6 Ocak 2012 Cuma

526/TÜRK DİLİ İLE İBADET/1'İNCİ BÖLÜM/EKLİ

                                                                                    
            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@hotmail.com
        İzmir; 03 Ocak 2010/06 Ocak 2012.Ekli.


“Fatiha’nın Farsça okunmasını Selman’ı Farisi sağladığı gibi; Fars dilinde ibadeti de Ebu Yusuf, rüşvetle sağlamış ve 125 hadis uydurmuş olduğunu da itiraf etmiştir!” Ebu Yusuf, Ebu Hanefi’nin öğrencisidir. Ostüzü.

                 TÜRK DİLİ İLE İBADET!1
Ben, bu yazımı el ile yazarak bazı arkadaşlarıma iletmiştim. Hatır için alanların, kalkıp gittikleri masalarında yazıyı unuttuklarına da tanıklık etmiştim. İşlemiş olduğum konu; yüksek öğrenim görmüşlerce bile iyi karşılanmamıştı!
Sonradan;12/ 19 Ocak 1998 tarihlerinde; Zonguldak’ta yayımlanan UYANIŞ adlı haftalık gazete iş bu yazılarımı yayımlamıştı. Günümüzde bile; camiye gidenlerle ve hiç namaz kılmayanlarla bile bu konuyu konuşmak mümkün olmamaktadır. Bir toplum, bu denli kendi ana diline neden düşmandır; bunu anlamak gerekmektedir. Yazımın ortalarında; bu konuya da değineceğim.
“Hürriyet gazetesi yazarlarından Sayın Emin Çölaşan, 02 Kasım 1997 tarihinde; ”Bu kitaba sahip çıkalım!” Başlıklı bir yazı yayımlamıştı. Sözünü etmiş olduğu kitap, Sayın -Şimdi Rahmetli-Mithat Cemal Kutay tarafından yayımlanmıştı. Adı da çok ilginç olan bu kitap, yazarımızın 173’üncü kitabıydı:
“ATATÜRK’ÜN BERABERİNDE GÖTÜRDÜĞÜ HASRET: TÜRKÇE İBADET!” İdi. Yazarımız, kendi olanakları ile kitabını üç bin adet bastırabilmişti. Nur Risaleleri değildi ki, Devletçe yardım görebilsin ve dahi, halk kütüphaneleri için de satın alınsın!
Sonradan; basınımızın devreye girmesiyle; Kültür Bakanlığınca, 700.000.000 Liralık kitap satın alınmıştı. Sayın M. Cemal Kutay, özetle, konuya şöylece giriyordu.1
 “Klasik ilahiyatçı olmayı, konuyu kurcalamanın şartı saymadım. Hükmü, kitabın sonunda siz vereceksiniz. Emperyalizme tutsak düşen esir milletler, Türk kurtuluş zaferiyle, nasıl özgürlük yolunu buldularsa, bu emeğimizle yüz milyonlarca insanı anadilleriyle kulluk haklarına kavuşturacağız.
Böylece Büyük Atatürk’ün Yüce adı rahmet ve minnetle bir daha anılacaktır. O’NUN Hâkimiyet-i Milliye’sinden günümüze erişebilmiş son kalem olarak, bu muhteşem hedefe karınca kararınca katkım olursa ne mutlu bana…”
Büyük Üstat, şöylece devam ediyor:
Tarih ortadadır. 1417 yıl, -Kitabın yazıldığı zamana göre- Türk olarak bu konuda sömürüldük. Yeter demenin zamanı gelmedi mi? Yüzyıllar boyunca ümitlerimizin dalında kurumasının asıl nedeni, başka bir dille ibadet zorunluluğumuzdu.
Maddi ve manevi her tür sömürü, her art niyet ve her çeşit emperyalizm, irtica girişimi dönmüş, dolaşmış ve bu baskı aracının kılıflarına ustalıkla bürünmüştür.
Türkçe ibadet, irtica hareketlerini ümit olmaktan çıkaracak, İslam dinini gerçek yapısıyla vicdanlara emanet edecek, dinde kapanmış devirleri değil, gelecekleri arayacaktır.
Sorun; Türk insanının Türkçe ibadet etmesidir. Bir başka deyişle, anadilimizde kulluk hakkıdır…”
“Milyonlarca bastırıp, köy-Kent; ev, ev dağıtım emeğinin kibriti, çakmağı, mumu, çırası, alevi olabilirsiniz diye düşündüm. Gücünüzün yettiği, kişiliğinizin eriştiği ölçüler içinde. Matbaam, müessesem, kadrom yoktur. Doksan yaşımın merdiveninde, emeğimi tek başıma sürdürüyorum. Telefonla arar, adresime yazarsanız, AYDINLIK BİR YOL’UN içinde olmanın huzurunu duyarım…”
Rahmetli M. Cemal Kutay, kitabının sonunda da, şöyle sesleniyor:
“Bu kitap, laik devleti ve çağ varlığını korumak, geriye dönüş özlemlerinin kökten yok olmasının tek ve gerçek çaresi olarak, ATATÜRK’ÜN beraberinde götürdüğü hasretini gündeme getiriyor. Bu gerçeği anlatabilmişsem, sizleri göreve çağırıyorum:
KİTABI, ÜLKE ÇAPINDA YAYMAK VE OKUTMAK.
Ben yazdım, kişisel imkânlarımla ancak üç bin adet bastırabildim, sizlere ilettim. Şu ümitle: On binler, yüz binler, her ülkenin insanı, ibadetini kendi diliyle yapıyor. BİZ TÜRKLER HARİÇ!”
Arkadaşlarımın bazıları, bana takvimler, risaleler verirler. Çok şükür, vermiş olduklarını hiç birisi de okumaz! Risalelerin kimisi, yeni bir din kurup, İslami olduğunu söyleyen ve arkalarında, toplumları, devletleri ve siyasi iktidarları sürükleyen ÇOK AKILLI ULEMA’YA, kimisi Yehova Şahitlerine, kimisi de din adına hurafelere soyunanlara ait!
Bendeniz de, üşenmeden her bulduğum yazılı nesneyi okurum.
Genç bir arkadaşım; Süleymancıların uzun süreden beri çıkarmış oldukları, fazilet Takvimi’ni verdi. 31 Ekim 1997 tarihli takvim yaprağını kopardım. Koparmış olduğum takvim yaprağının üst kısmında: ”Harp Akademileri’nin açılışı, 1846!” yazıyordu.
Takvim yaprağının arkasındaki yazılanı da okuyalım; rastlantı buna denilir!
“İSLAMİYET’İ ISLAH(!) PROJESİ…”
            “1928 yılında; İstanbul İlahiyat Fakültesi’ne mensup bir heyet tarafından, ”İslamiyet ıslah” adı altında bir proje hazırlandığını…

“Bu projenin bazı maddeleri arasında, ”İbadetin lisanı Türkçe olmalı; mabetlerde sıralar, elbiselikler tesis edilmeli ve temiz ayakkabı ile girilmeli. Mabetlere müzik aletleri konulmalı.” vs. Gibi hezeyanlar bulunduğunu…
Heyette olduğu halde; bu “İFSAT” projesine, sadece babanzade Ahmet Naim Efendi ile Ferit Kam’ın imza koymadığını…(Tarihi Gerçekler, ist.1993.2/2441)”
          Biliyor muydunuz?
            “Takva’nın Azlığı Kalbi Öldürür!”
“Ahmet ibn-i kays (r.anha minha), Ömer İbni Hattap (r.A)den:
“Ahnef, çok gülenin heybeti azalır. Şakacı olanlar, bu yüzden hafife alınırlar. Çok konuşanlar çok hata yaparlar. Çok hata yapanların hayâları azalır. Hayâsı azalanın ise takvası azalır. Takvası azalanın da kalbi ölür”. Hadislerle Müslümanlık). 5,1874)”
“Islah kelimesinin sonuna bir ünlem işareti koymuşlar. Martin Luther de, Hıristiyanlıkta reforma gittiğinde, darağaçları kurulmadı mıydı? —10 Kasım 1489–18 Şubat 1546. Cennet mekân Martin Luther; Hıristiyanlığın uygulamalarını protesto ettiği 95 maddelik isyanını Wittenberg kalesinin kapısına 31 Ekim 1517 tarihinde asmıştı. Bu eyleminden dolayı, Papalık âleminde kıyametler kopmuş, Rahmetli Martin Luther aforoz edilmişti.
İmparator Maximilien:” Bu Küçük Papaz boyundan büyük işlere kalkıştı! Diyerek, Çağları ve insanlık âlemini aydınlatacak olan bu BÜYÜK PAPAZI “HERETİK-Dinden çıkmış! İlân etmişti! Papa X’uncu Leo’nun aforoz fermanı, 15 Haziran 1520 tarihinde, Erfurt’ta eline geçen Martin Luther, bu fermanı yırtarak suya atmıştı.
Tüm üniversite öğrencilerin ve ezilen fakir Hıristiyanların korumuş olduğu ve peşinden gittiği Martin Luther, Almancaya tercüme etmiş olduğu İncil’den (5,000) adet bastırmıştı. O tarihte; Kolonya-Köln-kentinde çok sayıda matbaa vardı. Matbaa sayısını vermek, gururumu incittiği için, Sayın Servet Tanilli’nin ”Yüzyılların gerçeği ve mirası, insanlık tarihine giriş” adlı eserini referans göstermekle yetineceğim!
2 Kasım 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, ”namaza çağrı!” başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazı çok önemliydi, zira Emekli bir Vaiz, Sayın Muhammed Dafi imzasını taşıyordu. TÜRKÇE Ezanın güzelliğini anlatmakla başlayan yazı: ” Yüce ATATÜRK, ezanın ve Kur’an’ dilinin Türkçeleştirilmesi işini, dil ve tapınç ibadeti bütünlüğü içinde düşünüyor,” diyordu.
1938 yılında, Profesör Arthur jeferi Kur’an’ı Kerim’de bulduğu kelimeleri verdikten sonra da: çağımızda uluslar dini ve dince kutsal sayılan varlıkları, siyasetçi ve bağnazların köktencilerin elinde çıkar ve siyaset aracı olmaktan kurtarmanın yolunu, din ve inanç/tapınç belgelerini anadillerine dönüştürmekte bulmuşlardır.
Müslüman dünyası da aynı yolu izlemeli; bir türlü kırılamayan islam ortaçağını, ezandan başlayarak, bütün dinsel belgeleri anadillerine dönüştürmelidir. ”AKLIN YOLU BUDUR!” diyordu (3).
Bu yazının fotokopisini kime verdiysem; şaşım, şaşım şaşırmışlardı! Herkes için bu yazı, akıllarından bile geçiremedikleri bir yeni fikrin ürünüydü!
Yazarının emekli bir vaiz oluşu, yazıya olan hayranlığı ikinci plana itmişti. Hiç bir kimsenin, Rahmetli Besim Atalay’ın yıllarca önce yayımladığı; ”Türk Dili ile İbadet ve Arapça ile Türkçenin karşılaştırılması”, adlı iki kitabından da haberi yoktu. Bu konuya da, biraz sonra değineceğim.
Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Mehmet Nuri Yılmaz, bir ay önce, Kuran’ı Kerim’in Türkçe okunmasına pek te sıcak bakmıyordu!
-“Çeviriye Kuran denmez Kuran’ın Türkçesi Kuran mıdır? Kur’an’ın Türkçesine Kur’an diyemeyiz!” Diyordu! Sayın Mehmet Nuri Yılmaz’ın bu yaklaşımına da, Sayın Muhammed Dafi:
-“Türkçenin Fatiha suresine uygulanan şu güzelliğine ve akıcılığına bakınız:
“Tanrı’nın esirgeyen, bağışlayan adıyla, övgü evrenler ıssı Yüce Rabbimizedir. O’NUN yargılaması, acıması bizedir. Hesap günü ıssıdır. Ondan medet umarız. Nimetini bize sun! Dosdoğru yola ilet, seni kızdırmış biri olmayalım nihayet! Diyordu(5)
İşin çok ilginç yanı; Sayın Mehmet Nuri Yılmaz, 15 Aralık 1997 tarihli Hürriyet gazetesinde (4):
“Türkçe kuran okumak sevap!” Başlığı altında:
“Kur’an sadece Araplar ve Arapça bilenler için değil, bütün insanlara hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de Kur’an’ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi gerekir. Kuranın başka dillere tercüme edilmesine, açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç, hatta zaruret vardır!” Diyordu. (2)
Hele şükür! Dr. Martin Luther ile aramızdaki mesafe–1998 senesine göre- (475) seneye indirilmiş sayılır!
Senelerce önceydi, Zonguldak’ta valiliğimi yapmış bulunan Sayın Galip Demirel, İç İşleri bakanlığı Müsteşarı olarak:
-“KADINLAR, ATA BİNEMEDİKLERİ İÇİN KAYMAKAM OLAMAZ!” Dediğini gazetelerimiz yazmıştı.
Bendeniz de; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2/B sınıfının tahtasına: ”Kadınları, ata binemediği için kaymakam yapmayan kelleleri, nah! Avrupa topluluğuna (AT)’a alırlar!” Cümlesini yazarak, uzunca bir süre sildirtmemiştim.
Diyanet İşleri başkanlığı teşkilatını kuran ve ilk Diyanet İşleri başkanlığında da bulunan cennetmekân Rıfat Börekçi; Ulusal Kurtuluş Savaş yıllarımızda, Ankara müftüsüydü. Parasızlıktan kıvranan Ankara Hükümetine, biriktirmiş olduğu (1200)Lirayı teslim etmişti.
Ezanın Türkçe okunması söz konusu olduğunda:
“Mustafa Kemal, dini hepimizden iyi bilir. Namaz ayetleri de Türkçe okunsun derse, DOĞRUDUR! Demiştir.
Mustafa kemal’in emri ile Kur’an’ı Kerim’i Türkçeye tercüme eden Elmalılı Hamdi Yazır da başka türlü konuşmaktadır:
“Namaz ayetlerini aynen tercüme edebilirdim. Namazı da Türkçe kıldırırlar diye korktum!” Diyebilmiştir. Hâlbuki tercüme etmiş olduğu kuranın basımı dâhil, tüm giderlerini Mustafa Kemal karşılamıştı.
Çerkez-Yunan işbirliği bittiğinde; 2’nci ordu Konya’ya nakledilir. 2’nci ordu komutanı da Ulusal Kurtuluş Savaşı Kahramanlarından Kor General Ali Hikmet AYERDEM’DİR. Mustafa Kemal, silah arkadaşını ziyaret eder ve.
“-Ezanı Türkçe yaptım Hikmet!” Der.
Rahmetli Korgeneral Ali hikmet AYERDEM DE:
“-Sağlığınızda, ezanı Türkçe okurlar. Siz ölünce de değiştirirler!” Der.
Norslu Sait’in mektubu üzerine; Adnan Menderes ve sağlık bakanı, el ele, ezanı Arapça yaparlar. Paslı kapı açımaya görsün bir kere! (8)
Bursa’da, Arapça ezan okunması üzerine, Cumhurbaşkanı Atatürk, yıldırım gibi Bursa’ya yetişmiş, yetkililerin vurdumduymazlığını görerek çok üzülmüştür. Arapça ezanın okunması sanıklarının davaları Çorum’da görülmüş ve sanıklara 2–4 yıl hapis cezası verilmiştir. Var mıdır, Yok mudur? Çekişmesi sürdürülen ünlü Bursa nutku da; bir akşam yemeği esnasında söylenmiştir.
Rahmetli Rıfat Börekçi ve Besim Atalay Uşaklıdır. Besim Atalay’ın öz Türkçe bir Kur’an tercümesi 1960 yılında yayımlanmıştır. İki numaralı Bakara suresini, İNEK SURESİ olarak tercüme ettiği için inekler de bundan pek hoşnut olmamışlardır! Besim Atalay, 1896 (Hicri 1312) yılında, Türkçe fiil çekimini yaptığı için, mollalardan bir iyice dayak yemiş adamdır. ”TÜRK DİLİ İLE İBADET”, adlı eseri, Nebioğlu yayın evince yayımlanmıştı.
Rahmetli Besim Atalay; Türkçenin Arapçaya üstünlüğünü kanıtlayarak: ”Arapça, tüyü dökülmemiş bir dildir”, hükmünü vermiştir.
Ben, bu konuda da söz söylemek hakkına ve yetkisine sahip olduğum halde, bu konuda, Büyük dil Bilginimizi konuşturacağım. Meraklısı da, kitabın aslını bulur ve kitaplığına koyar! Belki de torunlarından okuyan olur! Rahmetli Besim Atalay’a kulak verelim:
İnsanlığın nasibi yeryüzünde ezilmek ve zulüm içersinde çırpınmak değildi. Önce Araplığı harekete getirerek ve bu düşük hallerden kurtaracak, sonra da bütün milletlere hak yolunu gösterecek bir önder gerekti. İşte bunun içindir ki, peygamber efendimiz orada çıktı; Kur’an’ı kerim de oranın halkının dilince gönderildi. Çünkü yangın Arabistan’da idi---Bu konu tartışılır!—Önce oranın kurtarılması gerekti ve öyle oldu.
İşte, İslamlık Araplığı kurtardı; o dağınık ve çetin kabileleri bir millet haline getirmeye çalıştı. Bu ne Arabın başka milletlerden daha şerefli olmasından, ne de Arapçanın yüksekliğindendir. Her milletin kendine göre bir şerefi vardır. Hiç bir millet de, dini yüzünden başka bir milletin hizmetçisi olamaz.
Irkçıların ve Arap milliyetçiliğinin ortaya sürmüş olduğu “şeref meselesi” büsbütün uydurmadır. İşte Arap ve Araplık, işte öbür milletler.”
Araplar eski huylarını islamdan az sonra göstermekte gecikmediler. Peygamber Efendimizin daha kefeni çürümeden, Araplar arasında çıkan fitne ve fesat yüzünden oluk, oluk Müslüman kanı aktı; Ali ile Muaviye, Yezit ile Hüseyin kavgaları hep dünya devleti için değil miydi?
“Buraya bir nokta koymak istiyorum: Arap Peygamberi Hz. Muhammed’in kavgası; HAŞİMİ- ÜMEYYE kavgası değil miydi? Bu iktidar kavgasına ULUHHİYET eklemek te neden biz Türklere düşmektedir? Anlamış değilim! İktidar paylaşılamamaktadır. Paylaşılamayan şey de, aslında yalınızlıktır.
Bu politika günümüzde de aynen sürdürülmektedir: TANRI İLE VE DİN İLE ALDATMAK!” Ostüzü.
“Peygamber Efendimizin karısı Aişe’nin deveye binip Ali ile savaşa çıkması, Ali’ye olan kininden ileri gelmiyor muydu? Emeviler, mancınıkla Kâbe’yi yaktırmamış mıydı? Birçok sahabeyi öldürtmemiş miydi? Kudüs’ü Kâbe yapmak isteyen ve Kuran’ı yere atarak: ”Git Allah’ına benden şikâyet et !” Diyen Emevi halifeleri gelmemiş miydi?
“Emevi saltanatına son vererek, Abbasi hanedanını kuran Horasanlı Ebu Müslüm’ü; ilk Abbasi Halifesi Ebu’l Abbas Seffah işkenceler altında öldürtmemiş miydi?” Ostüzü.
“Emevi ailesinden kırk kadar adamı yarı kestirerek, onların yarı canlı cesetleri üzerinde sofra kurdurarak işret eden, Abbasoğulları değil miydi? Bu gibi zulümler dünyanın neresinde olmuştur?
Bu olaylara benzer daha çok kanlı olaylar İslamlığın ilk asrında olmuştur.
Bize İslamlığın ilk devirlerini gül gülistanlık göstermek isteyen vaizci hocalar biraz da islam tarihi belleseler çok iyi olur.”
“Fransız devrimi ve sonrasındaki katliamları okur ve geçeriz. Rus İhtilalinde öldürülmüş olan masumların yalınız listelerini okuruz ve kızarız. 1932 Sovkoz ve kolhoz fırtınasında (8.000.000) insanın açlıktan öldürülmesini de; Mayıs 1938 temizliğinde; 3 Mareşal, 13 Orgeneral, 210 general, 208 amiral ve (30,000) subayın kurşuna dizilmesini de İKTİDAR KAVGASININ BİR GEREĞİ SAYARIZ. Ostüzü”
“İslamdan önceki kabile kavgaları, Hz. Ömer’den sonra, yine başlamıştır. Kerbela faciası, Emevi-Haşimi münaferetinin bir neticesi değil miydi? Birçok masumları susuz öldürdükten sonra geri kalan kadınları çırılçıplak develere bindirerek, kızgın çöllerden Şam’a kadar sürmek işini,” Müslümanım! Diyen Araplar yapıyordu.
Bu gibi acıklı haller, Peygamber Efendimizin! kaldırmak istediği kabile asabiyetinden ileri geliyordu. Aşiret ve kabile hayatı yaşayan toplulukları bir araya getirerek, bir millet haline sokmak kolay iş değildir. Millet olabilmenin şartları vardır. Bu iş için zaman ister, olgunluk ister!”
Araya girelim!
“Emevi komutanı Kutayba bin Müslim; Buhara’da, (10,000) Türk subayını uçkurlarından caddeler boyunca ağaçlara astırmıştı. (17.000) Türkün kanını bir dereye akıttırarak, derenin altındaki su değirmeninde buğdaylarını öğütüp, Türk kanı ile ekmek yaptık! Diye övünmüşlerdi!
Türkçe konuşanın dillerini de kesmişlerdi. Bu suretle biz Türkler, Müslümanlık yerine Araplığı kabullenmiş olduk.
Birinci Dünya Savaşında; İngiliz ve Fransız sancakları altında, Osmanlı imparatorluğuna karşı savaşan Araplar; altın aramak için, (85.000) Türk askerinin karınlarını cembiye ile yarmaktan çekinmemişlerdi.
Biz, Kâbe’yi savunurken, MÜSLÜMAN ARAPLAR, KÂBE’YE saldırmaktan geri kalmamışlardı. Hâlâ Arapça! ”Ostüzü.”
“İslamlık zararlı ve kötü işlerin üzerine bir perde çekerek unutturmak istenmişti; fakat arası çok geçmeden her şey eski durumunu aldı, kıvılcımlardan yangınlar çıktı.
İşlerin iç yüzünde kabile gayreti vardı. Fakat dış yüzünde din, adalet, hilafet hakkı gibi şeyler hâkim idi; eski düşmanlıklar yeniden alevlendi.”
“Bu kitapta ortaya attığım meseleler dolayısıyla, bazı beyinsizler, bana kâfirlik, dinsizlik gibi şeyler yükleteceklerdir; bunu biliyorum. Çünkü onların kafaları hakikati alamaz. Kur’anı Kerim’in zemmettiği surette,””biz, atalarımızdan böyle gördük, böyle bulduk”, derler.”
Bu gibilerin iyi bilmeleri lazımdır ki, ben Müslüman oğlu Müslümanım; dinimin esasında hiçbir şüphem yoktur ve yine bilmelidirler ki, bir adamın (100) sözü inkârı ve küfrü andırsa da, bir sözü imanı andırsa, o kişinin imanına hükmolunur” (55)
Eski ve Büyük İslam ulemasının kabul ettikleri bir usul vardır ki, ”LÜZUMU KÜFÜR, KÜFÜR DEĞİLDİR. İLTİZAMÎ KÜFÜR KÜFÜRDÜR!” Allah bu zatlardan razı olsun ve onlara rahmet etsin. Artık bu deliller karşısında, kimse beni kâfirliğe nispet edemez.”
“Hıristiyan milletler meydanda, Tevrat ve İncil hemen her Hıristiyan milletin diline çevrilmiştir. Her millet, kendi kutsal kitabını kendi dilinde okumaktadır. Öyle olduğu halde, Hıristiyanlık için aralarında çarçabuk birleşmeler husule gelmektedir. Haçlı kavgaları bunun bir numunesi değil midir? Çin’deki Boxer savaşının sebebi nedir? Balkan Harbinde bize karşı güdülen siyaset neyin eseridir?”
“Bugün, açık Türkçe ile halka, Türk halkına Kuran’ı kerim’in emirlerini anlatacak vaizler lâzımdır. Fakat bu mümkün mü? Kürsüye çıkan hocaefendi, hurafelerden ve Yahudilerden geçmiş olan esassız hikâyelerden, şuna, buna “dinsiz, kâfir!” Demekten başka bir şey yapmıyor.
Bilgi ve telkin insanı mum gibi yumuşatır, ruhça yükseltir. Telkinin insan ruhuna etkisi çok büyüktür. Birçok devrimciler ve komutanlar, hep telkinden faydalanarak yığınları arkalarından sürüklemişlerdir.
Bize hayatı bir yük gibi gösteren, dünyayı terke davet eden, HALKA, HİLEY’İ ŞERİYE ÖĞRETEN, KEFARET VE İSKAT GİBİ ŞEYLERE KOŞAN, CAHİL VE AÇGÖZLÜ RUHANİLER LÂZIM DEĞİLDİR!”
Kur’anı Kerim’de yalandan, hilecilikten, yalan yere yeminden, Yahudi masallarından kaçınmak yolunda birçok emirler vardır. Kur’anı Kerim, dipsiz şeylere inanmış olanları hayvan, hatta hayvandan daha aşağı saymaktadır (33).
Memleketimizde, dini ihmalin bir sebebi de AİLEDİR. Birçok aileler, çocuklarına hemen hiçbir dini terbiye ve zevk vermiyorlar. Çocuk, dinden, Allah’tan manevi şeylerden uzak olarak yetişiyor.” Bir dakika: Hıristiyan ülkelerinde; çeşitli tarikatlara mensup din görevlilerinden, ülkesinin rejimi aleyhinde söz söyleyen var mıdır? Türban saçmalığının en etkili propagandasını, anayasamıza girmiş olan ve Türkiye Cumhuriyetinden makam ve maaş alanların yaptığına dair bilgilerim vardır. Çocuklarımızı din görevlilerine teslim etmemizin sonuçları da ortada.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in Balıkesir Paşa camisindeki vaazı ne günlere duruyor dersiniz? Sayın seyircilerimiz!
            ALINTIDIR: Sayın Naci Kaptan’dan.

“Yobazların yüce Atatürk'ü kötülemek için kullandıkları silah yalan ve iftiradır.

Atatürk'ün inançsız olduğunu söyleyerek halkı kandırmak için
türlü türlü yalan üreterek yayarlar.

Ticani yobazların bu yalanlarına verilecek olan en iyi yanıt Atatürk'ün Balıkesir 'de vermiş olduğu ve "Balıkesir hutbesi" olarak anılan konuşmasıdır.

Balıkesir Hutbesi
Mustafa Kemal Atatürk

"Ey millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. "Allah'ın selâmeti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz, Cenâb-i Hak tarafından insanlara hakâyik-i diniyyeyi tebliğe me'mur rasûl olmuştur. Kanun-u Esasîsi, cümlemizce malûmdur ki, Kur'anı Azumissandaki nusustur. İnsanlara feyz vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevâfuk ve tetâbuk ediyor. Eğer akla, mantığa, hakikate tevâfuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânin-i tabiiyye-i ilâhiyye beyninde tezad olması icab ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyyenin menbai Cenab-i Haktır.

Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber mesaisinde iki dâra, iki hâneye mâlik bulunuyordu. Biri kendi ikâmet eylediği hânesi, diğeri din işleriyle iştigal buyurduğu Allah'in evi idi. Kendi husûsi işlerini kendi evinde görür, âmmenin, ummetin hizmetini de Allah'ın evi olan câmi-i şerîf'te ru'yet eylerdi. Biz de hazret-i peygamber'in usûlune ikdida ederek, milletimize tealluk eden husus için şu Beytullah'ta toplandık. Şimdi Hazret-i Allah'ın huzurundayız. Bunu bana müyesser eden Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarına arz-i şükran ederim. Çok memnunum ve bu vesile ile büyük bir sevâba nâil olacağımı ümid ediyorum.

Efendiler, câmiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Her şeyden evvel itâat ve inkiyâd-i tâmme ile ibâdet, din ve dünya için neler yapılması lâzım geldiğini düşünmek için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferd başlı başına bir hizmet ifa etmelidir. İşte biz de burada din ve dünya için istiklâl ve istikbalimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Amal-i milliyye, irâde-i milliyye yalnız bir salisin düşüncesinden değil, bil'umum efrâd-i milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibârettir.
Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim."

***

Metnin Bugünkü Türkçesi

"Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Cenâb-i Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizami, hepimizin bildiği Kur'ân-ı Azimussan'daki açık ve kesin hükümlerdir.
İnsanlara manevî mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Hak'tır.
Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber çalışmalarında iki yere, iki eve sahipti. Biri kendi evi, diğeri Allah'in evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hazret-i peygamber'in mübarek yollarını takip ederek bu dakikada milletimize ve milletimizin şimdiki ve geleceğine ait konuları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde, Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. Beni bu şerefe kavuşturan Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, söylenenleri dinleme ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması lazım geldiğini düşünmek, yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz için her şeyden önce hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, millet fertlerinin tamamının arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim."

07 Şubat 1923 BALIKESIR
 Zagnos Paşa Camii

ATATÜRK RAMAZANLARDA KURÂN OKURDU
“YOBAZIN EZBERİNİ BOZACAK GERÇEK”
Sinan MEYDAN - 5 Ağustos 2011
Büyük Günah
Atatürk düşmanlarının öteden beri Atatürk’e saldırmak için kullandıkları en önemli yöntem, Atatürk’ün “dinsiz” olduğu ve “dindarlara baskı yaptığı” şeklindeki yalanı durmadan tekrarlamaktır. Şüphesiz ki, dünyanın en büyük devrimcilerinden birini, milleti için yapıp ettikleriyle değil de “inanıp inanmadığıyla” değerlendirmek, ancak az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine has bir durumdur. Maalesef aydınlanması yarım kalmış olan ülkemizde de Atatürk gibi bir “dünya lideri”, milleti için yapıp ettikleriyle değil de dini inancıyla değerlendirilmektedir. Her şeyden önce bu durum çok ama çok üzücüdür. Yokluk ve yoksulluk içindeki bir toplumda önce emperyalizmi dize getiren sonra da yarı bağımlı ve geri kalmış bir ümmet impratorluğundan çağdaş bir ulus yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Atatürk ile Allah arasında” kalması gereken din-inanç konusundaki tutumuna göre değerlendirilmesi, herşeyden önce günahtır! Çünkü din, Atatürk’ün de dediği gibi, “ALLAH İLE KUL ARASINDAKİ BAĞLILIKTIR”.

Atatürk İle Allah Arasında

Atatürk düşmanları, Atatürk’ü Müslüman-Türk milletinin gözünden düşürmek için Atatürk’e “dinsiz” diye iftira atmışlar, genç nesilleri bu çirkin iftirayla zehirlemişlerdir.
Allah’tan korkmayan kuldan utanmayan bu Atatürk düşmanlarının Atatürk’e yönelik bu asılsız ve çirkin iftiralarına cevap vermek için 15 yılımı vererek tam 1153 sayfalık ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı bir kitap yazdım. Bu kitapta Atatürk’ün din anlayışını, doğumundan ölümüne kadar çok ayrıntılı bir şekilde belgelere dayalı olarak inceledim. Neredeyse bütün arşivlere girdim,yerli yabancı bütün kaynakları taradım. Ve 15 yıllık çalışmalarım sonunda Atatürk’ün bu ülkeye gelmiş geçmiş EN BİLİNÇLİ VE EN SADE İNANANLARDAN biri olduğunu gördüm. Araştırmalarım sonunda; Atatürk’ün inancını kendi içinde yaşayan, toplumun herşeyden önce dinini ANLAMASINI isteyen, bunun için DİNDE ÖZE DÖNÜŞ PROJESİ geliştiren, din istismarıyla ve yobazlıkla savaşan, başka inançlara saygı duyan samimi bir dindardır olduğunu gözler önüne serdim…
Burada Atatürk ve din konusundaki 1153 sayfalık ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımı özetleyecek değilim; bu yazımda RAMAZAN AYI nedeniyle RAMAZAN AYLARINDAKİ ATATÜRK‘TEN kısaca söz etmek istiyorum.

Ramazan Aylarındaki Atatürk

Atatürk çok özgün bir din anlayışına sahiptir. Bu nedenle zaman zaman Atatürk’ün din konusunda söyleyip yazdıkları bizleri şaşırtabilir. (Örneğin, Medeni Bilgiler’deki din eleştirlileri… Ancak bütün bunların bir açıklaması vardır. Bu açıklamaları “Atatürk İle Allah Arasında“ adlı kitabımda bulabilirsiniz.

Atatürk, İslam dininin sosyal ve toplumsal boyutuna çok fazla önem vermiştir. Müslümanlar için kutsal ayların ve günlerin toplumsal dayanışmayı, birlik ve bütünlüğü pekiştirdiğini düşünen Atatürk, özellikle Ramazan ayına çok büyük bir önem vermiştir.

Atatürk, Ramazan aylarındaki manevi havadan etkilenmiştir: zaman zaman oruç tutmuş, oruç tutanlara kolaylıklar sağlamış, onlara büyük bir saygı duymuş, hatta Ramazan aylarında bazı kişisel zevklerinden (alkol almak, ince saz heyeti dinlemek gibi) vazgeçmiş, dahası sıkça Kuran okumuş veya özel hafızına Kuran okutarak dinlemiş, akşamları hafızları çağırtarak onlarla Kuran ve din sohbetleri yapmıştır…

Şimdi gelin lafı fazla uzatmayalım ve tanıklara kulak verelim.

Önce Atatürk’ün uşağı Cemal Granda‘yı dinleyelim:

“… Ramazanlarda Kadir gecesi ağzına kadehini koymazdı… Kadir geceleri sofra bile kurdurmazdı. Saygısı büyüktü. Bazen Mevlit dinlediği de olurdu. Miraç bölümünde, ‘Göklere çıktı Mustafa’ denince gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya götürürdük. İnanışı samimiydi. Bence Allah’a inanıyordu.”

Atatürk Ramazan aylarında Dolmabahçe Sarayı’na gelen ve oruç tutan misafirlerine özel ilgi göstermiş; iftar sofrasıyla bizzat ilgilenmiş, ibadet etmek isteyenlere yer göstermiştir.

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım bu konuda şunları söylemiştir:

“…Her Ramazanın bir günü ve ekseriyetle Kadir gecesi bana iftara gelirdi. O gün, imkân bulabilirse oruç da tutardı. İftar sofrasını tam eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman iftara başlarken dua ederdi.”

Atatürk’ün Ramazan ayında kız kardeşi Makbule Hanım’a; “Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme…” diye hatırlatmada bulunup, hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir.

Atatürk’ün özel hafızı Hafız Yaşar Okur, Atatürk’ün Ramazan aylarındaki davranışlarını şöyle gözlemlemiştir:

“… Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil Geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kuran’ı Kerim’den bazı sureler okuturdu. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu içinde dinlerdi. Ruhunun çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.
Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikyu camilerinde şehitlerin ruhuna Hatim-i Şerif okumamı emrederlerdi. O günlerde civar kasaba ve köylerden gelenlerle cami hıncahınç dolardı…”
Görüldüğü gibi Atatürk Ramazan ayları boyunca bazı alışkanlıllarından da uzak durmuştur. Örneğin incesaz heyetini Çankaya’ya sokmamış, Kandil Geceleri saz çaldırmamıştır. Ayrıca Kuran-ı Kerim okumuş, çeşitli camilerde de şehitlerin ruhlarına Hatim-i Şerif’ler okutmuştur. Atatürk’ün bütün bu davranışları, onun Ramazanın anlam ve önemini idrak etmiş inanca saygılı son derece sade bir Müslüman olduğunu kanıtlamaktadır.

Şimdi de Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu‘ya kulak verelim:

“Atatürk otuz ramazan geceleri başta saadettin Kaynak Hoca olmak üzere o devrin hafızları olan Hf. Yaşar, Hf. Zeki, Hf. Küçük Yaşar, Hf. Burhan, Hf. Hayrullah beyleri davet ederdi ki bu hafızlardan Hafız Yaşar aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Alaturka Müzik Şefiydi. 1930 yılında emekli oldu. Ama ölene kadar hep Atatürk’ün yanındaydı. Soyadı Kanunu çıkınca Atatürk ona ‘Okur’ soyadını vermiştir. Atatürk davet ettiği bu hafızlardan tek tek din konusunda bilgiler alırdı. Ayrıca çok üzerinde durduğu Türkçe Kuran’ı Kerim hakkında görüşlerini de sorardı.

Yine bir Ramazan ayı gecesinde Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda aceleyle beni çağırttı. Derhal makamına girdim. O gece sofra şefimiz İbrahim Bey izinli olduğundan, benim görevim olmadığı halde düzenimi ve intizamımı beğendiğinden olacak beni istemişler. Odaya girdiğimde, ‘Nuri oğlum hafızlar gelecek. Bu gece hafızların seslerini aksi sedasıyla daha güzel dinlemek için muayede salonundaki hususi daireye yemek masasını kurun, ama acele ha: kaç dakikada kurabilirsin?’ Pek tecrübelisi olduğum bir konu değildi. Derhal lazım gelen emirleri gerekli kişilere tebliğ ettim, herkes işe koyuldu. Hakikaten tam otuz dakika sonra her şey tamam gibiydi. Sevdiği çiçekleri de elimle tam masaya koyarken Atatürk, misafirleriyle birlikte gelmez mi? Masanın yanına geldi. Şöyle bir göz ucuyla masayı düzeni süzdü ve bana dönerek: ‘Aferin Nuri, İbrahim’i aratmamışsın, çiçekler de pek güzel…’ Diye iltifatta bulundu. Zaten hep güzel şey yaptığımızda takdir ederdi. Amma bir de yanlış mı, hata mı yaptın, sadece bir bakardı ki, o bile yeterdi, içimize işlerdi.

Salona girdiler, sandalyeleri çekip oturdular, yemeğe başladılar. Konu yine Türkçe Kuran-ı Kerim’di. Atatürk hepsiyle ayrı ayrı ilgilendi. Kuran-ı Kerim’den okuttuğu duları zevkle dinledi.”
Nuri Ulusu’nun dediği gibi gerçekten de Atatürk özellikle DİNDE TÜRKÇELEŞTİRME ÇALIŞMALARINI başlattığı 1932 yılı Ramazan ayında sıkça tanınmış hafızlarla bir araya gelmiş, onlarla KURAN KONUŞMUŞ, KURAN OKUTUP DİNLEMİŞ, hatta bizzat KURAN OKUMUŞTUR.

Hafız Yaşar Okur‘u dinleyelim:

“1932′de Ramazanın ikinci günüydü. Atatürk ile Ankara’dan Dolmabahçe Sarayı’na geldik. Beni huzurlarına çağırdılar. ‘Yaşar Bey’ dediler. ‘İstanbul’un mümtaz hafızlarının bir listesini istiyorum. Ama bunlar musikiye de aşina olmalılar.”

Bu emir üzerine Hafız Yaşar Okur, İstanbul’un en tanınmış hafızlarından, Saadettin Kaynak, Sultan Selimli Rıza, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemal, Beylerbeyli Fahri, Darüttalim-i Musiki Azasından Büyük Zeki, Muallim Nuri ve Burhan beylerin yer aldığı bir liste hazırlamıştır.

Sonraki gelişmeleri yine Hafız Yaşar Okur’dan dinleyelim:

“O ana kadar bunların niçin çağrılmış olduğunu ben de bilmiyordum. O gün anladım ki, tercüme ettirilmiş olan bayram tekbirlerini kendilerine meşk ettirecektir. Hafızlar ikişer, ikişer oldular ve şu metin üzerine meşke başladılar. ‘Allah büyüktür… Allah büyüktür…’

Atatürk, Cemil Said Bey‘in Kuran tercümesini getirtti. Bizlerin tercüme konusunda tek tek fikirlerini aldıktan sonra hemen ,hemen sabaha kadar tartıştık. Daha sonra ayağa kalkarak ceketlerinin önünü iliklediler. Kuran-ı Kerim’i ellerine alıp Fatiha Suresi’nin Türkçe tercümesini açıp halka okuyormuş gibi ağır ağır okudular. Bu haeketleriyle bizlerin halka nasıl hitap etmemiz gerektiğini göstermek istiyorlardı.

Sonra Atatürk: ‘Sayın hafızlar, içinde bulunduğumuz bu kutsal ay içinde camilerde okuyacağınız mukabelelerin tamamını okuduktan sonra Türkçe olarak da cemaate açıklayacaksınız. İncil’de Aramca yazılmış ama sonradan bütün dillere tercüme edilmiştir. Bir İngiliz İncilini İngilizce, bir Alman İncilini Almanca okur. Herkes okunan mukabelelerin manasını anlarsa dinine daha çok bağlanır” dediler.

Sonra yanındakilere: ‘Gazetelere haber verin, yarın camilerde okunacak surelerin Türkçe tercümesi de okunacaktır’ emrini verdiler.”

Atatürk, bu hafızlarla 1932 Ramazan ayında sıkça toplantılar yapmıştır: Camilerde Kuran okuyacak hafızlarla bizzat ilgilenmiş, hatta defalarca hafızlara Kuran’ın nasıl okunacağını göstermiştir.

Saadetin Kaynak anlatıyor:

“Dolmabahçe Sarayı’nda büyük muayede salonunda saz takımı toplanmıştı. Atatürk bir imtihan ve tecrübe yapmaya hazırlanmış görünüyordu. Elinde Cemil Said’in Türkçe Kuran-ı Kerim’i vardı. Evvela Hafız Kemal’e verdi okuttu, fakat beyenmedi. ‘Ver bana, ben okuyacağım’ dedi.

Hakikaten okudu, ama hala gözümün önündedir, askeri kumanda eder, emir verir gibi bir ahenk ve tavırla okudu.”

Atatürk’ün Oruç Araştırmaları

Atatürk her konuyla olduğu gibi din konusuyla da “bilimsel” gözle ilgilenmiştir. Atatürk’ün dünyadaki diğer devrimcilerden en temel farklarından biri dini “akıl dışı” diye dışlamaması ve din üzerine de kafa yormasıdır.

Atatürk bir taraftan Ramazan aylarındaki manevi havayı solurken diğer taraftan oruç ibadetini anlamaya çalışmıştır. Okuduğu bazı kitaplarda “oruçla ilgili” bazı bölümlerin altını çizip, bazı notlar alması onun “orucu anlama” çabasının bir yansımasıdır.

Atatürk, Leon Caeteni‘nin “İslam Tarihi” adlı eserini okurken orucun anlatıldığı bazı satırların altını çizmiş ve sayfa kenarlarına bazı özel işaretler koymuştur.

Örneğin, Hz. Muhammed’in, nefsine hâkim olamadığı için hadım olmak isteyen İbn-i Mazun’a onay vermemesi; “nefsine hâkim olmak istiyorsa oruç tutmasını” söylemesi, Atatürk’ün dikkatini çekmiştir:
“Peygamber onay göstermedi. Heveslerini yatıştırması için oruç tutmasını tavsiye etti.”

Atatürk, önemli gördüğü bu satırın altını boydan boya çizmiştir.

Atatürk, aynı kitapta ‘Ramazan bayramının ortaya çıkışını” anlatan bölümle de ilgilenmiştir.

“O sene (Hz) Muhammed taraftarlarına fitre zekâtı vergisinin ödenmesini emretti. Bundan bir iki gün önce Müslümanlara bir konuşma yaptığı rivayet olunuyor. Ramazan ayı sonunda (Hz) Muhammed bütün ashabı ile birlikte şehirden çıkarak musallaya gitti. Salatül-iyd (bayram namazı) denilen namazı orada kıldı. Orucun bitimi bu namaz ile kutlanmış oluyordu. İlk defa olarak böyle bir adet yapılmakta idi…”

Önemli bularak bu satırların altını çizen Atatürk, ayrıca, “ilk defa olarak böyle bir adet yapılmakta idi” cümlesinin başına iki adet “X” işareti ve “Dikkat” anlamında bir “D” harfi koymuştur.

***

İşte, yobazın, liboşun “dinsiz” ve “din düşmanı” diye aşağılamaya çalıştığı ATATÜRK.

Ayrıca, önemli olan Atatürk’ün inanıp inanmadığı, az ya da çok inandığı değil bu millet için yapıp ettikleridir.


Varın siz karar verin kimin gerçekten dindar, kimin ise Allah’la aldatan yobaz olduğuna!

Not: Atatürk ve din konusunda aklınıza takılan bütün soruların cevaplarını, Atatürk’ün din anlayışınının bilinmeyenlerini ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımda bulabilirsiniz.

İLK KURŞUN
Naci Kaptan,
cumhuriyetdede@gmail.com

BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU.

KAYNAKÇA.
1-Hürriyet gazetesi,02.11.1997,
2-Fazilet takvimi,31.10.1997,
3-Cumhuriyet gazetesi,02.11.1997,
4-Hürriyet gazetesi,15.12.1997,
5-Doç. Dr. Bedri Noyan Kur’an’ı Kerim(Türkçe şiir)Ardıç yayınları,1997,
6-Besim Atalay, Türk Dili ile ibadet,
7-Prof. Dr. Sayın Aysel Ekşi,21.08.1990,
8-Mustafa Coşturoğlu, Toplumsal Şizofreni ve bunun Atatürk devrimleri üzerine baskısı,
9-Ertuğrul Aydın, Nasıl Müslüman olduk?
10-Türkçemize tercüme edilmiş KUR’AN’I KERİMLER,
11-Mithat Cemal Kutay, Atatürk’ün Gönlündeki Hasret: TÜRKÇE İBADET.
12-Ahmet Cevdet Paşa, Kısas’ı Embiya,2cilt,
13-Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi,5cilt,
14-Prof.Dr.İlhan Arsel,Şeriat ve Kadın,
 15-Prof.Dr.İlhan Arsel,Arap Milliyetçiliği ve Türkler,
16-Şakir Keçeli, Şeriat Budur,
17-Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar.
            18-İbni Haldun, Mukaddeme,3 cilt,
            19-Turhan Dursun, Din Bu,3 cilt,
20-Jean Mesliere; le Bon sens= Aklıselim,

                                             

İzleyiciler

Blog Arşivi