29 Mart 2010 Pazartesi

61- TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İÇ VE DIŞ POLİTİKALARI!

OSMAN TÜRKOĞUZ

Çeşmealtı; 31 Mayıs 2008

61- TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN İÇ VE DIŞ POLİTİKALARI!

“Atatürk, günümüzün en büyük lideridir. Her tarafı düşmanla çevrili, yıkık bir imparatorluktan, yepyeni bir cumhuriyet yarattı. En önemlisi; sınırlarında hiçbir düşman ülke bırakmadı, dost devletlerle çevrili bir Türkiye bıraktı.”

Mustafa Kemal’in ölümü üzerine, J. Nehru’nun, tutuklu bulunduğu ceza evinden, Kızı İndire Gandi’ye yazdığı mektup.

Yeni bir devlet kurulduğu zaman; bu devletin politikası, iki ayrı görünüm gösterir: Ya eski politikalar sürdürülür, ya da yeni politikalar üretilerek, uygulamaya konulur.

Bir devlet, uluslar arası arena’ya ilk defa çıkıyorsa, kendisine uygun politikalar üretip, onları uygulamak zorundadır. Diğer devletlerin, bu yeni devlet’e karşı oluşturacakları politikalar, yeni politikalar oluşturulmasında en büyük etkendir.

Bir devlet’e karşı politika oluşturulmasında; diğer devletlerin, o devlet’e ve oluşturulacak politikaya karşı, tepkileri’ de göz önünde tutulur.

Benim anlatmak istediğim, bu konular değildir. Tarih’te çok örneği olan bu konu; kanımca, bir tez konusu olacak kadar geniştir. Ben, asıl anlatmak istediğim konuya yardımı olur düşüncesi ile birkaç örnek vermekle yetineceğim.

Çarlık Rusya; beş sene süren bir iç savaştan sonra, yıkıldı. Komünistler, iktidarı almadan önce; Çar ve aile’sini kurşuna dizerek, öldürdüler

Bütün dünya’da, siyasi tarih’in başlangıcı, (1789) olarak kabul edilmiş iken, siyasi tarih’in başlangıcını, (1917) olarak değiştirdiler.

(1773) yılında kurulmuş olan, Bolşoy Tiyatrosu’nun ve Bolşoy Balesi’nin kuruluş tarihi’ne dokunmadılar.

Mülkiyet hakkını kaldırarak, üretim araç ve gereçlerini devletleştirdiler.

Toprak’ta, özel mülkiyetin yerini, Sovkoz ve kolhozlar aldı.

Tarım reformu uygulamasında (1932)’de, (8.000.000) kişi açlıktan öldü.

”Victor Andrıyeviç Krevçenko,Hürriyeti Seçtim.1949 baskısı.”

(1937) temizliğinde; 3 Mareşal,13 Orgeneral, 57’si Kor. Komutanı olmak üzere, 210 General, 208 Amiral ve 30.000 subay, kurşuna dizilerek öldürüldü.

Egemenliklerini verme sözü ile kandırılarak, yanlarına çekilen devletler, uydu haline getirildiler.

En önemlisi ‘de, Rus Dil’i, Rus Kültürü ve Kuril Alfabe’si, S. S. C. Birliği’nin temel’i kabul edilmiştir.

Stalin, (1198) arkadaşından, (1132)’sini kurşuna dizdirmiştir. Önce; ÇEKA Adlı gizli polis örgütüne toplu cinayetler işlettirildi. Sonra M.V.D devreye girdi. Bu örgüt, yeterinden fazla cinayet işleyince, lağvedilerek N.K.V.D. devreye sokuldu.

Stalin’in ölümünden sonra’, K.G.B. kuruldu. S.S.C.B. dağıldıktan sonra, K.G.B. lağvedilerek yeni bir gizli polis örgütü kuruldu. Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı G.R. U Örgütü varlığını sürdürmektedir.

Sovyet Marksist Devrimi; Ölüm, şiddet, işkence, kan ve gözyaşı içinde boğuldu.

Almanya’da, iktidarı ele geçiren Onbaşı Adolf Hitler, İmparator İkinci Wilhelm’i Hollanda’ya sürgüne gönderdi.

Nazi Partisi dışındaki, siyasi partileri kapattı. İşçi örgütlerinin ve sendikaların kapısına kilit vurdurdu.

Kendisine bağlı, SS adlı, silahlı bir güç kurdurdu.

Yüzbaşı E. Röhm’ü Öldürerek , (400.000) mevcutlu, SA. Adlı silâhlı gücünü, SS. LERE kattı.

Gestapo adlı gizli polis örgütü kurdu. Alman polisi pasifleştirdi. Alman Polisinin, üçte ikisi görevden uzaklaştırılarak, yerlerine Nasyonal Sosyalist Partili polisler yerleştirildi.

Üç renkli Alman Bayrağını değiştirdi. Alman bayrağı, Avrupa’da uzunca süren savaşlarda kullanılan, Alman süvari üniforması renklerinden esinlenerek yapılmıştı.

Yeni Alman Hükümetince, Birinci dünya savaşının galipleri savaşılacak birer düşman olarak seçildiler.

Yahudi Malları ve birçok yazarın kitapları –Uzun Bıçaklar Gecesinde- yakıldı. Yahudi bilginleri, Almanya’dan kaçtılar.

Ünlü din bilgini Papaz Prof. Dr. Martin Niomeller, Hitlerin temizlik hareketini şöyle anlatmıştı:

*“Önce komünistleri topladılar, ses çıkaran olmadı.

*İkinci olarak sosyalistleri topladılar, ona da ses çıkaran olmadı.

*Sonra sendikacıları topladılar, ona da ses çıkaran olmadı.

*sonra, Yahudileri topladılar, buna da ses çıkaran olmadı.

*Bizleri toplayıp götürürlerken, kimse sesini çıkarmadı: ÇÜNKÜ GERİDE SES ÇIKARACAK KİMSE KALMAMIŞTI!”

Türkiye’de; Üniversite Reformu’nu, ATATÜRK’ÜN ülkemize kabul ettiği, Alman Bilginleri gerçekleştirdi.

Türk Ticaret Kanunu’nu, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nu prof. Dr. HİRŞ hazırlamıştır.

Hitler, Alman neslini ıslah etmek için, insan haraları kurdurdu.

İkinci Dünya Savaşında, (60.000.000) insanın ölümüne ve trilyonlarca dolarlık zarara neden olmuş ve milyonlarca Yahudi’yi GAZ FIRINLARINDA yaktırmıştır. NAZİ Devrimi, Dünyayı, kan, gözyaşı, yıkım ve acılara gömerek yıkıldı.

Daha yakın olan, İran olayını anlatmayacağım. Anlatılmaya değmez de!

Fidel Castro, Başçavuş Batista’yı devirerek, Küba’da, Marksist bir yönetim kurdu.

A.B.D.’NİN, kumar ve fuhuş yuvası olmaktan öte bir anlam kazanamayan, Küba’yı toparladı. S.S.C.B.LİĞİ’NİN dümen Suyu’na girerek, Dünya’mızı Nükleer Savaş’ın eşiğine getirdi.

Bu devrimlerin ortak özelliği-İran’ın Molla Rejimi dâhil- dışarıya Rejim İhraç etmektir.

B. Mussolini’nin Faşist uygulamasını anlatmayacağım.

Komünizm. Nazizm ve Faşizm, aynı ortak özelliklere sahiptirler. Bu rejimlerin tanımını, ekonomik ve sosyal içeriklerine bakarak yapmaktayız.

Ben, başka türlü bir yaklaşım deneyeceğim:

Demokrasilerde, seçimle iktidara gelen siyasi partiler, hükümet olma hakkına sahiptirler. Başka türlü söylemle, iktidarın sahibidirler. Sistemleri’nin kabul ettiği, anayasa ve yasalar çerçevesinde, o devletin silâhlı kuvvetlerine, polisine, gizli polisine, tüm kurum ve kuruluşlarına emir verebilirler.

Danıştay'ın (8). Dairesi, ibret verici bir karar vermiştir: ”Siyasi partiler, plan ve Programları’nı, devlet’in memurları ile uygulamak zorundadırlar. Plan ve program uygulamak amacıyla, devlet’in memurlarını değiştiremezler.”

Yukarı’da, sözünü ettiğim rejimlerde, siyasi partiler, önce, devletin organlarını sonrada, devleti ele geçirmektedirler, A.K.P. yetkilileri, ne derlerse desinler, aynı oyunu oynamaktadırlar.

Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü felâketi bilmeyenimiz yoktur. 1535 tarihinde verilen gemi taşımacılığı kapitülasyon’u, adalet dağıtma görevimizi de elimizden almıştı.

Osmanlı vatandaşlarına, gece bekçiliği, duvar ustalığı, amelelik ve sonu gelmeyen, askerlik hizmeti kalmıştı.

Türk’ün ulusal Politikası’nın esası, Amasya genelgesi ile belirlenmiştir:

” Vatan’ın ve Ulus’un kaderini, Ulusun kendisi belirleyecektir.”

Asırlardan beri, Türk’ün kaderini belirleyen GÖKSEL İRADE, yerini İNSAN İRADESİ’NE bırakmıştır.

Yeni devlet kurulmadan, devletin izleyeceği politika’nın esası belirlenerek, dünya’ya duyurulmuştur. Amasya’da alınan kararın uygulaması olarak; Anadolu’da ve Rumeli’nde kongreler başlamıştır.

Erzurum ve Sivas kongreleri uygulanacak savaş stratejisini belirlemiştir. Milli Kuvvetler, Müdafaayı Hukuk’un kontrolüne verilmiştir.

T.B.M.M. seçimle, Türk Halkı tarafından oluşturulmuştur.

Osmanlı Devleti’nin 1917 tarihinde, tek taraflı kaldırdığı Kapitülasyonlar, Sevr Antlaşması ile yeniden kabul edilmiştir.

Saltanat Şûrası’nca onaylanan Sevr Anlaşması, Ankara’da kurulan ulusal yönetimce reddedilmiştir.

T.B.M. Meclisi’nin duvarına: ”Hâkimiyet, Bilâ Kaydı Şart, Milletindir.” yazılmıştır.

Bu, Amasya Genelgesi ile dünya’ya duyurulan, İNSAN İRADESİ’NİN yasama organımıza yansıtılmasıdır.

Kapitülasyonlar nedeniyle Osmanlı Devleti’nin Gayri Müslim vatandaşları, yabancı devletlerin konsolosluk mahkemelerinde yargılanıyorlardı.

İstanbul’da; Fransız Büyük Elçisi, (75.000) Osmanlı vatandaşına HİMAYE KARTI dağıttığı için, bunlardan vergi bile alınamıyordu.

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı; ülkemizi istilâ edenleri, ülkemizden kovmak için verilmiş bir savaş olarak görenler çokçadır.

Ulusal Kurtuluş Savaşı,” Türk’ün MAKÛS TALİHİ’Nİ.” yenmek için verilmiş bir HALK SAVAŞI’DIR.

SEVR’İ kabul etmeyen KUVVACILAR, Osmanlılığı da kabul etmiyorlardı. Ankara’da kurulan Meclis, Osmanlı’nın Mebus’an Meclisi değil, TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’YDİ.

Osmanlı, İngiliz korkusu ile hiçbir suçu olmayan, BOĞAZLAYAN KAYMAKAM’I, KEMAL BEYİ, Harbiye Nezareti’nin önünde astırmıştı.

Anakara’nın uygulaması başka türlüydü.

Afgan Kralı Habibullah Han’ı öldüren Mustafa Sağır adlı İngiliz Casusu, Mustafa Kemal Paşa’yı da öldürmek üzere, Ankara’ya gönderilmişti. Kısa sürede, foyası meydana çıkarılan bu ünlü Casus, Ankara’da, Türk Mahkemesi’nde yargılanarak, asılmıştır.

Bu kararlılıkla, Ankara’nın İstanbul olmadığı, hiçbir zaman’da, Osmanlı olmak niyetinde olmadığı, İngilizlere ve uşaklarına anlatılmış olmaktadır.

Türk Halkı, tarihi’nde ilk defa, Anadolu’da, ulusal bir devlet kurmak için savaşıyordu. Bu, ilân edilmemiş devletin politikası da ulusal ve evrenseldi.

Ağızlarını açtıklarında: ”Anadolu, Osmanlı’dan bize miras kalmıştır,”diyenlere de sözüm olacaktır.

Anadolu, Osmanlı’nın Sevr’i kabul etmesiyle, Anadolu’nun MİRASI’NA düşmanlarımız konmuştur.

Ulusal Kurtuluş Savaşımızla; kendi ülkemizi yeniden fethe çıkmışızdır.

Önce, Ermenileri yeniyoruz, Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalıyoruz. Lenin ve ekibi, Çarlık Rusya ile savaşta iken, Moskova Antlaşması’nı imzalıyoruz. Afganistan ile anlaşma yapıyoruz.

Güney’de Fransızları yeniyoruz. Fransızlarla, Ankara Antlaşmasını imzalıyoruz. Fransızlar, çok sayıda silah, cephane, teçhizat bırakıp, çekiliyorlar. Fransa’dan, (1.850) adet, Hoçkis marka otomatik tüfek satın alıyoruz. Fransızlarla, eşit koşullarda, yapılan bir antlaşmadır bu.

İtalyanlar, Yunanlılara verilen ödünlerden rahatsızlık duyarak, işgal ettikleri yerleri boşaltmışlardır. İtalya, Avusturya Ordusu’ndan ele geçirdiği, piyade tüfeği ve piyade Cephanesi’ni, bedeli karşılığında, TBMM. Hükümeti’ne satmakta hiçbir sakınca görmemiştir.

Ayrıca, yapılan bir anlaşmayla, (32.000) kat, asker üniforması alıyoruz. İtalyanlar, söz verdikleri (200.000) kat, asker üniformasını teslim edemediler.

Afganistan Ordusu’nu eğitmek için, yapılan anlaşmaya göre; Afganistan’a gönderilecek Türk Subayları’nın bir üst rütbe ile gönderilmesi sağlanıyor.

Enver Paşa, Türk Ordusu’nda görev yapacak Alman Subayları’nı bir üst rütbe ile kabul etmişti. Alman Ordusu’nda, en yüksek süvari general’inin rütbesi tüm generaldi.

Emekli Süvari Tüm Generali Liman Von Sanders, Mareşal rütbesi ile Osmanlı Ordusu’nda göreve getiriliyordu.

Alman askerî geleneğine göre; bir meydan savaşı kazanan Orgeneral Mareşal olabilirdi.

Rahmetli Turgut Özal: ” Sevr anlaşması, Lozan’dan iyiydi,” buyurmuştu. NUTKU bile, Çankaya’da okuduğunu itiraf ettiğine göre; kendisini, bu beyanından dolayı mazur görmemiz gerekir.

30 Ekim 1918’de, imzaladığımız Mondros ateş kes anlatması ile Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktık.

Gururlu İngilizler; Kraliçe Elizabeth Adlı Sancak Gemisi dururken; anlaşmayı niçin, daha küçük bir savaş gemisi olan, AGAMEMNUN’DA İMZALATTILAR?

18’nci yüzyıla kadar; İngilizler, Londra Şehrini, Roma Şehrini kuran, ENEA isimli, Truva’lı bir kahramanın kurduğuna inanıyorlardı. Truva’yı, Akhalar’ın Kralı Agamemnun fethetmişti. ENEA, Truva Kralı’nın soyundandı.

Biz Türkler fuzulî işgalci oluyorduk!

Yunan Ordusu’nun çöküşünü önleyebilmek için, İngilizler telaş içerisinde, çareler aramaya başladılar.

Mustafa Kemal Paşa Başkanlığında bir kurulun, İzmit’e gelmesini teklif ettiler. Bu teklif, güvenlik gerekçesi ile kabul edilmedi.

Başkomutan olan Müşir Gazi Mustafa Kemal, aynı zaman’da da TBMM Başkanıydı. Devletin de başıydı. Müzakere Heyeti’ni, ancak ve ancak, o atayabilirdi.

Bu İngiliz oyunu ile Müşir Gazi Mustafa Kemal, müzakerecilerin başkanı olacak; İstanbul’daki İngiliz uşakları ‘da söz sahibi olacaklardı.

Daha önce’de, Harington, Mustafa Kemal Paşa ile buluşmak istemişti. Buluşma Teklifi’nin Mustafa Kemal Paşa’dan gelmiş olması şartı, buluşmayı sonuçsuz bırakmıştı.

Başkomutan ve T.B.M. Meclisi Başkanı, Korgeneral Harington ve daha küçük rütbeli Fransız ve İtalyan generalleri ‘ne muhatap edilecekti.

Oyun üstüne, oyun sergileyenler, oyuna geldiklerini çok sonraları fark edebildiler.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Yunanlılarla savaşmıştı. Ateşkes antlaşmasını da Yunanlılarla yapması gerekirdi. Devletler Hukukun da, usul ve teamül böyleydi.

Ateşkes müzakerelerine, İngiliz, Fransız ve İtalyan Delegeleri ile TBMM Delegeleri katılmıştı. General Mazarakis Başkanlığındaki Yunan Delegeleri, gemiden karaya çıkartılmamıştı. Ateşkes antlaşması imzalandıktan sonra, usulen, GEMİDEKİLERE’ DE imzalattırılmıştı.

İşte; Batılıların hazmedemedikleri durum budur. Mudanya Ateşkesi, Mondros’u ve Sevr’i yok saydırmıştı.

TBMM Hükümet’i, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın galibi olarak değil, Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olarak, Lozan’a gitmiştir.

Batılı devletler, bu Yenilgileri’nin öcünü alma sevdasındadırlar.

Lozan’da, TAM BAĞIMSIZLIK İLKESİ, inatla savunulmuştur.

Dış İşleri Bakan’ı ve Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın ısrarcı tutumu, İngiliz Baş Delegesi ve konferans yöneticisi Lort Gürzon’u çileden çıkartmıştır.

Lozan Konferansı’na iştirak edenler, Türk Delegasyonu’na haber vermeden, müzakerelere ara vererek, Lozan’dan ayrılmışlardır. Türk delegeleri de yurda dönmüştür.

Uzunca bir aradan sonra; müzakereler yeniden başlamıştır. Sekiz ay süren zorlu bir maratondan sonra, anlaşma sağlanarak, LOZAN ANTLAŞMASİ imzalanmıştır.

Lort Gürzon’un, İsmet Paşa’ya söylediği : ”Neyi teklif etsem, reddediyordunuz. Reddettiklerinizi, cebimize koyuyoruz. Yanmış ve yıkılmış Anadolu’yu tamir için bize geldiğinizde, bunları teker, teker ve misli ile tekrar vereceğiz size.” Lort Gürzon’un bu sözü, ATATÜRK’ÜN kulağına küpe olmuştur.

Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında uygulanan siyasi yöntemler, Türkiye Cumhuriyeti’nin politikasına eksen olmuştur.

-Ulusal Kurtuluş savaşı sırasında, Mareşal Furunze, Sovyetler adına, Ülkemize gelmişti.

- General MC. Arthur, ülkemize, ATATÜRK’Ü görmeye gelmiştir.

-Afgan Kralı Emanullah Han, iki defa, ülkemize gelir: ATATÜRK’ÜN sağlığında ve Mustafa Kemal öldükten sonra. Emanullah Han, Mustafa Kemal’in “ güçlü bir ordu kursun”, nasihatini hafife aldığından; eski bir jandarma eri olan, su dağıtıcısının oğlu Beçe Saka tarafından tahtından indirilmiştir.

Burka denilen, kadın kıyafeti ile kaçarak canını zor kurtarmıştı.

Mustafa Kemal ölünce; gizlice, Dolmabahçe Sarayına gelerek, Mustafa Kemal’in cenazesi önünde saygı duruşunda bulunmuştu.

–1935’te İsveç Veliaht Prensi ‘de ATATÜRK’Ü görmeye gelmiştir.

--1934 tarihinde; Marsilya’da, bir silâhlı saldırı sonucu öldürülen Yugoslavya Kralı Aleksandır, ATATÜRK’Ü görmek için, Türkiye’ye gelmişti. ATATÜRK’E: ”Size bir sır tevdi edeceğim, Yunanlılar İzmir’e çıkmadan önce; İngilizler, İzmir’e bizim çıkmamızı teklif etmişlerdi, Reddetmiştik.” dediğinde; ATATÜRK’TEN, şu karşılığı almıştı: ”Geçmiş olsun, Ekselans.”

-Arabistan’ı, Osmanlı Devleti aleyhine, isyana kaldıran Mekke Şerifi Hüseyin’in Ürdün’e Kral yapılan oğlu Abdullah’ta, ATATÜRK’Ü ziyaret edenler arasındadır.

-Boşanmış bir kadın olan, Madam Simpson ile evlendiği için İngiltere Tahtı’nı bırakmak zorunda kalan, İngiltere Kralı Edward, özel olarak, ATATÜRK’Ü görmek için İstanbul’a, Dolmabahçe Sarayı’na gelmiştir.

ATATÜRK’ÜN sağlığında, bütün yollar, Roma’ya değil de, bütün yollar Ankara’ya çıkmaktaydı.

Bütün bunları niçin mi yazıyorum? Söyleyeyim: Mustafa Kemal, binbaşı iken, 1910 yılında, Fransa’ya, Pikardi Manevralarına gitmişti. Gözlerinden rahatsız olduğu için Karlspat Kaplıcalarına, tedavi için gitmişti.

Bir de, 1918 yılında, Veliaht Vahdettin Efendiyle, Almanya’ya gitmiştir.

19 sene öğrencilik, 19 sene komutanlık,19 sene’de Devlet Başkanlığı yapmış olan Gazi Mustafa Kemal, 19, Mayıs 1919 tarihinde, bir daha sınırlarının dışına çıkmamak üzere, Anadolu’ya çıkmıştır.

-İsmet İnönü’de aynı politikayı izlemiştir. Başbakanlığında, S.S.C.Birliği’ne, Bulgaristan’a ve İtalya’ya görevle gönderilmiştir. Dış İşleri Bakanı olarak, Lozan’ı imzalamıştır.

- 1943 Yılında, Churchill ve Roosevelt Kahire’de buluşmuşlardı., Churchill ,uçağını Türkiye’ye yollayarak Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü Kahire’ye davet etmiştir.

Başbakan İsmet İnönü, İtalyanlarla resmi görüşmelerde bulunmak için, Roma Garında, trenden iner. Etrafına bakınır, İtalya Başbakanı Benito Mussolini’yi ortalıkta göremez. Bunun nedenini sorduğunda:

-“Ekselans, Duçe çok meşgul, sizi saray’da karşılayacak;” yanıtını almıştır.

-“ Ya; öyle mi, biz’de geldiğimiz gibi gitmesini biliriz,” diyen İsmet İnönü; gerisin geri, tren’e biner. Benito Mussolini, yıldırım hızı ve binlerce özürle, Roma Garı’na yetişir.

Yıl 1926, Midilli Adası’nın açığında, Fransız Bandıralı Lotus gemisi ile Türk Bandıralı Bozkurt kömür gemisi çarpışır. Türk Gemisi batar. Denizcilerimizden, ölenler ve yaralananlar olur.

İstanbul’da, Sorgu Yargıcı Himmet Bey, her iki kaptan’ı da tutuklar.

Fransızlar; tutuklanan Fransız kaptan, derhal serbest bırakılmadığı takdirde, limanlarımızı bombardıman edeceklerini bildirir bir kesin uyarı’da bulunmuştur.

Adliye Vekili, Sorgu Yargıcı Himmet Bey’e durumu bildirir. Himmet Bey’in yanıtı net ve kesindir: ”Deliller, her iki Kaptanı’nda tutukluluk hallerinin devamını gerektirmektedir. Fransızların kesin uyarısı da beni ilgilendirmemektedir.”

Mareşal Fevzi Çakmak’a danışılır. Mareşal Fevzi Çakmak: ”Fransızların bir tek mermisi, bir Türk limanına düşerse, Suriye’yi işgal edeceğimizi Fransızlara bildirin.” Der.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından, Fransızların kesin uyarısı reddedilir.

Fransızlar, Lahey Adalet Divanı’na gitmeyi kabul ederler. Mahmut Esat Bey, Lahey’e gider, Fransız tezini çürütür, dava’yı kazandığı gibi, Fransızlara da özür diletir.

ATATÜRK tarafından, kendisine, BOZKURT soyadı verilmiştir.

Esat Mahmut Bozkurt, memleketi olan Söke’de yatmaktadır. İstanbul Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra; Devletler Hukuku alanında doktora yapmak üzere Lozan’a gider. Ulusal Kurtuluş Savaşı başlayınca, doktora çalışmasını yarıda bırakır, omzunda tüfeği ile Anadolu’ya gelir.

04,Ekim,1926’tıda yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu, o’nun eseridir.

-Etimesgut’a ve Kayseri’ye uçak fabrikaları kurularak, buralarda üretilen (10) adet Türk Tipi Uçak, Hollanda’ya satılmıştır.

-İngiltere’den (15.000.000) milyon sterlinlik bir kredi bulunarak, yedi evlik bir yerleşim yeri olan, Karabük’e demir ve çelik fabrikası kurulmuştur.

- 29.Ekim.1937 tarihinde; Cumhuriyet Bayramı nedeniyle, S.S.C.Birliği Komünist Partisi genel Sekreteri Stalin, ATATÜRK’E bir kutlama telgrafı çeker.

Kutlama telgrafını iade eden ATATÜRK, saat 01.00’de, S.S.C.B. Büyük Elçiliği’ne gelir. Yanında, mükemmel Rusça bilen, Azeri asıllı bir Hava Albayı vardır. Büyük Elçi Karahan’a ateş püskürür:

“Parti Genel Sekreteri Stalin’in çekmiş olduğu kutlama telgrafını iade ettim. Stalin, ancak, İsmet Paşa’ya kutlama telgrafı çekebilir. S.S.C.B. bizi küçük görmesin; biz, küçük bir coğrafya’ya sığmış, büyük bir devletiz. Bundan sonra, büyük devletlerin yazgısı küçük devletlerin elindedir. Ben, Kars’a ordularımın başına gidiyorum. Stalin’de, ordularının başına gelsin; görelim bakalım, kim küçükmüş, kim büyükmüş.” Der.

Araya girmek isteyen bir N.K.V.D. Mensubu’nu : ”Sen, Türkiye’de size hizmet edecek uşak olmadığını ne zaman anlayacaksın?” diyerek, sertçe azarlar.

İran’da; Türk Büyük Elçiliğinde Kavaf olan Rıza isimli bir eski süvari çavuşu, bir darbe ile İran tahtını ele geçirir.

Ankara’ya gelir, ATATÜRK’ÜN yaptıklarına hayran kalır. ”İran’a döndüğümde, MEN’DE bunları yapacağım,” deyince, ATATÜRK: ”Evli iseniz mümkün değildir Majeste” diye yanıt verir.

Rıza Şah’ı, müttefikler iktidardan uzaklaştırıp, oğlu Muhammet Rıza. İran Yönetimi’nin başına geçirirler. Hiçbir varlık gösteremeyen Muhammet Rıza’da, Humeyni tarafından devrilerek sürgüne gönderilmişti. Sürgünde ölen Muhammet Rıza’nın: ”ATATÜRK’ÜN yaptığı LAİKLİK uygulamasını, ne babam ne de ben yapabildik,” diye sayıkladığını gazeteler yazmıştı.

-ATATÜRK’ÜN önderliğinde Balkan Antantı hayata geçirilir.

-ATATÜRK’ÜN önderliğinde, Sadabat Paktı kurulur.

-Ağnam vergisi-Küçükbaş hayvan vergisi- kaldırılır.

-Aşar vergisi kaldırılır.

-Devrimlerin alt yapı çalışmaları hızlandırılır. 1876 Anayasası,1909 ve 1913 tarihli ekleri ile aynen korunur ve o Anayasa uygulanır.

1.Ocak .1921’de, 21 maddelik bir Anayasa kabul edilir, öteki Anayasa’ya hiç dokunulmaz. Osmanlı’nın Kanunları aynen uygulanır. 1913 senesinde kabul edilen, ordumuzun beslenmesini düzenleyen “ Tayinat ve Yem Kanunu”, 1963 tarihine kadar yürürlüğünü sürdürmüştür.

Uzun, uzun şunu yaptı, bunu yaptı demektense; reform ve devrim sürecini diğer devrimlerin süreçleri ile karşılaştırmak, daha kısa ve daha mantıklı bir yol olsa gerektir.

SOVYET DEVRİMİ.

1917 tarihinde başlayan iç savaş, 1922 tarihinde sona ermiştir. Eski rejim taraftarları ile Bolşevik Muhalifleri’nin ve ayrılıkçıların, kitle halinde öldürülmeleri sürdürülmüştür. Toprak Sahipleri’nin ellerinden, toprakları zorla ve alelacele hazırlanmış kararnamelerle alınmıştır.

Karl Marks’ın beklentisine göre; ihtilâl, sanayi ülkesi olan Almanya’ ve Fransa’da kendiliğinden çıkmamış; bir tarım ülkesi olan Rusya’da, silâh zoru ile ve uzun süren bir iç savaş sonu gerçekleştirilmiştir.

İhtilâl’in dinamiği, İŞÇİLER olması gerekirken; ÇİFTÇİLER, en büyük desteği sağlamışlardır.

Uzun süren bir alt yapı hazırlığı yaşanmadan; kısa süreli ve çok kanlı bir şekilde; tarım’da, sanayi’de ve toplumsal yaşamdaki değişiklikler uygulamaya konulmuştur.

Tüm hatalar, yeni, yeni suçlar ve suçlular yaratılarak örtülmeye çalışılmıştır.

Gizli polis teşkilâtları Kitlesel kıyımlara imzalar atmıştır. ÇEKA, MVD ve NKVD’NİN (2.500.000) insan öldürdüğü; 1917-1949 arasında, ( 49.000.000) insanın öldürüldüğü açıklanmaktadır.

Bunca kan ve gözyaşı ile yaratılan, Gorbaçov’un bir fiskesi ile darmadağın olup, yıkılmıştır.

Sovyet Devrimi’nin Dünya’ya ihraç çalışmaları, ayaklanmalara ve iç savaşlara neden olarak, milyonlarca insanın ölümüne, sakat kalmasına ve ülkelerin bölünmelerine neden olmuştur.

Miras ve toprak sahibi olmak yasaklanmıştır. Daha sonraları, miras hakkı geri verilmiş, ekip biçmeleri içinde, kişi başına (40) metre kare toprak verilmiştir.

Bu, özel mülkiyete açılan topraklar, Sovyet toprağının %4’ünü oluşturmuştur. Bu topraklardan elde edilen meyve, sebze, tavuk ve yumurta,%96 topraktan elde edilen miktarı geçmiştir.

Rusya, (45.000) tank, (45.000) uçak, (3.500.000) askerine, gizli Polise ve hapishanelerine rağmen, dağılıp gitmiştir.

ÇİN DEVRİMİ.

1842 tarihinde, Avrupalılar, (20.000) sandık afyonu satabilmek için, Çin’i istilâ etmiştir. Çin, derin bir uykudaydı.

Napolyon: ”Dünya için asıl tehlike, Çin’in uyanmasındadır.”demiş.

1912’de, Dr. Sun Yat Sen’in Cumhuriyet denemesini, bacanağı olan Mareşal Çankayşek’in yönetimi almıştır. Çin, önce SSCBİRLİĞİ, sonra’da Japonya ile uzun süren bir savaşa girmiştir.

1949 Yılında, uzun süredir devam eden iç savaşı, Mao Çeç- Tung kazanmıştır. Toprak reformu sırasında, (2.000.000) insan’ın acımasızca öldürüldüğünü okumuştuk.

Kararnameler ve Makineli Tüfeklerle, devrim bir yere varamamış, tıkanmıştır. Mao’nun Kızıl Kitabi’de bir işe yaramamıştır.

1966 yılında, Kültür devrimi ilân edilerek, geçmişe ait ne varsa izleri silinmeye çalışılmıştır.

Konfüçyüs’ün bir deyimi ile başa çıkan olmamıştır: ”Militan’ın, ne kendisine, ne ailesine, ne de devletine faydası dokunur.”

Mao.”İktidar, militan’ın namlusu ucundadır.” diye buyurmuştu.

Çin’de, her şey yakılıp, yıkıldıktan sonra KONFÜÇYÜS galip gelmiştir.

1976 yılında, Mao ölünce, Çin’de rüzgârlar başka türlü esmeye başlamıştır. Alt yapı çalışması ile Çin, korkulan ülke konumuna gelmiştir.

Bugün; (1.700) Üniversite ve Teknik Okulla, büyük bir sanayi devi haline gelmiştir kitlesel kıyımlarla, kanla ve gözyaşı ile varamadığı yerlere, OKUL ve ALINTERİ ile erişmiştir.

Çin’in lise ve üst seviyedeki okullarında, ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜLÜK okutulmaktadır. Çin Devrimi’nin dışarıya ihraç girişimleri de, Sovyetlerin yarattığı felâketlere eş felâketler yaratmıştır.

ATATÜRK DEVRİMİ

“ATATÜRK DEVRİMİ, birden bire, tepeden inme bir devrimdir.” diyenler, öteki devrim hareketlerini, yeterince inceleyememiş olanlar gibime geliyor.

İran Halkını, binlerce yıl geriye götüren, devrim diye adlandırılan hareket ve yukarıda anlatılanlar, ulusların tepesine kaç senede inmiştir?

Fransız devrimi, (400) sene çekilen bir sıkıntının ürünüdür.

Sovyet Devrimi, Fransız Devrimi’nin Yirminci asırdaki kopyasıdır.

Samsun’dan, Havza’ya geçen Mustafa Kemal, oradan tüm ulusal davranışları harekete geçirmiştir.

İki defa toplanan Alaşehir Kongresi, Balıkesir Kongresi ve ülkemizin her tarafında toplanan kongreleri, Kuvay’ı Milliye ve Müdafaayı Hukuk örgütlenmesi izlemiştir. Türk Halkı, hem kurtuluş için örgütlenmiş, hem kendi kendisini yönetmeye başlamıştır.

Bu davranışlar, halkımızın demokrasiye yabancı olmadığının göstergesidir. Seçim sisteminin oturması ile Cumhuriyete geçiş sancısız olmuştur. Cumhuriyet, kavgasız ve gürültüsüz kabul edilerek, ilân edilmiştir.

Başkomutan ve Devlet Başkanı olan Mareşal Gazi Mustafa Kemal, Türk Halkının sevgisine ve olağan üstü gücüne rağmen, hiçbir yenilik hareketine girişmemiştir. Devrimin alt yapı çalışmalarına girişmiştir.

Kurtuluştan sonra yapacağı devrimleri 7/8 Temmuz gecesi, Erzurum’da, Mazhar Müfit Kansu’ya not ettirmiştir. O’nun hiç acelesi yoktur. Yıllarca, kafasında tuttuğu, bir sır olarak sakladığı planlarını zamanı geldiğinde sırası ile uygulamaya koymuştur.

Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandırılıp, Lozan Antlaşması da imzalandıktan sonra; tüm dikkat ve çalışmalarını yapmasını düşündüğü işler üzerinde yoğunlaştırmıştır. (11) suikast teşebbüsü atlatmıştır.

-Hilâfet ve Saltanat birbirinden ayrılmıştır.

-Saltanat kaldırılmıştır.

-Evkaf ve Şer’i ye vekâleti kaldırılmıştır.

-Tevhidi Tedrisat Yasası-Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası- yürürlüğe girmiştir.

Bu yasa’nın gerekçesi, Cumhuriyet’in eğitim Devrimi’nin habercisidir: “Bir ülke’de iki çeşit eğitim, iki tip insan yetiştirmesine yarar. Bu da, ulusal birlik için en büyük engeldir.”

Genelkurmay Başkanlığı’nın Vekâlet olması kaldırılarak Başbakanlığa bağlanmıştır.

-Tabii Hukuk’a göre, yepyeni bir Anayasa hazırlanır ve yürürlüğe konulur. 1876 Anayasa’sı, tüm değişiklikleri ile yürürlükten kaldırılır. Yıl 1924’tür.

-Ankara’da Hukuk Fakültesi açılır. Yıl 1925’tir.

-04. Ekim.1926 tarihinde yürürlüğe girmek üzere, TÜRK MEDENİ KANUN’U kabul edilir.

Mecelle, 1917 tarihli ekleri ile birlikte, yürürlükten kaldırılır.

Devrimlerin başında, Müşir Gazi Mustafa Kemal emekliye ayrılır. Mustafa İsmet te (50) TL. Emekli maaşı ile emekliye ayrılır.

Devrim yapacak adamların her türlü yetkiden sıyrılıp, sivil elbise ile halkının karşısına çıkmasının başka bir örneği var mıdır?

-Türkiye Cumhuriyeti’nin Merkez Bankası görevini yürüten Osmanlı Bankası’nın bu görevine son verilir.

-Türkçe gramer kitabı yayımlanır.

-Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulur.

-Sümer Bank ve Eti Bank kurulur.

- Dolmabahçe Sarayı’nda, Uluslar arası “Türk Dili Kongresi” toplanır

-Kazma, Kürek ve kol gücüyle dağlar delinir, Irmaklar ve uçurumlar aşılarak, ülkemiz baştanbaşa demir ağlarıyla örülür.

Amerika Birleşik Devletleri’nin 1958’deki Genelkurmay Başkanı: ”Bizim için ne Komünist Çin ne’de Komünist Rusya tehlikeli birer düşmandır. Bizim en tehlikeli düşmanımız kara yollarımızdır.” demişti.

Bin kamyon’un taşıdığı yükü bir lokomotif taşıdığına göre, doğru bir saptama yapılmıştır.

Bunu Mustafa Kemal görmüş, Adnan Menderes, ABD’nin tuzağına düşmüştür.

Komünizm’in yayılmasını önlemek için! Hükümet kararıyla, Kore’ye bir Tugay Türk Askeri gönderen Adnan Menderes, aynı günlerde, Yedek Subay olan oğlunu Nato’nun Merkezi, Paris’e göndermiştir.

Yedi sene savaşlarında, İngiltere’ye kiralık asker veren Büyük Frederik, her asker için ineklere ödenen gümrük vergisi almıştır.

Demokrat Parti Hükümeti’nin de böyle bir uygulaması olduğunu gazetelerimiz yazmıştı.

Amerikalıların, her asker için ödediği (175) Dolar’ın (150) dolarını alarak, askere (25) dolar verildiği, şikâyet konusu olmuştur. Hatta bir Amerikalı yetkilinin:”TÜRK ASKERİNİN MALİYETİ, 25 CENT!”, dediğini gazetelerimiz yazmışlardı!

Erdal İnönü Yedek subay Okulunda öğrenciyken, önemli bir kişinin düğününde bulunması istenir. Cumartesi akşamı için, Yedek Subay Bölük komutanından izin alma isteğini Cumhurbaşkanı İsmet İnönü geri çevirdiğinden; Erdal İnönü düğünde bulunamaz.

Mareşal Fevzi Çakmak, (23) sene Genelkurmay Başkanlığı yapmıştır. O’nun döneminde; ordu komutalarından birisi, bir askeri, bulunduğu birliğinden alarak, daha rahat bir birliğe vermiştir. Durumu öğrenen Mareşal, o askeri eski birliğine iade ettirir. Bu duruma çok üzülen ordu komutanı, Mareşal’in huzuruna çıkar: ” Sayın Mareşalim, bir askeri bir yerden başka bir yere nakletmek yetkimiz yok mudur?” diye sorduğunda, aldığı yanıt karşısında, sorup, soracağına, bin kere pişman olur.

Mareşal, parmağını ordu komutanının gözüne doğru uzatarak: ”Sayın Orgeneral; subay ve astsubayları istediğiniz yerden alıp, istediğiniz yerlere atayabilirsiniz. Bir orduda torpil, erlere kadar inerse, o orduyu ayakta tutmak mümkün olmaz, o ordu dağılır.” demiştir.

Türk Silahlı Kuvvetlerinde; SAT ve SAS Komandoları muvazzaf subay ve astsubaylar arasından seçilir. Başbakan Tansu Uçuran Çiller zamanında bu kural bir kez değiştirilir. “Bunda ne var” diyenlerimiz bulunabilir. Merhum Turgut Özal:” Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz demişti.

”Silahlı Kuvvetlerin Kuralları’nın kanla yazıldığını bilmeyenlere sözüm yok. Sayın Tansu Hanımın büyük oğulları, SAT Komandosu yapılarak, Yeni köydeki köşklerinin karşısındaki kışlada askerlik hizmetini şerefi ile ve Hakkı ile bitirmiştir.

Prof.Dr. Mümtaz Soysal’ın başına gelenler, unutulur cinsten değildir. Bilimsel bir Kitabı’nda sosyalizmi anlattığı için, komünizm propagandası yapmak suçundan gözaltına alınarak Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’ne kapatılmıştı. Çenesindeki yara izinin öyküsünü anlatmaktan utanç duyarım. Komünizm propagandası ile suçlanan Sayın Mümtaz Soysal, Orly Katliamı’nın duruşmasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin haklarını savunmak için Paris’e gönderilmiştir.

Dört sat boyunca Türkiye’nin haklarını savunduğu gibi, bu görev için yapılan tüm masrafı kendisi karşılamıştır. Daha sonraları, Dış İşleri Bakanı olan Sayın Mümtaz Soysal’ın tek oğlu, Yedek Subay olarak askerliğini yaptığı Karakol (11) sefer terörist saldırısına uğramıştır. Oğlu’nun görev Yeri’nin değiştirilmesi teklifini, DIŞ İŞLERİ BAKANI SAYIN MÜMTAZ SOYSAL kabul etmemiştir.

Antakya’da, J. Eğitim Tabur komutanlığında bulunduğum sırada, boyu Kırıkkale P.Tüfeğine denk bir genç kapımı çaldı; buyur edip kendisine yer gösterdiğimde: ”Ben kendimi asker yaptım, huzurunda oturamam:” dedi.

Boyum küçük diyerek, beni askerlik yapma şerefinden yoksun bıraktılar. Asker için boy mu gerek, yürek mi gerek Sayın Komutanım,” diyerek ortalığı çınlattı.

Terziyi çağırdım, bu yeni askere ölçüsüne göre elbise dikmesini emrettim. O Küçücük askerimin boyuna uygun bir filinta bularak kendisine zimmetle verdim. Asker elbisesini giyerek, bölük komutanı ile birlikte odama geldi, tekmilini verdikten sonra, izin isteyerek: ”Sayın komutanım, namusumu kurtardınız. Alay konusu olmak tan’da kurtulacağım. Sizden bir dileğim daha var. Diğer asker arkadaşlarıma neyi uygularsanız, bana onu uygulayın.”

Bütün bu yapılanmalar; 17-23 Şubat, 1923 tarihleri arasında toplanmış olan, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlara göre olmaktadır.

Hatırımda yanlış kalmadıysa, bu kongreye, Türk toplum’unun her kesiminden,1343 delege davet edilmişti. Bu kongre çok hararetli tartışmalarla sona ermiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Kongreyi açış konuşması, günümüz Türkçesi’ne uyarlanarak okullarımızda okutulmalıdır.

-Ankara’da, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi kuruldu. Bu Fakültede, Hititçe ve Sümerce kürsüleri açıldı.

-İkinci Abdülhamit’in tahtan indirilmesinin dinen sakıncalı olmadığına dair Fetva veren, Elmalılı Hamdi Yazır’a tercüme ettirilen Kuran’ı Kerim, çok sayıda bastırılarak, halkımıza bedava dağıtılmış; bu girişimin harcamaları ATATÜRK tarafından karşılanmıştır

Papaz okulu kaçkını Gürcü Jozef Stalin, devrim yapacağım diye, cinayetlerine soyunmadan önce bir Mareşal elbisesi giyer. Böylece Mareşal olur. Bulganin’e de bir Mareşal elbisesi giydirir, o’nu da Mareşal yapar.

İlkokul öğretmeni Benito Mussolini, iktidarı alır almaz, DUCE Unvanını alır. O dahi bir Mareşal elbisesi giyer; İtalyan Orduları’nın fiili Başkomutanı olur.

Onbaşı Adolf Hitler, ”Alman Irkı’nın onurunu ve gururunu” temsil eden FÜHRER -Başbuğ- Unvanı’nı alır ve Alman Ulusu’nun Başkomutanı olur.

Hukuk Fakültesi kaçkını Saddam Hüseyin, bir Mareşal elbisesi giyer, Irak Orduları’nın Başkomutanı olur. Kabine üyeleri de, asker elbisesi giyerek komutan olurlar. İşin acıklı yanı, bunlardan ölüm cezasına hüküm giyenler, sivil elbise ile asılırlar.

İngiliz Ordusu’nda, Onbaşı Rütbesi ile bulaşıkçılık yapan İdi Âmin, bir darbe ile iktidara gelir. Londra piyasalarından satın aldığı madalyaları ve nişanları taktırdığı mareşal elbisesini giyinir ve o anda Mareşal olur.

Türkiye’ye devrim hemen gelmez. Halk Mektepleri ve Millet Mektepleri açılır. Alt yapı tamamlanır. Devrimler sıra ile Türk Halkı’nın huzuruna çıkarılır. Bunları uzun uzadıya yazma olanağım yok. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilir. İlk Genel seçim’de (18) TÜRK KADINI TBMM’NE GİRER.

ATATÜRK İLKELERİ ‘DE ANAYASA’DAKİ YERİNİ ALIR.

PRATİK UYGULAMALAR.

Balıkesirli Onbaşı Musa, askerliğini Kuşadası’nda yapmaktadır. Sahil gözetleme nöbeti kendisine geldiğinde, Hoçkis Otomatik tüfeğini alarak, gözetleme yerinde mevzi’e girer. Türk kara sularına girmiş olan İngiliz savaş gemisinden indirilen bir filika, içi İngiliz askerleri ile dolu olarak, kıyıya doğru gelmektedir. Onbaşı Musa, filika’nın üzerinden, uyarı ateşi açar. Filikadaki İngiliz askerleri, uyarı Ateşi’ne aldırış etmeden, kıyıya yaklaşırlar.

Onbaşı Musa, filika’ya ateş açar. Bir İngiliz Subayı vurulup ölür. Yaralananlarda vardır. İngilizler, politik atağa kalkarlar. Onbaşı Musa’nın derhal cezalandırılmasını isterler.

Çok iyi derecede Fransızca bilen Dilâver Argun Bey, Kuşadası Kaymakamı’dır. İngilizlerle bağlantı’yı o sağlamaktadır. Durumun önemi nedeniyle, Başbakan İsmet İnönü ile telefon bağlantısı kurulur. Cumhurbaşkanı ATATÜRK’E bilgi verilir.

Kaymakam Dilâver Bey kanalı ile İngilizlere şu bilgi verilir: ”Kara sularımıza giren ve kıyılarımıza izinsiz olarak çıkmak isteyen, uyarı ateşimize de aldırış etmeyen askerlerinizin bu davranışlarına karşı yapılan bu yasal müdahale’de suç unsuru bulunmadığından, Onbaşı Musa’nın cezalandırılmasına gerek görülmemiştir.”

Cenazeleri’nin kendilerine teslimini isteyen İngilizlere, Ankara’dan şöyle bir yanıt gelmiştir: ”Subayınızın cenazesi, olay yerine bir Türk Savaş Gemisi geldikten sonra, törenle teslim edilecektir. ”Ertesi günü, Türk Savaş Gemisi olay yerine gelir, İngiliz Subayı’nın cesedi törenle İngilizlere teslim edilir. İngilizler, cenazelerini alarak ve süngülerini Onbaşı Musa’nın önünde düşürerek çekilip giderler.

02,Ekim,1992 tarihinde, EGE DENİZİ’NDE, Nato’nun Kararlılık Gösterisi-92 tatbikatı yapılmaktadır. Türk Donanması’na ait Savaş Gemilerimizde bu tatbikata katılmıştı. Bu tatbikatta, gerçek mühimmat kullanılmayacaktı. TCG. Muavenet Muhribimizin tüm personeli uyanık ve görev başındaydı.

Gece yarısı; Amerikan Donanması’na ait Saratoga uçak gemisinden fırlatılan iki adet Sea Sparrow füzesi, Muavenet’in kaptan köprüsünde patlamıştır. Gemi Komutanı ve beş Türk Askeri şehit olmuştur.

Deniz Teğmeni KILIÇ, hala yaralarının acısını ve sıkıntısını yaşamaktadır. Olayın bir kaza eseri meydana geldiği savunmasını, yalınız korkaklar ve iktidara sevdalı olanlar kabul edebilirler.

ABD. Türk donanmasına, KNOKS tipi, HURDA savaş gemilerini vermek istemektedir. Türk Donanması’na, Alman yapımı savaş gemileri katılmıştır. Bir yağcılık gösterisi olarak Turgut adı verilen; yoğun tenkit üzerine adı TURGUR REİS’E dönüştürülen Donanmamızın Amiral Gemisi, ülkemizin gururu olmuştu.

Amerikalılar, bu durumu politikalarına uygun görememişlerdi. Amerika’da Başkanlık seçimleri yaklaşmıştı. G. Buch’un Ermeni ve Rum oylarını garantiye alması için Türkleri küçük düşürecek bir olay gerçekleştirmesi gerekliydi.

Muavenet Muhribi,1942 yapımıydı, donanmamıza 1972 yılında katılmıştı. Amerikalıların Türkiye’ye verdiği savaş gemileri, genellikle1942 yapımı eski gemilerdi. Beş Yiğit denizcimiz ile Donanmamızın bir efsane adı, Amerikan politikasına kurban edilmiştir.

Türk Deniz Kuvvetlerinde; bu üçüncü Muavenet gemisiydi. İlk MUAVENET’İ MİLLİYE Gambotumuz, Morta koyunda demirli bulunan İngilizlerin GOLİYAT adlı savaş gemisini torpilleyerek batırmıştı. Bu, Muavenet Muhribimizin vurulması ve Çoban Davut’un sapan taşı ile öldürdüğü Dev Golyat’ın öldürülmesinin karşılığıydı

Kara’da silahı kullanan kişi onu kullanma sorumluluğunu taşır. Hava’da uçağı kullanan pilot, ateş etme sorumluluğun taşır. Deniz Kuvvetlerinde bu, böylesine kolay ve pratik değildir. Savaş gemileri seyir halindeyken bütün silahlar sıfırlanır, namluları aşağıya indirilir. Tatbikat’ta, durum buna benzemekle birlikte, çok daha güvenli bir sistem devreye sokulur. Ateşleme emri verildiğinde, ÜÇ GÜVENLİK SİSTEMİ devreye girer.

Cumhuriyetin onuncu yılı kutlamaları, tüm yurtta ve dış temsilciliklerimizde coşku ile kutlanmıştı. Ankara’da, Hipodrum’da yapılan tören çok görkemli olmuştu.

SSCB. DEN Mareşal K. Varaşilof’ta şeref locasındaydı. SSCBİRLİĞİNİN bağış olarak verdiği (450) adet ZİS marka, Rus yapımı askeri araçlarda tören geçişine iştirak etmişti. ATATÜRK; “NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE” cümlesi ile biten konuşmasını o gün yapmıştır.

1935 senesi, Benito Mussoli’nin kaynayıp köpürdüğü senedir. İtalyan Generalleri, turist görünümüne bürünerek, Antalya kıyılarında ve Toros Dağlarında keşifler yapmaktadır.

İtalyanların, Türkiye kıyılarına çıkarma yapacakları söylentisi ortalıkta dolaşmaktadır.

Tam bu sırada; B. Mussolini’nin, ünlü bir Alman Yazarına, ATATÜRK’Ü kastederek: ”Ankara’da bir sarhoş var,” dediği ATATÜRK’ÜN DE kulağına gelir.

Törenlerden sonra kutlamalar başlamıştır.

Orada bulunanlar, ATATÜRK’ÜN gergin davranışından, büyük bir fırtına’nın kopacağı sezgisine kapılırlar. Havacı, Denizci ve Karacı Subay Grupları, huzura kabulü beklemektedir.

Sakarya Meydan Muharebesi’ne, üsteğmen rütbesi ile katılmış olan, Hava Subayı Ziya Zeyrek’te orada bulunmaktadır. Bizler, bu olayın öyküsünü, şimdi Rahmetli olan o komutanımızdan dinlemiştik.

Mısır Büyük Elçisi, başına geleceklerden habersiz olarak, başındaki fesi çıkarmadan, ATATÜRK’ÜN huzuruna girer. Saygı ile eğilip, selam vermek isterken, ATATÜRK, elinin tersi ile adamın başındaki fesi yere düşürür. İngiliz Büyük Elçisi, açıklama isteği ile ileri çıkmak isteyince, hariciyeciler buna engel olurlar ve adamı dışarı çıkarırlar.

Olanlar, bundan sonra olur. İtalya Büyük Elçisi, Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in Trablus’ta savaştığı İtalyan Amirali’nin oğludur. Cumhuriyet Bayramını kutlamak üzere huzura girdiğinde; ATATÜRK, gözlerini elçi’nin gözlerine dikerek: ”Ekselans, senin Palyaço’dan ne haber?” diye sorar. Neye uğradığını şaşıran zavallı adam, huzurdan hemen ayrılır. Birkaç gün sonra; İtalya Büyük Elçisi’nin istifa ederek, Ankara’dan ayrıldığı haberi başkentlerde duyulmağa başlar.

Lozan Anlaşması ile Antakya Fransızlarda kalır. Misak’ı Milli sınırları içersinde gösterilen bu vatan toprağının Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının dışında kalması, Antakyalıları üzdüğü kadar, ATATÜRK içinde üzüntü kaynağıdır.

Etiler’in Antakya’da uzun süre yaşamış olmaları nedeniyle, Antakyalıların nüfus cüzdanlarına “ETİ TÜRK’Ü” ibaresi yazılmıştı.

Orta Asya’da, Çin sınırına yakın bölgelere ”HATAY” denildiğini, bir yabancı yazarın eserinden okuyan ATATÜRK, Antakya’yı merkez kabul edip, bölgeye HATAY adını vermiştir.

Türkiye’den, HATAY’A gönderilen mektuplar, ”böyle bir yer yoktur” damgası ile geri gönderiliyordu.

Fransızlar, SAAR Bölgesi’nin Almanlar tarafından geri alınmasına, karşı koyamamışlardı. ATATÜRK, HATAY’I Türkiye sınırlar içine katma kararı verince çalışmalar başlatılmıştır. Dörtyol ilçesini merkez yapan ATATÜRK, HATAY’I geri alma çalışmalarını buradan yönetiyordu. Sağlığı yerinde değildi.

İstanbul’da, Tokatlı yan’da istirahat ederken yaverini yanına çağırarak şu emri verir: ”Haydarpaşa’ya telefon et, bir tren hazırlansın; HATAY’A gideceğiz. Ankara’ya da telefon et; İsmet Paşa ve Fevzi Paşa Hazretleri Eskişehir’de bize katılsınlar. ”

Emrini duyan yaver, yıldırım gibi dışarıya fırlar. Otuz dakika sonra, İngiliz Büyük Elçisi, büyük bir telaşla, ATATÜRK’ÜN huzurundadır.

”Ekselans, İngiltere Başbakanından selam ve saygılar getirdim. Ekselans ATATÜRK acele etmesinler. Hatay meselesi sulh ve sükûn içerisinde çözülecektir;” mesajını size iletmemi emrettiler. “Size, bu mesajı iletmekten onur duyarım.”der.

Hatay davası, ATATÜRK’ÜN öngördüğü şekilde ,-Türkiye lehine- çözüme kavuşturulur. Sonraları, ATATÜRK şöyle konuşur: ”Yaverime, HATAY için gerekli emrimi verdiğimde, etrafımda İngiliz Casusları’nın olacağını biliyordum. İngiliz Büyük Elçisinin gelişi bu tahminimi doğruladı.”

İtalyanların Antalya kıyılarına çıkartma yapacakları haberleri üzerine, ATATÜRK Antalya yöresine bir gezi düzenler. Yol kenarında sürülerini otlatan küçük bir çobana rastlarlar.

ATATÜRK, çocuk çobandan bir türkü söylemesini ister. Çoban, yanık bir türkü söyler; ATATÜRK, çobana 50tl. verir ve: ”Bir türkü daha söyler misin?” diye sorar; çoban: ”Elli lira daha verirsen söylerim.” deyince, ATATÜRK ayağa kalkarak: ”Kalkın, gidelim. İkinci türkü söylemesi için elli lira isteyen bu insanlar, buralarını bedava isteyen İtalyanları buralara sokmazlar.” der.

Küçücük bir davranıştan büyük bir sonuç çıkarmak yalnızca O’na mahsustur. ATATÜRK, önemli bir konuda karar vermeden önce halka giderdi,

İsmet İNÖNÜ döneminde, aynı çizgi izlenmiştir: Tam bağımsızlık titizlikle uygulanmıştır.

İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Kara Harp Okulu’nu ziyaret etmiştir. Öğrencilerle sohbet ederken: ”Çocuklar, sizlere çok ciddi bir şey anlatacağım. Yakında, İkinci Dünya Savaşı başlayacaktır. Bu savaş sonrasında, birçok ülkenin sınırları değişecektir.” dediğinde, bir subay namzedi ayağa kalkarak: ”Türkiye’n inde sınırları değişecek mi? diye sorduğunda; İsmet İnönü: ”sınırları kalemle çizilen ülkelerin sınırları değişecektir.

Bizim ülkemizin sınırları kılıçla çizilmiştir, aynen kalacaktır.” demiştir.

1943 yılında, Ankara’da, Sıhhiye Ordu Evi’nin kuzey köşesinde, Almanya’nı n Türkiye Büyük Elçisi Franz Von Papen’e bir suikast düzenlenir. Bomba, suikastçının elinde patlar, suikastçı parçalanarak ölür. F.Von Papen, yara almadan kurtulur.

Polisin elinde iki kanıt vardır: Bir ayakkabı ökçesi, birde numarası silinmiş bir Walther marka tabanca kabzası. Türk polisi, 24 saatte, olayı aydınlatır. Suikast’ı, İstanbul Rus Konsolosu ve iki yardımcısı düzenlemiştir.

Suikastçı, tıbbiye’de okuyan Süleyman isimli bir Yugoslav göçmenidir. Bir tabur piyade askeri, İstanbul Rus Konsolosluğu’nu kuşatır. Konsolos yakalanır. Kaçmak üzere olan iki yardımcısı da, Kayseri’de tren’de yakalanarak Ankara’ya getirildiler.

Davaları Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü. Sanıklar, (15)’er sene ceza alırlar.

1958 yılında; Irak’ta yapılan hükümet darbesi üzerine, aceleyle, Ankara’da Muhafız Jandarma Alayı kuruldu. Bu Alayın iki Tabur’u Anıt Tepe’de, bir Tabur’da Çankaya Köşkündeydi.

04 Ocak 1960 akşamı, Çankaya’da konuşlanan 4’ncü j.Bölüğü banyo için şehre inmekteyken; Sarhoş bir vaziyette, Türk kız arkadaşının evinden dönmekte olan Amerikalı Yarbay Morison, otomobiliyle Bölüğün içersine dalar. Niğdeli J.Eri Hamza’yı öldürür, bir grup J. Erin’de yaralanmasına neden olur.

Ankara Sosyetesinden meraklı hanımların moral desteği ile desteklenen Yarbay Morison, Amerikan Askeri Mahkemesinde yargılanır. (6)ay süreyle KAPRİ ADASI’NDA bulunma cezası ile cezalandırılır.

Türk kız arkadaşının evinden, sarhoş olarak dönme, görev dönüşü sayılmıştır!

İlginç bir rastlantı olarak, Kuşadası Kaymakamı Dilâver Argun, Ankara Valisidir. Kendisi ile sert konuştu diye şikâyet ettiği Muhafız J. Alay Komutanı J. Albay Cemal Alkan Adıyaman’a sürülmüştür.

İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinde; Başkan Roosevelt ve Churchill, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü Kahire Konferansı’na davet ederler. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, Kahire’ye gitmek için şartları vardır.

1- Eşit devlet ilkesi uygulanacaktır.

2- Uygulanabilir ve devletimize yük getirmez olacaktır.

3- Hazırlanacak gündeme göre, eşitlik ilkesine göre konuşulmayacaksa ben gelmem.

İngiltere Başbakanı Margaret Teacher, Hindistan ve Yunanistan Başbakanlarını hava Limanı’nda, törenle karşılamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Turgut Özal’da İngiltere Başbakanlık konutu Downing Stret’in kapısında karşılamıştır.

Sene 1959; Türkiye cumhuriyeti Başvekili Adnan Menderes, Esenboğa hava limanında, ABD. Dışişleri Bakanı J.F.Dallas’ı saatlerce beklemiştir.

Zaman’ın Maliye Bakanı Kaya Erdem, Dünya Bankası yetkilileriyle, bir masanın karşılıklı taraflarında yerlerini alırlar. A! O’da ne? Kaya Erdem’in kızı, karşı cephede, Babasının, dolayısıyla Türkiye’nin karşısında karşı değil mi?

Yıl 1967, Albaylar Cuntası, Yunanistan’da, yönetime el koyarlar ve Nato’nun askeri kanadından çekilirler. Albaylar devrilir, normal yönetim kurulur.

Yunanistan’ın Nato’nun askeri kanadına girmesine Türkiye’nin vetosu engeldir. Kenan Evren Türkiye’nin Devlet Başkanıdır. Nato Başkomutanı Orgeneral Rogers, Türkiye’ye gelir, Kenen Evren Paşa’ya çıkar. ”Siz veto’nuzu çekin, ben onlara gösteririm mi “, der, ne derse der.

Yunalılardan ve Nato’dan hiçbir ödün almadan, Türkiye’nin vetosunu kaldırır.

Yunanistan yinede bildiğini okumayı sürdürür. Emekliye ayrılan General Rogers, Kenan Evren’e vedaya gelir; Kenan Evren, Ankara’yı terk ederek, Konya’ya gider, Mevlâna’ya sığınır.

Yıl 1966, Suudi Arabistan Kralı Suudi, Türkiye’ye gelir. Emevilerin İstanbul’u kuşatmaları sırasında, vebadan ölen, Eyüp Sultan olarak adlandırdığımız, İslam Büyüğü’nün türbesini ziyarete gider.

”Ben ANITKABİR’E gitmem:” der.

Zamanın Dış İşleri Bakanı İhsan Sabri Çaşlayangil’dir. Başbakan’da Süleyman Demirel’dir. Habeşistan İmparatoru Haile Salasıya Türkiye’ye gelir, doğruca ANITKABİR’E uğrar, MUSTAFA KEMAL’İN kabri üzerine, İKİ GÜMÜŞ GÜL bırakır.

Humeyni’nin Dış işleri Bakanı Ankara’ya gelir. ”Ben, ANITKABİR’E gitmem.” der. Kendilerinden saydıkları Mevlâna’yı ziyarete gider.

Macaristan’a gittiğinde de, o ülkenin Büyükleri’nin mezarlarını ziyaret eder, meçhul asker anıtına çelenk koyar.

Başbakan Turgut Özal’dır.

Suudi Arabistan Kralı, Türkiye cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün daveti üzerine Türkiye’ye gelir. Hava alanında karşılanır, bir otele yerleşir. Sayın Gül ve Sayın Erdoğan tarafından otelde ziyaret edilir. ANITKABİR’E gitmez.

Ülkemizde, 10 Kasımda; yas nedeniyle bayraklar yarıya indirilir, Suudi Büyük Elçiliğindeki, Suudi bayrağı yarıya indirilemez. Kral’a, ATATÜRK ŞEREF MADALYASI verilir!

Prof.Dr. Gülten Kazgan yazmıştı. ABD. Dallas Üniversitesinde, bir grup öğrenciye, “Türkiye’nin Dış Politikası“, ödev olarak verilir. Bir hafta sonra, öğrenciler ödevi geri verirler.”Türkiye’nin bağımsız bir politikası yoktur. İncelenmeye değmez .” derler.

Gazi Mustafa Kemal, İngilizleri yener, İngilizlerle dost olur. Fransızları yener, Fransızlarla dost olur. Yunanlıları yener, Yunanlılarla dost olur. “Ebedi dostluk ve ebedi düşmanlık yoktur. Ebedi çıkar vardır.” Bu kural, evrensel politika kuralıdır.

Yunanistan Başbakanı Elefteriyos Venizelos, Yunanlıları İzmir’e çıkartan politikacıdır. Giritli bir avukat olan bu politikacı, Ankara’ya geldiğinde, Ankara Garında, Başbakan İsmet Paşa tarafından karşılanmıştır.

Bu, Türk düşmanı olarak bilinen politikacının, Nobel Ödül Komitesi’ne yazdığı bir mektup Sayın Özgen Acar tarafından bulunarak, 20 .Mayıs 1981 tarihinde, Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır. Sözü, E. Venizalos’a bırakıyorum:

“Hak ve din kavramlarının karıştırıldığı, teokratik bir rejim altında çökmekte olan bir imparatorluğun yerini ulusal, çağdaş, canlılık ve hayat dolu bir devlet almıştır. Büyük reformcu Mustafa Kemal Paşa’nın itici gücüyle sultanların mutlakıyet rejimi kaldırılmış ve devlet açıkça LAİK olmuştur. Ulus, tümüyle haklı olarak, tutkulu bir biçimde, uygar ulusların öncüleri arasında yer almak üzere gelişmeye doğru atılımda bulunmuştur.

Ayrıca, barışın güçlendirmesi hareketi, belirgin bir biçimde etnik, modern Türk Devleti’ne bugünkü görünümünü sağlayan iç reformları ile birlikte yürütülmüştür. Gerçekten, etnik ve siyasal sınırlarından açıkça memnun Türkiye, komşularıyla tüm toprak sorunlarını çözümlemiş ve böylece Yakın doğuda barışın temel direği olmuştur. Düşmanlık içinde geçen uzun yüzyıllar boyunca, Türkiye ile kanlı savaşları sürdürmüş biz Yunanlılar, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alan bu ülkedeki köklü değişikliğin etkilerini ilk olarak duyabilme fırsatını elde ettik. Küçük Asya felâketinin hemen ertesinde, savaştan bir ulus devlet olarak çıkan ve yeniden sağlığına kavuşmuş Türkiye ile anlaşma olanağını görerek, ona elimizi uzattık ve o’da bunu içtenlikle kabul etti ve sıktı. Barış isteğini besledikleri takdirde, en tehlikeli anlaşmazlıkların ayırdığı halklar arasında anlaşma olanağı için bir örnek oluşturacak bu yakınlaşmadan, iki ülke için olduğu kadar, Yakındoğu’da barış düzeninin korunması İçinde yalınızca olumlu sonuçlar ortaya çıkmıştır. İşte, barış sorununa bu değerli katkıyı sağlayan kişi, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa’dır.

Yakındoğu’da barış yolunun da yeniçağ açan yunan-Türk anlaşmasının imzalandığı dönemde, 1930 yılındaki Yunan Hükümeti’nin Başkanı sıfatı ile şimdi Nobel Barış Ödülü Komitesinin seçkin üyeleri önünde, Mustafa Kemal Paşa’nın adaylığını, bu onur ödülüne layık olarak önermekten şeref duymaktayım. En derin saygılarımın kabulünü rica ederim, Sayın Başkan.”

09 Eylül 1934 E.Venizelos.

Her inanç grubundaki insanlarımızı gözlemlediğimde; bilenlerin bildiklerinin tersini yaptıklarını görürüm.

Yaşar Kemal’in, 1954 yılında, Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan bir yazı dizisini hala hatırlarım: ”Yanan Ormanlarda Elli Gün”. Sayın Yaşar Kemal ile yanan ormanlık alanları gezen bir köylümüz, orman ve ormansızlık üzerine söylenmiş en güzel sözleri anlatmış.

Sayın Yaşar Kemal, bu köylümüzün, orman yakmaktan beş sene hapiste yattığını sonradan öğrenmiş.

Aydınlarımızın, yöneticilerimizin, yazarlarımızın ve politikacılarımızın çoğu, ATATÜRK’ÜN yaptıklarını ve söylediklerini çok iyi bilmelerine karşın apayrı yollar tutmalarının nedenini anlamış değilim.

ATATÜRK, ”hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir.” der. O: ”Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır” der.

Ne yazık ki, ATATÜRKÇÜ geçinenlerin çoğunda, bu özellikleri görmek mümkün değildir.

Günümüzde; Batı’ya ve ABD ‘YE yaranma eğilimleri Sivas Kongresindeki MANDACILIK TUTKUSUNUN BİR DEVAMI MIDIR?

Bendeniz, bu konuya akıl erdirmiş değilim?

06 Mart 1922; Mareşal Gazi Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden konuşmaktadır:

“Efendiler

Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlana durmuştur: Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hâdiseyi kaydetmemiştir.”

Dış İşleri Bakanı Ali Babacan Bey, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesinde ; ”Türkiye’de sadece Gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunlukta dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor.” diyerek, kendi hükümetini ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini, yabancılara şikâyet etmiştir.

Ali Babacan Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin haklarını savunacağı, Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliğine girmesi için büyük mücadeleler vereceği insanlara, Türkiye’yi kötülemekle nereye varmak istemektedir?

Türk Ulusu, siyasi inanç farklılıklarına bakmaksızın, bunun hesabını AKP. İktidarına sormalıdır

Lahey Adalet Divanında, Türkiye Cumhuriyeti’nin hakkını savunan Mahmut Esat Bozkurt’un kemiklerini sızlatmaya kimsenin hakkı olmadığı gibi, Ali Bey’in de hiçbir hakkı yoktur.

Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin, Irak’a girme konusu konuşulurken; Ali Babacan Bey ve Dış İşleri Bakanı Ziya Bey, gece yarısı ABD. Dış İşleri Bakanı Powel’in evinin kapısını çalarlar.

Sayın Powel Beyefendi, evinde istirahattadır. Belki gecelik kıyafeti iledir. Bizimkileri içeriye buyur eder. Diplomasi tarihinde böylesine bir olay görülmemiştir. Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin sınırımızdan Irak’a girmesi için, (26.000.000.000) Dolar geçiş ücreti istediklerini basınımızdan öğrendik.

Sayın Colin Powel, ABD’NİN Maliye Bakanı değildir. Maliye Bakanı olsa ne yazar. ABD’lerinde; bakanlar Başkanın sekreteridirler. Başkan ne buyurursa onu yerine getirmekle yükümlüdürler.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü: ”Ben, Enver Paşa değilim, beni savaşa sürükleyemezler.” diyerek kararını önceden bildirmişti.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ilk defa İngiltere Başbakanı W. Churchill ile Adana’da karşılaşmıştır.

Tarih 30 Ocak’tır W.Churchill, Türkiye’nin hemen savaşa girmesini istemektedir.

İtalya’ya karşı açılacak bir sefer, Almanların Balkanlardaki durumlarını kötüleştirecektir.

Türkiye savaşa girince, Romanya petrol kuyuları bombalanacak, petrolsüz kalan Almanya’nın erken çöküşü sağlanacaktır.

W.Churchill’in tezi böyledir. İki taraf arasındaki görüşmeler, Yenice tren İstasyonu’na çekilen bir vagon içersinde yapılmaktadır. Mareşal Fevzi Çakmak ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu’da görüşmelere katılmışlardır. Bu nedenle, Türkiye’nin 1943 yılı sona ermeden savaşa girmesi gerekir. W. Churchill, bunu ister.

İsmet İnönü, Türkiye’nin savaşa hazır olmadığını, Türk silâhlı kuvvetlerinin, yeni silâhlarla ve yeni araç gereçlerle donatılması gerektiğini savunur. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak uzun bir ihtiyaç listesi hazırlayarak İsmet İnönü’ye sunar. Listedeki istekler hemen karşılandığı takdirde; Türkiye, Almanya’ya karşı savaşa girecektir. Listedeki ana istekler şunlardır:

1-(2.500.000)kişilik bir orduyu, son model teçhizatla donatmak,

2-(2.500) Tank,

3-Sayısız lokomotif, vagon, uçak, top, her türlü gemi,

4-Asker ayakkabısı, matara, yemek levazımatı,

5-Askerin giyim kuşamı, iğneden ipliğine ihtiyaç malzemeleri,

6- ( 250.000) kişilik, mavi gözlü İngiliz askeri,

W. Churchill’in (1.000.000) kişilik müstemleke askeri teklifi kabul görmemiştir.

İstek listemizdeki malzemeler temin edildiğinde ve SSC Birliğinin gerçek niyeti açığa çıktığında Türkiye Cumhuriyeti savaşa girecektir.

Bu malzemeler, çok uzun sürede temin edilirse, Türkiye Cumhuriyeti Şubat, 1945 tarihinde, savaşa girecektir.

Gerçekten; İsmet İnönü sözünü tutup, 23 Şubat 1945 tarihinde Nazi Almanyası’na savaş ilan etmiştir.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geldiğinde etrafını sararan milletvekillerine:

“Savaşa sürüklenmek söz konusu değildir. Saldırıya uğrama durumu başka, yükümlülüklerimizde geçerlidir. Başka türlü savaşa girmek için kırk kere düşünürüz, sonra yine kırk kere düşünürüz, ondan sonra yine düşünürüz.” der.

İsmet Paşa’nın bu sözünü dinleyen bir milletvekili: ”En büyüğümüzün ölçülülüğü, en büyük güvencemiz.” der.

W. Churchill, savaşa girmesi için İsmet İnönü’nü ikna edemez.

Yenice görüşmelerinde bulunan bir Fransız diplomatının anıları yayımlandı. Fransız Diplomat: ”Churchill kızdı, tehdit etti, yalvardı ve hatta ağladı. İsmet Paşa’yı istediği noktaya getiremedi. İsmet Paşa hep, ilk tavrını değiştirmedi.” diye yazmaktadır.

İsmet Paşa İktidardan düştüğünde; bir zamanlar o’nu göklere çıkaranlar, o’nu yerden yere vururken, Churchill şu İngilizce mektubu yazmıştır:

“AZİZ GENERALİM,”

“Her ne kadar benim Türkiye politika ilişkilerine karışmaklığım doğru olmayabilirse de; Türkiye’nin mukadderatına riyaset ettiğiniz uzun devrenin kapanmış olduğunu şahsen büyük teessür duyarak öğrenmiş bulunuyorum. Bana öyle geliyor ki, tarih general olarak kazandığınız zaferlerden başka, Türkiye Cumhuriyeti’ni, İkinci Dünya Savaşı’nın vahim tehlikeleri içinde nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda, Mustafa Kemal tarafından sert mücadelelerle kurulmuş olan hürriyetçi ve ilerici hükümet şeklini nasıl koruduğunuzu kaydedecektir. Dostça ve zevkli olan mülakatımızı daima hatırlarım ve politika sahnesinden şimdiki çekilmenizde, size en iyi dileklerimi yollarım.”

Pek samimiyetle sizin

Winston S. Churchill

1945 yılında, 1924 Anayasamızın dili Türkçeleştirilmişti. Demokrat Parti İktidara gelir gelmez, ATATÜRK DEVRİMİ’NE karşı adımlar atılmaya başlanmıştır.

1932 yılında Türkçeleştirilen Arapça Ezan, tekrar Arapça’ya çevrilmiştir. 1937 yılında Anayasamıza giren ATATÜRK İLKELERİ, ’CHP’nin Ambleminde olduğu gerekçesiyle, DP. İktidarını çareler aramaya sevk etmiştir. Sonunda, aranılan çare bulunmuştur.

1952 yılında, 1945 Anayasası yerine 1924 Anayasası yürürlüğe konulmuştur. Bakanlıklar, Vekâletler, Genelkurmay Başkanlığı, Erkan’ı Harbi Umumiye Riyaseti olmuştur.

Demokratların bilmedikleri bir şey vardı. Ya da bilmezlikten geldikleri önemli bir şey vardı; bu şey, niçin Başvekil ve Vekil denildiğiydi.

İstanbul’da Sadrazam ve Nazırlar vardı. Onları ürkütmemek için, Ankara, onlar adına iş yapılıyormuş görüntüsünü vermek için böyle bir taktik uygulanmıştı. DP. İktidar olduktan sonra, sayısı (5.000)’e varan, HALK EVLERİ’Nİ kapatarak kitaplarını bakkallara, mülkiyetlerini Hazine’ye devretmiş, CUMHURİYET KÜLTÜRÜ’NE en büyük ihaneti yapmıştır.

Mustafa Kemal ATATÜRK ile Mustafa İsmet İnönü’nün kavgası; aydınlıkla karanlığın, çağdaşlıkla çağ dışılığın, vatanseverlikle ihanet’in, hurafeyle bilimin, gerçek dindarlıkla din sömürücülüğünün, bağımsızlıkla köleliğin, eşit haklara sahip vatandaşlıkla cariye ve köleliğin, insan onuruyla onursuzluğun savaşıdır.

Kısaca söylemek gerekirse; olumluluk ile olumsuzluğun, iradeyle iradesizliğin savaşıdır. Mustafa kemal ATATÜRK, bu durumu ne güzel anlatmıştır.

Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in bir sorusuna şu yanıtı vermiştir: ”Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünya’da, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”

O’nun en büyük özelliklerinden birisi de, yanılmaz bir biçimde, insanları tanımasıdır. Hiçbir uluslar arası konferans deneyimi olmayan Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı Lozan’a göndermesidir.

Bu davranışı, yapacağı devrimler sırasında ve sonrasında, kendisine ve devrimlerine bağlı kalacak devlet adamını ortaya koymaktır.

El yazısı ile yazdığı talimat’ı da bunun böyle olduğunu göstermektedir: ”Müşküllerinizin hallinde daima Başvekil İsmet Paşa’ya müracaat edeceksiniz; başka kimseye değil.” Gazi MUSTAFA. Kemal. İmza.

1949 yılında, sayısı (11) olan dini dernek, sağ partilerin iktidara gelmeleriyle; önceleri aritmetik diziyle, sonraları –neredeyse- geometrik diziyle artış göstermiştir.

ATATÜRK’ÜN yaptıklarını, bir yazı ile anlatmak amacında değilim; amacım, nereden nereye geldiğimizi göstermektir.

ATATÜRK ile İNÖNÜ’NÜN daktiloları var mıydı, bilemiyorum. Benim bildiğim, ülkemizde iki ünlü daktilo olduğudur. Birisi, Rahmetli Bülent Ecevit’e ait ERİKA marka daktilo makinesi. Bunu, Son Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın oğlu, İsmail Hakkı Okday Bey hediye etmiş. Bu şanslı ERİKA, şimdi müzede. Öteki ünlü daktilo makinesi nerelerde bilemiyorum.

Bu daktilo’nun varlığını Sayın Hasan Celal Güzel Bey’den öğrenmiştik.

1983 genel seçimlerinde, Turgut Özal iktidara gelince, ilk iş olarak, bu daktilo ile W’si olmayan Başkan George Buch’a şükran mektubunu yazmış.

Dedikodumu bilemiyorum; her 4 Temmuz şükran gününde, bu W’siz Buch bu mektubu okur, okur’da ağlarmış.

Merhum Turgut Özal’ın Daktilosu’nun müzeye konulmasını niçin mi istiyorum. Anlatayım: Bu çok ünlü daktilo’nun adını “ŞÜKRAN” koydum. Bu daktilo’nun yanına, şimdi çoktan unuttuğumuz Muavenet Şehitlerimizin ve yaralı Muavenet Muhribimizin fotoğraflarını ‘da koyalım. Daktiloları seyrederken ŞEFİTLERİMİZİ’DE hatırlamış oluruz.

Hısım ve akrabayı devlet memuriyetlerine yerleştirmek, bir hastalık olarak kabul edilmektedir.

A.B.Devletleri, bu hastalıktan 1890 yılında kurtulabilmiştir. Ünlü komünist avcısı Mc. Carty, Amerika’yı kasıp kavurduğu bir sırada, asker olan Yeğeni’ni Havai’den Amerika Kıtası’na getirdiği için perişan edilmişti.

Günümüzde ülkemizde; devlet hizmetlerine memur seçilirken, bizden-bizden değil formülü uygulanmaktadır.

ATATÜRK,1937 yılında; Adana’da: ”Herkes, yeteneğine ve tahsiline göre iş istesin. O’nun bunun aracılığı ile benden ve İsmet Paşa’dan tavassut beklemesin. Tavassutla iş verilemez.” demişti.

Ulusal Kurtuluş savaşı yıllarında, Kâzım Karabekir Paşa’nın, bir bahane uydurarak, Ankara’ya gönderdiği Kurmay Yüzbaşı Kâzım Orbay, Enver Paşa’nın eniştesidir.

Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna çıkar. Batı Cephesindeki bir Tümen’e atandığı tebliğ edildiğinde: ”Biliyorsunuz, ben, Enver Paşa’nın eniştesiyim.” dediğinde; Mustafa Kemal Paşa: ”Sizinle, daha önceden tanışmıştık, görevinizin başına gidiniz.” der.

Rahmetli E. Kor. General Cemal Madanoğlu, yüzselliliklerden, Eşme Belediye Başkanı’nın oğludur.

ATATÜRK döneminde, Kara Harp Okulu’nu bitirmiştir. Harp Akademisi’ni de bitirip, Kurmay Subay olarak ordumuza katılmıştır.

Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver’in Annesi, Sultan Vahdettin’in kızıdır. Ali Enver, Pilot Yüzbaşı olarak Hava Kuvvetlerimizde görev yapmıştır.

Birinci Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa’nın İzmit’te linç ettirdiği Ali Kemal’in oğlu, Zeki Konur alp, İsmet İnönü döneminde Dış İşleri Bakanlığı’nda görev alıp, Dışişlerimizin en güçlü diplomatlarından birisi olarak, ülkemizi dış ülkelerde onurla temsil etmiştir. O’nun oğlu, günümüzde, Büyük Elçi olarak dış ülkelerde ülkemizi temsil etmektedir.

İsmet İnönü döneminde; haber almaya çok önem verilmiştir. Bu konuda bir tek olayı örnek olarak vermek istiyorum.

1943 yılında; İngilizlerin Ankara’daki Büyük Elçiliğinde büyük bir casusluk olayı yaşanmıştı. Çok sonraları; Beşparmak, Çiçero adı altında, bu olay filmleştirilmiştir. MİT. Bir doçent doktora tarihini yazdırmıştı. Bu kitabın (51) inci sahifesinde, bu olayı gerçekleştiren kişinin Elyaza Bazna adlı, Kosovalı bir Türk olduğu yazıyor.

Napolyon Bonapart’ın çok güzel bir saptaması vardır: ”Zaferin babası çoktur; yenilgiyse, kimsesiz bir yetimdir.”

İkinci Dünya savaşında, İsmet İnönü’nün yaşadığı sıkıntılar, unutulup gitmiştir. DP: İktidar olduğunda, Savaşa girmeme başarısı ihaleye çıkmıştı.

Rahmetli Fatin Rüştü Zorlu 22 Ağustos 1958 günü, T.B.M.M’nin kürsüsüne çıkarak, övünç içersinde, şöyle söylüyordu: ”Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşına girmesine ben engel oldum. Türkiye’yi, İkinci Dünya Savaşı’ndan ben kurtardım.”

1950 Genel Seçimlerinde; Salihli’ye gelen İsmet İnönü’ye küçük bir kız çocuğu: ”Bizi şekersiz bıraktın, buraya ne yüzle geliyorsun?” der. Kızın başını okşayan İsmet İnönü: ” Sizi şekersiz bıraktım ama babasız bırakmadım .” diye yanıt verir.

İkinci Dünya Savaşı sonunda; Almanya’da yayımlanan Büyük Dünya Olayları adlı kitapta, İnönü’nün politikası şöyle tanımlanır: ”Hipodrum’da yapılan askeri geçit töreninde; Alman Tankları’nın üzerinden, İngiliz uçaklarını uçurtmak.”

Zonguldak şehir merkezinde iki görkemli heykel vardır. ATATÜRK ile İNÖNÜ’NÜN şaha kalkmış at üzerindeki heykelleri beni çok heyecanlandırır. İnönü’nün heykelinin kaidesindeki yazı’da beni çok düşündürür: ”Bir ülkede namuslular, en az namussuzlar kadar cesur olmazlarsa, o ülke’de kurtuluş umudu yoktur.”

Fatih sultan Mehmet İstanbul’u alırken, kiliselere dolaşarak kurtuluş için, Azizlerden yardım bekleyen Bizanslıları düşünürüm. Sonra ‘da aklıma Romalı bir büyüğün söylediği söz gelir:

”Başkaları tarafından kurtarılmayı, yalınız köleler bekler.”

K A Y N A K Ç A

1-V.Shirer, Nazi İmparatorluğu,3 cilt,

2-İSAAC DEUTSCHER, Troçki,3 cilt,

3-Paul Carell, Barbaros’sa Harekâtı, 3cilt

4—Ş.Süreyya Aydemir, İkinci Adam.3cilt.

5-Faik Ahmet Barutçunun Anıları(1939-1945)

6-Edward weisband, İkinci Dünya Savaşında, İnönü’nün Dış Politikası.

7-Azra Erhat, Mitolojik Sözlük.

8-Victor Andriyeviç Krevçenko, Hürriyeti Seçtim,1949 basımı.

İzleyiciler

Blog Arşivi