezayir, Kıbrıs, Girit ve Ege denizi adaları, Dalmaçya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Macaristan, Tesalya, Arnavutluk, Mora yarımadası, Balkanlar, Bulgaristan, Romanya, Kırım, Ukrayna, Kafkaslar, Akdeniz’in, Ege Denizi’nin ve Kara Deniz’in ve Azak Denizi’nin bir iç denizimiz gibi olduğunu görürsünüz. İstanbul; Osmanlı imparatorluğunun merkezinde geniş bir su kanalının da kenarında kurulmuştu. İstanbul zapt edilmeden önce; Osmanlı Devletinin Rumeli’ne ve Rumeli’nden Anadoluya kuvvet aktarması, yabancı gemilerle ve bin bir zorlukla olmaktaydı. Dünyanın bilinen yerlerinden de, her türlü gıda maddesi ve ihtiyaç duyulan maddeler kolayca temin edilebiliniyordu. Çanakkale Boğazı da, yabancı gemilere kapatılabiliniyordu.
1807 tarihinde; bir İngiliz filosu Çanakkale Boğazını, bir hayli zayiat vererek geçebilmişti. Fransa’nın İstanbul büyük elçisi General Horace de Sébastiani ııı’ün önerisi üzerine, Selimiye kışlası sahillerine topçu bataryaları yerleştirilmişti. İngiliz filo komutanının oğlu da; Heybeliada’dan gemilerine su alırken esir edilmişti.
Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa zamanında; Çanakkale Boğazını geçme girişiminde bulunan Venedik donanmasının yetenekli Amirali Maçaniko, bir Osmanlı top mermisiyle gemisiyle birlikte havaya uçmuştu ve top mermisini atan topçu Küçük Mehmet te o saatte Paşa yapılmıştı.
18 Mart 1915’i ve 25 Nisan’da başlayan Çanakkale Muharebelerini anlatmayı gereksiz buluyorum. Yalınız; bir Avustralya denizaltısı Çanakkale Boğazının altından geçerek, Yaşlı Barbaros zırhlımızı torpilleyerek (1700) askerimizin boğulmalarına neden olmuştu. Bir İngiliz denizaltısı da, Haydarpaşa garından Güney cephelerimize sevk edilecek cephanelerimiz havaya uçurarak büyük bir yangının çıkmasına neden olmuştu.30 Ekim 1918’den sonra da bağlaşıkların ve dahi Yunanlıların savaş gemileri Dolmabahçe önlerine dizilmişti.
Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul söz konusu edildiğinde,
Akıllara hep görkemli bir geçmiş gelmektedir. Hiç bir Türkün aklına da Osmanlının ve İstanbul’un ve dahi Türk toplumunun içine düşürülmüş olduğu o utanç verici durum getirilmemektedir. Bu nedenle de HAİNLER vatansever sayılmakta, bu ulusun dünya tarihinde yaratmış olduğu destan da unutturulmaya çalışılmaktadır. Ulusçuluk ve ulusal kahramanlık olgusu da silinmektedir. Mütareke dönemi, basını, YABANCI sever cemiyetleri ve tarikat soytarılarıyla ulusal kahramanlarımızın tepesine çıkarılmaktadır.
Bendenize Brigitte Bardotte’a ait görkemli bir sunum geldi. Onbeş yaşından günümüze değin “Ve Allah Kadını Yarattı’”nın kadının son hali bir harabeden ibaret. Aklıma sosyal tarihçiliğin babası İbn’i Haldun ve “MUKADDEME” ADLI kitabı geliyor. Devlet te bir canlı organizmadır. Doğar, emekler, gençleşir, olgunluk çağına erişir, yaşlanır ve ölür! Bizim, aklı Arap’ın ve dahi Yahudilerin hurafelerine takılı kalanlar, hep Viyana’ya sefer yapmaktadırlar.1683’ten 1922’ye kadar yaşadıklarımızdan habersizdirler. Bu süreç içersinde, Osmanlının yıkılmasını hızlandırmış olan hainler baş tacı edilmektedir.
Sevr Antlaşması ile Osmanlının kabul ettiği perişan ve aşağılayıcı durumu bir hatırlamalıyız. Anadolu’nun ortasında, İstanbul ile bağlantısı olmayan kıraç bir sömürge beylik. Sevr Antlaşmasına göre,(10Ağustos 1920) Osmanlı Meclisinden geçecek olan bütçe kanununu bile; İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan bir komisyon uygulatmaya bilir! Lozan ve Sevr’i bilmeyenlerin iş bu yazımı okumalarına gerek yoktur kanısındayım. Kırma bir politikacımız:”Sevr, Lozan’dan iyidir!”Dediği halde iktidara getirilmişti! Amerika Birleşik Devletleri Senatosunun Lozan Barış Antlaşmasını(24 Temmuz 1923) onaylamadığını da bir an olsun, aklımızdan çıkarmamamız gerekmez mi? Batı; Sevr Antlaşmasını suratlarına çarpan; Lozan’a, Birinci Dünya Savaşının galibi gibi oturan Türkiye Cumhuriyetine karşı olan kinini hiç unutmamıştır. Hainlerin çocuklarının ve din ile aldatanların işbirliğini beklemektedir. Yeni nesil iktidar sahipleri Mütareke ruhu ile bütünleşmiştir. Öyle ise; beni okumalısınız: Şeyh Sait ve Dersim ayaklanmalarından beklendikleri sonucu alamayanlar, İzmir Suikastından da yenik çıkmışlardı.1937 senesinde; vatan haini Damat Ferit Paşa’nın üvey oğlu Prens! Sami Alman ve İngiliz gizli servislerine; Mareşal Gazi Mustafa Kemal’e suikast yapmak için yardım ve para istemişti.
14 Mayıs 1950 Genel Seçimlerinde D.Parti iktidara geldiğinde; Mısır’da yaşayan Şehzade Ömer Faruk Efendinin asker üniforması diktirdiğini okumuş ve unutmamıştık.
Son günlerde ve 29 Haziran’da; vatan haini Şeyh Sait’in idam edildiği günde, Diyarbakır’da o’nun törenlerle anılması; Atatürk Ansiklopedisini hazırlayanlardan Emekli Albay ve Asker öğretmene:
“Şeyh Sait ve Sait’i Norsi maddesi de ekle!”Emrinin verilmiş olduğunu; bu emre uymayan Onurlu Atatürk çocuğunun anılan ansiklopedinin hazırlanmasından kovulduğu sizleri hâlâ uyandırmadı mı? Tüm bunlar;30 Ekim 1918 ile günümüz iktidarlarının bütünleştiğini göstermiyor mu?
Ulusal Kurtuluş savaşı kazanıldığında,”DÂHİLİ VE HARİCİ BEDHAHLARI şu dertler sarmıştı:
1*Padişahlık ve Hilafet kaldırılacak mı?
2*Cumhuriyet kurulacak mı?
3*İstanbul hükümet merkezi olarak kalacak mı?
4*Her türlü kapitülasyonlar kaldırılacak mı?
İstanbul’un hükümet merkezi olarak kalma telaşı Lozan ‘daki delegelerimizi de rahatsız eder bir duruma gelmişti. Garp Cephesi Komutanı ve Hariciye Vekili İsmet Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisine şöyle bir anayasa değişikliği teklifinde bulunmuştu:
“YÜKSEK BAŞKANLIĞA,
Lozan Antlaşmasının tamamlayıcılarından tahliye protokolünü son bulmuş ve baştanbaşa yabancı işgalinden kurtulan Türkiye’nin fiilen kuruluşu tahakkuk eylemiştir. Milletimizin en değerli beldelerinden İstanbul’umuz, islam hilafet merkezi olma durumunu, islam âlemliğinde tahsisen ve hasren Türk Milletinin savunma vasıtalarına emanet edilmiş olarak sonsuza kadar sürdürecektir. Diğer taraftan, Türkiye Devleti’nin idare merkezi için Türkiye büyük Millet Meclisi’nde karar vermek zamanı gelmiştir.
Bir devletin merkezini tayin için esas olacak düşünce, Yeni Türkiye’nin idare merkezininim Anadolu’da ve Ankara şehrinin seçilmesini gerekli kılmaktadır. Söz konusu düşünce, Antlaşma ile boğazlar için kabul edilen hükümler, yeni Türkiye’nin varlığının esası, memleketin kuvvet ve kaynakları ve gelişmesini Anadolu’nun merkezinde tesis etmek gereği, coğrafi ve stratejik durumun müsaadesi çerçevesinde iç ve dış güvenliğin sağlanması hususunda geçmişlerde edinilmiş tecrübelerle Bu düşüncelerin her biri, başlı başına bir önemli gerekçe sağlayacak durumdadır.
Devletin idare merkezinin yeni bir şekilde tesis ve gelişmesine bir an önce başlamak iç ve dış tereddütlere son vermek için alttaki kanun maddesinin kabulünü arz ve teklif ederiz.
KANUN MADDESİ:
“Türkiye Devletinin idare merkezi ANKARA şehridir.”09Ekim 1923.
Malatya: İsmet(İnönü),
Çorum: Ferit(Törümküney),
Ertuğrul(Bilecik).Dr. Fahri(Emir alp),
Kütahya: Seyfi(Aydın),
Malatya: Hilmi(Aytaç),
Kastamonu: M.mahir,
Erzurum: Rüştü,
Sivas: Rahmi,
Bursa: Necati(Kurtuluş),
Bursa: Rafet(Canıtez),
Konya: Kazım hüsnü Bey,
İstanbul: Ali Rıza(Bele),
Karahisarısahip: M.Kemal.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in, Ankara şehrinin başşehir yapılması üzerine yorumu:
EFENDİLER,
“Türkiye Devleti’nin başşehri, ANKARA ŞEHRİDİR!”
“Efendiler; Lozan Antlaşmasının eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye’nin toprak bütünlüğü fiili olarak sağlanmıştır. Artık, Yeni Türkiye Devleti’nin başşehrini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye Devleti’nin başkenti Anadolu’da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu.
Bu seçimde, coğrafi durum ve askeri strateji en büyük önem taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara son vermek şarttı. Gerçekten de, bilindiği üzere başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçler ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada, İstanbul’un yeni milletvekillerinden bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul’un hükümet merkezi olarak kalması gereğini, bazı örneklere dayanarak, ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara’nın gerek iklimi, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tesisler ve kuruluşlar bakımından hiç te uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar;”İstanbul’un “payitaht” olması lazımdır ve mutlaka olacaktır;”diyorlar. Bu ifadeler, dikkat edilirse, bizim başkent deyimiyle bahsettiğimiz anlam ile bu ifadelerdeki “payitaht” deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanuni yoldan ilan ettirerek “payitaht” sözünün de Yeni Türkiye Devletinde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lazım geldi.”Nutuk.
20 Nisan 1340 Tarih ve 491 sayılı kanun.
TEŞKİLÂTIESASİYE KANUNU
Birinci Fasıl
Ahkâmı esasiye
Madde1-Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.
Madde2-Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laikve inkılâpçıdır. Resmi dili Türkçedir. Makarı Ankara şehridir.(*)3115 sayılı kanunla muaddel şeklidir.
07.11.1982Tarihve2709sayılı ANAYASAMIZ
Birinci kısım
Genel Esaslar
1-Devletin şekli
Madde1-Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir
II-Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2-Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.
III-Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti
Madde 3-Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanunla belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Milli marşı”İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır. Not: Bizler bu Anayasamızı %92,07 oyla kabul etmiştik. Hatırlatayım dediydim.
İlk kadın Başbakan olma şansını küçücük hesaplar uğruna un ufak eden Sayın Tansu Çiller Uçuran, bir akşam yemeğinde; Sayın Ertuğrul Özkök’e içindeki ukdeyi açmıştı:
“Gönlümde; başkentimizi İstanbul’a nakletmek yatıyor!” Buyurmuşlardı. Sayın özkök te bunu destekler bir orta başyazısı yayımlamıştı. Bunlara İLGİ’DEKİ yazılarımla yanıt vermiştim. Bu bir dış destekli planın uygulanma sürecinin başlatılmasıydı. Geriden diğer çıkışlar ve halkımızı alıştırma önerileri gelmişti:
“Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasını İstanbul’a taşıyalım!”Finans merkezi İstanbul olduğu için, Merkez Bankasının Ankara’da olması nakit akışlarını yavaşlatarak, ticarette önemli olan zaman kaybına neden olmaktadır!”Hoppala yavrum, yaz geldi! İstanbul’a da niyaz geldi! Madeni para kesimi 1884 senesinde satın alınan bir makine ile İstanbul’da yapılmaktadır. Darphane de İstanbul’dadır. İzmir’de ve yurdumuzun diğer yerlerinde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası; İstanbul’da da yeteri kadar şube açarak problemini kökten çözebilir. Batış dönemindeki Osmanlı İmparatorluğunun devamı olduklarını Ankara’dan savunmak Türk toplumunu pek kandıramamaktadır. İstanbul ve Osmanlılık bugünkü Brigitte Bardot’tan pek farksızdır! Bir Ozanımız, İstanbul için “yedi koca arttığı fahişe!” Benzetmesi yapmıştır! İstanbul’a egemen olan bu kocaların hepisinin de egemenliğini temsil eden bir bayrakları vardı. Rahmetli Erbakan’ın cenaze töreninde, Rahmetlinin tabutunun üstünde nebati yazılı soluk bir bez parçası vardı. Cenaze törenine iştirak ettirilen kalabalıkları oluşturan kul taifesinin ellerinde de birer renkli bez parçası vardı. Tarihimizde ilk defa, BİR DEVLET BÖYÜĞÜNÜN CENAZE TÖRENİNDE ANLI VE ŞANLI TÜRK BAYRAĞI YOKTU. TÜRK BAYRAĞININ GÖLGESİNDE YAŞAYAN BU GALABALIK BAYRAKSIZLIĞINI DA İLAN ETMİŞTİ. NAİMA’NIN DEYİMİ AKLIMA GELMİŞTİ:”İDRAKTEN YOKSUNLUK!”MİLLİYET DUYGUSUNDAN DA YOKSUNLUK. Bulgur ve Nohut ile yaratılan zekâ ve hafızalar! Şimdi işlemekte olduğumuz konumuza dönebiliriz:
1*Türk toplumunun ulus olmasını önleyen ve ümmet bir güruh olarak kalmasına neden olan tarikatların temelleri ve merkezleri İstanbul’dadır.
2*Mütarekenin satılmış basının çıkış yeri İstanbul’dur. Bugün dahi ihanetlerini sürdüren basınımızın örnek almasını sağlamaktadır.
3*Anayolumuzdaki ihanet odakları; belediyelerimiz kanalıyla İstanbul’a taşınarak İHANET GETTOLARI oluşturulmuştur.
4*Mardinliler, Mardinliler mahallesinde; Diyarbakırlılar, Diyarbakırlılar mahallesinde oturmakta; hemşerilerinin berber dükkânında tıraş olmakta ve hemşerilerinin kahvehanelerinde oturmaktadırlar. Bunları ihanete yönlendirmek kırsal kesimden daha kolay olmaktadır. Toplu gösteriler ve araç yakmalar bir işaretle yaptırılabilmektedir.
5*Yabancı devletlerin büyük elçilik binaları İstanbul’da muhafaza edilmektedir. İstanbul başkent yapılırsa bunlar için ajan bulmak çok kolay ve tehlikesiz olacaktır. Osmanlı döneminde; İstanbul’daki Fransız büyük elçiliği (75.000) kişiye Fransız himaye kartı dağıttığından, Osmanlı bunlardan vergi bile alamamıştır. Askersel ve stratejik yönden sakıncalarını Blogumdaki İlgi yazılarımda anlatmıştım. İstanbul’dan Türkiye Cumhuriyetine fiziki ve moral baskı yapmak çok daha kolay olacaktır.
6*İstanbul başkent yapıldığında DÖRT şey de mutlaka yapılacaktır:
A-Rum Ortodoks Patrikliğine EKÜMENLİK statüsü verilerek; bugün(4000) olan Ortodoks sayısı (350.000.000) ‘a çıkarılacaktır.
B-Heybeliada Ruhban okulu Üniversite statüsü verilerek açılacak ve akabinde, Amerika’da olduğu gibi, Tarikat üniversiteleri açılarak, ulusal benliğimiz tamir kabul etmez yaralar alacaktır.
C-Eyüp’te Papalık gibi bir Patriklik Devleti kurulacak ve Türkiye Cumhuriyetinin Eyüp’te Büyük Elçilik açması da sağlanmış olacaktır.
· Ç-Artan Hıristiyan nüfusu bahane edilerek, AYASOFYA, yeniden, KİLİSEYE dönüştürülecektir.
1. SON SÖZ OLARAK: Ankara’nın yaratmış olduğu Türklük mucizesini, İstanbul bıraktığı yerden silip atacaktır. PS: Sağ iktidarların ANITKABİR’E GİTME AZAPLARI DA SON BULMUŞ OLACAKTIR. ANADOLU’MUZUN BAŞINA GELECEKLERİ DE: Kısa ve uzun vade parçalamak ta yazmıştım.
Rahmetli Erbakan’ın cenaze töreninden de çıkaracağımız sonuçlar vardır:
*Rahmetlinin tabutunun üstüne Türk Ulusunun uğruna milyonlarca evladını seve, seve ölümlere gönderdiği ALBAYRAĞIMIZ örtülmediği gibi, cenaze törenine iştirak edenlerin de ellerinde ALBAYRAĞIMIZ YOKTU. Buradan şu sonuca hemen şıpıdanak varmamız mümkündür:
a. * İstanbul merkez hükümeti yapıldığında YEŞİL BAYRAK Türk egemenliğini temsil edecektir. Türk Bayrağını kullanmamak suretiyle DİZİ FİLİM SEYİRCİLERİNİ BUNA ALIŞTIRINIZ!
*Rahmetli Erbakan’ın Aile kabristanı da Anıtkabir yerine geçirilmelidir.
Bu İstanbul sevdalılarına da bir sorum olacaktır: İstanbul merkez hükümeti yapıldıktan sonra;olur ya,ticaret gemisi görümünde nükleer silah yüklü beş gemi,Dolmabahçe önüne demirleyerek:

310-ŞEKERSİZ VE BABASIZ BIRAKMAK!

OSMAN TÜRKOĞUZ

Osmanturkoguz@Hotmail.com

İzmir; 12. Nisan. 2009 .


ŞEKERSİZ VE BABASIZ BIRAKMAK!

“İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşında; EKMEĞİ KARNEYE BAĞLAMIŞTIR!”Höykürmeleriyle O tarihte doğmayanlar! Esip, gürlemekte, iftar çadırlarını ve sokakları ve bulgur, kömür kuyruklarını zapt etmekte!

Erbakanofiller, simgeleri Türk Bayrağı yerine üzeri Nebati yazılı bir bezli tabuttur!”Ölülerin arkasından kötü söz söylenmez diyen gafiller! Rahmetli Mustafa Kemal’in ve Rahmetli Mustafa İsmet’in arkasından etmiş olduğunuz bu küfür ve iftira neyi gösterir? Onlardan korktuğunuzu ve Onların hâlâ yaşadıklarını gösterir. Ostüzü.

1946 senesinde yapılan tek dereceli Genel Seçimlerinde, ovadaydık. Eski bir alışkanlık olarak; yazın, yayladan ovaya göçtüğümüz halde, ovaya yayla derdik.

Seçim sandığı, kerpiçten yapılmış, bir kahvehanenin önüne konulmuştu. Kahvehanenin, İzmir-Çanakkale’ye bakan yüzüne de bir seçim afişi yapıştırılmıştı: Dur işareti yapan bir el ve ol elin altında ,”YETER SÖZ MİLLETİNDİR!” D.P.Yazısı.

Öğleye doğru; kahvehanenin önüne bir taksi gelip durdu. Taksinin peşinden gelen araçtan, jandarmalar indiler. Taksiden inen Beyefendi, Menemen Kaymakamı Rahmetli Niyazi Dalokay idi. Babam, Hatundere köyü muhtarı olduğu için, kendisini ve oğullarını tanıyordum. Ünlü mimar ve Ankara Belediye Başkanlarından, Rahmetli, Vedat Dalokay’ın babasıydı. Rahmetli Niyazi Bey, parmağını ol afişe doğru uzatarak, gür bir sesle:

“-İndirin o afişi oradan!”, diye gürledi. İlk anda; köylülerden ve sandık kurulundan ses, seda çıkmadı. Biraz sonra, meydana gelen sessizliği, köyümüzün en sert Demokrat Partilisi olan, Taş Ahmet bozdu:

“-Bugün, söz bizim; siz o afişi oradan indirtemezsiniz!”, diye gürledi. Orası karıştı. Kaymakam Bey; jandarmalara da emir verdi:

“-O afişi oradan indirin, bu adamı da karakola götürün!” Dedi.

Bendeniz; o zaman, yeni yetme bir çocuktum. Fakir ve cahil bir köylünün,

Jandarmalarının yanında, bir İlçe Kaymakamına sert çıkışını, adeta kafa tutup, köylü seçmenlerin önünde, ders verişini şaşkınlıkla karşılamıştım!

İkinci Dünya Savaşının en civcivli günlerinde; Çin’den satın alınan CİN DARISI’NIN köylülerimize yedirilmesi halkımızın çok gücüne gitmişti. Bu cin darısı, herkesi kabız yapmıştı

18 yaşını geçenler için; senelik yol vergisi 18TL. İdi. Bunu ödeyemeyen vergi mükelleflerini, jandarma yakalar karayollarında, 6 gün çalıştırırdı. Bu muamele de, köylülerimizi çok üzmekteydi.

Cumhuriyet kurulduğundan beri; Türkiye Cumhuriyetinin bütün kurum ve kuruluşları, her türlü kamusal işlerini jandarma kanalı ile yerine getirirlerdi. Öyle ki, devlet daireleri alacakları rüşvetleri bile jandarma kanalı ile alırlardı. Olmayacak işler için; on paralık bir tebligat işi için bile, silahlı iki jandarma halkın huzuruna çıkarılırdı.

Ülkemizin %99’luk bir kısmı; jandarmanın sorumluluk alanındaydı. Gece, gündüz, varlı vakitsiz, jandarma ile burun, buruna gelen köylülerimiz jandarmadan bıkmışlar ve ürkmüşlerdi.

Bendeniz; jandarma subayı olduktan sonra, 7201 sayılı tebligat kanunu ve diğer tebligat kanunları olmasına karşın, jandarmamızı boğan bu kabil angaryadan işlerle çok mücadele etmişimdir. ”Pulumuz bitti”; “Mektup paramız yok!” gibi özürleri geçerli kabul etmemiştim.

Bu gibi davranışlarım nedeni ile de çok tenkitlere ve şikâyetlere uğramıştım. Ama meslek hayatım boyunca; bir tebligat için dolaştığı köylerde, şiddetli yağmurlardan ıslanarak, zatürree olup ölen iki masum jandarma erimizin öyküsünü hiç mi, hiç unutmadım!

Rahmetli Avni Doğan, anılarında bu durumundan çok şikâyet etmiş, şöylesine çok acı bir saptamada bulunmuştu:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün problemlerini, ilkokul mezunu bir jandarma onbaşısına havale edip, problemleri çözüme kavuşturamadı diye de, o’nu mahkemelerde süründürmekle, bir yerlere varılamaz!”

Ulusal Kurtuluş Savaşı Destanını yazan, Rahmetli Nazım Hikmet Ran-Warzanski-,savaşa gidip, sağ salim geri dönen bir kahramanı şöyle tanımlamıştı:

“SAVAŞTAN ÖNCE, KARTALDA BAHÇIVANDI,

SAVAŞTAN SONRA, KARTALDA BAHÇIVAN!”

Bu bahçıvan, belki de sakat olarak terhis edilmişti!

Halkımızın okur, yazar oranı % 03 olarak kalmıştı. Ne modern tarımcılık vardı, ne üretim, ne de Pazar. Halkımız yokluk ve yoksulluk içersindeydi. Toprak dağıtılamamasını şikâyete dilimiz varmaz.

Kimler ne ile ve nasıl toprağı işleyeceklerdi!

1945 senesinde; çiftçiyi topraklandırmak için bir kanun hazırlanması TBMM de bulunan üç büyük toprak sahibine havale edilmişti. Adnan Menderes, Emin Sazak ve Adanalı bir toprak ağası, üçü de CHP’Lİ olan bu Baylar, kanuna bir 17’inci madde ekleyerek, kanunu işlemez hale getirmişlerdi.

18’inci asırda; Avusturya- Macaristan İmparatoru Jozef; toprağa bağlı köleliği, serfliği kaldırınca, köleler isyan etmişlerdi. Biz de, isyan, misyan olmadı. Yalınız, seçmenlerimiz, kurtarıcı olarak bu üç toprak ağasının yollarına gül döktüler!

Benim ortanca teyzemin kocası; Menemen Piyade Alayının önünde bir bakla tarlası satın almıştı. Piyade Alayının katırları, bakla tarlasına girerek bir hayli zarara sebep olmuşlardı.

Rahmetli Eniştem, ”bu işi İsmet Paşa yaptırmıştır”, diyerek ölene kadar, 25 sene, İsmet İnönü’ye düşman kesildiydi! Bu olay da, 1948 senesinde meydana gelmişti!

Ankara, Hukuk Fakültesinin yargıç adaylarına, Başvekil İsmet İnönü tarafından söylenmiş bir söz vardı: ”Meriç nehri kenarında bir fakirin kaybolan ineğinin acısını yüreklerinizde duyacaksınız!”.

İkinci Arap Halifesi Hz. Ömer’inde bir dert yakınışı vardır:

“Fırat nehri kenarında oğlağını yitiren, bunun hesabını benden sormaktadır!”

İkinci Dünya Savaşının getirmiş olduğu sıkıntılara, her türlü suiistimal, vurgun ve soygun eklenince halkımızın çekmiş olduğu geçim derdi, dev boyutlara yükselmiş, karaborsa her tarafa yayılmıştı.

Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü: ”Hangi devletin hesabına çalıştığı belli olmayan gözü doymaz vurguncu ve karaborsacıları, soluduğumuz havayı bile satacaklardır!” demişti.

Diğer taraftan, savaşın nerelere kadar yayılacağı bilinemezken, her türlü kötü olasılıklara karşı, önlemler alınmaktaydı. Silahlı Kuvvetlerimizin mevcudu, milyonlara ulaşmıştı. Bunların ne zamana kadar silâhaltında kalacağı da bilinemiyordu. Yiyecek stokları yapmak için elverişli binalar ve tesisler de yeterli değildi.

Yarısı çalınarak, çok zor şartlarda toplanılan yiyecek maddelerinin tabiat olaylarına karşı korunamayıp bozulması da halkımızı çok kızdırmıştı. Toplanan yiyecek maddelerini Toprak Ofisine taşıyan araç sahiplerinin, bunların yarısının yerine taş ve toprak doldurdukları inancı da çok yaygın bir hale gelmişti.

Mustafa Kemal Atatürk’ün, iktidarı denetleyecek bir muhalefet partisinin olması isteği ve arzusu, yaşanılan olaylarla, doğruluğunu kanıtlamıştı. Bu arada; Türkiye Cumhuriyeti, 1954 yılına kadar, payına düşen Genel Borçlarını ödemeyi sürdürmüştü!

İstanbul’da; Mustafa Kemal’in kurdurduğu Cumhuriyet gazetesi vardı. Ankara’daki Ulus gazetesi, Sivas’ta yayın başlayan İRADE’İ MİLLİYE gazetesi, Ankara’ya gelindiğinde, HÂKİMİYET’İ MİLLİYE adını almıştı. ULUS gazetesi de bu gazetenin devamıydı. İzmir’de; ANADOLU VE YENİ ASIR gazeteleri etkili gazetelerdi. Anadolu gazetesini, Damat Ferit Paşanın yaveri Makineli Tüfekçi Üsteğmen Tarık Mümtaz Göztepe tarafından çıkarılmaktaydı. Bu gazete, köy muhtarlıklarına bedava gelmekteydi.

Köylerimizde radyo yoktu. Helvacı köyündeki tek radyodan, Mustafa Kemal’in ölüm haberleri dinlenilmişti. Halkımız, gaz lambası ve zeytinyağı lambası ile aydınlanıyordu. İlçelerin girişine yapılan betonarme odacıklarda, halkımıza dağıtılacak gaz tenekeleri korunurdu.

Okullaşma yaygınlaşamamıştı. Benim doğduğum köyde ilkokul yoktu. Helvacı köyündeki ilkokula gidiyorduk. 1932 yılında yaptırılan ilkokul kasten yakılıp, yeniden yaptırılmıştı.

Menemen ilçe merkezinde, çok eski model bir elektrik motoru vardı. Bunun da çalışma süresi çok kısıtlı ve yararlananların sayısı da çok azdı. Bu elektrik üreten makine o kadar eskiydi ki, pistonunu alt ve üst ölü noktalarından geçirtmek için, yan tarafında, devasa bir çarkı vardı!

Köy kahvehaneleri, lüks lambası ile aydınlatılırdı. Halkımız; her işi hükümetten bekleyen ve her kötülüğü de hükümete yükleyen bir ruh hali içersindeydi!

1946 genel seçimleri, çok tartışma yaratmış, C.H.P’Sİ iktidarı değiştirilememişti. D.Partisi T.B.M.Meclisine girmişti. İsmet İnönü’nün Yalta konferansı tutanaklarını ele geçirdiği; Jozef Stalin’in, tek partili yönetime sahip olan Türkiye’yi FAŞİST olarak nitelemesinin ERKEN DEMOKRASİYE GEÇİŞE neden olduğu, çok yazılmıştı!

Prof. Dr. Rahmetli Nihat Erim’in:

“Paşam; bir yerde yeni bir bakkal dükkânı açılırsa; halkımız, oradaki fiyatlara bakmadan o dükkâna akın eder. Yeni bir siyasi partinin açılması erken!” uyarısını da dinlemeyerek, Demokrat partinin açılışına izin verdiği de çok söylenmişti.

Rahmetli İsmet Paşa’nın, MUHAFAZAKÂR CUMHURİYETÇİ PARTİSİNİN VE SERBEST HALK PARTİSİNİN denemeleri nedeniyle, çok partili hayata 1960 sonrası geçmeyi düşündüğü de çok konuşulmuştu!

Mülki idareciler, C.H.P Başkanı gibiydiler. Suiistimal söylentisi çoktu ve çoğu da doğruydu.

C.H.Partili bir politikacı; İtalya’dan satın aldığı cam mataraları, Türk Silahlı Kuvvetlerine satmıştı! Bendeniz de, bu cam mataralardan çok çekmiştim. Urfa’da bulunan jandarma Eğitim Taburunda; her eğitimde birkaç cam matara kırılırdı.

Usulüne uygun tutanak tuttuğumuz halde; her cam matara için (135) kuruşu T.C. Maliyesine yatırarak, cam mataranın zimmetinden kurtulurduk! Cam Mataraları, T.S.K’NE kabul ettirenler mi suçluydular; eğitim sırasında, her türlü titizliğimize karşın, CAM MATARALARIN KIRILMASIN NEDEN OLAN BİZLER Mİ SUÇLUYDUK?

O günlerde, 1 Mark 50 kuruştu. Başbakan Rahmetli Recep Peker, 12. Eylül. 1947 kararları ile paramızın değerini düşürmüştü. 1 dolar, 282 kuruş olmuştu. Bir gümüş liranın maden değeri 136 kuruştu. 1948 yılında, 1 gram altının değeri 175 kuruştu ve Milli Gelir Hesapları 1948 yılı değerlerine göre yapılırdı!

14 Mayıs 1950 tarihinde; Cumhurbaşkanı Rahmetli İsmet İnönü iktidardan düştüğünde, (127) ton Altın, (300.000.000) Dolar ve haysiyetli bir Türk Parası bırakmıştı!

Sık, sık yazarım; D.P. İktidara geldiğinde; ”Demokrasi geldi”, diye, sevincinden sınıfında, oynayan bir Türk öğrenciye, Oxsfortlu bir Profesörün dediğini:

“-Genellikle; Şarkta, oyla iktidara gelenler, süngü ile giderler. D.P. İktidardan oy ile giderse o zaman sevinip, oynamalısınız!” der.

Kanada’dan Türkiye için satın alınan uçakların, İspanya iç savaşında kullanılmak üzere, ispanya’ya satılmasının suçu da bir küçük memurun boynuna yıkılmıştı!

Fakirlikler, yokluklar, yoksunluklar, vurgunlar ve karanlıklar içersinde ömür tüketen ülkemizin durumu da bu merkezdeydi. Halkımız; en tepedeki değiştirildiğinde, her şeyin de düzeleceğine inanmıştı.

Ülkemizde; cahili, aydını, hırlısı, hırsızı ve vurguncusunun düşman kesildiği bir tek İsmet İnönü vardı!

O Büyük ve Namuslu insan, ”etrafımızdaki milletler, seçim üstüne seçim yaparlarken; utancımdan duvarlara bile bakamıyordum,” demekteydi.

Çankaya köşkünde; bir akşam; İsmet İnönü’nün aile meclisinde demokrasi tartışması yapılmaktadır. Bu konuda olumsuz görüş bildiren Rahmetli Mevhibe İnönü Hanımefendiye, İsmet Paşa bir soru yöneltir:

“Mevhibe Hanımefendi; siz, Kızılay’da araba ile giderken, bir trafik polisi dur işareti yapsa, ne yaparsınız?” diye sorar. Rahmetli Mevhibe Hanımefendi, gayetle sakin bir şekilde.

“Ne yapacağım Paşam, dururum;” deyince de, Rahmetli İsmet Paşa;

“İyi ya, işte demokrasi budur!”Der.

Demokrasiye geçmek için henüz erken olduğunu söyleyen, çokbilmişlere de:

“Bugün denesek, yarın da denesek, DEMOKRASİNİN BİR TAKIM SIKINTILARI OLACAKTIR. BUGÜN DENEMEKTE YARAR VARDIR, ÇÜNKÜ BEN YAŞARKEN BU SIKINTILARI KARŞILAMALIYIM!”Der.

Böylesine bir deneme; tek partili ve otoriter şeflik sisteminden, çok partili sisteme geçmek; İsmet Paşa’nın ve C.H.Partisi iktidarının sonu olabilir de.

Rahmetli İsmet Paşa; tüm bunları; Uşak’ta başına taş atılmasını, Himmetdede tren istasyonundan Kayseri’ye sokulmamasını, TBMM’den, cezalı olarak, oturumlardan uzaklaştırılmasını önceden kabul etmiştir!

1938 senesinde; Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Rahmetli İsmet İnönü, Kara Harp Okulu’na gelir. Kara Harp Okulu, 1936 yılında İstanbul’dan, Ankara’ya gelmiştir. Harp Okulu Öğrencileriyle, genel durum hakkında konuşur. Yarının subay adaylarına önemli açıklamalarda bulunur.

“İkinci Dünya Savaşı kaçınılmaz; bu savaşın sonunda, birçok devletlerin de sınırları değişecektir;” der.

Genç bir Harbiyeli ayağa kalkarak:

“Sayın Cumhurbaşkanım; Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarında her hangi bir değişiklik olacak mı?”Diye sorduğunda:

“HAYIR! HAYIR! TÜRKİYE’NİN SINIRLARINDA ASLA BİR DEĞİŞİKLİK OLMAYACAKTIR. SINIRLARI KALEMLE ÇİZİLEN ÜLKELERİN SINIRLARINDA DEĞİŞİKLİKLER OLCAKTIR. TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN SINIRLARI KILIÇLA ÇİZİLMİŞTİR!”diyerek, inancını ve öngörüsünü ortaya koymuştur.

İkinci Dünya Savaşı, 01, Eylül. 1939 tarihinde; Nazi Almanyasının Polonya’ya saldırması ile fiilen başlamıştır.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün

Kara Harp Okulundaki, bu denli kesin yargısını şöylece analiz edebiliyorum:

1-Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti, savaşan tarafların hiç birisi ile ortaklık kurmayacaktır. Seferberliğini tamamlayarak, silahlı tarafsız olacaktır;

2-Savaşın galibi, kesin olarak belli olduğunda, o tarafla ortaklık kuracaktır,

3-Savaşan tarafların her ikisini de idare edecektir,

4-Her hangi bir baskına karşı da uyanık bulunacaktır,

5- Enver Paşa Budalası gibi, muharebeleri kazanıp, savaşın sonunda yenilen Almanlara, peşinen ortak olmayacaktır. Sabırla ve çile ile bekleyip, neticeyi görerek kararını verecektir.

Mareşal Gazi Mustafa kemal ATATÜRK, savaşın 1940- 1945 yılları arasında olacağını kesin olarak söylemiştir.

Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in başlattığı Köy Enstitüsü modeli ve askerliğini çavuş olarak yapanların ilkokul üçüncü sınıflara kadar öğretmenlik yapmaları, 1947 senesinde, Maarif Vekili olan, Reşat Şemsettin Sirer tarafından engellenmiştir.

Kuleli Asker Lisesi Konya’ya; Maltepe Asker lisesi Akşehir’e; devlet arşivleri Eskişehir’e, İstanbul’daki müzelerin eşyaları da Niğde’ye taşınmıştır.

Trakya’ya da; derinlemesine, İstanbul’a kadar, Mareşal Fevzi çakmak savunma hattı inşa edilmişti. Alman tehlikesi sınırımıza yaklaştığında, bir savaş tehlikesi durumunda, Trakya ve İstanbul boşaltılacaktı. Elli kilogramlık kişisel eşyası ile gideceklerin yol giderlerini devletimiz karşılayacaktı.

İki Sovyet diplomatı; Kızılay Subay Ordu Evinin köşesinde; Almanya’nın Ankara Büyük Elçisi Emekli Piyade Binbaşısı Franz Von Papen’e suikast düzenlemişti. Türk polisi, 24 saatte, suikastı çözmüştü.

Suikastı yapmakla görevlendirilen,Ankara üniversitesi tıp fakültesinde okuyan Yugoslavakyalı, Süleyman adlı, bir Türk idi.

Bir tabur piyade askeri ile İstanbul’daki Sovyet konsolosluğu çevirerek, suikastçının birisi alınmış, diğer suikastçı da, Kayseri’de trende yakalanmıştı. Her iki suikastçının yargılanmaları, Ankara’da yapılarak, onbeşer sene ağır hapse hüküm giymişlerdi.

Almanlara krom madeni satışımıza misilleme olarak, İngiliz uçakları Milas’ın Güllük kasabasını bombalamışlardı.

REFAH adlı köhne bir gemi; çoğu, İngiltere’den uçak alacak genç subaylardan oluşan bir kafilemizi alarak, Mersinden, Akdeniz’e açılmıştı. Milliyeti belli olmayan bir denizaltı tarafından torpillenerek batırılan bu gemide 179 kişi boğulmuş, 23 kişi de kurtulmuştu.

Ankara’da, Kızılay’da bulunan İngiltere Büyük Elçiliğinden, ikinci cephe planları çalınmış, çoğu sahte çıkan 250, 000 Sterline, Almanya’ya satılmıştı. Casusluk işini; Priştina, 1904 doğumlu bir Türk, Eliya Bazna yapmıştı. Kendisine ÇİÇERO TAKMA adını Franz Von Papen vermişti. Mit’in tarihçesi, S.51

1949 senesinde; Sütlüce’deki Şakir Zümre silah fabrikası sabotaja uğratılmıştı.

1949 senesinde; Moskova’daki ateşemiliter yardımcımız Kurmay Yüzbaşı Fuat Güzaltan’ı, N.K.V.D ajanları trende öldürerek, intihar süsü vermişlerdi.

Sovyetler Birliğinin, ülkemizden toprak istekleri ve Boğazları birlikte savunma istekleri kabul edilmemişti. Rahmetli İsmet İnönü’nün kararlı tutumu büyük bir buhranı ortaya çıkarmıştı.

Yeni Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Truman’ın bir sözü, Sovyetler birliğinin ateşini düşürmeye yetmişti. ”Amerika’nın sınırı Kaliforniya’dan başlar, Kars’ta biter. Türkiye’nin sınırı da Kars’ta başlar, Kaliforniya’da biter!”

23 sene Genel Kurmay Başkanlığını yapan Mareşal Fevzi Çakmak’ın hiç te ayrılma niyeti yoktu. Her türlü yeniliğe kapalı olduğu söyleniyordu. Uçaklara telsiz taktırmadığı; bu nedenle, İran Şehinşahı Muhammet Rıza Pehlevi ile Mısır Kıralı Faruk’un kız kardeşinin düğünlerinden, Tahran’dan dönen bir uçak filomuzun düştüğü; zırhlı birliklere sıcak bakmadığı söyleniyordu.

1944 senesinde; Ankara ‘da bir operasyonla görevden alınarak, yerine Enver Paşa’nın kız kardeşinin kocası Orgeneral Kazım Orbay getirilmiştir. Emekliye sevk edilen Mareşal Fevzi Çakmak; politikacıların eline düşerek, epeyce hırpalanmış ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye de küsmüştür.

Binbaşı olarak 2. Dünya Savaşı’na girip, Genel Kurmay Başkanı olarak çıkan, Sovyet Mareşali Semyon Mihayiloviç Stemenko, Mareşal Fevzi Çakmak’ın Sovyet sınırına (29) Tabur kaydırdığını yazmaktadır.

Mareşal Fevzi Çakmak; Almanların, birkaç hafta içersinde, Sovyet Rusya’yı yıkacağı inancını saklamadan söylemekteydi.

Bendeniz; bugün ve her zaman, ”iyi ki cumhurbaşkanı seçilmedi”, demekteyim. Yaksa; Emekli General Ali İhsan Sabis ve Emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet ile başımıza çok büyük dertler açardı.(5)

3.000.000 Gencimizin silâhaltında tutulması ve uzun süren savaş, Türk ekonomisini iflasa sürüklemiştir.

Alman Eçisi Franz Von Papen’in önerisi ile VARLIK VERGİSİ KANUNU çıkartıldı. Askere gitmeyen Gayrı Müslim vatandaşlara vergi yükümlülükleri getirildi. Ağır vergilerini ödeyemeyenler, Erzurum’a, Hasankale’ye taş ocaklarına gönderildi.

Bu uygulama, ülkemize olumsuz ve eşitlik ilkesine aykırı bir davranış olarak yükletildi!

O zamanki Başbakanımız Rahmetli Şükrü Saraçoğlu.

“Varlık Vergisi Kanunu o kadar benim kanunumdur ki, Türkiye Cumhuriyeti, aynı duruma düşse, bu kanunu yeniden uygulamaktan bir dakika geri durmam,” diyerek, iş bu kanuna sahip çıktı.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası eski başkanlarından Sayın Şükrü Saraçoğlu, bu Ödemişli Yiğit adamın torunudur.

Görünebilen genel durumu, çalakalem, kısacık yazdım. Perde gerisinde oynanan büyük politik oyunları, savaşan tarafların kendi safına devletleri çekebilme yarışlarını da kısacık olsa da yazmakla, Rahmetli İsmet İnönü ve onun fedakâr ve isimsiz kahraman arkadaşlarına şükran borcumu yerine getirmek istiyorum.

Önce; Rahmetli Faik Ahmet Barutcu’nun anılarını okuyalım:

“11. Nisan.1939 günü, Dışişleri Bakanımız Şükrü Saraçoğlu, C.H.Partisi grubunda; kürsüye gelerek; Avrupa’da beliren savaş tehlikesi karşısında, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasetini açıkladı: ”Türkiye Cumhuriyeti’nin siyaseti, tam bir tarafsızlık” dedi.

İngiltere ile yapılan yardım bildirgenin, bir anlaşmaya dönüştürülmesinden söz eder. Bu antlaşmaya, Fransa’nın da gireceğini belirtir.

İtalya’nın durumu tam bir belirsizlik içersindedir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni tedirgin eden iki şey vardır: İTALYA’NIN TAVRI, RUSYA’NIN İZLEYECEĞİ POLİTİKA!

Balkan devletlerinin yetkilileri; Türkiye Cumhuriyetinden medet ummaktadırlar.

Alman Büyük Elçisi Franz Von Papen, sürekli gerilim ve girişim içersindedir.

Dış İşleri bakanımız; Moskova’yı ziyaret eder. Odesa limanına vardığında; karartılmış olan limanda, kendisini birkaç küçük memur karşılar. Moskova’da Jozef Stalin ve Dış İşleri Bakanı Molotof ile konuşur. Rusların ileri sürdükleri, Türk boğazlarını, bir savaşta birlikte savunma fikrini şiddetle reddeder. Hatta bu konu konuşulurken, Molotof’un masasına bir yumruk indirdiği anlatılmıştır.

Mareşal Klementi Varaşilof’ da ziyaret eder. O da aynı teklifi ileri sürer.

Bir savaşta, boğazları birlikte savunma!

Rahmetli Saraçoğlu; Mareşal K. Varaşilof’a: ”Boğazlar Türkiye’nin elinde bulundukça, Rusya endişelenmemeli.”, der.

Bu Mareşal, Cumhuriyetin ONUNCU YILINDA Ankara’ya gelmiştir. Taksim’deki Atatürk Anıtında görülen iki Rus Subayından birisi MAREŞAL FURUNZE, diğeri de MAREŞAL K.VARAŞİLOF’TUR.

J.Stalin ve Molotof; Rahmetli Şükrü Saraçoğlu’nu, tiyatro ve at yarışları gibi gösterilerde oyalarlar.

Her hangi bir anlaşmaya yanaşmazlar.

Cumhurbaşkanı Rahmetli İsmet İnönü’nün talimatıyla, Şükrü Saraçoğlu; Ankara’ya eli boş döner.

S.S.C.Birliği, Romanya’nın Basarabya ve Bukovina bölgesini işgal ettiğinde, doğabilecek uluslar arası infiali ölçme telaşına düşer.

Franz Von Papen de; Türkiye cumhuriyeti’ni Almanya safına çekme telaşındadır.

Almanya ve Sovyetler Birliği, Polonya sınırına asker yığmaktadır.

İngilizler ve Fransızlar; Suriye ve Irak’a 700.000 asker göndermişlerdir.

Fransız generali Weygand ve kurmayları, Ankara’ya gelirler.

Bunları, İngiliz Generalleri ve kurmayları izler.

Türk kamuoyunda bir endişe belirmiştir: ”Almanların vermiş olduğu iki savaş gemisi yüzünden, nasıl Birinci Dünya Savaşına girdiysek; İngilizlerin altınları yüzünden, İkinci Dünya Savaşına sürüklenmeyelim!” F.A.Barutçu, s.g.e. S.5-40,

Enver Paşa, Cemal Paşa ve Talat Paşa’nın hayalciliği; Enver Paşa’nın Alman hayranlığı ve Kayzer Wilhelm kari bıyıkları, Osmanlı Devletini Birinci Dünya Savaşı cehennemine atar.

Tarihçi Merhum Ziya Şakir; Enver Paşa’nın kaşında bulunan üç beyaz kılın öyküsünü yazmıştır: “Napolyon’un kaşında bulunan üç beyaz kıl, nasıl onun uğuru idiyse, bu üç beyaz kılı da Enver paşa kendi uğuru olarak kabul etmekteydi.”

Bu üç beyaz kıl; Binbaşı Enver’i, DAMAD’I ŞEHRİYARİ, ENVER PAŞA VE FİİLİ BAŞKOMUTAN YAPAR.

Paşa olan babası; bir toplantıda, övünerek:

“Ben, hayatımda hiç harama uçkur çözmedim!” dediğinde; Şair Nizamettin Nazif te, lafı gediğine koyar:

“Paşam, keşke, helaline de uçkur çözmeseydiniz!”Der.

1, DÜNYA SAVAŞININ İNSANLIĞA ZARARLARI!

“Birinci Dünya Savaşı, dünyanın o tarihe dek gördüğü en kanlı savaştı. Savaşın toplam ölü sayısının (20.000.000) insan olduğu bilinmektedir. Bunun 9.000.000’u, savaş sırasında çıkan salgınlar, açlık ya da diğer nedenlerle ölen sivillerden oluşmaktadır. Buna karşılık, askeri alandaki ölü sayısının (11.000.000) dolaylarında olduğu sanılmaktadır.

Bunun 8.000.000’u resmi rakamlardır ve dağılımı da şöyledir:

*-Almanya: 1.770.000 ile 2.000.000

*-Rusya: 1.700.000

*-Fransa: 1.360.000

*-Av-Macaristan:1.200.000

*-İtalya. 460.000ile650.000

*-İngiltere: 760.000

*-Yeni Zelanda, Avustralya, Kanada ve diğerleri,

A.B.D’LERİ: 110, 000 ile 126,000

*-Osmanlı İmp. 3.159.200- Ans. Eksik yazmış: 375,000

Kayıpları, tutsakları ve yaralıları da sayacak olursak, savaştaki insan kaybının 37.000.500 kişi olduğunu; bunun 22.000.000’unun Müttefiklere ait olduğunu buluruz.

Savaş ekonomik bakımından da tam bir yıkım olmuştur.

Toplam harcamaların XXX75,077, 000Sterlin olduğu görülür.”-Bence eksik!-

“Toprakları en çok hasara uğrayan ülke, Fransa’dır. Toplam 1,875 mil karelik orman ve 8,000mil karelik ekili alan mahvolmuştur.” 1. Dünya Savaşı, c.3,S.928,

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü; savaşın ikici haftasında, yakın arkadaşlarını Çankaya’da bir yemek masasının etrafında toplar. Genel bir durum muhakemesi içinde; İkinci Dünya Savaşına dair, düşüncelerini söyler. ”Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar, S.40–42”

“Olayları zamanından önce kestirme ve kendi dileklerimiz çerçevesinde yürütmeye olanak yoktur. Savaş, bir genel durum alma yeteneğini, gün geçtikçe daha çok göstermektedir. Genel bir savaşta ise, Türkiye nasıl savaş dışı kalabilir? Olaylar, sürükleyip götürür. Dileyelim ki, biz savaşa en son ve bitime yakın girelim.

Acaba İnönü nasıl ve ne düşünüyor? Geçeği ve durumun gelişme biçimleriyle ilgili yakın olasılıkları, şimdi onun ağzından dinleyelim. Çankaya’da, arkadaşlarını çevresinde topladığı yemek masasında anlatıyor:

“Bizi savaşa götürecek, açık bağlantılarımız dışında, hiçbir düşünce ve kararımız ve tükenmez isteğimiz yoktur. Bize bir saldırı olmadıkça savaş İngiltere’nin güvence verdiği Balkan Ülkelerine sıçramadıkça, bizim için bir savaş tehlikesi yoktur.

Almanya; Balkan Ülkelerinden istediği ekonomik çıkarı, askeri baskıyı düşünmeye ihtiyaç duyurmayan bir barış ilişkileri içinde sağlamaktadır. Bu durumda; Balkanlara sarkıp, bütün balkan uluslarını silahlı bir direnmeye yöneltecek bir askeri saldırı, Almanya’ya kesin bir zafer kazandırmayacağına göre; Almanya kuvvetlerini dağıtmaktan ve müttefiklere karşı zayıflamaktan başka sonucu ve olumlu hiçbir yararı düşünülemeyecek bir eyleme neden girsin?

Almanlar ile müttefikler arasındaki savaş, Majino çizgisinde geçecektir. Almanya, bir saldırı için hazırlanıyorsa, mutlaka Majino’ya saldırı içindir. Diğer olasılıklar, müttefikleri Majino cephesinden asker çekmeye yöneltmek içindir. Bunlar, şaşırtıcı propagandalardan başka bir şey değildir. Almanya için savaş, Batı Cephesinde biter. Müttefikler için savaş, Almanya’yı güçsüz düşürerek, teslime zorlamayı amaçlıyor. Bu nedenle, savaş dört- beş seneden önce bitmez.

İngilizler, önümüzdeki haziranda, Almanya’nın iki katı Hava kuvvetine, yani 12.000 uçağa sahip olacaklardır. Bu kuvvetin yarısı ile Almanya Hava kuvvetlerine saldırıp, o kuvveti yok etmeyi ve ondan sonra, geri kalacak 6.000 uçakla, hava egemenliğini umutla elde bulundurmayı amaçlayan bir hazırlıkları var.

Bu savaş, para savaşıdır. Milyarlar ve milyonlar harcıyor İngiltere.

Rusya’ya gelince; Rus Emperyalizmi bilinmektedir ve bugünkü Rus hükümetinin düşüncesi de budur. Ancak; İngiliz ve Fransızlarla savaşa tutuşmaktan kesinlikle kaçınmaktadır. Böyle bir savaşın, Rusya’yı bilinmeyen büyük tehlikelerle karşılaştıracağını Rus Devlet Büyükleri bilir. Bunun içindir ki, Türkiye üzerindeki emellerini de, Türkiye’nin yalnız ve en zayıf anında gerçekleştirmeyi düşünebilirler. Bugün; Türkiye’ye bir saldırıya kalkışmak, İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle de savaşı göze almak olur. Oysa Rusya, Müttefiklerle savaşa karar verecek durumda değildir.

Doğudaki İngiliz ve Fransız kuvvetlerine gelince; Fransızlar, Suriye’de birkaç yüz bin asker yığacakları gibi. İngilizler de, Avustralya’dan ve Yeni Zelanda’dan Mısır ve Filistin’e sürekli asker getirip, yığınak yapıyorlar. Bu asker yığmanın nedenleri ve amaçları ne olabilir?

Alman ve Rus ilişkilerinin ulaşacağı sonuç bilinmemektedir. Bugüne kadar, aldıkları kararlarla, ilişkilerinin ölçüsü biliniyor sayılsa bile, bu akşam ya da yarın alacakları karar bilinemez. Müttefikler, en kötü olasılıkları da düşünmek zorunluluğundadır.

Bir Alman- Rus askeri birleşmesi geçekleşirse, çevreyi boş bularak, Irak’a inecek bir düşman saldırısı Musul petrollerini ele geçirdikten sonra, İmparatorluğun Asya’daki sömürgeleri ile ilişki ve bağlantılarını tehlikeye sokar. Onun için, İngiliz ve Fransız İmparatorlukları, en uzak olasılıkları da yakınmış gibi göz önünde bulundurarak, böyle bir saldırıyı düşmanların kafasında yer almaya olanak bırakmayacak askeri hazırlıklarda bulunmuşlardır ve bulunuyorlar.

Doğu’daki bu Müttefik ordularıyla, Kafkasya’ya ortak bir saldırı eylemi ya da böyle bir öneri karşısında kalma olasılığı var mıdır? Rusya’ya karşı böyle bir davranış, Napolyon’un yanlışını yinelemek ocağı için, geçerli değildir. Rusya’yı Kafkasya’dan çıkarmak, savaşta kesin bir sonuç almak anlamına gelmez. Daha çok ilerlemek ise, tarihteki yanlışları yinelemek olur. Bunun için; Müttefiklerin böyle bir davranışı düşünülemeyeceği gibi, böyle bir öneri ebetteki bizce de kabul edilemez.

Sonuçta; savaşa karar verecek olan sizlersiniz. Böyle bir savaştan yana olur musunuz? Petrole sahip olmak, çekici bir şey gibi görünür. Bizim ülkemizde eksiğimiz, varsın bir petrol olsun. Onu da paramızla alırız. BİZİM İÇİN, SAVAŞ BİR ZORUNLULUK OLARAK BAŞA GELMEDİKÇE, ÖNGÖRÜLEMEZ!

İngilizlerden aldığımız altınlar, sonuçta, savaşsız geçecek üç yılın giderlerini ancak karşılayabilir. BEN, SAVAŞIN DIŞINDA KALARAK, SONUNA KADAR, 500 Milyonluk bir bütçe açığı ile işi idare edebilmeye çoktan razıyım. Bu savaşın böyle az bir zaman içinde sonuçlanacağına inanılamaz!”

“İnönü’nün, bu büyük ve gerçekçi devlet adamının düşünceleri ve sözleri, hepimizin içini açtı!” F.A.B.

Napolyon’un güzel bir sözü vardır: ”Zaferin babası çoktur; yenilgi kimsesiz bir yetimdir!”

Dış İşleri Bakanlarımızdan, Rahmetli Fatin Rüştü Zorlu; Tevfik Rüştü Aras’ın damadıdır. 22.Ağustos.1958 tarihinde; T.B.M.Meclisinin kürsüsüne çıkarak:

“Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşına girmesine ben engel oldum. Türkiye’yi; İkinci Dünya Savaşı belasından ben kurtardım!” diye övünmüştür.” Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, C.3; S.333

1972 senesinde; Uşak İmam-hatip lisesinde Milli Güvenlik dersine giriyordum. Bir öğrenci; elinde tuttuğu R.N.K’INDAN bir kitabı göstererek:

“Öğretmenim; Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşına girmesine bu kitap engel olduğu gibi; koskoca bir mahalle yandığı halde; bu kitabın bulunduğu eve hiçbir şey olmamış!” Dedi.

OL KİTABI, SINIFIN ORTASINA KOYDUM, KİBRİT İSTEDİM, BİR KİBRİTLE KİTAP YANMAYA BAŞLADI.

Korkudan dillerini yutacak hale gelen öğrenciler olduydu. Türkiye Cumhuriyeti’ni savaşın dışında tutan Cumhurbaşkanı Rahmetli İsmet İnönü’nün BIKMAK, ÜRKMEK, KORKMAK VE YILMAK BİLMEYEN AKIL VE İRADESİDİR.

Savaştan sonra, şöyle bir değerlendirme yapmıştır: ”İkinci Dünya Savaşı sırasında; müdafaa ettiğimiz politikanın esası Cihan Savaşı içinde, Türkiye’nin tamamiyetine sahip şekilde, demokratik nizam altında hür olmak, müreffeh yaşamasını gaye edinmektir.” Ş. S. Aydemir; İkinci Adam, C.3, S.349.

Cumhurbaşkanı Rahmetli İsmet İnönü’nün izlediği politikada, dosdoğru bir yön vardır: ”TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ SAVAŞIN DIŞINDA TUTMAK!” Rahmetli Faik Ahmet Barutcu’nun sözünü ettiğimiz eserinin 53’üncü sahifesini okuyalım.

“Cumhurbaşkanı İsmet İnönü; T.B.M.Meclisine geldiğinde, Milletvekilleri etrafını sararak, savaşa girip, girmeyeceğimizi sorarlar. O büyük insan, meraklı Milletvekillerine şöyle yanıt verir:

“SAVAŞA SÜRÜKLENMEK SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. SALDIRIYA UĞRAMA DURUMU BAŞKA, YÜKÜMLÜLÜKLERİMİZ DE GEÇERLİDİR. BAŞKA TÜRLÜ SAVAŞA GİRMEK İÇİN KIRK KERE DÜŞÜNÜRÜRÜZ. SONRA YİNE KIRK KERE DÜŞÜNÜRÜZ, ONDAN SONRA YİNE DÜŞÜNÜRÜZ!” DER BU sözleri dinleyen bir Milletvekili.

“ En büyüğümüzün ölçülülüğü, en büyük güvencemizdir,” der.

Ankara’da, Alman, İngiliz ve Fransız Büyük elçileri arasında; Türkiye’yi taraflarına çekebilmek için kıyasıya bir mücadele ve yarış yaşanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, İngiltere, Fransa, üçlü Anlaşma imzaladılar.

Savaşa girmek için, Türkiye Cumhuriyeti; SOVYET RUSYA İLE İTALYA’NIN durumlarının belirginleşmesini öne sürmektedir. İtalya’nın savaşa girmesi koşulu aranmaktadır. Roma Büyük Elçimiz Rahmetli Hüseyin Ragıp Bey’in bir ”esprisi, İtalya’nın durumunu güzelce ortaya koymaktadır: ”İtalya savaşa girecek amma, 12’ye iki kala!” Büyük elçilerin çıkışları, İsmet Paşa’yı tedirgin etmekte; hiç çekinmeden:

“BEN, ENVER PAŞA DEĞİLİM; BENİ SAVAŞA SÜRÜKLEYEMEZLER!” DEMEKTEDİR.

Alman Büyük Elçisi Franz Von Papen; üçlü paktın imzasından çok tedirgindir. ”Almanya, Balkanlara inmek düşüncesinde değildir. Rusya’dan da size bir zarar gelmez!” telkinlerini yapmaktadır.

Şükrü Saraçoğlu: ”Bizim Müttefiklerle bir antlaşmamız vardır. Bunu adı, üçlü antlaşmadır, bir de töresel anlaşmamız vardır”, diyerek; Franz Von Papen’in konuşmasını kesmiştir.

Sonunda; İtalya savaşa girer. T.B.M.Meclisinde de iki fikir belirginleşir:

*-İtalyanların durumu belli oldu, üçlü pakta göre, hukuken savaşa girmemiz gerekir.

*-Falih Rıfkı Atay’ın başını çektiği grup; ”İtalya’nın savaşa girmesi, bizim de otomatik olarak savaşa girmemizi gerektirmez.” F.A.Barutçu, S.G.E, S.75-86 Türkiye Cumhuriyeti hükümetinde ve T.B.M.Meclisinde, aklıselim galebe çaldı, Türkiye Cumhuriyeti savaşa girmedi. İtalya’nın, Müttefiklere savaş açmasından bir gün sonra; İngiliz ve Fransız Elçileri, Dış İşleri Bakanlığımıza gelerek, Üçlü Antlaşmanın 2’inci maddesine göre şu isteklerde bulunurlar:

*-İtalya ile hemen ilişkilerin kesilmesi,

*-Seferberlik ilanı,

*-Boğazların, Montrö Anlaşması koşullarına uygun olarak, tehlike durumunun varlığını ilan edip, kapatılması,

*-Deniz ve hava üslerimizin müttefiklerin yararlanmasına açık bulundurulması,

*-İtalyan vapurlarına el konulması,

*-İtalya’ya savaş ilanı. Bu protokolün 2’inci maddesi de şöyledir:

“yukarıda adı geçen antlaşma gereğince, Türkiye’nin girdiği yükümlülükler; bu ülkenin Sovyet Sosyalist cumhuriyetler birliği ile silahlı bir anlaşmazlığa sürüklenmesini gerektirecek ya da sonuçlandıracak bir davranışa onu zorlayamayacaktır.”

Başbakan Rahmetli Şükrü Saraçoğlu, Türkiye Cumhuriyeti’nin aldığı kararları; İngiliz ve Fransız Elçilerine bildirişini şöyle anlatır:

“İngiliz ve Fransız elçilerini davet ettim. Kendilerine, önce dedim ki, başvurunuz bir girişim midir ve hükümetinizden aldığınız yönergeye kesinlikle uygun mudur? ”Evet, dediler, bir demarştır ve hükümetlerimizden aldığımız yönergeye dayalı ve kesinlikle uygundur.”

“-O halde dedim; Türkiye Cumhuriyetinin kararını bildiriyorum: Hükümetimiz, İtalya’ya savaş ilan etmenin Türkiye Cumhuriyetini, Rusya ile silahlı bir anlaşmazlığa sürüklemesini gerektirecek bir duruma sokacağını gördüğünden 2 numaralı protokolün verdiği hakkı kullanmaya karar vermiştir.”

Dış İşleri Bakanlığını sinirlenerek terk eden her iki Büyük Elçi, iki saat sonra, tekrar geriye gelerek; aldığımız kararın doğru olduğunu söylemişlerdir!” F.A.Barutçu, s.g. e. S.94-96

T.B.M.Meclisi, altıncı seçim döneminin ikinci toplantı yılına girmiştir. Cumhurbaşkanı Rahmetli İsmet İnönü de, yıllık konuşmasına şöyle başlamıştır:

“İç ve dış güvenliğin korunması için sürekli bir dikkat ve dürüst bir hava içinde çalışma olanağını bulan Cumhuriyet hükümetinin değişmeyen dış siyasetini ve savaş karşısındaki durumunu çok açık çizgilerle ortaya koymuş ve gözler önüne sermiştir.”

“Cumhuriyet Hükümetinin dış siyasetinde geçen yıldan beri bir değişiklik olmamıştır. Bunun en birinci nedeni, o siyasetin, siyasal bağımsızlık ve ülke bütünlüğümüzün korunmasını esas alması ve olayların gidişine göre değişen aç gözlü emellerle ilgili bulunmamasıdır. Türkiye’nin, sınırları dışında bir karış toprakta gözü ve bir hakkı çiğneme niyeti yoktur. Bizim güvenimize ve o güvenle eş anlamlı olan yaşamsal çıkarlarımıza saldırı niyetinde olmayan hiçbir devlet, bizim siyasetimizden kaygılanamaz ve bizi, hakkımızı korumak istediğimiz için eleştiremez.”

“Bizim savaş dışı durumumuz, bize karşı aynı iyi niyeti gösteren ve uygulayan bütün devletlerle en normal ilişkilerimize engel değildir. Yine, savaş dışı durumumuz; topraklarımızın, deniz ve havalarımızın bu devletlerin birbirlerine karşı kullanılmasına engeldir. Ve biz, savaşa girmedikçe, kesin ve ciddi engel olarak kalacaktır. Bunu sevinçle açıklamak isterim. Türk-Sovyet ilişkileri, dünya siyasetinin karışıkları içersinde, başlı başına bir varlıktır…”

“Dostluklarımıza ve bağlantılarımıza da vefalı kalacağız. İngiltere, zor koşullar içersinde, kahramanca bir ölüm, kalım savaşı içersinde bulunduğu bir zamanda, onunla olan bağlarımızın, sağlam ve sarsılmaz olduğunu söylemek, benim için bir borçtur…”

Bu, konuşma bir büyük devlet adamının konuşmasıdır. Demokrasilerde birçok tuhaflıkların yanı sıra, sokaklardan gelen birisi de iktidarı ele geçirebilir. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi de; Napolyon Bonapart’ın yeğenidir.

jerom’un oğlunun; 1848 senesinde, seçimle Fransa Cumhurbaşkanlığına geldikten sonra, bir darbe ile Fransız İmparatoru oluşudur.

Halkına verecek bir şeyi olmadığı için; el attığı Meksika’dan temiz bir sopa yiyerek ayrılışı, kendisini akıllandırmadığından; 1870’te, Sedan’da Almanlara yenilerek terki diyar etmiştir.

Adam, bir hiç iken, en yüksek makamlara kendisini taşıyan Demokrasi Sistemini değiştirmeye kalkışır! Bindiği trenden, resmi olmayan bir durakta inmek isterken, tren kazasına uğrar! Oyla gelip, oyla gideceğini hesaba katmadan, oyunlarla iktidarda kalacağının hesaplarını yapar! Yaşadığı çağdan ve o çağın koşullarından hiç haberi de yoktur.

Eski bir çağa takılmış, kalmıştır. Plağa takılan gramofon iğnesi gibi; LIKIT! LIKIT! LIKIT! Öter durur!

İkinci Dünya Savaşı’nın yönetimi için, Churchill ile Başkan Rooswelth; önce; Waşington yakınlarında bulunan Dumbrton Oaks kasabasında buluşarak, Ünlü Atlantik beyannamesini yayımladılar. Ondan sonra; Müttefikler arasında; dünya’nın çeşitli şehirlerinde konferanslar yapıldı. BU KONFERANSLARDA ALINAN KARARLAR.

*-Quebek Konferansı: Kanada’nın Quebek şehrinde, Rooswelth, Churchill ve Molotof buluştular (19, Ekim,1943)Türkiye Cumhuriyeti’nin savaşa girme konusu tartışıldı. Rus Dış İşleri Bakanı Molotof; daha önceki fikrinde ısrar ederek; ”Türkiye’nin, 1943 İlkbaharında, savaşa girmesini bildirdi.

*-Tahran Konferansı (01/06. Aralık.1943). İngilizler ve Ruslar tarafından işgal edilmiş bulunan Tahran’da; Başkan Rooswelth, İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill ve S.S.C.B’liği Komünist Partisi Genel Sekreteri Jozef Stalin ve kurmayları buluştular. Daha güvenli kabul edildiği için; konferans Rus Elçiliğinde yapıldı.

Sonradan öğrendiğimize göre; Sovyetlerin Ünlü Casusluk Örgütü N.K.V.D mensubu, subaylar ve generaller, garson ve hizmetli kılığında çalışmışlar. Elçilikte, delegelerin kaldıkları her tarafı mikrofonla donatmışlar; Başkan Roosewelth’in oturduğu odada, koltuk ve divan içlerine 105 adet gizli mikrofon yerleştirmişler!

Molotof; “Alınan kararlar doğrultusunda, Türkiye’nin emirle savaşa sokulmasını istemiştir.”

Tahran Konferansı sonunda; J.Stalin Moskova’ya; Roosewelth ve W. Churchill de Kahire’ye dönmüşler ve ivedi olarak, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü Kahire’ye davet etmişlerdir.

W.Churchill, İsmet İnönü’nün, İngiliz uçağı ile Kahire’ye gelmesini istemesine karşın; İsmet İnönü, Başkan Roosewelth’in Amerikan Hava Kuvvetlerinde Hava Generali olan oğlunun kullandığı bir uçakla Kahire’ye gitmiştir.

Her konferansa babası ile iştirak eden bu General; “İfşa ediyorum” adı ile anılarını yazmıştır.

Ş.S.Aydemir; İkinci Adam C.2, S.265, bakınız neler yazmış: ”İsmet paşa, Kahire’ye gidecektir; fakat Tahran konferansı kararlarını tebellüğ etmek (yani, bu kararların kendisine bildirilmesi) için değil, eşit taraflar arasında yapılan serbest münakaşa yolu ile müzakere etmek için gidecektir.

İkinci Kahire Konferansı (1/6.12,1943)

“Eşit söz hakkı şartı ile“ Kahire’ye gitmiştir.

İSMET İNÖNÜ’NÜN KAHİRE’YE GİTME ŞARTLARI

*-Eşit devlet ilkesi uygulanacaktır,

*-İstenilecek hususlar, uygulanabilir ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yük getirmez olacaktır,

*-Hazırlanacak gündeme göre müzakereler yürütülecektir.

Konferansta; W. Churchill, kurulacak Birleşmiş Milletler örgütünde; Türkiye’nin isteklerinin karşılanacağı masalını anlatırken; Başkan Roosewelth, Atatürk’ü görememenin üzüntüsünü dile getiriyordu. Aslında; Almanya’nın her yeni yenilgisi, ”Türkiye Savaşa Gir!” baskılarını artırıyordu.

Kahire konferansının yapılacağı yerde, çok sıkı güvenlik önlemleri alınmıştı. Her taraf, askerlerle ve her çeşit silah ve araçlarla dopdoluydu. Taa! Amerika’dan Türkiye’ye gelerek, ”İkinci Dünya Savaşında; İnönü’nün dış Politikası” kitabının yazarı, Amerikalı Edward Weisband’ı okumakta çok yarar vardır.(12)

Başkan B. Roosewelth, W.Churchill ve İsmet İnönü; sabah kahvaltısı için masaya otururlar. İsmet Paşa; W.Churchill’e dönerek: ”Sayın Churchill, der; benim her sabah, yürüyüş yapmak gibi bir âdetim vardır. Burada, sabah yürüyüşü yapamıyorum; çünkü yollar ve her taraf, askerlerle ve araç gereçlerle dopdolu!” W.Churchill, gayetle mütebessim bir yüzle:

-Ekselans İsmet Paşa; der, bu denli yoğun güvenlik önlemi almak zorundayız. Ya bir Alman saldırısı ve sızması olursa. Böyle bir duruma düşmemek için hazırlıklı olmalıyız!” İsmet İnönü, O Büyük insan, O büyük devlet adamı, hemen taşı gediğine koyar:

-Siz, burada kendiniz için, bu denli yoğun güvenlik önlemini, bir Alman saldırısı için alıyorsunuz! Benim ülkemin sınırları apaçık; güvenlik önlemleri için yeterli araç, gerecim de yok. Bir Alman saldırısı olursa Türk halkının güvenliğini nasıl sağlayabilirim? Onun için; istediğimiz yardımların bir an önce verilmesini bekliyorum!” Der.

Başkan Roosewelth’in gülmekten, gözlerinden yaşlar boşanır. W. Churchill’e dönerek:

“-Sayın Churchill, faka bastın. Ülkesini ve halkını tehlikeye atmamakta İsmet İnönü haklıdır. Boş yere sıkıştırmayalım, istediklerini verelim,” der.

ADANA MÜLAKATI (30.Ocak/01. Şubat,1943)

Churchill; Adana’da kendisine ayrılan Yenice İstasyonunda kaldı. Toplantılar, kenara çekilen bir vagonda cereyan etti. Türk tarafında; Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak vardı. Başbakan W.Churchill, özetle şunların karşılanmasını istiyordu.

*-İtalya’ya karşı geniş bir sefer açılacaktır. İtalya’nın çöküşü, Almanların Balkanlardaki durumunu sarsacaktır. Bu takdirde de, Sovyetlerin kuzeyden, Müttefiklerin de Türkiye vasıtasıyla güneyden harekete geçmeleri ve savaşın bu suretle Balkanlara intikali, Almanları yenilgiye doğru itecektir. Bu arada; Romanya petrolleri de bombardıman edileceğinden; Almanya’nın akaryakıtsız kalışı, Alman mukavemetini ayrıca sarsacaktır. Ama bütün bu işlerde, hem kara, hem hava harekâtı için Türkiye’nin yardımına ihtiyaç vardır. Hülasa, Türkiye, 1943 yılı sona ermeden savaşa girmeli ve bu suretle de, müttefiklerine karşı taahhütlerini yerine getirmelidir.”

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü; bu tekliflere karşı; başlıca iki nokta üzerinde durmuştur.

*-Türkiye Cumhuriyeti, Sovyet Rusya’dan emin değildir. Almanya’nın yenilmesi ile beraber, Rusya’nın Avrupa’da hâkim kuvvet olması mümkündür.”

*-“Türk ordusunun savaşa katılması için, bu ordunun öncelikle ve geniş ölçüde teçhizhatlandırılması gerekir.”Ş.S.Aydemir; İkinci Adam, C.2;S.260/261,

Çok sonraları; bu toplantılara katılmış olan bir Fransız diplomatının anıları yayımlandı. Fransız diplomat:

“Churchill kızdı, tehdit etti, yalvardı ve hatta ağladı; İsmet Paşa’yı istediği noktaya getiremedi. İsmet Paşa hep, eski tavrını değiştirmedi,”diyordu.

W.Churchill, kendisine ayrılan binada, çok derin düşüncelere dalar: ”Acaba, Osmanlı İmparatorluğunu dağıtmakla kötü mü ettik? Bu toprakları merkez yapan yeni bir Türk İmparatorluğu kuramaz mıyız?”

İkinci Dünya Savaşından önce; Komünistlere azılı bir düşman olan W.Churchill’in, Almanya’ya karşı Ruslarla anlaşmasını kasteden Başbakan Rahmetli Şükrü Saraçoğlu:

“Sayın Başbakan, Londra’da yaşayan Winston Churchill adlı birisi var. Avam Kamarasında; ”Komünistlerle, Faşistlerden birisini seçmek durumunda kalırsam, faşistleri seçerim”, demişti. Bu sözünü, O’na hatırlatır mısınız?” Demişti.

W.Churchill’in, Türkiye Cumhuriyeti’ni hemen savaşa sokma baskısına karşı, çok uzun bir ihtiyaç listesi hazırlatarak İsmet İnönü’nün eli ile W.Churchill’e verdirdiği söylenmişti. Bu listede neler yoktu, neler! Ana kalemleri şunlardan oluşuyordu:

*-2.500.000 kişilik bir orduyu, en son sistem araç, gereç ve teçhizatla donatmak,

*-2,500 adet Tank,

*-Sayısız lokomotif, Uçak, Top, vagon Kamyon ve Gemi;

*-Asker Fotini, Matara veYemek levazımatı,

*-250,000 Mavi Gözlü İngiliz Askeri. Bu istek listemizdeki malzemeler, hemen temin edildiğinde ve SOVYET RUSYA’NIN GERÇEK NİYETİ DE AÇIĞA ÇIKTIĞINDA; Türkiye Cumhuriyeti Almanya’ya savaş açacaktı!

Bu malzemeler, çok uzun bir sürede temin edilirse; Türkiye Cumhuriyeti, ŞUBAT.1945 TARİHİNDE savaşa girecekti!

Cumhurbaşkanı Rahmetli İsmet İnönü, gerçekten de verdiği sözü tutmuştur: 23, ŞUBAT. 1945 TARİHİNDE, NAZİ ALMANYASINA SAVAŞ İLAN ETMİŞTİR!

Rahmetli İsmet İnönü’nün ileri görüşlülüğünü göremeyen, ya da görmek istemeyen Salaklara, Solaklara ve dahi Malaklara selamlar ederim, Kör Gözlerinden ve Sağır Vicdanlarından kurtulmalarını dilerim.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü; Nisan. 1950’de; İzmir’de Halkımıza şöyle demişti: ”Halk, bana, vaktini doldurdun; çekil git; derse memnun olurum. Bu genel seçimde çıkacak her türlü sonuç kabulümdür.”

İkinci Dünya Savaşının en bunalımlı günlerinde başlatılan OKULLAŞMA SEFERBERLİĞİ DE O’NUN ESERİDİR. M.Asaf Aktan,”Canlandırıcı Eğitim Yolunda;” adlı eserinde, bir anısını anlatır:

“İsmet Paşa, Savaştepe’ye- Eski adı Giresun- gelmişti. Kendisini, tuğla ocağına götürüyorduk. Yolda giderken tepeden; şimdi anımsıyorum, Pamukçudan HATİCE KOLUKISA O GÜN GALİBA KÜMES NÖBETİNDEYDİ, o’nu çağırdı; geldi. ”Ne var torbanda ?” dedi. O da:

“Torbamda, peynirim, ekmeğim var, köftem var;” dedi.

“Başka neyin var, göster bakayım;” dedi. Torbadan, Sophokles’in ANTİGON’U çıktı. ANTİGON’U görür görmez, İsmet Paşa’nın gözleri yaşardı. Yanındaki Abddurrahman Nafiz Gürman Paşa’ya; ”Paşam, görüyor musunuz, bu klasikler daha yeni çıktı Ankara’da bile okunmuyor. Benim çocuklarım okuyor. Köylümüz, şehirlimiz, erimiz, generalimiz ne zaman kitabı da kumanyasına ekleyecek duruma gelirse, o gün Türkiye gerçekten kurtulmuş olur” dedi. Melih Âşık; milliyet gazetesi,18.Nisan.2002,

14. Mayıs. 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerde, C.H.P’Si seçimleri ve 27 senelik iktidarını da kaybetti. Tenkitler ve kötüleme rüzgârları, PEMBE KÖŞK’DEKİ MUHALEFET LİDERİ İSMET İNÖNÜ’YE DOĞRU ESMEYE BAŞLADI.

Şair Orhan Seyfi Orhon;

“Bir duman oldu parti, savruldu,

Ne tavan kaldı bak, ne de dam kaldı;

Koca şef denilen heyulâdan,

Bir koca ihtiyar adam kaldı!”

Ayni adam, daha önceleri ne methiyeler düzmüştü: ”.Vakıa bu kolay olmadı. Milli şefin saçlarındaki ışıklar, tâ oradan geliyor. Bunlar, on altıncı yıldönümünü kutladığımız beyazlardır. Biz, onlara, ağaran bir fecir gibi bakıyoruz.” Bu politikacı, daha önce de; Rahmetli İsmet İnönü için ne methiyeler düzmüştü:

“Bir dağ başısın, ak saçın alnında bulutlar,

Çizmenle çizilmiştir, aşılmaz bu hudutlar.

Gökten Ata’nın ruhu eğilmiş, seni kutlar,

Çizmenle çizilmiştir, aşılmaz bu hudutlar.”Ş.S.Aydemir; İkinci adam, C.3, s.489,

O’NUN sayesinde, Türkiye cumhuriyeti’nin hudutları aşılmadığı halde; insan şeklinde yaratılmış, ikiyüzlü, riyakâr yaratıkların ruhlarındaki yapmacık sevgi ve saygı aşıldı.

Rahmetli İmran Ökten’in cenaze töreninde öldürmeye kalkışanlara Polatlı topçu Okulu komutanı bir Tuğgeneral engel olmadı mıydı?

Bu tip, kişiliksiz ve omurgasız insanlara en güzel yanıtı İngiliz Wellington Dükü vermiştir: Napolyon’u yenen Wellington Dükü; Londra’ya zaferle döndüğünde; kendisini coşkun alkışlarla karşılayan kalabalık insan seline,” SABUN KÖPÜKLERİ”, demişti. Başbakan olduktan sonra, kendisini yuhalayan kalabalıklara da, aynı biçimde ses vermişti: ”SABUN KÖPÜKLERİ!” Maalesef, bizimkiler sabun köpükleri değil, insanlığın yüz karasıdırlar!

İkinci Dünya Savaşından sonra; bir grup Alman bilgini, “Büyük Dünya Olayları”, adında çok kapsamlı bir ansiklopedi yayımladı. İsmet İnönü’nün dış politikası başlığı altındaki bir bölümde; Hipodromda yapılan bir geçit töreninde; yerde Alman tanklarının, onların üstünde de İngiliz uçaklarının fotoğrafları vardı!

1950 genel seçimlerinde ve daha sonraları yapılan seçim propagandalarında; Rahmetli İsmet İnönü’ye yükletilen en hayâsızca saldırılardan birisi de; İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINA GİRMEYEREK, HALKIMIZIN ERKEKLİK DUYGUSUNU ZAYIFLATTI!” töhmeti olmuştur.

İkinci Dünya Savaşına girenlerin vermiş oldukları insan kaybını verdiğimde; bu iftirayı ortaya atanlar utanırlar mı dersiniz!

İNSAN KAYIPLARI

Ülkeler asker kayıpları sivil kayıpları toplam

Almanya---------- 4.500.000-------------------2.000.000------------- -6.500.000 Japonya--------- 2.000.000-------------------- 350,000----------------2.350.000

İtalya------------ 400,000-------------------- --100,000------------------ 500,000

Romanya-------- 300,000--------------------- - 200,000------------------ 500,000

Avusturya-------- 230,000-----------------------144,000---------------- - 344,000

Macaristan------- 160,000------------------------270,000--------------- -340,000

Finlandiya----------84,000--------------------------16,000-------------- -100,000

Toplam.----------7.674.000-----------------------3.580.000-----------10.134.000 Mihver kayıpları ve Müttefik kayıpları

RUSYA-----------10.000.000--------------------10.000.000 -----------20.000.000

Çin------------------2.500.000-----------------------2.400.000------------4.900.000

İngiltere--------------300,000---------------------------50,000------------ 350,000

Yugoslavya---------300,000-----------------------1.400.000-------------1.700.000

U.S.A------------------274,000----------------------------0-----------------------274,000

Fransa----------------258,000--------------------------342,000---------------600,000

Polonya--------------123,000--------------------------4.000.000-----------4.123.000

Kanada----------------37,000---------------------------------0------------------37,000

Bulgaristan---------- 32,000----------------------------- 3,000---------------- 35,000

Arnavutluk---------- -28,000------------------------------2,000-------------- - 30,000

Hindistan--------------24,000----------------------------13,000---------------37,000

Avustralya------------23,000-----------------------------2,000--------------35,000

Yunanistan-----------20,000---------------------------430,000------------450,000

Yeni Zelanda---------10,000------------------------------2,000--------------12,000

Belçika-----------------10,000-----------------------------72,000--------------82,000

Güney Afrika----------7,000-----------------------------------0------------------7,000

Hollanda----------------6,000----------------------------204,000-----------210,000

Lüksemburg------------- -5,000-------------------------------0----------------5,000

Norveç-----------------------2,000------------------------------8,000---------10,000

Toplam-----------------14.201.000-------------------------24.042.000---38.42.201

Genel toplam--------22.000.000------------------------28.000.000---50.000.000

Cumhuriyet Gazetesi,14. Eylül. 1999

Bu milletler, erkekliklerini kanıtlamak için, bu insancıklarını feda mı ettiler?

Adnan Menderes bu çeşitten propagandalarını sürdürürken; Türk Askeri, Kore’ye savaşmaya gidiyordu; Adnan menderes’in oğlu da, Paris’e NATO karargâhına askerliğini yapmak için gidiyordu!

Rahmetli İsmet İnönü; bir seçim gezisinde, Salihli ilçe merkezine uğrar. Üç yaşlarında bir kız çocuğu önüne çıkar:

“- BİZİ ŞEKERSİZ BIRAKTIN! BURAYA NE YÜZLE GELİYORSUN?”DİYE, AZARLAR. Çocuğa öyle öğretilmiştir. Ne yapsın çocuk! Şeker gibi bir konu ile o’da kandırılmıştır.

İsmet İnönü, kendisini suçlayan ve haksız bir şekilde azarlayan, o küçücük kız çocuğunun başını okşayıp:

“SİZİ ŞEKERSİZ BIRAKTIM AMA BABASIZ BIRAKMADIM!” diyerek, o kız gibilerin büyüklerine cevabını verir.

Rahmetli İsmet İnönü’nün iktidardan düşmesi, dünya’da şaşkınlık yaratmıştır. Jozef Stalin’in: ”İsmet İnönü’nün kafasında kuyrukları birbirine değmeden, yedi tilki dolaşır;” dediği, gazetelerimize bile yansımıştı.

En anlamlı mektubu, W.Churchill göndermiştir. Ulusal kurtuluş Savaşı düşmanlarına ayıp olacak ama iş bu mektubu iş bu yazıma ekleyeceğim:

“AZİZ GENERALİM,”

“Her ne kadar benim Türkiye politika ilişkilerine karışmazlığım doğru olmayabilirse de, Türkiye’nin mukadderatına riyaset ettiğiniz uzun devrenin kapanmış olduğunu, şahsen büyük teessür duyarak öğrenmiş bulunuyorum. Bana öyle geliyor ki, tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka, İkinci Dünya savaşının vahim tehlikeleri içinde nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda Mustafa kemal tarafından sert mücadelelerle kurulmuş olan hürriyetçi ve ilerici hükümet şeklini nasıl koruduğunuzu kaydedecektir. Dostça ve zevkli olan mülakatımızı daima hatırlarım ve politika sahnesinden şimdiki çekilmenizde, size en iyi, dileklerimi yollarım.”

Pek samimiyetle sizin

Winston S. Churchill.

İsmet İnönü’nün kavgası; aklın hurafe ve safsata ile vatanseverliğin ihanetle, namus ve şerefin, yalan, dolan ve talanla, ulusal çıkarların, bireysel ve uluslar arası çıkarlarla, gerçek dindarlığın ve gerçek Tanrı sevgisinin soytarılıklarla kavgasıdır. Akın kara ile ilmin ve inancın şekille aldatma ile kavgasıdır.

Zonguldak il merkezinde bulunan, şaha kalkmış at üzerindeki Atatürk’ün ve İnönü’nün heykelleri, beni çok heyecanlandırır. İnönü’nün heykelinin kaidesindeki yazı da, beni hep düşündürmüştür:

“BİR ÜLKEDE NAMUSLULAR, EN AZ NAMUSSUZLAR KADAR CESUR OLMAZLARSA, O ÜLKEDE KURTULUŞ UMUDU YOKTUR!”

Herkesin kurtarıcı beklediği ülkemizde; bir büyük Romalının şu sözü aklımdan hiç çıkmaz:

“BAŞKALARI TARAFINDAN KURTARILMAYI, YALINIZ KÖLELER BEKLER!

K A Y N A K Ç A

1-Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar,1939-1945

2-Şevket Süreyya Aydemir; İkinci Adam, üç cilt

3-Mit’in Tarihçesi, S.51

4-Mareşal Semyon Mihayiloviç Stemenko’nun Anıları

5-Yener Yayınları, Birinci Dünya Savaşı, c.3, s.928

6-Osman Özdeş, İkinci Dünya Savaşı

7-Edward weissand, İkinci Dünya Savaşında, İnönü’nün Dış Politikası

8-Cumhuriyet gazetesi,14,Eylül.1999

İzleyiciler

Blog Arşivi