2 Ekim 2010 Cumartesi

189-NUH'UN GEMİSİ MÜMKÜN MÜ?-İKİNCİ BÖLÜM




            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@hotmail.com
            Çeşmealtı; 01 Ekim 2010.
           
                                   NUH’UN GEMİSİ MÜMKÜN MÜ?
                                               OSMAN TÜRKOĞUZ
                                               E.J.KD. ALB-HUKUKÇU
                                                           (1989)
                                                   İKİNCİ BÖLÜM.

            Besançon Üniversitesinde; bir Fransız Kadın Profesör’ün, Anadolu’ya ait bir efsaneyi bana sormayıp ta, bir Amerikan Kovboyuna sormasının hıncını almıştım. Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in, Büyük Taarruzumuzun geliştiğini görerek:
            “Öptüm ananı Hacı Anesti. Hektor’un intikamı alınacaktır!” Dediğini ve Fatih Sultan Mehmet’in 1’inci Fransuva’ya yazdığı ve Franki Pani ile gönderdiği mektubu okudum ve Papa 2’inci Pius’a:
            “Biz, sizinle akrabayız. Hektor’un ve Truva’nın intikamını Rumlardan almak isteyen bizlere niçin karşı çıkıyorsunuz?” Diye mektup yazdığını; Etrüsklerin Anadolu’dan İtalya’ya gitmiş olduklarını, Aineais Destanını yazan Puplius Vergilius Maro’nun (MÖ.15Ekim70-21Eylül19) Etrüsk kökenli bir çiftçinin oğlu olduğunu ve 632 Puatiye yengisi nedeniyle Fransızca yazılmış olan “Chansone de Roland’tan ve “Episode de la Bataille de Sedan’dan”manzum parçalarının aklımda kalanlarını okudum. Bunu nerede mi okumuştum. Beni yemeğe davet eden Fransız Profesörlerin yemek masasında okumuştum. Sonra da; Anadolu Efsanelerinden, Hititlerden, Frikyalılardan, Lidyalılardan ve Likyalılardan, Troya’dan, Priyomos, Hekabe, Hektor, Kassandra’dan ve Güzel Helen’den söz etmiştim.
            Napolyon Bonapart’ın ilk nişanlısı olan Marsilyalı ipek tüccarının 14 yaşındaki DESİRE adlı kızından da söz etmiştim. Napolyon ordusunun 18 Mareşalinden birisi olan ve Çavuşluktan Mreşallığa yükselen Mareşal Jean Baptis Bernadot’un, Desire ile evlenerek İsveç Kırallığına seçildiğini, bugün bile İsveç’te Desire adlı bir Prenses olduğunu da anlatmıştım.
Sonuç ne mi olmuştu! Bizlere Üniversitede oda verildiği gibi, Besançon ve Paris ordu evlerinden yararlanma yetkisi de verilmişti. Şimdi de konumuza dönmek istiyorum.
            Doçent Dr. Abdullah Aydemir’in İslami Kaynaklara Göre Peygamberler, adlı bir kitabı sabah Gazetesinde ek olarak okuyucularına verilmişti. Bu kitap tamamen rivayetlere dayalı bir eserdir. Öyle bir yaratılmış biçimleri anlatılmaktadır ki evlerimize şenlik!
            “Fareler Nuh’un gemisini kemirmeye başladıklarında, Nuh’u bir telaştır almış! Bu durumu yukarıdan gören Nuh’un tanrısı Nuh’a emreder:
“Bre Nuh! Bir Aslan’ın iki gözü arasına sopa ile vur!” Der. İki gözü arasına sopa ile vurulacak aslan’ın seçimini de Nuh’a bırakır! Asya Aslanı mı; Afrika Aslanı mı, soyunu tüketmiş olduğumuz Anadolu Aslanı mı, Amerika’nın Dağ Aslanı Puma mı?
Bizim, nedense, ASLAN SOYUNA tahammülümüz yoktur! Anadolu TÜRK ASLANLARINI DA enterne etmekteyiz! Ne cins sopa ile vurulacaktır?-Silivri’de, ANADOLU ASLANLARINA İFTİRA VE HAYALİ İHANET SOPASI ile vurulmaktadır da!- Kızılcık sopası mı, Zakkum sopası mı, süpürge sopası mı? Zakkum sopası kan işetir de.
Ne ise; Nuh eline geçirmiş olduğu bir sopa ile ilk gördüğü Aslanın iki gözü arasına hızla vurur! Kütt! Zavallı Aslan M.G Mayer Film şirketinin amblem Aslanı gibi hırlar! O saat, Aslan’ın burun deliklerinden birisi dişi birisi de erkek iki kedi fırlar. Aslanın hangi burun deliğinden Dişi ve hangi burun deliğinden de erkek kedinin fırladığı belli değildir. Kur’anı Kerime göre; sağ sola göre hayırlı ve üstündür de! Kendi cinsi böylece yaratılmış olur. (S.49). Sümer ülkesinde ve Şurrupak şehrinde Fareler mevcut iken kedilerin olmayışı doğa kanununa aykırıdır. “Her şey zıttı ile kaimdir!”
Hangi cins Kedi yaratılmıştır! Siyam Kedisi mi, Panter Kedi
mi, Dünyamızda bunca cinsi bulunan Kedilerimizden hangi cinsi
Yaratılmıştır! Merak bu ya. Fareyi daha önce yaratan ve gemiye aldırtan tanrı, Kediyi yaratmayı nasıl unutur! Bir Fare, bir yıl içinde (9820) sayısına ulaşmaktadır.
            “Tanrı, Nuh’a”: ”Sen Filin kuyruğunu çimdikleyerek sık!” Diye vahyetti. Nuh(a.s.), Filin kuyruğunu çimdikleyerek sıkınca, Filin kuyruğundan birer tane Erkek ve Dişi         Domuz düştü. Onlar da gemideki tezekleri yemeye başladı. S.G.E. S.49.Hemencecik nasıl da büyümüşler!
            Nuh, Tanrı emriyle diktiği ağacı ,(40) yıl sonra, Tanrı’nın emriyle gemi yapmak için kesti.” S.G.E. S.47. “Selman, el Farisi’den rivayete göre Nuh (as.) gemisini (400) Senede yaptı. Gemi yapımında kullanılan Hind ardıcı ağacı (40) yılda büyüdü. Ağacın uzunluğu (30)Arşını buldu.(Arşı; parmak uçlarından enseye kadar olan yerdir).”S.G.E. S.47.
            İslami kaynaklara göre gemi, Tanrı’nın tanımı ve tasarımına göre yapılmıştır. Bu demektir ki, o tarihe kadar, insanoğlu gemiden ve gemi yapımından da habersizdi! Nuh’tan sonra dev boyuttaki gemiler insanoğlunun tasarımına göre yapılmıştır. İnsan aklı ve insan tasarımı niçin Tavuk iskeletine takılıp ta kalmadı da Tanrı’nın tasarımını geçti!
Sayın Doç.Dr. Abdullah Aydemir’e göre, geminin boyutları da şöylece anlatılmaktadır:
            “Geminin boyutlarına ait bilgiler çeşitlidir:
            A-Uzunluğu (80),eni (50), yüksekliği (30) Arşın.”
            B-Uzunluğu (300), eni(50) yüksekliği (30) Arşın. (bazı rivayetlerde bu ölçülerin Nuh’un büyük babasının arşınına göre hesap edildiği tasrih edilmiştir.” Büyük Baba niçin gemide değildi!
            C-Uzunluğu (1200), eni(600) arşın idi.( Bu rivayetlerde geminin yüksekliği hakkında bilgi yoktur.”
Aklın giremediği bir yere, milyonlarca canlı yaratık ve onların yiyecek ve dahi içecekleri nasıl girer? İki Domuz, tüm canlıların pisliklerini yiyerek nasıl temizler! Bu durumda, domuzların pisliklerini kim ve kimler temizler! Darvin’i inkâr edenler, Darvin’i doğrulamaktadırlar.
            İki Kedi, tüm Fareleri yiyor! Bizim Antakya şehir merkezinde, kedilerden çok büyük Jordan denilen fareler kedileri bile yemektedirler. Bunlar da Nuh’un gemisinde olduğuna göre ol mübarek kedilerin halleri görülmeye değerdi!
Ağrı Dağına bırakılacak Fareleri kim koruyup kolluyor? İki Domuz, tüm canlıların pisliklerini yiyerek gemiyi tertemiz ediyorlar! Pekiyi, bu domuzlar nereye pisliyorlar ve bu pislikleri kimler temizliyor!
Yüce Tanrımız hep aracı kullanmaktadır. Şıp! Diyerek halk edememektedir. Osman’ı Anası ile babasının yardımı ile yaratmaktadır. Gemi yapımı için ağaç diktiriyor ve tavuktan gemi yapımı tanımını ortaya koyuyor. Bu anlatımlarla Tanrımız doğa altı bir varlık oluyor. Tanrımız, Tufanı biliyor da niçin durduramıyor? ”İnsanlara ceza verecek!” Sümerlerin bir şehrinde insanlar azmışlarsa, dünyamızın geri kalan kısmındaki insanların ve dahi canlıların günahları neydi? Onları niçin telef ediyor!
”Yeryüzü” deyimi genel ve özel bir anlam taşır.” Uzaydan yeryüzü masmavi gözükür!” Burada Yeryüzü=Tüm dünya demektir.” Uçağımızın penceresinden yeryüzünün görünümüne dayanılmaz!” burada da yeryüzü görebildiğimiz arazi parçasını anlatmamıza yarar.
            Bir zamanlar; Avustralya’da tavşan sayısı (500.000.000) olunca; Avustralyalı bilim Adamları, tavşanlara musallat ettikleri bir Virüs ile (200.000.000) Tavşanı öldürmüşlerdi. O zamanlarda; Tanrımızın Virüslerle bir ülfeti yok muymuş?
            Biz, yine de Tevrat’ın ana kaynağı olan Gılgamış Destanına dönelim. Gılgamış destanındaki Bilimsel yaklaşım çok ilginç.
            Utnapiştim’e: ”Bütün canlı yaratıkların tohumunu al!” Buyruğu verildiği halde; ”Bütün yaratıkları ve nesneleri gemiye yükledim”, demektedir. Güverteleri kat kabul edersek YİRMİSEKİZ DÖNÜMLÜK BİR GEMİ; TEK KATTA YEDİ GÜVERTE VARSA, DÖRT DÖNÜMLÜK BİR GEMİ! Yinede büyücek bir gemi.
            Nuh’un gemisinin boyutlarını bulmuştuk: 6.75Mx22.25mx13.35 metrelik üç katlı bir gemicik idi! Bu gemide sadece ve sadece (8) kişi vardı. Bazı dini metinlerde ve Gılgamış destanında; Başkaptan ve Dümenciden ve gemi yapım ustalarından söz edilmektedir. Sular gibi şarapları kimler getirmiş ve kaç kişi içmiş, bunlara ne olmuş?
            Sürünenlerden, uçanlardan ve nefes alanların temizlerinden yedişer çift, temiz olmayanlardan ikişer çift olarak hesap etmiyor; temiz ve temiz olmayan hayvan tartışmasına da girmek istemiyorum. Gemide, Fare ve Domuz ve Kuzgun da var. Temizlik ölçüsünü bulmak gerek! Ben, ikişer çanlının gemiye alındığını kabul ederek ona göre de hesabımı yapıyorum.
            Dünya üzerinde bugün (600.000) kınkanatlı var. (1.200.000) adet te, insan dışında, canlı var. Bir örnek vermek gerekirse; Akrebin (600) türü, bitin (200) türü, Cırcır böceğinin (1000) türü, geyiklerin (17) cinsi ,(40) türü ve (190) alt türü var. Bunların her türünden ikişer çift alma zorunluluğu ortadadır. Çünkü Tevrat’ın yaratılış bölümünde 2’inci bap, 19’uncu ayette:
            “19-ve Rab Allah, her kır hayvanını ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı.” Denmektedir. Yani; evrim, mevrim yok demektir.
            Yarasalar ”Chiroptera” memeliler sınıfına giriyorlar. (19) ana guruptan ve (174) takımdan ve (1000)’in üzerinde alt türden oluşuyorlar. Afrika’da (100) tür, Amerika’da (30) tür yarasa var. Yalınız bir adada (1000) çeşit kelebek var!
            Bir filin günde (2.500) Kg. Ot, bir devenin (50)kg. Ot, bir aslanında (20) kg. Et yediğini hesaba katmak zorundayız. Ayrıca, tufan olayı, Arabistan yarımadasında, Türkiye’nin güneyinde geçmektedir. Beş kıtanın apayrı özellikteki hayvanlarını toplayarak gemiye kadar getirip, gemiye yüklemek nasıl mümkün olabilir! Tufandan sonra; her kıtanın apayrı özellik gösteren hayvanlarını ARARAT/CUDİ/ya da NİSİR dağından bugünkü bulundukları yörelere göndermek nasıl da mümkün olabilir! Nuh’un arkasında Amerikan Hava kuvvetleri olsa bile böyle bir operasyonu başarmak mümkün değildir. Amerika bile, Irak’a demokrasi getirecek hayvanları binbir zorlukla; ona, buna ve dahi şuna başvurarak gerirmedi miydi?
            Yeryüzünde fesatlıklar çıkararak huzuru ve düzeni bozan insanoğluna mutlaka bir ceza verilecekse; hiçbir günahı ve dahi kabahati olmayan bunca canlıyı öldürmeyi anlamak ta mümkün değildir Savaşlarda insanlar biri birlerini öldürürler. Bu savaşlardan niye diğer canlılar da zarar görsünler.
“En Uzun Gün” filminde; Normandiya kıyılarına düşen uçak bombaları ve topçu mermileriyle öldürülen balıklar da gösterime girmiştir. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan Atom bombalarından, hayvanlar, balıklar, kuşlar, kelebekler ve karıncalar neden zarar görsünler!
Biz, dünyamızı hazmedemeyen insanlar, biri birimizi öldürerek dünyayı gerçek sahipleri olan insanların dışındaki yaratıklara bırakmalıyız!
            Benim aklım milyonlarca hayvanı ve bu hayvanlara (9) ay ve (19) gün yetecek yiyecek ve içeceği taşıyacak bir geminin bugünün teknolojisi ve olanakları ile de yapılabileceğine yatmıyor. Buradan başka bir mesaja gittiğimi de ileride açıklamak durumundayım.
            Herodot, ünlü tarihinde su baskınlarını önlemek için bir babil Kraliçesinin ırmağı nasıl kollara ayırdığını, ırmak sularını bir yapay gölde toplayarak nasıl taş rıhtımlar yaptığını anlatır.
            Hesiodos; ünlü İşler ve Günler adlı eserinde--M.Ö.600’de Foça’da doğmuştur ve çok tanrılı dinlerin peygamberidir—Baştanrı Zeus’un oğlu, demirciler tanrısı ve bir tanrıçanın, Venüs’ün de kocası olan Topal Hefhaistos’a topraktan bir insan yaparak içine nefes üfleyerek can vermesi buyruğunu anlatır. Topraktan geliriz, toprak sayesinde beslenir ve yaşarız, sonunda da toprağa döneriz. Mesaj bu.
            M.Ö.(3000)’li yıllarda; Mısır’da da çıkrıkçılar tanrısının topraktan insancık bibloları yaptığını da biliyoruz.
            Utnapiştim’e tanrı Enlil, ”ırmakların ağzında yaşamasını “emreder. Irmakların ağzı, Tevrat’ta adı geçen (4) ırmaktan ikisi olan Dicle ve Fırat olsa gerektir. Acaba burada insanoğullarına bir ileti mevcut olamaz mı?”Irmakların ağzında oturunuz ki, hem ırmakların hem de denizlerin nimetlerinden yararlanasınız!”
            Ağrı Dağını da aşan bir tufan, yüksekliği (5.165) Metredir; anlatılanlara bakılırsa Everest’i de aşmaktadır. Tufan Everest tepesini aşmasaydı oraya sığınmış olan canlılar kurtulurdu! Böyle bir çamur deryasında ölen canlıların kalıntılarının yoğun bir biçimde bulunması gerekirdi. Bu da olmadı. Bu, yöresel bir felaketten kurtuluşun öyküsü olmasın. Bu konuya da değinmek gerekecek. Utnapiştim, gemi yapım ustalarından söz ettiğine göre Sümerlerde o çağda gemi yapımcılığının olduğunu anlıyoruz.
            Dünyamızın çeşitli yörelerinde yaşayan insanlarda aynı gelişme çizgisinin izlenmiş olduğunu gözlemlemekteyiz. İlkel insanlar, önce ateşi bulmuşlar, sonra da belirli türdeki hayvanları ehlileştirmişlerdir.
Ateşin keşfi insanoğlunu yaratıkların efendisi yapmıştır. Sıfırın, tekerleğin, camın ve kâğıdın bulunması uygarlaşmanın yolunu açmıştır.
Her ilkel insan topluluğunun aynı özellikteki yabanıl hayvanları ehlileştirdiklerini bilmekteyiz.
Statik enerjiyi kinetik enerjiye çevirmesini de bulmuşlardır. Ok ve yayı kullanmışlardır.
Güney Amerika yerlilerinin bir borunun ucuna yerleştirdikleri zehirli çubuklarla hayvanları avladıkları gibi, düşmanlarını da bu sistemle öldürebilmişlerdir. Atların evcilleştirilmesi uzakları yakın ettiği gibi yeni savaş taktiklerinin yaratılmasını sağlamıştır. Koyun ve keçinin ve sığırların evcilleştirilmesi insanoğluna araç kullanmayı da öğretmiştir. Evcilleştirmiş oldukları yabani eşeklerle dişi atları çiftleştirmeleri hep bir ileri aşamanın işaretleridir. İnsanlar, evcilleştirerek yararlanmış oldukları hayvanların huylarından ve davranışlarından da etkilenmişlerdir. Koyun ve öküz gibi yumuşak; keçi ve eşek gibi inatçı ve sert olmuşlardır. Ben, bu olguları meslek hayatımda çok gözlemlemişimdir. Dünyamızın çeşitli yörelerinde yaşayan ilkel topluluklar, geçiş dönemlerinin aletlerini yaratarak ileriye doğru bir adım atmışlardır.
Mızrağı yakın dürtü silahı olarak kullandıkları gibi, uzak mesafelerden düşmanlarına ve avlarına fırlatarak sonuca gidebilmişlerdir
Uhut gazvesinde; Hz. Hamza, Ebu Süfyan’ın kölesi Vahşi’nin uzaktan fırlatmış olduğu mızrağı ile öldürülmüştü.
            İnsanlar, önce çamuru, sonra ağacı, sonra taşı ve daha sonra da yumuşak madenleri kullanım alanına sokmuştur. Güneşte kurutulan toprak kaplardan, ateşte pişirilen toprak kaplara ve tuğlalara geçilmiştir. Mağara kovuklarından göl evlerine, oradan da, etrafı çalı, çırpı ve taş duvarlarla çevrili sağlam evlere geçmişlerdir. Dünyamızın çeşitli yörelerindeki mağaralardan ve Antalya’daki KARAİN mağarasından, dedelerimizin ve ninelerimizin çekmiş oldukları yaşam çilelerini okuyabilmekteyiz.
            Okun, yayın ve mızrağın kullanım alanın sokulması; taşlardan ve madenlerden balta, kılıç ve bıçakların yapılması, insanları avcılığa, avcılıktan da öte ASKERİ EYLEMLERE götürmüştür.
            Doğada, insanlara örnek oluşturacak bir olgu vardır: Yeter ki iyi bir gözlem ve deneyim olsun. Evlerini sırtlarında taşıyan Sümüklü Böcekler ve Kaplumbağalar, vücutları kalın plakalarla kaplı Gergedanlar; insanlara korunmak için iyi birer örnek oluşturmuşlardır. Doğayı en iyi taklidedebilen ve doğadan en iyi yararlanabilenler, öteki hemcinslerine egemen olmuşlardır. Denizlerde hidrolik sistemli kollarla çalışan yengeçler, hidrolik sistemle çalışan araçlarımıza örnek oluşturmuşlardır. İnsan dâhil, canlı hayvanların erkeklerinin dişisinin rahmine meni püskürtme olayı, içten yanmalı motorlarda mazot püskürtme aletinin yaratılmasını sağlamıştır! Düşmanlarına boya fırlatarak gizlenen Ahtopotlar ve Mürekkep balıkları hep örnek alınmıştır. Yunuslar ve Balinalar kara ve hava araçlarımız için örnek oluşturmuşlardır. İnsanoğlunun çocukluktan ergenliğe geçişleri hep aynı yolu izlediği gibi, toplumların gelişmeleri de hep aynı yolun izlenmesiyle olmuştur.
            Kozmik ve süper bir akıl; insanların her ileri evrede kullanabileceği maddeleri ve enerjileri çeşitli yerlere serpiştirmiştir. Yakıt enerjisi tükenen toplumlar, yerleşim yerlerindeki kömür ve Petrolu bilemediklerinde büyük göçler meydana gelmiştir. İnsanoğlu, saklambaç oynar gibi, bu saklanmış olan şeyleri bulmayı ve bunlardan yararlanmayı öğrenmişti. Çeşitli alanlardaki buluşlar, bir amaç doğrultusunda birleştirilerek insanlığın hizmetine sunulmuştur.
            İnsanoğlunun merakı bilimleri ve her şeyin kullanım tekniklerini geliştirmişti. Sümer‘lerde ve Babil’de gökyüzünü gözetlemek ve yıldızların hareketlerini incelemek üzere Ziguratlar yapılmıştı. Zaman takvimlerle bölünmüş, matematik ve geometri de geliştirilmişti. Taban çevresinin yüksekliğe bölünmesiyle Pİ sayısı bulunmuştu. Mısır’da ve Aztek’lerde yapılan piramitlerde bu sayı kullanılmıştı. Aztekler, Pİ sayısını (10.000)’ler basamağına kadar götürebilmişlerdi.
            İnkalar, piramitlerini yaratıcı güneş tanrısı VİRAKOŞA’NIN yaptığına inanmaktadırlar. VİRAKOŞA, BEYAZ ADAM anlamına gelmektedir. İnka halkı, Virakoşa’nın uçan bir nesneye binerek kendilerini terk ettiğine ve bir gün mutlaka geri döneceğine inanmaktadırlar. İspanyollar, İnka ve Aztek ülkelerini zapta geldiklerinde, buralarda yaşayan yerliler kendilerini terk eden tanrıların geri geldiğine inanmışlardı! Ve işin en ilginç yönü de şudur: Kahire’nin (30)kilometre uzağında bulunan SAKKARAH PIRAMİDİ, tıpkı VİRAKOŞA’NIN bir gecede yaptığına inanılan SUKARA PIRAMİDİ’NİN benzeridir. Aztekler, göktaşlarının düştüğü yere piramitlerini yapmaktaydılar. Göktaşlarını tanrısal bir işaret mi saymaktaydılar dersiniz?
            Bu ilerlemelerin yanında; insanın doğa olaylarından korkusu, Efsaneleri, Efsaneler de Din’i yaratmıştı. Basit gözlemler insanı doğaüstü metafizik güçlerin varlığı inancına götürmüştür. Ormanların yanması, yersarsıntısı ile dağların ve toprakların kaymaları, yanardağların patlaması, sellerin basması, canlıların durup, dururken ölümleri ve her türlü doğal olayların, görülmeyen ve insanların suçları nedeniyle harekete geçen güçler tarafından yapıldığı ve bu olayları yaratanları “tanrı”olarak kabul etme inancına götürmüştü. İnsanların, toplum yaşamındaki örgütlenme mantığı tanrılarında bir Baştanrı etrafında örgütlenmesini doğurmuştu.
Diğer yandan; Milattan (6000) yıl önce yazının keşfi ile insanlık yeni bir evreye adımını atmıştır. Önceleri kayalara yazılar yazılmış ve resimler yapılmıştır. Her toplum, yaşadığı yöredeki doğal maddelerden yararlanmıştır. İspanya’daki Altemira mağaralarındaki canlı ve renkli hayvan resimleri; Avustralya’da Aborjin’lerin yaşadığı bölgelerdeki beyaz boyalı resimler, ilkel insanlardaki sanatsal yönlerin varlığının kanıtlarıdır. Mısır papirüslerden kâğıt üretime geçerken, Mezopotamya ve Anadolu Hitit uygarlığı da, pişirilmiş kilden yararlanma yollarını bulmuştur. Çin de bugün kullanmakta olduğumuz kâğıdı keşfederek insanları kâğıttan hafızaya kavuşturmuştur.
Kâğıdın ve yazı malzemelerinin keşfi,  insanoğluna ve ölümsüz bir yeniliğe de adım attırtmıştır. Toplum yaşamındaki örgütlenme mantığı ile tanrılar arasında da bir örgütlenme yaratılmış; Tanrıları da bir Baştanrı ya bağlamışlardır. Yeni bir edebiyat türü de geliştirilmiştir. Tanrılar arasındaki ilişkileri ve aralarında geçen olaylar yazın hayatına geçirildikten sonra; sıra insanlara indirilmiştir.
 İnsanların ilgisini çeken olayları yazmak edebiyat modası olmuştur.
Sümerli Ünlü Lüdingirra anılarını kil tabletlere yazarak günümüze, Muhteşem Muazzez İlmiye Çığ’a ulaştırmıştır. Tabletlere ticari mektuplar, şiirler ve Sümer Mahkeme Kararları ve Destanlar yazılmıştır.
Niğde; Asurluların ticaret ve At yetiştirme bölgesiydi. Asur şehirlerinde ticaretle uğraşan kadınlar; Niğde’deki eşlerine ticari mektupların yansıra, Kaynanalarından çekmiş olduğu çileleri de yazmaktaydılar! Sümer’ler ve Asurlular Hükümdar listelerini de düzenlemişlerdir. M.Ö. (1383) senesinde; Kadeş’te yapılmış olan Mısır-Hitit Meydan Muharebesinin antlaşması Gümüş ve Bronz levhalara yazılarak günümüze gelmiştir. Bu sayede, İkici Ramses’i göklere çıkaran anlatıyı da okuyabilmekteyiz. Hititlerde Kumarbi Efsanesi ve diğer güzelim eserler günümüze gelebilmişlerdi             Atina’da ve Roma’da ve Çin’de kâğıt üzerine yazılmış piyesler ve bilimsel eserler günümüze ulaşabilmiştir. İnsanlar; insanların gerçek yaşantılarından örnek alarak, yaratmış oldukları insanların ve tanrıların öykülerini tiyatro oyunu haline sokarak, topluma yansıtmışlardır.                                                                                                                      Kortez, Meksika’yı işgal ettikten sonra; bir Katolik papazı, İnkaların yeraltında bulunan tek kitaplığındaki tüm kitapları yaktırtmıştır. Günümüze de İnkaların düğüm yazıları gelebilmiştir. M.S.79 yılında; Vezüv yanardağı patladığında; Pompei şehrinin kütüphanesindeki tüm kitaplar, lavların sıcaklığından odunlaşmışlardır. Asıl önemli kitap katliamını da Hz. Ömer yaptırtmıştır. İskenderiye Kütüphanesinde; fihristleri (10.000) cilt tutan (2.000.000) kitabı yaktırtmıştır. İki sene müddetle; İskenderiye’deki evlerde ve hamamlarda kitaplar yakılmıştır! İnka kitaplığında bulunan ve Popal Vuh denilen yazılı belgelerde Tufan öyküleri de vardı.
Amerikalı Kızılderililer, günlerce güneşin karalıklar yüzünden görülemediğini anlatırlar. Afrikan’ın kuzeyinde yaşayan Doganlar,”Sirüs” yıldızından gelmiş olduklarını söylemektedirler. İşin de en ilginç yönü Sirüs yıldızının yanında başka bir ikiz yıldızı gösteren kapı perdeleri kullanmalarıdır. Zira çıplak gözle bu ikinci yıldızı görmek te mümkün değildir. Doganlar çok ilkel olup, dürbün ve teleskop’tan da haberleri yoktur.
            Atina ile Isparta arasındaki Polepenez savaşları (27) sene sürmüştü. Lir çalarak Atina surlarını yıkan Ispartalılar; tam Atina kütüphanesindeki tüm kitapları yakacakları sırada; bir Ispartalı General:
            “Kitaplarını yakarsak, onlar da bizim gibi savaşçı olurlar. Kitaplarını bırakalım ki beyinleri sulansın!”Demesine Ispartalıların aklı da yattığından, böylece ol kitaplar da günümüze ulaşmış ve insanlığın hizmetine sunulmuştur.
            Konuyu çok uzatmak zorunda olduğumu biliyorum. Günümüzde; eski insanların insan zekâsının yaratmış olduğu eserlere karşı duyarlılığına erişememiş nice aydınlarımızın! Olduğunu da bilmiyor değilim. Asurbanipal’a geliniz de Rahmet okuyalım! Bakınız; Gılgamış Destanında Sümer tanrılarının adları ve vazifeleri de verilmektedir. Doğa’nın çok güzel ve düzenli olarak korkusuzca yaşantıya izin vermesini ve doğa’daki dehşet oluşumları İlkel insan kendilerinin edimlerine ve davranışlarına vererek, tanrıları kızdırıp, sevindirmenin sonucuna bağlamışlardır. Günümüzde bile, bazı Büyük Din Bilginlerimiz: ”Tanrı kızar!”, ”Tanrımız buna çok sevinir!””Tanrımız bundan çok hoşlanır!” Diyerek Tanrıyı insanın teessüriyet hallerine sokmaktadırlar.
            Amerikalı Karı-Koca iki gök bilgini; 1994’ün Ağustos ayında, gününü ve satını da bir sene önceden bildirerek, yedi büyük gök cisminin Jüpiter Gezegenine düşeceklerini bildirmişlerdi Dedikleri gün ve saatte de yedi gök cismi Jüpiter’in yüzeyinde patlamışlardı. Sahi orada, fuhuş yapan, insanları Allah ile kandırarak her türlü ahlaksızlığı yapanlar ve maskeli iftiralarla ulusal kahramanlarımıza iftira atanlar mı vardı!
            Nuh Tufanı bir Sümer öyküsüydü. Tufanın olduğu yeryüzü parçası Sümer tanrılarına aitti. Bölgesel bir sel felâketi Evrensel yorumlara yol açacak bir anlatımla ifade edilmişti. Tevrat’ın ve Kuran’ın bu öyküyü Tek Tanrıya mal ederek anlatmasını yorumlamayı okuyucuların kültürlerine ve anlayışlarına bırakıyorum!
            Tufan öyküsüyle Piramitlerin yapım tarzları ve biçimleri, iki ayrı yörede olmalarına karşın özdeştirler. Mısır’da mevcut (108) piramit ile Güney Amerika ‘daki piramitler şekil, yapılış ve ölçü bakımından biri birlerinin aynısıdırlar. Bu iki farklı ve birbirinden çok uzak bulunan yörede yaşayan insanlar Pİ sayısını da bulmuşlardır.
            Dünyamızın yaşının (4,5) Milyar yıl olduğunu biliyoruz. Buzul çağı ise dünkü olaydır üçyüzbin yıllık, bilemedik üçyüzellibin yıllıktır. Sibirya’da elde edilen bozulmamış Mamutlar ve Mamut dişi ticareti bizlere neyi anlatmaktadır?
Ankara’da (30) metre toprağın altından çıkarılan Fil ve Zürafa iskeletleri MTA’DA saklanmaktadır. Kula ilçemiz batısında; 2,5 milyon yıl önce soğumuş iki yanardağ vardır. Buradan akan lavlar, taşlaşmış bir ırmak gibi Gediz nehrine doğru akmaktadır. Karayollarının dolgu malzemesi alırken bulmuş olduğu(28)cm. Boyunda ve (12) cm. enindeki taşlaşmış ayak kalıpları ne insanlara ne de bildiğimiz maymunlara aittir. İsveçli Bilim adamlarından öğrenerek topladığımız taşlaşmış örnek kalıplar Salihli Baraj idaresinde sergilenmektedir. Pekiyi,”Utnapiştim’in”geride kalan insanlar çamurlara gömülmüştü!” Sözü ile anlatmış olduğu felâketzedelerin kalıntıları neden çıkmamıştır!
            İnsanlar, maddi olgulardan yola çıkarak bilime, objektif ölçülere ulaşmıştır. Matematik, Kimya, Fizik ve Biyoloji hep gözlem ve araştırmaya dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Sonunda da, insanlar değişmez ve değiştirilemez Doğa yasalarına ulaşmışlar, Nedenselliğe (SEBEP-SONUÇ ilişkilerine) varmışlardır. Doğa yasalarında değişmezliğin yanı sıra, denenebilirlik ve gözlemlenebilirlik te vardır. Bu olgular evrenseldir. Ne Asya’da, ne Amerika’da ne de Afrika’da farklılıklar göstermez. Sonuçları Müslüman ülkelerde nasılsa, Hıristiyan ve diğer ülkelerde de aynıdır. Bu asırlardır sürdürülen bilimsel çalışmalarca kanıtlanmış evrensel bir sonuçtur.
           Öte yandan, kanıtlanmadan ve dahi kanıtlanması mümkün olmadan doğruluğu ve geçerliliği her ülkede ayrı, ayrı kabul gören bir inanca dayalı olgu da, insanoğullarını tutsaklığına almıştır. Doğa yasalarını ve doğa güçlerini kontrolüne alan insanoğlu, inanca ve körü körüne itaate dayalı metafizik öykülerin tutsağı olmuştur. İnsanlığın çekmiş olduğu ve hâlen çekmekte olduğu tüm  acıların kaynağı bu körü körüne inanç olmuştur. İnsanlık bu kör inançlar yüzünden savaşıp durmuşlardır. Bir yazarımızın vurgulamış olduğu gibi: DİN ve UYKU insanlığı tutsaklığına almıştır. Ünlü Leon Troçki:
           “Din, halkın afyonudur!” sözünü boşuna mı söylemiştir! İslam ülkelerinde DİN ve ALLAH ile aldatan liderler, ülkeleri içinde KAPLAN’I, ülkeleri dışında da SUSTA DURAN KEDİ’Yİ oynamaktadırlar!
            İsterseniz bu Tufan öyküsünün diğer boyutlarına da bir göz atalım: 1767 yılında; Alman Gök bilgini Johann Titus, Gezegenlerin Güneşe uzaklıklarının sayısal oranlarını bulmuştur. Daha sonra da; Johann ve Bade bu uzaklık oranı teorisini geliştirmişlerdir. Güneş’e yakınlıklarına göre; Gezegenler şöylece sıralanmışlardır:
            GÜNEŞ, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürün, Uranus, Neptün, Plüton.
            Plüton, Güneş çapına dik, öteki Gezegenlerse güneş çapına paralel bir yörünge izlemektedirler. Bu dokuz Gezegen,(179) senede bir aynı çizgi üzerinde bir araya gelebilmektedirler. Johann ve Bade’ye göre, Gezegenlerin Güneş’e uzaklık oranları şöyledir:
            0.3.6.12.24.48.96.
            O.3 dışındakiler birbirlerinin iki katıdırlar. Dünya’nın Güneş’e uzaklığı(10) birim olarak kabul edilir.OGN….4…..OMr….7…..OVn…..10 Dn….O16Mr….O28yok…52Jü….OSt.100.her sayıya(4) eklenir:
            4.7.10.16.28.52 ve 100 sayıları elde edilir.(28) sayısının olduğu yerde bir gezegen olması gerekirken, yapılmış olan gözlemlerde burada bir Gezegen izine rastlanamaz.
            1800 yılında; bir grup Gökbilimci Almanya’da bir araya gelirler ve kayıp Gezegeni arama kararı ve 1801 yılında Sicilya’da buluşma kararı da verirler. Kararlaştırdıkları tarihte Sicilya’da buluşurlar. Gökbilimcileri bir sürpriz beklemektedir. İtalyan Gökbilimci Guiseppe Piazzi, Kayıp yıldızı bulduğunu ve adını da CERES koyduğunu söyler. Daha sonra kayıp yıldızın yörüngesi ve ikinci bir Gökcismi de bulunur. Her iki gökcisminin çaplarının(1000) kilometre olduğu da hesaplanır. İkinci Gökcismine(Astroit’e) PHAETON adı verilir. Bugün,(28) sayısının karşısında bulunması gereken Gezegenin yörüngesinde (100.000) Astroit gözlenebilmekte ve bunların (2000) tanesinin de çapları ve yörüngeleri bilinmektedir.
            Rus Gökbilimci Kazantsev Aleksander daha da ileri giderek Kayıp olduğu söylenilen beşinci Gezegenin patladığını iddia etmektedir. Ayrıca, bu kayıp Gezegende yaşamış olan insanların ömürlerinin de (1000) sene olduğunu da söylemektedir. Rus Gökbilimci K.Aleksander, Tevrat’taki peygamberlerin yaşlarını akla getirmektedir. Bu peygamberlerin yaşlarını700–800 ve 900 yıl olduğunu görmüştük.
Rus Gökbilimci K.Aleksander, Dünya üzerinde, kayıp yıldızdan düşmüş ve (1000.000)C.derecesinde erimiş madensel parçalar bulduğunu da ileri sürmüştür.
            Güney Amerika’da bulunan iç, içe geçirilmiş iki taş disketteki matematiksel formüllerin çözümlenmesi de ortaya ilginç sonuçlar koymuştur. Bu bilgiler Ceres’in dönme hızını ve Dünya ile arasındaki çeşitli konumları yüzlerce yıllara dayalı evreler halinde gözler önüne sermektedir.
            Rus Gökbilimci K.Aleksander; yer kabuğunun çatlaması sonucu bu gezegenin okyanusunun magmasına dökülerek gezegeni patlatmış olabileceğini ileri sürdüğü gibi, Nükleer bir patlamanın da bu gezegenin felâketine neden olabileceğini savunmaktadır.
            Buzul çağının başlamasının Dünyamızın 23,5 derece eğik dönmesiyle bir ilgisi var mıdır? Dünya yörüngesine etki yapan bir çekim gücünün ortadan kalkması ile Dünya’nın dönüş biçimi ve iklim düzeni değişmiş olamaz mı? Sibirya’da, donmuş topraklarda, yerin çok altından çıkarılan mamutlara ne demeli? Hiç bozulmadan kalan bu donmuş Mamutların işkembelerindeki, yemiş oldukları otlar bile bozulmamış. Ankara’da bulunan Fil ve zürafa iskeletleri, (65.000.000) yıl önce, aniden yok olan (3000) çeşit Dinozor, bizlere neyi anlatmaktadır?
            Gılgamış Destanındaki: ”Her canlının tohumundan al!” Emri, bugün için çok anlam taşımaktadır. Suni döllenme olgusunun o zamanlarda da bilindiğini anlamaktayız. İlk suni döllenmeye,14’üncü asırda Arabistanlı bir Aşiret Reisi tarafından başvurulmuş olduğunu kesin olarak bilmekteyiz. Komşu Aşiret Reisinin cins Aygırının menisini emdirmiş olduğu pamuğu, kendi kısrağının fercine tıkayarak ol Aygırın cins tayına sahibolmuştur.
            Tevrat’ta, NEFİLİM adlı DEV adamlardan söze dilmektedir. Güney Amerika’nın fethinde, burada görev yapan bir İspanyol papazın gördüğünü iddia ettiği  (7,5) Metrelik dev adamlara ne demeli? Benim Köyüm olan Hatundere köyünün Yaman Köy tepesi eteğinde tarla açan Dayım, eski bir mezarda, kol kemiklerinin normal bir insan boyundan uzun ve kafatasının da çok büyük kazandan daha büyük bir azman adam iskeleti bulmuş ve korkusundan bunları dağıtmış. Bilgisizlik ve Dev masalları paniklemesine neden olmuş!
            Sudan’ın kuzeyinde yaşayan ilkel Doganlar’ın Sirüs yıldızıyla ilgili bilgilerine ne demeli!
            Giovanni Scognamillo,”Uzaydan geldiler” adlı eserinin 46’ıncı sahifesinde:
            “Agrest! Uzay yaratıkları füzeler kullanarak yeryüzüne indiler ve tanrı sayıldılar, Dünyamıza kültürlerinden öğeler, özellikle Evrenle ilgili bilgiler getirdiler. Uzaydan gelen tanrılar hakkında efsaneler O zamandan beri yayıldı. Yunan, Çin ve çoğunlukla Güney Amerika Mitolojilerinde yer aldılar. Uzay yaratıkları, Dünyamızı araştırdılar; Dünyamızı üs olarak kullanıp, Güneş Sistemini taradılar. Dünya’da kaldıkları süre içinde, Nükleer Patlamalara neden oldular.” Aynı yazar, günümüzde yaşanmış çok ilginç bir öyküyü de anlatmaktadır. S.71:” Tana Adası, Okyanus’ta küçücük bir adadır. Bu ada yerlileri; tanrı John Thrum’un dönüşünü beklemektedir. Tanrı John Thrum, uçan bir kuşla tana adasına gelmiş, halka hiç bilmedikleri yiyecek ve içecekler vermiş, Buzdolabı ve Jeneratör getirmiş, bu arada bazı yasaklar da koymuş, Güzel Kızlarla evlenmiş, onlardan çocukları olmuş; günün birinde de uçan kuşuna binip, gitmiş. Yapılan araştırmalar sonunda; Tanrı John Thrum’un, arızalı C–47 uçağı ile Tana adasına inen bir Amerikalı Pilot teğmen olduğu anlaşılmıştır.”Asırlardan beri insanoğulları, birer Teğmen John Thrum mu beklemektedirler dersiniz!
            Tevrat’ta: ”Yüzbaşılar, Binbaşılar ve Kâhin Elezer’in tanrılara ganimet altın ve gümüş sundukları” anlatımı vardır. Ayrıca: ”Tanrıların seçtikleri kadınlarla çiftleşip, onların başkalarıyla çiftleşmesini engellemek için, onları çöl ortasında korumaya aldıklarının.” Anlatımı da” vardır.
            En ilginci de HEZEKİEL Peygamberin Babil’den helikopter ile Kudüs’e uçuşunun anlatıldığı bölümdür. Hezekiel Peygamber, Tevrat’ta belirtilen dört büyük peygamberin üçüncüsüdür. Diğer büyük İsrail peygamberleri; Yeşaya, Yeremya ve Daniel peygamberlerdir. Hezekiel; İbranice TANRI GÜÇLÜDÜR anlamında bir deyimdir.Hezekiel Kudüs’deki Yahudi Kıralı YOAHİM ile birlikte,M.Ö:586 yılında,Babil’e sürgün edilmişti. Hezekiel Peygamberin adı, Kur’anı Kerimde, ZÜLKİFL(a.s.)olarak geçmektedir.  Onun en önemli anlatımı dört pilotlu bir uzay aracı UFO’NUN tanımıdır.
Hezekiel,
bap–1:
            “Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın beşinci gününde, ben Keber ırmağı yanında sürgünler arasında iken, vaki oldu ki, gökler açıldı ve Allah’ın rüyetlerini gördüm.
2-Ayın beşinci gününde—Kıral Yehoyakin’in sürgünlüğünün beşinci yılı idi.
3-Kildanılar diyarında, Keber ırmağı yanında, Buzinin oğlu kâhin Hezekiel’e Rabbin eli onun üzerinde idi.
4-Ve baktım ve işte, şimalden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında, sanki ateş ortasında ışıldayan madenden.
5-Ve onun ortasında dört canlı mahlûk beraber çıktı.--- ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı.
7-Ve ayakları doğru ayaklardı ve ayaklarının tabanı buzağı ayağının tabanı gibi idi ve cilalı tunç gibi pıırıldammakta idiler.
8-Ve dört yanlarında, kanatları altında insan elleri vardı; dördünün de yüzleri ve kanatları şöyle idi
9-Kanatları birbirine bitişmiş idi; yürüdükleri zaman dönmüyorlardı; her biri dosdoğru olarak ileri yürüyordu.”
10-Yüzlerinin benzeyişi ise, onlarda insan yüzü, sağda dördünün aslan yüzü ve solda dördünün öküz yüzü, dördününde kartal yüzü vardı.
Bu şekilde yüz görünümleri değişik insanlar nasıl olur diyenlere de iki çift sözüm var: Asıl adı Michel de Nostredame olan(14Aralık 1503–2 Temmuz 1566),Nostradamus’un ünlü dörtlüklerinin çevirilerini okumamış olanlara çok ayıp etmişsiniz derim. Nostradamus, ateş saçan uçan makinelerden ve domuz başı görünümlü insanlardan söz eder. Günümüzde ve dünümüzde, uçak pilotlarının oksijen başlıkları ile görünümleri neyi andırmaktadır!
 Aztek dinleri ve Aztek tanrıları ile ilgilenenlerimiz hatırlamalıdırlar. Bendeniz unutmadım da! Azteklerin en önemli tanrılarından birisini ADI ”QUETZALCOATL’—Tüylü yılan-‘DIR. Nahuatl dilinde “Efendimizin Rahibi) demektir. Quetzalli: Değerli tüy; Coatl=Yılan demektir. Bu tanrı, bir roket içinde ve oksijen maskesiyle tasarlanmıştır.
11-ve yüzleri ve kanatları yukarıdan ayrılmıştılar; her birinin iki kanadı biri birine bitişmişti, iki kanat ta bedenlerini örtüyordu
O uçan aletten çıkanları tarif ettikten sonra: ”Canlı mahlûklara benzeyişine gelince, onların görünüşü yanan ateş közleri gibi, meşalelerin görünüşü gibi idi; canlı mahlûkların arasında o ateş inip çıkıyordu ve ateş parlaktı ve ateşten şimşek çıkıyordu.
14-Ve canlı mahlûklar şimşek çakışı görünüşü gibi koşup geri geliyordu.
15-Ben canlı mahlûklara bakarken, işte, canlı mahlûkların yanında, onların her dört yüzü için, yerde bir tekerlek vardı.
16-Tekerleklerini ve yapılarının görünüşü gök Zümrüt gibi idi; ve dördünün benzeyişi birdi; ve görünüşleri ve yapıları, sanki tekerlek içinde tekerlek.”O aletin tanımı anlatılmaktadır:
19-Ve canlı mahlûklar yürüdükçe tekerlekler onların yanında yürüyorlardı; ve canlı mahlûklar yerden yükseldikçe tekerlekler yükseliyordu.
20-Ruh nereye gitmek istedi ise oraya, ruhun gitmek istediği yere gidiyorlardı; ve tekerlekler onların yanında yükseliyordu; çünkü canlı mahlûkun ruhu tekerleklerde idi.” Tekerleklerin tanımlanması anlatılmaktadır.
            “”22-Ve canlı mahlûkların başları üzerinde gök kubbesi benzeyişi, korkunç billur gibi, yukarıdan başları üzerine yayılmıştı
23-Ve kubbe altında kanatları birbirine doğru dümdüzdü;”Burada da Hezekiel peygamber ömründe hiç görmemiş olduğu bir uçan cismi ve bu cismin özel donanım içindeki kullanıclarını anlatmaktadır. Bu büyükçe uçan makineye dört küçük makine daha gelerek onun üzerine binmişler. Hezekiel, bu alete binerek yükselmiş ve gökyüzünden yerin görünüşünü bir pilotun anlatımı ile anlatmıştır. Bir Amerikalı, Hezekiel’in tanımladığı uçan makineleri yaparak uçmuştur. Bence meraklısı bir Tevrat bulur ve Kur’anı Kerimde bile Peygamber olarak adı geçen Hezekiel Peygamber bölümünü okur.                                                                                                    Bizler; bir şeyin farkında olamamaktayız. Tevrat’ta “RAP YEHOVA” adını” ALLAH” olarak tercüme ederek okumaktayız! Yehova-Yahve-Hz. Musa’nın mensup olduğu Yahudi Kavminin rüzgâr tanrısıdır!
            Ünlü Filozof Cemil Sena Ongun;”filozoflar Ansiklopedisi’nin 2’inci cildinin 381’inci sahifesinde şöyle demektedir:
            “Herkes için aynı olan bu âlemi, tanrılardan ve insanlardan hiçbiri yapmadı; fakat o daima vardı, vardır, daima da ölçüyle tutuşup, ölçüyle sönen ebedi olacaktır. Bu konuda söylenecek çok şey vardır ve olacaktır. Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra:
            “Helois! Helois! Lama Sabaktani!”—Allahım! Allahım! Beni niçin bıraktın?”Diye haykırması da çok ilginçtir! Bir Romalı askerin, mızrağının ucuna takmış olduğu süngerle Hz. İsa’ya koklatmış olduğu şey ne idi ki; Hz.İsa, hemen ölmüştü, ya da bayılıvermişti! Birileri Hz. İsa’yı yüreklendirmek için:”Dayan İsa! Arkandayım “mı demişti? Bu birileri, Tur Dağına arkasından dumanlar çıkaran bir uçan aletle inen ve Hz. Musa’ya o sihirli sandığı veren olmasın?
            Hep göklerden bir şeyler beklememiz; Papaz Jean Meslier’i bile çıldırtmıştı.1732 senesinde; “Aklıselim”—Le Bon Sens-- adlı bir kitap yazarak insanları uyarmıştı:”Gökten gelen rahmet; yerden yükselen olguların, aslına dönüşerek, tekrar yere inmesidir”.Gökten düşen bombalar da yeryüzünün eseri değil midir? Atalarımızın gökten geldiğimizi söylemelerinin bir dayanağı olmalıdır.”KUT” boş bir söylem olmamalıdır. Dünyayı da yaşanmaz hale getirerek yaşanabilir hale dönüşen Mars’ta torunlarımız dünyamıza ait, kim bilir ne öyküler anlatacaklardır!
            Beni İsrail kavmi; M.Ö.586 tarihinde, Nabukodonosur(Nabukatnezzar) tarafından Babil’e sürgün edilmişti. Bu tarih, Tevrat ve Beni İsrail Kavmi için bir dönüm noktası sayılmıştır. Sürgün 40 yıldan fazla sürmüştü. Hz.Musa, M.Ö. XIII’ üncü yüzyılda yaşadığına inanılan bir mistik kişidir. İbranice adı MOŞE, Suyla gelen demektir. Hz. Musa’nın adının etrafında oluşturulan mit İsraillileri biri birlerine kilitli ümmet ulus haline getirmiştir. Beni İsrail Kavminin tarihi Yahudiler için bir din olmuştur. Çekilen sıkıntılar ve acılar zulmedenleri lanetlerken, İsrail ulusuna da zulümde örnek olmuştur. Tevrat’ın aslı ve kökeni, Hz. Musa’nın tanrısının, Yehova’nın, Hz. Musa’ya verdiğine inanılan on ya da onüç emre dayanır. Bu emirlerin üzerine, İsrail Kavmince İsrail tarihi ve Tevrat oturtulmuştur. Babil sürgününe kadar yazılmış olan Tevratlarda, tufan öyküsü yoktur. Babil sürgününden sonra yazılmış Tevratlarda, Nuh Tufanı öyküsü de yer almıştır.1836’dan sonra; Ninova, Ur ve Uruk’ta yapılmış olan kazılarda, Gılgamış destanının yazılı olduğu kil tabletler bulunmuştu. Günümüze kadar (300) dizelik bir destan bölümü bulunmuştur.
            Şimdi ilginç olan bir durum da, Güney Amerika’da bulunan ve bir tufanı anlatan Popal Vuh’lardır. Burada anlatılan tufan ile bizim kıtamızda anlatılan tufan öyküsü; insanların belleklerinden silinmeyen bir tufan olayını akla getirmektedir.
            Kömür ocaklarının bulunduğu yörelerde Eğrelti otlarını görmekteyiz. Bunların, kömürün oluşumundan önce (38) metre yüksekliğe varmış oldukları kanıtlanmıştır. Bu boya nasıl gelmiş, günümüzün iki metrelik otları! Sera etkisi yalınız ve yalınız güneş enerjisi ile mi olur? Su gereksinimi de önemli değil mi?
            Aklımıza başka bir soru da gelmektedir: Bu tufan olayı bizim dünyamızın bir yöresinde mi olmuştur? Yoksa başka bir Gezegende mi olmuştur. Daha önceki bölümlerde anlatmış olduğumuz gibi,”her hayvanın tohumundan al!”Anlatımı başka semavi kitaplarda da yoktur. Suni döllenme tekniğini bizim insanlarımızdan önce bilen çok ileri bir toplum mu, böylesine çok büyük bir göksel felakete uğramış mı dersiniz!
            Dini kitaplardan ve dini anlatımlardan yola çıktığımızda,”tanrı kavramının” doğa altı bir durumda anlatıldığını görüyoruz. Tanrımız, yaratmak için hep aracı kullanmaktadır. Doğal olaylara etki yapabilir.”Aslanın burnuna Şırak! Diye sopayı vurdurur, kedileri aslanın burnundan çıkartır. Domuzları, Filin kıçından çıkartır! Fil erkek midir, dişi midir, bunun önemi de yoktur!
            Zakkumun yaprağını yiyen Arabın develeri ölürler. Tanrımız, Zakkum ağacını cehennemde açmakla cezalandırır!
            Hz. Muhammed’in iki kızı da Amcası Ebu Lehep’in iki oğlu ile evlidirler. Ebu Lehep, oğullarını boşatır. Hemen 111’inci Tebbet ya suresi nazil olur.
            80 numaralı abese Suresinin 17’inci ayeti de:”Kahrolası insan! Ne inkârcıdır!”Bunları yorumlamak inanca kalmıştır. Secde suresinin 7’inci ayeti:”Allah; her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.”Demektedir.95’inci surenin 5’inci ayeti de:”Gerçekten biz insanları mükemmel şekilde yarattık!” Demektedir. Rahman suresinin 29’uncu ayeti de:”Allah, her an yaratma halindedir”Diyor. Ve mülk suresi 3-4’üncü ayetlerinde:”Allah’ın yarattıklarında uyumsuzluk yoktur”,denilmektedir. Tevrat’ta ve Kur’anı Kerimin Nuh Tufanı ile ilgili ayetlerinde başka türlü değerlendirmeler olduğu da ortadadır.
            Benim dikkatimi çeken bir olgu da; Dünya üzerindeki yaşamın insanoğluna göre programlanmadığı yönündedir. İnsanoğullarını Dünya üzerindeki yaşam biçimi, diğer canlıların yaşam biçimlerine hiç uymamaktadır. İnsanoğlunun dünyaya uymayan bu program dışılığı, Dünya üzerindeki yaşama uyumsuzluğu ve uygunsuzluğu nedeniyle büyük bir doğal yıkımın belirtileri ortaya çıkmıştır.
            Şimdi; isterseniz, Dünya üzerindeki bir armoni gibi, biri birine uyan ve biri birlerini dengeleyen yaşam biçimleriyle, insanoğlunun salla parti yaşam biçimimine ve dünya dışılığına bir göz atalım:
            İlkbaharda; tüm bitkiler ve tüm ağaçlar çiçek açıp, sonunda da meyveye yatarlar. Arılar, Kelebekler ve Böcekler, bu çiçeklerin üzerine konarak, hortumları ile tatlı özsularını emerler, ayaklarıyla da çiçek tozlarını, çiçek spermlerini alırlar. Bu tozlarla çiçekleri dölleyerek ağaçların tohumlu meyve vermesini ve hayatın devamını sağlarlar.
            İncir ağacının münasip bir yerine, yabani incir kobalakları dizilerek bağlanmaktadır. Bu kobalakların içersinde yaşayan küçücük incir sinekleri-ilek-incirin çiçeklerini dölleyerek incir ağacının meyve vermesini, insanlar dâhil birçok canlının yaşamsal gıda almasını sağlarlar.
            Çiçeklerin renk, renk olması; onların üreyebilmelerinin ve yaşamın devam etmesinin bir gereğidir. Dünya üzerinde tek renk çiçek olsaydı; tüm çiçekler döllenemeyeceklerinden, çiçeklerin ve canlıların nesli de tehlikeye düşerdi. Aynı renk Gülden bal alan böcek, öteki aynı renk güle gittiğini sanarak o Gülü es geçerdi. Tüm aynı renk Güllerden bal aldığını sanırdı.
Hayatlarının devamı için, aynı cins çiçeklerin ayrı renkte olmaları zorunluydu. Leş sineklerini üzerine çekerek, üremesini sağlayabilmek için, yılancık çiçeği leş görümünde ve leş kokusunda olmak zorundadır.
Tüm bu renk cümbüşü ve böceklerle çiçekler arasındaki uyum bir rastlantının eseri olmaması gerekmez mi?
Aynı toprak parçası üzerinde bin bir renkli çiçeklerin açmaları da, yalınız toprağın özelliği olmaması gerekir.”Rengimi gör ve gel! Balımı da al, yaşamını sürdür. Çiçek tozumu alarak döllenmemi sağla ki, ben de yaşamamı sürdürebileyim. ”Olgusudur tüm bu olanlar. Bu olgular; ”Almak ve Vermek” doğal yasasının bir sonucudur.
Bu almak ve Vermek olgusu, bir miras olarak daha sonraki böceklere, arıya, kelebeklere ve çiçeklere geçmektedir. Bu bir doğal programın eseridir. Bütün kuşlar, her meyvenin olgunlaşma mevsiminde olgun meyveleri yiyerek, yavrularına da taşırlar. Çitlembik ağacının meyvesi kırmızıdan yeşile döndüğünde, çeşitli türdeki kuşlar çitlembik ağacının sürekli ziyaretçileridirler. Bu olguları asmada ve incir ağacında da gözlemek mümkündür. Kuşlar, yemiş oldukları meyvelerin etli kısmını hazmederek çekirdeklerini dışkılarıyla dışarı atmaktadırlar. Atılan dışkıların yardımıyla da yeni meyve ağaçları ortaya çıkmaktadır. Bu doğal üretme olgusu her cins tohumlu ürünlerde olmaktadır. Ve bu olgular, İnsanoğlunun dışında uygulanan bir doğal programın sonucudur!
            Antalya; Manavgat ve Akseki yöresindeki dağlarda ki milyonlarca Delice dediğimiz zeytin fidanı neyin ve kimlerin eserleridir! Ormanlarda yaşamakta olan sığırcı ve karatavuk gibi kuşlar, ermiş zeytin tanelerini yutarak, çekirdeklerini dışkıları ile dışarıya atarak yabani zeytin ormanlarını ve dahi İncir ormanlarını yaratmaktadırlar. Manisa ve Uşak dağlarındaki sahipsiz delice armut ağaçlarının var oluş nedenleri de bu alış-veriş yasasının bir doğal sonucudur.
            Issız dağ başlarındaki göllerde ve derelerde her çeşit balık mevcuttur. Bu balıklar buralara nasıl gelmişlerdir!
Benim doğduğum köyün derelerindeki balıklardan köycek yararlanılmaktadır. Derik ilçemizin batısındaki derelerden ve gölden, jandarma bölüğüne yetecek kadar, cins ve cins balık avladığımı hiç unutmadım. Komşumuz Fatma Bacı, kendilerine verdiğim balıkları yiyemediklerini anlatmıştı. Nedenini öğrendiğimde de utancımdan mosmor kesilmiştim; hayatlarında hiç balık yemedikleri için, balıkları pulları ile kızartmışlardı!
Çakal ve Tilki olmasaydı; Tıpta kullanılan çok önemli bir bitki de var olamazdı. Böyle söylüyor Tıp Bilginleri. Çakal ve Tilkinin sindirim sistemleri ol bitkinin kabuğunu örten sert kısmı da sindirerek dışkısı ile tohumun toprakta yeşermesini sağlıyorlarmış. Doğrudan doğruya toprağa düşen tohum, dış kabuğu nedeniyle, filizlenemeden çürüyüp gitmekteymiş. Bizler de kör bir bilinçsizlikle ve acımadan öldürdüğümüz bu hayvanlar sayesinde yaşamsal öneme haiz bir ilaç üretebiliyoruz. Konya’da helikopterlerle Tilki avına çıkanların kürkçü dükkânlarına Tilki postlarını sattıklarını bizzat görmüştüm!
Ekolojik denge, hayvanlarla ağaç ve bitkiler arasında varılan bir anlaşma sonucu kurulmuştur. Tüm canlılar, hava ve sudan yararlandıkları gibi, aynı enerjiden de yaralanmaktadırlar. Ağaçların gıdaları ile canlıların gıdaları da hep aynı değil mi? Ceviz, Badem, Kestane, Buğday, Nohut ve Bakladan hem kendileri yetişmek için yararlandıkları gibi hayvanlar ve insanlar da yararlanmaktadır. Yaşamak için tüm boyutlarımız hep aynı! Farklı olan da düşünce boyutumuz. İnsan hep doğadan alıyor; insan Doğaya ne veriyor! İnsanoğlu, Dünyayı içgüveysi olarak gelmiş olduğu ev gibi görüyor ve hep kirletiyor, öldürüyor ve yok ediyor. Amerika’ya ayak basan dinleri bütün Beyazların! Amerikalı yerlilere ve Bizonlara yaptığını yapıyor.19’uncu asrın sonuna gelindiğinde; Koskoca Amerika kıtasında(1000.000)Bizon öldürülmüş; geriye sadece ve dahi sadece(70),YETMİŞ BİZON kalmıştı! O beyazlar nasıl Amerika kıtasına göre programlanmamış birer haydut iseler; insanlar da bu Dünya yaşamına göre programlanmış bir dış dünya yaratığıdır.
İnsanoğlunu eğitmek için açılmış bulunan bunca eğitim kurumları, ancak ve dahi ancak kaliteli suçlu ve soyguncu yetiştirebilmektedir. İnsanoğlu’nun tahsili yükseldikçe BEYAZ YAKA SUÇLARI DA TAVANA VURMAKTADIR. İnsanoğlunun ruhundaki kötülük, zarar verme ve her canlıyı yok etme programı gelmiş olduğu Gezegendeki halini taşımaktadır. Birisine ve her hangi bir canlıya bir kırıntı vermelerini ”İNSANİYET” sıfatı ile anlatmaktadır insanoğulları. Yuvasına karnı tok olarak dönen bir Yarasa’nın, hastalık ve sair nedenlerle yuvasında aç kalan Yarasa hemcinsinin ağzına besinin yarısını kusmasına ne buyurulur! YARASANİYET Mİ?
On senelik bir binayı yıkan mimarın gördüğüne ne buyurulur! On sene önce; bina yapılırken ayağına çivi batmış bir kertenkele yaşamaktadır. Mimar, merakla bekler: Biraz sonra bir ikinci Kertenkele gelerek ayağı çivili Kertenkeleyi doyurur: Buna neden KERTENKELİYET demiyoruz!
İnsanoğulları, Dünyayı da gelmiş oldukları Gezegen gibi yok edeceklerinin bilincinde de değildirler. Kızılderili Kabile Reisi ne güzel söylemiş:
“Son ırmak ve son ağaç kuruduğunda ve son balık ta öldüğünde, Beyaz insan paranın yenmeyeceğini anlayacaktır!”
Geçenlerde gazetelerimize de yansımıştı. İDA-KAZ- dağında, alçak bir haydut tarafından çifte ile vurularak yaralanmış olan bu Dünya’nın gerçek sahiplerinden bir GEYİK, yaralı olarak ve can havliyle, JANDARMA KARAKOLUNA SIĞINMIŞTIR! HAYVANLARIN ZEKÂ VE BİLİNÇLERİ BİZİM ZEKÂ VE BİLİNÇ BOYUTUMUZUN ÇOK ÜSTÜNDE OLMALIDIR.
Benim köyüm olan Hatundere Köyünün kuzey ve güneyinden batıya doğru dört adet dere akmaktadır. Köyümüzün camisinin arkasından akmakta olan dereye, Cami Deresi denilir. Dereler, çınar ağaçlarının gölgesinden ve etrafında oluşan çeşitli ağaçların arasından batıya doğru akmaktadır. Cami Deresini iki kıyısında; göz alabildiğine Karpuz, kavun ve Domates yetişmektedir. Bunları eken de yoktur. Buralarda yüzen, kuş ve balık avlayan köy çocuklarının, buralara doğal ihtiyaçlarını gidermiş olmalarıdır! Bu, süper bir aklın canlılara uygulamış olduğu bir süreklilik programının sonucudur!
Dünya üzerinde; her canlının kalıtım yolu ile öğrendiği basit bir yaşam biçimi vardır: Her canlı, doğar, büyür, beslenir ve çiftleşir. İçgüdüsel olarak belirli davranışları programlandığı gibi sergiler ve ölür. Hayvanlar ve diğer canlılar otlardan ilaç yapmasını bilemezler. Şempanzeler, bağırsak solucanlarını bir ağacın yapraklarını çiğneyerek düşürebilmektedirler. Doğadan almış oldukları besinleri doğal olarak tüketirler, Esrar, Eroin, Kokain ve sigara yaparak hem cinslerine zarar verme huyları da yoktur. Kürkleri ve sırtlarındaki pulları ile tabiat olaylarına karşı korunurlar. Yılan ve Ayı gibi hayvanlar da kışın besin maddesi bulamadıklarından kış uykusuna yatmaktadırlar.
Deve ve tropikal bitkiler, kuraklığa karşı yağmur ve su mevsimi, su depo ederler. Kaktüs bitkileri, depo ettikleri suyu çok lezzetli meyvelerini saldırıdan korumak için, çok ince dikenlerle bezenmiştir. Isırgan otu, acı biber ve acı badem yenilmelerini önlemek için zehir oluşturmuşlardır. Cırtalak, ya da Ebu Cehil Karpuzu denilen bitkinin yaşlı meyveleri kendilerine zarar verecek olanların yüzlerine fışkırarak onları püskürtür. Yılan ve Akrep te, zehirlerini korunma aracı olarak kullanırlar. Genellikle yılanlar, avlarını ve saldırganlarını ısırarak zehirler. Bir cins yılan da zehirini avlarının ve saldırganlarının yüzlerine fışkırtarak zehirlemektedir. Zehirli dikenleri aracıyla düşmanlarının canlarını yakarak korunan balıklar da vardır.
Dünyanın en güzel çiçeklerinden birisi olan Gül’de, sapında oluşturmuş olduğu dikenleriyle olur, olmaz böceklere karşı kendisini korumaktadır. Döllenmesine yardımcı olacak arı ve kelebekler için de en çarpıcı renkleri sergileyerek, tatlı bir özsuyunu onların yararlanmasına sunmaktadır.
Böcekler ve çiçekler arasında, her iki tarafın çıkarına dayalı olarak yaratılan program, onların yeni nesilleri tarafından da uygulanmaktadır.
 Yumurtlayarak çoğalanların bol yumurta yumurtlamaları ve kuluçka sürelerinin çok kısa olması başka canlıların bunlardan yararlanmalarına yönelik olmasın!
Almak ve Vermek, insanoğlu dışındaki canlıların yaşamlarının ve üremelerinin bağlı olduğu bir Dünya programına bağlı olduğu gözlemlenmektedir. Otla beslenen canlılar, çayırlardan almış oldukları otlara karşın, gübrelerini çayırlara bırakarak yeni otların büyüyüp te gelişmesini sağlamaktadır.
İnsanoğlunu ele aldığımızda görürüz ki, insanoğlunun Dünyamıza hiçbir katkısı yoktur. Yalınız ve dahi yalınız, TÜKETMEK, KİRLETMEK VE YOKETMEYE GÖRE PROGRAMLANMIŞTIR! Her şeyi, kendi dar görüşü ve doymak bilmeyen çıkarlarına göre yorumlamaktadır! Dünya üzerinde kendi hemcinsine zarar veren yalınız İNSANOĞULLARIDIR! Diğer canlılar kendi hemcinslerine zarar vermezler. Yemek için öldürürler. İnsanoğulları öldürmek için öldürmektedirler. Diğer canlıların aksine, Dünya üzerindeki, insanoğulları dâhil, tüm canlıları toptan öldürmek için kitlesel öldürme silahları yaratmanın peşindedirler. İnsanoğlunun bu programı, Dünyasal bir program olmayıp; Dünya’ya gelmek zorunda kaldıkları ve kendilerini programlayan Gezegeni de yok ettikleri bir programdır!
İnsanoğulları, çok tanrılı dinlerde,”tanrılar ya da ZEÜS verdi” söylemleriyle keser, öldürür ve yerlerdi. Tek Tanrılı dinlerde de bu olguyu ve yetkiyi TEK TANRI’YA bağlamasını bildiler.”Allah’ın Emri” her suçu örtmeye yetti! Tanrı’yı kullanma yetkilerini SOMUTTAN SOYUTA taşıdılar! Bu yorum, her insanın ilkel çıkarlarına ve öldürme programlarına çanak tutacak yetkileri vermiştir. İnsanoğlunun yalınız kendisi cennete gider; oradaki Huriler ve Gılmanlar da insanoğlunun seks kölesidir.”İnsanoğlu sonsuza değin bedava yer ve içer; ellenmemmiş ve dillenmemiş dik memeli bakireler de, Cennette ve ipek yataklar üstünde, onları beklemektedir!”
Friedrisch Wilhelm Nietzsche-Nişi-“Zerdüşt Böyle Buyurdu!”Adlı bir kitap yazarak Manheizm’in peygamberini konuşturmuştu. Ünlü Türk Filozof’u ve Hz. Muhammet’in Ahfadı Cemil Sena Ongun da, bu dinin tanrısı Ahuramazda’yı konuşturduğu “Ahuramazda Böyle Dedi” adlı şiirsel ve felsefik bir eser yaratmıştı. Bir grup insanoğlu tanrıya giderek “GERÇEĞİN” ne olduğunu öğrenmek isterleri Yola çıkan elli kişinin 46 kişisi geri döner. Altı kişi bir yere vardıklarında, parlak bir buluttan bir ses duyarak yere kapaklanırlar. Ol ses:
“İnsanoğulları neye geldiniz?”Diye gürleyince ödleri ısıtır. En genç Bilgin, yattığı yerden:
“Gerçeği öğrenmek için sana geldik!”Der. Ses, daha da büyük bir hiddetle:
“İnsanoğulları sizi yarattığıma bin pişmanım. Ben kimseye ne yapacağınız hususunda bir şey söylemedim. Yaptığınız tüm kötülükleri ve söylemediğim sözleri bana yüklüyorsunuz. Kuşlardan ve çocuklardan neden ibret almıyorsunuz!”Der ve kesilir. Bulutun parlaklığı da yok olur, dünyayı da karanlıklar kaplar.
Büyük Alman Düşünürü Johann Wolfgang von Goethe(26 Ağustos1749-22--- Mart 1832),”Genç Werther’in Istırapları!” adlı bir roman yazar. Acılarına dayanamayan Genç Werther intihar eder. Bu roman yüzünden 18’inci asırda;Avrupa’da intiharlar artınca,Romanın yayımı bir süre yasaklanır.İnsanların ruhsal yönden çürümüşlüğünü irdeleyen Goethe,bir öneri ortaya atar:
“İnsanlar, neden KUŞLARI ve ÇOCUKLARI örnek almazlar?” Der.
İnsanoğullarının Amerika kıtalarına ayak basmaları bu kıtaların canlıları için tam bir felaket olmuştu. Bütün günahları, kendi vatanlarında yaşamak olan Kızılderililer vahşice öldürülmüşlerdi, Nice uygarlıklar yıkılmıştı. İnsanoğulları kaçmak zorunda oldukları Gezegenlerinden Dünyamıza inince de Beyazların Amerika Kıtaları canlılarına yaptıklarını Dünya canlılarına uygulamıştı. Dünyamızı bir vatan olarak değil de bir müstemleke olarak görmüşlerdi.
Zora düşen İnsanoğlunun uyduramayacağı doktrin ve ortaya koyamayacağı kendi çıkarlarını eksen alan bir düzen yoktur.
İnsanoğlu’nun yine İnsanoğulları tarafından Canları, malları ve ırzları tehlikeye düştüğünde Sosyal Sözleşmeye sarılırlar. Alman, İtalyan ve Fransız filozofları bu konuda yarışa girerler. Habbs ile başlamış olan bu yarış, sonunda Locke ve Jean Jacgue Rousseau’ya dayanır. J.J.Rousseau, Cenevre ve Fransa’da yaşayan, babası İstanbul’da Osmanlı padişahının sarayında saatçilik yapan bir Fransız filozofudur. Dünyayı Cenevre, dünya yüzünde yaşayan insanları da Cenevre’de yaşayanlardan ibaret saymaktadır. Paris’i ve Londra’yı görünce de nutku tutulur; Adnan Menderes’i ölüme götürecek olan “Genel İradeyi” daha derinlere indirir.”Contrat social’i”, yazar.
Locke, İngiliz Monarşisine karşı, Kuzey Amerika’daki İngiliz sömürgelerini ayaklandırır.
İnsanlar; Hayatlarını, mallarını ve Irzlarını korusunlar diye, hak ve yetkilerini devretmiş oldukları yöneticiler, devralmış oldukları bu hakları kötüye kullanırlarsa, hak sahiplerini ol salak yöneticileri devirerek, devretmiş oldukları yetkilerini geri alma hakları vardır!
Bir taraftan bu konudaki çok geniş düşünceler insanlara ulaştırılırken bir taraftan Tanrı adına CİHAT ve GANİMET MEŞRU ilan edilerek insanların biri birlerini öldürmeleri emredilmektedir. Savaşlar, talanlar, ırza geçerek toplu öldürmeler sürüp giderken; diğer taraftan dünyanın gerçek sahibi olan hayvanlardan örnek alınarak düzenli, huzurlu ve kavgasız bir yaşam savaşı verilmektedir. Dünyadaki tüm canlıların yaşam düzeyleri insanlarınki hariç, hiç farklılık ve iniş çıkış göstermemektedir. Hem de bu canlıların okulları da yoktur.
            Bakınız insan yaşantısındaki insanları farklı etkileme yollarına.
Fransa’da; 16’ıncı yüz yılda, Jean Bodin adlı bir Fransız, Egemenin uşaklığına soyunmaktadır. İngiliz meslektaşlarından farklı olarak. Birileri, insanoğullarına dünya yaşamını öğretme savaşında, ötekiler de yok edilen Gezegendeki karmaşayı meşru kılma savaşında. Bu Jean Bodin;”Cumhuriyet’in Altı kitabı” adlı eserinde:
“Kıral, yönetim ve egemenlik hakkını Tanrı’dan almıştır. Bu hak devredilemez, bölünemez. Bu haktan feragat etmek te mümkün değildir. Egemenlik hakkı, tek ve mutlak bir haktır.” Der. Böylece, oluşmakta olan yerel otoritelere, feodal beylerin otoritelerine, karşı Tanrı’yı da kullanarak hukuksal bir kılıf hazırlamıştır.
Topçulukta ve keşiflerde meydana gelen büyük gelişmeler, merkezi otoritelere dayalı imparatorluklara ve köleleştirilmeye götürür insanoğullarını. Geride ne Toplumsal sözleşme ne de bireysel hak ve özgürlükler kalır. Bu arada hukuk ta egemenin iki dudağı arasından çıkan sözdür. Fransız Kırallarından xıv’üncü Louvi:
“Je suis L’etat!” “Devlet benim!” Buyurmuş.
İşte beşinci yıldızın patlamasına neden olan kafa ve dahi düşünce. Üçüncü bölümde buluşmak umudu ile.
                        İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU.
          

           
           
           

İzleyiciler

Blog Arşivi