6 Kasım 2010 Cumartesi

195- NUHUN GEMİSİ MÜMKÜN MÜ?

                                      NUH’UN GEMİSİ MÜMKÜN MÜ?
                                                  OSMAN TÜRKOĞUZ.
                                               E.J.KD. ALB.-HUKUKÇU.
                                                   (1986–1989)

                        UTNAPİŞTİM’E SAYGILARIMI SUNUYORUM!
BABİL’DE; ağaçsız ve ormansız bir yörede; kendisi, eşi, üç oğlu ve üç geliniyle bir haftada, plansız, çivisiz, hızarsız, yelkensiz, küreksiz ve motorsuz bir gemi yapan!
Dünyada yaşayan tüm canlıları bir araya toplayarak;
Kazasız, belasız ve dahi nizasız gemisine bindiren; Tufan süresince, dokuz ay, ondokuz gün, yetecek yiyecek ve içeceklerini temin ederek gemisine yükleyen; gemisini Dicle ve Fırat nehirlerinin akış yönlerinin tersine, Anadolu’ya getiren! Ağrı Dağına vardıktan sonra, gemisine toplamış olduğu tüm canlıları, bugünkü yaşadıkları yörelere gönderen; Ağrı Dağının tepesinde yetişmiş olan zeytin ağacından! Bir dal kopararak kendisine getiren güvercini yetiştirmiş olan!
            Beyaz Ayıları kutuplara, Penguenleri Antarktika’ya, Kanguruları Avustralya’ya, Pandaları Çin’e, Orangutanları Cava Adasına, Lamaları Ant Dağlarına, Çift Hörgüçlü Develeri Ortaasya’ya, üçyüzyetmişbeş kiloluk Kaplumbağaları Galapagos Adasına, Eşekleri ve Öküzleri de Küçük Asya’ya gönderen!
            Bir tek kan grubundan bunca farklı kan grupları–6008-ve farklı tenlerde insanları üreten ATAMIZ NUH’UN-UTNAPİŞTİM’İN-ANISINA.
                                                                      Torununuz Osman’dan.
            Efendim; ben bu küçücük kitapçığı 1986 senesinde Zonguldak UYANIŞ Gazetesinde, iki kısım olarak yayımlamıştım. Nereden estiyse esti, bilgisayara geçirmek aklıma düştü.
            “Hıristiyan dünyası; özellikle de Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşından sonra Ağrı dağı ile ilgilenmeye başladılar. 1949 senesinden sonra bu ilgi gittikçe yoğunlaştı. Sovyet imparatorluğu ile sınır komşusuyduk ve Jozef Stalin de hayattaydı.
            Daha sonraları, koyu ve sofu bir Hıristiyan tarikatlı mensubu bir Amerikalı Astronot ortaya çıktı ve her yıl Ağrı Dağında Nuh’un gemisini arar oldu! 1986 yazında da; yine, Nuh’un gemisini aramak için ülkemize gelen bu Astronotun yasak askeri bölgemizin izinsiz filmini çekmekten, gözaltına alındığı ve de apar, topar terk ettiğini gazetelerimizden öğrendik!
            Ciddi gazetelerimizde, bir zamanlar, Nuh’un Gemisine benzer karartıların fotoğrafları yayımlanmıştı! Geçen yaz da, Amerikalı Astronotun Nuh’un gemisinden alınmış olduğu iddia edilen tahta parçalarına yetkililerimizce el konulmuştu! Bu arada; bir kısım gemi parçalarının kaçırılmış olabileceği ortaya atıldı!
            NEDİR BU NUH’UN GEMİSİ?
            NEDİR BU AĞRI DAĞI EFSANESİ?
            Bunlarla neyin kanıtlanmasına çalışılmaktadır! Hıristiyanların ve Müslümanların bu olayla peşlerine düşmüş oldukları tarihi gerçek nedir! Darvin Nazariyesini çürütmekte bu öykünün bir tarafı var mı? O zaman, şimdi Rahmetli olan, benin Küçük oğlumun, ta İlkokuldan
 Üçüncü sınıftan beri çözemediği sorununu kim ve nasıl çözecek!
            İnsanlar, Âdem ile Havva’dan üredilerse; Zencilik, Kızılderililik, Beyazlık, Siyahlık ve Sarılık ne ile açıklanacaktır!” iki beyazdan bir Siyah çıkarsa; maymundan da bir insan haydi, haydi çıkar!” Diyordu! Bu da konunun başka bir yanı.
            Biz, Nuh’un Gemisi öyküsünü kaynaklarından inceleyerek, böyle bir olayın anlatıldığı gibi olup, olamayacağını küçücük aklımızla tartışalım.
            İzmir-Üçkuyular, Fahrettin Altay semtinde kırtasiyecilik yapan Rahmetli E.Albay Orhan Yalçınkaya’nın kırtasiye dükkânına fotokopi çektirmek için gitmiştim. Nuh’un Gemisinin Ağrı Dağında bulunmuş olduğu öyküsünü gülerek dinleyen Rahmetli Orhan Yalçınkaya, bana ilginç bir olay anlatmıştı:
            “Hani, dedi; birkaç sene önce Nuh’un Gemisine ait tahta parçaları bulunmuştu ya; onları ağrı Dağında gölümsü bir yere, gemi enkazını arayıcılarının tepkilerini ölçmek üzere, onlara rehberlik eden bir Binbaşı arkadaşım atmıştı. Bir sene sonra bu parçalar bulunduğunda; basında ilmi ve dini çevrelerde kıyametler koptuğunda, o Binbaşı arkadaşım da katıla, katıla gülüyordu.”
            Haydi, bakalım; öykünün bu tarafına da bizler bir sigara yakalım!
            Almanlar, onsekizinci yüz yıla ”IŞIKLAR YÜZYILI” derler. Hıristiyanlığın koyu dini bağnazlığı, insanlığı kan ve gözyaşı dolu karanlık asırların girdabında boğum, boğum boğmuştu.
İLİM ve DİN çatışması; Yürekli Bilginlerin Tanrı adına cayır, cayır yakıldığı ateşlerde, AKLIN ve BİLİMİN yengisiyle insanlığı taçlandırmıştı. Ama dini bağnazlığı ve aymazlığı yıkmak, onsekizinci, ondokuzuncu ve yirminci asırlardaki parlak ilmi buluşlarla mümkün olabilmişti.
Rönesans’ı ve Işıklar Yüzyılını yaşayamamış ulusların hurafeleri din diye yaşamalarını önlemek mümkün olamamıştır!
            1965 senesinde; Manavgat-Side’de bir Amerikalı Joni’nin bana söylemiş olduğu sözler beynimde çın, çın çınlamaktadır:
            “Nike Füze birliğinden terhisli Amerikan vatandaşı Joni, mükemmel Türkçesi ile:
            “Yüzbaşım, dedi; siz henüz Rönesans’a bile giremediniz. Sizde henüz ”İLİM VE DİN ÇATIŞMASI DA OLMADI! NE İLİM YERİNİ BULABİLDİ, NE DE DİN YERİNİ BULABİLDİ! ATATÜRK sayesinde; hiç gayret sarf etmediğiniz bir düzeye gelip te oturdunuz. ATATÜRK’Ü AYDINLARINIZDAN KAÇ KİŞİ ANLADI Kİ!”
            Tamı tamamına böyle demişti Joni.
            Ama Batıda bu iş oldu ve bitti. Dogmatik dini öğretiler ve hurafeler de yıkılıp gitti. Şimdi sağ olsunlar sayesinde, ATATÜRK’TEN bunca yıl sonra, Darvin’i ve akıl çağını, tarikat ve hurafe madrabazlarının eline vermiş; bulgurumuzu, kömürümüzü alarak, Kavmi Necibi Arap masallarını dinlemeye koyulmuşuz! Kısacık yazımızda ele alacağımız Nuh Tufanı olayı da, İslam âlemince aynı boyutlarda ele alınmaktadır. Yazıma başlamadan önce; Yüksek Tahsilli kaç kişiye başvurduysam aynı yanıtları aldım:
            “Kuran’ı Kerimde yeri var mı?
            “Var, dedim: Ankebût suresinin 14-15’inci ayetlerinde, Ar’âf suresinin 59’uncu, Yunus suresinin 73’üncü, Hûd suresinin 36-44’üncü, Mü’minün suresinin 26-29’uncu, Şuarâ suresinin 117-120’inci ayetlerinde ve Nuh suresinde yüzeysel olarak var.”
            “Öyle ise bu konu tartışılamaz!”
            “Amma Tevrat’ta İncil’lerde ve Mezopotamya tabletlerinde ve özellikle de GILGAMEŞ DESTANINDA DA VAR!” Dedim.
            “Olsun, dediler; Kuran’da varsa araştırmak ve deşmek beyhude olur’” Buyurdular!
Ulan Joni; sen ne büyük adammışsın!” Demekten kendimi alamadım!
  Napolyon’un Mısır seferi, öylesine kupkuru bir askeri operasyon değildir. Her bilim dalının bilginlerini de içeren bir seferdir. Bizim son Viyana seferine (40.000) yağmacıyla gittiğimizi düşünürsek aramızdaki farkı da anlamış oluruz!
Napolyon’un Mısır seferi sırasında, üzerinde üç ayrı çeşit yazı bulunan REŞİT ya da ROZETTE taşı, 17 yaşındaki Şampalyon’a Hiyeroglif yazısını çözme olanağı vermişti.
Bizim dini cephenin, hâlâ bir tek Firavun görüşü cartadak yerini Firavunlar sülalesine bırakmıştı. Hem de 27 Firavun sülalesine!
Derken, öteki dildeki yazılar da birer, birer çözüldüler. Sümerce, Akaçta, Asurca ve Hititçe (Etice).
Yirmi altı yaşındaki Çek asıllı Alman Üsteğmeni Hrozny,”Nu ninda-a nezzattenni vâdar ma ekuttenni.” “Yemekten sonra su içeceksin!” Cümlesiyle Hititçeyi de çözmüştür.
1839 yılında, İngiliz Austen Henry Layard, bir arkadaşı ile karayolundan Seylan’a gitmek üzere Londra’dan ayrıldı. Yolu üzerindeki Ninova’da yapılan kazılarda höyükler ve heykeller çıkınca, o da kazılara başladı ve toprağa gömülmüş bir kitaplığı ortaya çıkardı.
Asurbanipalın; MÖ.612 tarihinde, birleşik Pers ve Babil ordusunun yıktığı Ninova kentinin tüm tarihi belgelerine böylece ulaşılmış olundu. Çıkarılmış olan (25.000) tablet te British Museum’a ulaştırıldı.
Bağdat’taki Osmanlı valisinin konağında bulunan İngiliz subayı Henry Ravlinsen, İran Kirmanşah’ta bulunan Bisütün kayalıklarındaki İran, Elam ve Babil dillerinde yazılmış Darius kayıtlarını buldu. Çalışmalarını 1855 senesinde dönmüş olduğu Londra’da sürdürerek, George Smith ile birlikte, tabletlerin yazısını ve dilini çözmeyi başardılar.
1853 yılında da; Ninova kazılarını sürdüren Rassan, Asurbanipal kitaplığının diğer bölümlerini de ortaya çıkardı. George Smith, açlıktan ve hastalıktan (36) yaşında ölmeden önce; tabletlerdeki yazıların, Asur dilindeki Tufan bölümünü, İncil’de Erech, günümüzde de Warka ve tarihte Uruk diye geçen şehirde hazırlanmış aslının kopyası olduğunu belirterek yayımladı.
1888–1889 yılında; Filadelfiya ve İstanbul, Nippur’da bulunmuş olan (40.000) tableti paylaştılar. Sonra da Boğazköy’de kazılar yapıldı ve böylece de eski Uygarlıkların tabletlerle dolu kitaplıklarının sırrı çözülmüş oldu. Tevrat’ta ve Kuran’da anlatılan Tufan’ın daha destanımsı bir anlatımı, manzum olarak ortaya konulmuş oldu. Hem de, İsa’dan (3000) yıl önce yazılmış bir destandı bu!
GILGAMIŞ DESTANI diye atlandırılan bu destan, o günlerin dünyasında, o günlerin Büyük uluslarının kitaplıklarını süslediği, elde edilen yazıları ve dilleri çözülen tabletlerden anlaşılmıştı. Gılgamış Destanı’nın, Homeros’un İlyada ve Odiseus Destanlarından (2200) sene önce yazıldığı da anlaşılmıştır.
Ondokuzuncu asrın ikinci yarısının ikinci çeyreğine kadar, Nuh Tufanı Tevrat’tan ve Kur’anı Kerim’den izleniyordu. Biz de, önce Tevrat’tan sonra da Gılgamış Destanından şu ünlü Nuh Tufanını izleyelim.
                        TEVRAT’A-TORAH’A- GÖRE NUH TUFANI.
Tevrat’ı Şerif ya da Ahdi Atik (Eski Ahit), Müslümanlığın da kabul ettiği Kutsal kitaplardan birisidir. (39) kitapçıktan oluşmuştur. Hz. Musa’nın kitaplarının adı ”Tora, Tora” olduğu halde Tevrat adı Musa adı ile özdeşleşmiştir. Tekvin ile başlayan Birinci bölümü, Musa’nın Birinci kitabı diye başlamaktadır. Yaradılışı anlatır. Tanrı, yedinci günde tüm işlerini bitirir ve dinlenmeye çekilir. Sonra, yerin üzerine yağmur yağdırır; yerden buğular yükselir: Ve Yahudiler arasında senelerce bir tartışma sürer: Yehova, dinlenmeye çekildiğinde nasıl yatmıştır! Sırtüstü mü? Yüzükoyun mu? Ayak ayaküstüne mi atmıştır! Osmanlılarda da, bilimsel bir tartışma asırlarca sürmüştür!”Tanrımız Âdemi yarattığı çamura saman katmış mıdır?” Buna en güzel yanıtı Neyzen Tevfik vermiştir!”Koysaydı Tanrımız Ademin mayasına samanı/Çatlar mıydı be hey Sersem ananın D’AMI!”
“Ve Rab Allah, yerin torağından adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesi üfledi ve adam yaşayan canlı oldu. Ve Rab Allah şarka doğru Adan’de bir bahçe dikti ve yaptığı adamı oraya koydu ”Tekvin bap: 2 ayetler 7–8.Sonraki ayetlerde Dicle-Fırat ırmaklarının nereden akıtıldığı, yaratılan adamın iyiliği ve kötülüğü bilme ağacının meyvesinden yememesinin emredildiği anlatılmaktadır. Kuşların ve tüm canlıların da topraktan yapıldığı anlatıldıktan sonra, adamın yalnızlığı giderilsin diye, Havva Anamızın yaratıldığı anlatılmaktadır:
Ve Rap Allah, adamın üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapadı ve Rap Allah adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu adama getirdi.” Ayetler21–22.
Bundan sonra; yılanın baştan çıkarıcılığı ile adamın cennetten kovuluşu. ”Adamın Havva’yı bilmesiyle” art arda gelen doğumlar, yani insanların çoğalması anlatılır. Burada bir garip durum vardır: Âdem ile Havva’nın kan gurupları ve DNA yapıları aynı. Kardeşler kardeşlerle evleneceklerine göre, doğacak nesillerde ruhsal ve bedensel özürlerin olması doğal değil midir?
Âdem, (130) yaşında Sit’in babası olduktan sonra dokuzyüzotuz yaşında; Sit dokuzyüziki yaşında, onun oğlu Enoş Dokuzyüzbeş yaşında, onun oğlu Kenan dokuzyüzon yaşında; onun oğlu mahallel sekizyüz doksanbeş yaşında; onun oğlu Yared dokuzyüz atmışiki yaşında; Onun oğlu Hanok üçyüzatmışbeş yaşında; onun oğlu Meteşelah dokuzyüzatmışdokuz yaşında ölürler. Herbiri ileri yaşlarında Kız ve Erkek çocuklara sahibolurlar. Meteşelah yüzseksenyedi yaşındayken olan oğlu Lamek te yüzsekseniki yaşındayken doğan oğlunun adını NUH koydu. Lamek, yediyüzyetmişyedi yaşında öldü.
NUH, beşyüz yaşındayken Sam’ın, Ham’ın ve Yafet’in babası oldu. NUH, ünlü Tufandan sonra üçyüzelli sene daha yaşadı ve dokuzyüzelli yaşında öldü. Tevrat’a göre yaradılış bu şekilde olmuştur.
Şimdi de, Tevrat’a göre, Ünlü Nuh Tufanının nasıl olduğunu özet olarak görelim: Tevrat’ın TEKVİN-Yaratılış-bölümünün altıncı bap’ından onuncu bap’ ına kadar bu tufan öyküsü anlatılır.
Toprağın yüzü üzerindeki insanlar çoğalır. Tanrı, insanla ruhunun çekişmeyeceğine söz verdiği halde, dünyanın rezilliklerle bozulmasına insanın neden olduğunu görerek, bu işe iyice bozulur. O çağda, yeryüzünde Nefilim adlı haydut ve zorba iri kıyım insanlar vardı. Tevrat’ın bir yerinde dev yapılı erkeklerin normal kadınlarla çiftleşmesi sonucu, doğuma varmadan çok iri ceninlerin annelerinin karınlarını yırtarak çıkmaları, Eric Wan Daniken’i yeni düşünce boyutlarına götürmüştü.
“Ve RAB gördü ki yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu ve yeryüzünde acı duydu. Ve RAB dedi yarattığım adamı ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını, toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yarattığıma nadim oldum. Fakat Nuh Rabbinin gözünde inayet buldu.” Ayetler 5–8.
12’inci ayette ”Ve Allah yeryüzünü gördü ve işte bozulmuştu. Çünkü yeryüzünde bütün beşer yolunu bozmuştu.”
            13- “Ve Allah Nuh’a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi. Çünkü onların sebebiyle yeryüzü zorbalıkla doldu ve işte ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim.”
            14- Kendine Gofer ağacından bir gemi yap; gemide odalar yapacaksın ve onu içeriden ve dışarıdan ziftle ziftleyeceksin.
15-Onu şöyle yapacaksın: geminin UZUNLUĞU ÜÇYÜZ ARŞIN, GENİŞLİĞİ ELLİ ARŞIN VE YÜKSEKLİĞİ OTUZ ARŞIN OLACAKTIR.
16-Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarı doğru bir ARŞINA tamamlayacaksın ve geminin kapısını yan taraftan koyacaksın; alt ikinci ve üçüncü katlı olarak onu yapacaksın.
17-Ve ben, işte ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum; yeryüzünde olanların hepsi ölecektir.
18-Fakat seninle ahdimi sabi kılacağım ve sen ve seninle beraber oğulların ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz.
19-Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan bütün beden sahibi olanlardan, her ne nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar.
20-Cinslerine göre kuşlardan ve cinslerine göre sığırlardan, cinslerine göre toprakta her sürünenden, her neviden ikişer olarak, sağ kalmak için sana gelecekler.
21-Ve sen yenilen her yemekten kendine al ve yanına topla ve sana ve onlara yiyecek olacaktır.
22-Ve Nuh Allahın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı.
                        BAP:7.
“1-Ve Rab Nuh’a dedi: Sen bütün evindekilerle gemiye gir; çünkü seni önümde bu nesil için Salih gördüm.
2-Bütün yeryüzü üzerinde zürriyetlerinin sağ kalması için kendine her temiz hayvandan, erkek ve onun dişisi olarak yedişer ve temiz olmayan hayvanlardan, erkek ve onun dişisi olarak ikişer;
3-Göklerin kuşlarından da erkek ve dişi olarak yedişer, yedişer alacaksın.
4-Çünkü ben yedi gün sonra, yeryüzü üzerinde kırk gün, kırk gece yağmur yağdıracağım; yapmış olduğum her yaşayan şeyi toprağın yüzü üzerinden sileceğim.
5-Ve Nuh RABBİN kendisine bütün emrettiğine göre yaptı”.
6- “Ve yeryüzü üzerinde sular tufan olduğu zaman, Nuh altı yüz yaşında idi.
7-Ve tufanın suları yüzünden, Nuh ve oğulları ve karısı ve oğullarının karıları kendisi ile beraber gemiye girdiler.
8-Allahın Nuh’a emretmiş olduğuna göre temiz olmayan hayvanlardan ve kuşlardan ve toprak üzerinde sürünenlerin hepsinden,
9. Erkek ve dişi olarak ikişer, ikişer gemiye Nuh’un yanına girdiler.
10-Ve vaki oldu ki, o yedi günden sonra, tufanın suları yeryüzü üzerinde idi.
11-Nuh’un ömrünün altı yüzüncü senesinde, ikinci ayda, ayın onyedinci gününde, o günde büyük enginin bütün kaynakları yarıldılar ve göklerin pencereleri açıldılar.
12-Ve yeryüzü üzerine kırk gün, kırk gece yağmur yağdı.”
13 ”Tam o günde Nuh ve Nuh’un oğulları, sam ve Ham ve Yafet, Nuh’un karısı ve oğullarının üç karısı kendileri de beraber gemiye girdiler.
14-Onlar ve kendi cinsine göre her hayvan ve cinslerine göre bütün sığırlar ve cinsine göre toprak üzerinde her sürünen ve cinsine göre her kuş, her çeşitten her kuş girdiler.
15-Ve kendisinde hayat nefesi olan her bedenden ikişer, ikişer gemiye, Nuh’un yanına girdiler.
16-Ve girenler Allahın ona emrettiği gibi bütün beden sahiplerinden, erkek ve dişi olarak girdiler ve RAB onun üzerine kapıyı kapadı.
17-Ve yeryüzü üzerinde (kırk gün) tufan oldu ve sular çoğalıp gemiyi kaldırdılar ve yerden kalktı.
18-Ve sular yükseldiler ve yeryüzü üzerinde ziyadesiyle çoğaldılar ve gemi suların yüzü üstünde yürüdü.
19-Ve yeryüzü üzerinde sular pek çok yükseldiler ve bütün gökler altında olan bütün yüksek dağlar örtüldüler.
20-Sular onbeş arşın daha yükseldiler ve dağlar örtüldüler.
21-Ve yeryüzü üzerinde hareket eden bütün beden sahipleri, gerek kuşlar, gerek sığırlar ve hayvanlar ve yer üzerinde her sürünen ve her adam öldü.
22-Bütün karada olanlardan, burunlarında hayat ruhunun nefesi olanların hepsi öldüler.
23-Ve adamdan sığırlara kadar, sürünenlere kadar ve göklerin kuşlarına kadar, yeryüzü üzerinde yaşayan her şey silindi ve yeryüzünden silindiler ve yalınız Nuh ve kendisile beraber gemide olanlar kaldılar.
24- Ve yüzeli gün sular yer üzerinde yükseldiler.”
                        Bap:8.
            “1- Ve Allah Nuh’u ve onunla beraber gemide olan bütün hayvanları ve bütün sığırları hatırladı ve Allah yerin üzerinden bir rüzgâr geçirdi ve sular alçaldı;
2-Ve engin kaynakları ile göklerin pencereleri kapandılar ve göklerden yağmurun ardı kesildi;
3-ve gittikçe sular yerden çekildiler ve yüzeli gün bittikten sonra, sular azaldılar.
4-Ve gemi yedinci ayda, ayın onyedinci gününde, Ararat dağları üzerine oturdu.
5-Ve sular onuncu aya kadar, gittikçe azaldılar; onuncu ayda, ayın birinde, dağların başları göründüler.
6-ve vaki oldu ki, kırk gün bittikten sonra, Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı;
7- Ve kuzgunu gönderdi ve o, yerde sular kuruyuncaya kadar, öteye beriye gitti.
8- Ve sular toprağın üzerinden eksildi mi diye görmek için, yanından güvercini gönderdi;
9-Güvercin ayağının tabanına bir istinat yeri bulmadı ve gemiye onun yanına döndü; çünkü sular bütün yer üzerindeydiler ve elini uzatıp onu tuttu ve onu kendi yanına gemiye aldı.
10-ve diğer yedi gün daha bekledi ve güvercini gemiden tekrar gönderdi;
11-Ve akşam vakti güvercin onun yanına girdi ve işte, ağzında yeni koparılmış zeytin yaprağı vardı ve Nuh suların yeryüzünden eksilmiş olduklarını bildi.
12-ve diğer yedi gün daha bekledi ve güvercini gönderdi ve artık tekrar kendisine dönmedi.
            13- Ve vaki oldu ki, altıyüz birinci yılında, birinci ayda, ayın birinde, yer üzerinden sular kurudular ve Nuh geminin örtüsünü kaldırdı ve baktı ve işte, toprağın yüzü kurumuştu.
14-ve ikinci ayda, ayın onyedinci gününde, yer kuru idi.
15-Ve Allah Nuh’a söyleyip dedi:16-Sen ve senin karın ve oğulların ve oğullarının karıları seninle beraber gemiden çıkın.
17-seninle beraber olan her beden sahibi, her yaşayan şeyi, gerek kuşları, gerek sığırları, gerekse yer üzerinde sürüneni kendinle beraber çıkar; ta ki, onlar yerde türesinler ve semereli olup yer üzerinde çoğalsınlar.
18-ve Nuh, kendisi ile beraber oğulları ve karısı ve oğullarının karıları çıktılar;
19-her hayvan, her sürünen şey ve her kuş, yer üzerinde her hareket eden şey, nevilerine göre gemiden çıktılar.
            20-  VE Nuh RABBE bir mezbah yaptı ve her temiz hayvandan ve her temiz kuştan aldı ve mezbah üzerinde yakılan taktimeler arz etti.
21-Ve RAB hoş kokuyu kokladı ve RAB yüreğinde dedi: Adamın yüzünden artık toprağı tekrar lânetlemiyeceğim; çünkü adamın yüreğinin tasavvuru gençliğinden beri kötüdür ve artık her yaşayan şeyi, ettiğim gibi, tekrar vurmayacağım.
22-Yerin bütün günlerinin devamınca, ekme ve biçme, soğuk ve sıcak, yaz ve kış, gündüz ve gece kesilmeyecektir.
                                   KUR’ANI KERİM’E GÖRE NUH’UN GEMİSİ!
            Kur’anı Kerime göre; Tevrat, Zebur, Mezmurlar ve İncil de semavi kitaptır. İncil tek olarak anlatılır. Aslında; MS: 325 ve 450 İznik ve Efes konsüllerinde yüzleri bulan İncil sayısı (4)’e indirilmiş; bunlara “Kanonik İnciller” denilmiştir. Bu yasal olarak kabul edilen İncillerin dışındaki İncilller de yaktırılmıştır.
Viyana saray kitaplığında “Barnabas İncili” bulunduğu gibi; 1945 senesinde de Mısır’da bir çocuk mezarında (114) sureden oluşan Saint Thomas incili bulunmuştur. İslam inancına göre bu dini kitaplar da vahye dayalı ve Tanrısaldır. Bu konuda Kur’anı Kerim’de birçok ayet te vardır: Onuncu, Yunus suresindeki ayetleri görelim:
            “37-Bu Kur’an Tanrıdan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden öncekini doğrular. Ve o kitabı açıklar; âlemlerin Rabbinden geldiğinden şüphe yoktur.”
            “94-sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce indirdiğimiz kitapları okuyanlara sor. And olsun ki sana rabbinden gerçek gelmiştir. Sakın şüphelenenlerden olma”.
            Son asırdaki araştırmalar ve bulgular; Tevrat’ın binlerce yıllık bir Yahudi geçmişinin ürünü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Tevrat’ın hangi bölümünün ne zaman yazılmış olduğunu kesin bir yaklaşımla bilmek durumundayız. Bu konuya ileride daha açıkça yaklaşacağım.
            Kur’anı Kerimdeki Nuh Tufanı ile ilgili ayetleri görelim. Tevrat’ta yaratılışın altı günde bitirilip, yedinci günde Tanrının istirahata çekildiği anlatılır. İslami inançta KÛN emriyle, Tanrımızın OL! Demesiyle yaratılışın tamamlandığı inancına karşın, yerin ve gök’ün ALTI günde yaratılmış olduğuna dair ayetler vardır.
            Mekke’de nazil olan (109) ayetlik Yunus suresinin üçüncü ayetiyle Mekke’de nazil olan yüzyirmiüç ayetli HUD suresinin yedinci ayeti yaratılışın süresini açıklamaktadırlar. Her iki sure peşi peşine düzenlenmiştir; onuncu ve Onbirinci sıradadırlar:
            3-“Doğrusu sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşa hükmeden işi düzenleyen Tanrı’dır, izni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Tanrı budur. Ona kulluk edin, nasihat dinlemez misiniz?”
            7-“Suya hükmederken hanginizin daha güzel iş işleyeceğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O’DUR.”
            NUH TUFANI hakkında Kur’anı Kerim surelerinde geçen ayetleri, sure sırasına göre inceleyelim:
            7’inci, A’râf Suresi, 39’uncu ayet:         “Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: ”Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.”
            “60-Kavminden ileri gelenler dediler ki:”Biz seni gerçekten apaçık sapıklık içinde görüyoruz.”
             “61-“Dedi ki:” Ey! Kavmim, bende herhangi bir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.”
            “62-Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum. Size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi (Allah’tan gelen vahiy ile) biliyorum.”
            10’uncu Yunus suresi,13’üncü ayet: ”And olsun ki sizden önce nice nesilleri, peygamberleri onlara belgeler getirmişken, haksızlık edip inanmadıkları zaman yok etmiştik. İşte biz suçlu milleti böyle cezalandırırız”.
            “14-Sonra onların ardından nasıl davranacağınıza bakmak için sizi yeryüzünde onların yerine geçirdik.”
            “71-Ey! Muhammed! Onlara Nuh’un başından geçenleri anlat. Milletine:” Ey! Milletim, durumun tanrı’nın ayetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa-ki ben Tanrı’ya güvenmişimdir-Siz ve koştuğunuz ortaklar elbirliği edin, yapacağınız iş sonra size bir zarar vermesin. Sonra onu bana uygulayın ve beni erteleyin.”Demiştir.
            “72-Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden bir ücret istemiyorum: Benim ecrim Tanrı’ya aittir. Müslimlerden olmakla emrolundum.”
            “73-Onu yalancı saydılar, ama biz onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları ötekilerin yerine geçirdik, ayetlerimizi yalanlayanları suda boğduk, uyarılardan söz dinleyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak.”
            “74-Sonra onun ardından milletlere peygamberler gönderdik. Onlara belgeler getirdiler. Diğerlerinden daha önce yalan saymış olduklarına bunlar da inanmadılar. Aşırı gidenlerin kalplerini işte böyle mühürleriz.”
            “75-Onların ardından da firavun ve erkânına ayetlerimizle Musa ve Harun’u gönderdik. Ama büyüklük tasladılar ve suçlu bir millet oldular.”11’inci HÛD Suresindeki ayetleri görelim:
            “36-37’inci ayetler: ”Nuh’a, senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır; onların isteklerine üzülme; gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” Diye Tanrı tarafından vahyolundu.”
            “38-39’uncu ayetler: ”Gemiyi yaparken milletinin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da”bizimle alay ediyorsunuz ama biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edici azabın kime ineceğini göreceksiniz.”Dedi.
            “40-Buyruğumuz gelip, sular kaynamaya başlayınca, her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmış idi.”
            “41-Tanrı;”oraya binin, yürümesi ve durması Tanrı’nın izniyledir, Rabbin bağışlar ve merhamet eder.” Dedi.
            “42-Gemi dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken, Nuh bir kenardan ayrı kalmış olan oğluna; ”ey oğulcuğum bizimle beraber gel, kâfirlerle birlik olma!” Diye seslendi.”
            “43-Oğlu dağa sığınırım beni sudan kurtarır,” deyince; Nuh:”Bugün Tanrı’nın buyruğundan, onun acıdıkları dışında kurtulacak yoktur.”dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı.”
            “44-Yer suyu çek! ”Göğe: Ey! Gök sen de suyu tut denildi. Su çekildi. İş te bitti. Gemi CUDİ’YE oturdu. Haksızlık yapan millet Tanrı’nın rahmetinden uzak olsun, canları cehenneme”.Denildi.”
            “”Nuh, Rabbine dua edip:” Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vâdin ise elbette haktır. Sen Hâkimler Hâkimisin!”
            “46-Allah buyurdu ki: EY! Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim!”
            “47-Nuh dedi ki: Ey! Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum.”
            “48-Denildi ki: Ey! Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle(gemiden) in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır.”
            “49-Ey! Muhammed! Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de, milletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret; sonuç, Tanrı’dan sakınmandır.”                                                                                           ”Bu konuda;23’üncü MÜMİNÛN Suresindeki ayetleri de okuyalım:
            “26-Nuh, Rabbim dedi, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” “27-Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (Muhafazamız altında)ve bildiğimiz şekilde gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip te sular coşup yükselmeye başladığında her cinsten birer çift ile daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma. Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.”
            “28-sen yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde :”Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun. De.”
            “29-Şüphesiz bunda(Nuh ile kavminin başından geçenlerde)bir takım ibretler vardır. Hakikaten biz(kullarımızı böyle) deneriz.”
            26’INCI ŞUARÂ SURESİ:
            105’inci ayet: ”Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar.”106-“kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti:”Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”107-“Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenli bir elçiyim.”108-“Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” Burada, Nuh ile kendisine inanmayanların tartışmaları ve Allah korkusu anlatılmaktadır.
            “112-Nuh dedi ki: Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur.”113-Onların hesabı ancak rabbime aittir; bir düşünürseniz.          “ 114- Ben iman eden kimseleri kovacak değilim.”
115-Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
116-dediler ki: Ey! Nuh! Bu davadan vazgeçersen, iyi bil taşlanmışlardan olacaksın”.”
117-Nuh; Rabbim Dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı.””
118-Artık benimle onlar arasında hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri koru.”
119-Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde taşıyarak kurtardık.”
120-Sonra da geri kalanları suda boğduk.”
121-Doğrusu bunda büyük bir ders vardır.”
            Tevrat ve Kur’anı Kerim’in Nuh Tufanıyla ilgili anlatımlarında belirgin farklar olduğu ortadadır.”Son kitap Kur’anı Kerim’dir. Ondan önceki söylemler yanlıştır, değiştirilmiştir”; diye ortaya çıkarak konuyu geçiştiremeyiz.
Bugüne kadar bu kafayla olaylara yaklaşanların bunca kan ve kin denizinde boğulmuş olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Kur’anı Kerim indiğinde Tevrat ta, Mezmur da ve İnciller de bugünkü hallerindeydiler. MS.325 İznik ve 451 Efes Konsüllerinde tartışılarak, sayıları binlere varmış olan İnciller (4) “Kanonik-Yasal-İncil’e indirilmişti. İznik ve Efes Konsülleri o güne kadar yazılmış olan (2500) İncili–389 ana guruplu- Dörde indirdi. Sonradan, Viyana kütüphanesinde, ismi 23 defa İncillerde geçmiş olan BARNABAS incili bulundu.1945 yılında da, Mısır’da bir çocuk mezarında; bakır levhalara yazılmış ve (114) surelik Saint Thomas İncili bulunmuştu.
            MS.610–632 yılları arasında (23) senede indiği kabul edilen Kur’anı Kerim’de, bu kitapların durumlarıyla ilgili net ve açık ayetler bulunmamaktadır.Aslında bu kitaplara inananlara “EHLİ KİTAP” denilir ve bu kitapların da semavi kitap oldukları onaylanır.
             Matta İncilinde anlatılmış olan bir konuya değinerek tekrar konumuza dönelim. Matta, Romalı bir gümrük memuru iken, Hz. İsa’ya inanarak onun Havarilerinden İncil sahibi ve ilk İncil’i İbranice yazan birisi olmuştu. Matta İncili de:”İbrahimoğlu, Davutoğlu İsa Mesih’in nesebinin kitabıdır” tümcesiyle başlar.11’inci ayette de,”Yoşiya, Babil’e sürgünlük zamanında doğan Yekonya ve kardeşlerinin babası idi.”denildikten sonra doğanların adları sıralanır ve 17’nci ayette:
            “17-İmdi İbrahim’den Davut’a kadar olan nesiller ondört nesildir. Davut’tan Babil’e sürgünlüğe kadar ondört nesildir ve Babil’e sürgünlükten Mesih’e kadar ondört nesildir.”Denilmektedir. Burada sayılan peygamberler arasında NUH adlı bir peygamber yoktur. Tevrat’ta Âdem’den inen soy Matta İncilinde Hz. İbrahim’den inmektedir ve (42) peygamber adı sayılmaktadır. Kur’anı Kerim’de (28) peygamber adı sayılmakta ve (124.000) peygamber gönderildiği bildirilmektedir.Tevrat’ta Nuh’un yeri Hz. Abraham’-İbrahim’den-dan  öndedir.
            Hûd suresinin 75’inci ayetinde Musa ve Harun’un Nuh’tan sonra gönderildiği açıklanmaktadır. O zaman Musa Peygambere Nuh Tufanının vahyedilmesi doğaldır diyebiliriz. Hz. İbrahim’in MÖ.20’nci asırda Sümerler devrinde yaşamış olduğunu; Hz. Musa’nın da MÖ.:13’üncü asırda; Mısır Firavun’u İkinci Ramses’in yeğeni ve Amon-Ra Rahibi olarak yaşadığını kesin olarak biliyoruz.
            Babil sürgününden önce yazılmış olan Tevrat metinlerinde NUH TUFAN’I bölümü yoktur. Sürgünden sonraki yıllarda yazılan Tevrat metinlerinde Nuh Tufan’ı vardır!
                        29’uncu ANKEBÛT SURESİNDE NUH TUFANI.
            “14’üncü ayet: Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi.”
            “15-fakat biz onu ve gemidekileri kurtardık ve âlemlere bir ibret yaptık.”       
71’İNCİ NUH SURESİNE GÖRE NUH TUFANI.
            “1’inci ayet: Kendilerine yıkıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar diye Nuh’u kendi kavmine gönderdik.”
2.3.4.Nuh şöyle dedi: Ey! Kavmim! Şüpheniz olmasın ki; ben sizi “Allah’a kulluk edin; ona karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vâdeye kadar tehir etsin(muahaze etmeden yaşatsın)”diyerek apaçık uyaran bir kimseyim. Bilinmeli ki Allah’ın tayin ettiği vade gelince, artık o ertelemez. Keşke bilseydiniz.””
5-(Sonra Nuh); Rabbim dedi, doğrusu ben kavmimi gece, gündüz imana davet ettim;”
6-fakat benim davetim kaçmalarını arttırdı.”
 “7-gerçekten de (imana gelmeleri ve böylece)günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. (Beni görmemek için)elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.”“
8-Sonra ben kendilerine haykırarak davette bulundum.”
“9-Sonra, onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli, gizli konuştum.”
“10-Dedim kiş: Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü o çok bağışlayıcıdır.”
            Görüldüğü gibi; Nuh ile kavminden kendisine inanmayanlar ve Tanrı arasındaki konuşmalar ve inanmayanlara Tanrı’nın gazabı anlatılmaktadır.
Biz, yine Tevrat’a dönelim:
            Tevrat’ın II’ inci Krallar bölümü: 24 /25’te; Ezra bölümü bap:2’de;Yeremye bölümü bap: 4/34’te bu olay anlatılır. Babil Kralı Nabukadnetsar’ın-Nabukodonosur’un- sürgün cezasını, sürgünün (37)’inci yılının 12’inci ayının 27’inci günü gevşetildiği; Yeni Babil Kralı Evil’in Merodakin Yabuda Kralı Yehoyakin’i hapisten çıkardığı anlatılır. Tevrat’ta Nuh Tufanının kesin tarihi yoktur. Ama tarih bilimi kesin tarihi de bilmektedir. Tevrat’ta Nabukadnetsar olarak adlandırılan bu Ünlü Babil Kralı (MÖ..600–560) yılları arasında yaşamıştır. Nabukodonosur ve Nabuşadnezzar olarak ta adlandırılır. Bu Kralın, (MÖ.. 586) tarihinde, Firavunları yenerek Yahuda Krallığına son verdiğini ve tüm İbranileri de köle olarak Babile sürgüne gönderdiğini ve Kudüs’ü de yağmalattıktan sonra, yakıp, yıktığını da biliyoruz.
            Hz. İbrahim MÖ..20’nci asırda; Hz. Musa da MÖ..13’üncü asırda yaşamışlardır. Tevrat’ta Hz. Musa’ya gönderildiğine göre, Babil sürgününden yedi asır önceki bir olaydır. Tevrat, Arapça bir kelime olup, İbranice karşılığı ” TORAH’TIR.
            Kur’anı Kerim’de geminin yapımı ile ilgili olarak:
            “Gözcülüğümüz altında, sana bildirdiğimiz gibi yap!”Tanrısal emri vardır. Başkaca detay da yoktur. İman edenler ve iman etmeyenler sürekli olarak yargılanırlar!
            Tevrat’ta, geminin ölçüleri ve hangi ağaçtan nasıl yapılacağı ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
            İslami inançta; Nuh’a yiyeceği tavuğun göğüs kafesi model olarak gösterilmiş olduğu inancı egemendir! Buradan hareketle şu sonuca varmaktayız: Demek ki; Nuh zamanında, Nuh’un örnek alabileceği bir gemi modeli yokmuş! Bu tarihi verilere göre doğrudur. Çünkü Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde deriden yapılmış tulum ve keleklerden yararlanılarak ulaşım sağlanmaktaydı.
            1955 yılında; Urfa’ya kura çektiğim kıtama giderken, Birecik’te böyle bir salla karşı kıyıya geçtiğimi tüm canlılığı ile anımsamaktayım. Aynı yıl; ulaşıma açılmış olan Birecik Köprüsünün Mühendisini de Kelekçilerin öldürmüş olduğunu da unutmuş değilim.
            Tevrat’ta gemi ile ilgili olarak: ”Geminin Gofer ağacından yapılması, içinin ve dışının ziftle kaplanması, boyunun (150) arşın ve eninin (50) arşın ve yüksekliğinin de (3) arşın olması; üç katlı, her katın da ayrı, ayrı bölmesi ve kapısının da yandan olması emredilmiş! Kaç adet yelken direği ve kürek konulacağı emredilmemiştir!
            Yüce Tanrı, Nuh’un kavmindeki Nuh’a inanmayan insanlara kızmış, ama “göklerin altında hayat nefesi alan bütün canlıların ”yeryüzünde olanların hepsinin ölmesine karar vermiştir!”
            Şimdi; İsrail’in bir Filistinliye kızarak tüm Filistin yerleşim birimlerini bombardıman etmesinin ve tüm ŞATİLA KAMPI sakinlerini öldürmesinin mantığının nereden kaynaklanmış olduğunu da daha iyi anlamış bulunmaktayız!
            “ Nuh’un Tanrısı, her yaşayan bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin;” dedikten biraz sonrada, ”bütün yeryüzü üzerinde zürriyetlerinin sağ kalması için; kendine her temiz hayvandan erkek ve onun dişisi olarak yedişer ve temiz olmayan hayvanlardan erkek ve onun dişisi olarak ikişer, göklerin kuşlarından da erkek ve dişi olarak yedişer, yedişer alacaksın” diye emrediliyor. Aynı 7’inci bap’ın 14’üncü ayetinde de”onlar ve kendi cinsine göre her hayvan ve cinslerine göre bütün sığırlar ve cinslerine göre toprak üzerinde her sürünen ve cinsine göre her kuş, her cinsten her kuş girdiler ve kendinde hayat nefesi olan her bedenden ikişer, ikişer gemiye, Nuh’un yanına girdiler.”;deniliyor. Bu ikişerler de daha önceki 2’nci ayette “erkek ve onun dişisi olarak ikişer” olarak açıklanmıştı.
            Gemiye girenlerin dışında; yer üzerinde hareket eden bütün beden sahiplerinin, gerek kuşlar, gerekse sığırlar ve her türlü hayvanların ve yer üzerinde sürünenlerin ve her adamın öldüğü” bildiriliyor. Yani; Asya; Avrupa, Afrika, Avustralya, Amerika ve Antarktika ile tüm adalarda ve karalarda olan tüm canlıların ölmüş olduklarını anlıyoruz. Bugün; yeryüzünde görmüş olduğumuz, yeryüzünün dört bir tarafında, en sıcak ve en soğuk iklimlerde görmüş olduğumuz canlılar Nuh’un gemisine binmiş olanların ardılları olmaktadır.
            Acaba, bugün soyları tükenmiş olan yüz ve yüzeli tonluk canlılar, Nuh’un gemisine binemedikleri için mi yok oldular! Elli tonluk bir Dinozor, otuz tonluk bir Mamut, Brantozorüs, Atlantorozüs, Diplodoküs, İguanadon, Triceratops dinozoru ve diğer soyları tükenmiş olan (150) cins yaratık, Nuh’un gemisine yetişemedikleri için mi yok oldular dersiniz! Bu konuya, Gılgamış Destanında; Nuh tufanının nasıl anlatılmış olduğunu gördükten sonra, yeniden ve dahi ince, ince hesaplarla döneceğiz.
            Önce, Gılgamış Destanının Tufan anlatımında geçen bazı Sümer tanrılarının adlarını ve evrensel görevlerini görelim:
            ANULAN),Yukarıdaki Büyük tanrıların atası.
            ENLİL: Yerin, yelin ve evrensel havanın tanrısı.
            NİNURTA(NİN GİRSU):Savaş tanrısı.
            EA(ENKİ):Anu’nun çocuğu, tatlı suların ve bilgeliğin tanrısı, sanat koruyucusu.
            ŞAMAS: Güneş, Istar’ın hem kocası hem de kardeşi.
            SULLAT: Fırtınanın ve kötü havanın habercisi.
            HANİŞ: Fırtınanın ve kötü haberin göksel habercisi.
            HERGAL: Yeraltının ve Vebanın tanrısı.
            ANUNNAKİ: ANU’NUN soyundan gelen ÖLÜM YARGIÇLARI.
            İŞTAR: Bereket, aşk ve savaş tanrısı, ANU’NUN kızı.
            NİSİR DAĞI: Utnapiştim’in gemisinin Tufandan sonra karaya oturduğu dağın adı. Kurtuluş Dağı.
            UTNAPİŞTİM: Eski Babil’de Utnapiştim. Sümerlerde Ziusudra diye anılan Bilge Kral ve Şurrupak Rahibi. Irmakların ağzı Mezopotamya.
            URUK: İncil’de Erech olarak geçen Babil’in güneyinde Fara(Şurrupak) ve Ur arasında, bugün Warka diye anılan şehir.
            ENKİDU: Gılgamış’ın yoldaşı, Yabanıl ve doğal bir yaratık.
                        GILGAMIŞ DESTANINA GÖRE NUH TUFANI.
            Gılgamış Destanı’nın her biri üçyüz mısralık 12 tablete yazılmış olduğu elle geçirilen tabletlerin incelenmesinden anlaşılmıştır. Destan’ın bazı eksik bölümleri hâlâ bulunamamıştır. Emekli Çivi yazıları Uzmanı Muazzez İlmiye Çığ’ın 12 Ağustos 1984 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan çok ilginç makalesinden anladığımıza göre; onbinlerce çivi yazılı tabletin, topraktan çıktığı gibi, Arkeoloji Müzesi depolarında beklediğini öğrenmiş bulunuyoruz. Belki destanın orijinal bir kopyası bile bu tabletlerin içindedir. Sümer Kral listesinin incelenmesinden Gılgamış’ın Tufanı izleyen ilk Uruk sülalesinin beşinci Kralı olduğunu öğreniyoruz. Ve yine bu listelerden de kendisinin yüzyirmialtı yıl krallık yaptığını da öğrenebiliyoruz. Gılgamış’ın Baba DEDİĞİ LUGULBANDA’NIN da Gılgamış’tan iki önce (120O) yıl krallık yapmış olduğunu bu listeden öğreniyoruz. Gılgamış destanında Nuh adlı birisi de yoktur. UTNAPİŞTİM, tıpa, tıp Nuh’tur, işte o kadar. Destanda birçok tanrı adları geçmektedir. Gılgamış Destanı çok tanrıya inanan uygar bir toplumun eseridir. Bunu unutmamak gerekir.
            Gılgamış Destanında Tufan öyküsü sonradan eklenmiş ayrı bir bölümdür. Gılgamış Destanı bir önsözle aşağıdaki gibi başlamaktadır:
                                   ÖNSÖZ.
            “Kral GILGAMIŞ, URUK’TA. Gılgamışın yapıp, ettiklerini yeryüzünün her yanına duyuracağım. O, her şeyi bilen kişiydi. Yeryüzünün ülkelerini tanıyan kraldı. Bilgeydi o.Sırları görürdü. Gizli şeylerle tanışıktı. Bize, Tufandan önceki günleri hikâye eden oydu. Uzun bir yolculuğa çıktı. Çalışmaktan, didinmekten bezdi ve yorgun düştü. Döndükten sonra dinlendi ve öyküsünün tümünü bir taşın üzerine yazdı.”
            “Tanrılar Gılgamış’a kusursuz bir vücut verdi.”
            Tevrat’a ve Kur’anı Kerime göre; Nuh, azan ve kuduran kavminin insanlarından umudunu yitirmiş. Onlara etmiş olduğu nasihatlerin fayda etmediğini görerek tanrısı ile bağlantı kurmuş. İlgisi ve güvenci hep tanrısınadır. Yaşamış olduğu çağı gereği Gılgamış’ın ilişkisi de hep tanrılarladır. Tufan öyküsünün anlatımında görüleceği gibi, ilişkisi kendisine inanmış olan sayılı kişilerle ve tanrılarladır.
İnsanlık destanı yarattığı çağda; örneğin: Amonofis IV çağında olsaydı; Gılgamış ta tüm ilişkisini Aman ile yapacaktı. Yani tek tanrı ile ilişkiye girecekti. Gılgamış destanındaki tufan bölümünü de aynen görelim:                                  TUFAN HİKÂYESİ!
            “Fırat’ın kıyısında kurulmuş Şurrupak kentini biliyor musunuz? İşte o kent zamanla eskidi; kendisiyle birlikte tanrıları da kocadı. Orada gök kubbenin efendisi ve ataları Anu, danışmanları savaşçı Enlil, yardımcı Ninurta, su geçitlerinin gözcüsü Ennugi bulunuyordu; onlarla birlikte EA da oradaydı. O günlerde, insanlar durmadan arttı, yeryüzü dolup, taştı ve yabanıl bir boğa gibi böğürdü; Yüce tanrı da bu homurtudan tedirgin oldu. Homurtuyu işiten Enlil, tanrıların danışma toplantısında şöyle konuştu:
            “İnsanoğlunun çıkardığı bu kargaşalık çekilmez hale geldi. Gürültü, patırtıdan gözümüze uyku girmez oldu.”
            “bunun üzerine tanrılar, insanoğlunu yok etmek konusunda anlaştılar. Tanrıların kendi aralarında vardıkları bu kararı Enlil uyguladı. Buna karşılık EA, önceden verdiği sözü tutarak, beni bir düş aracılığıyla haberdar etti. Onların sözlerini kamıştan yapılmış evime fısıldadı:
            “Kamış ev! Kamış ev! Duvar! Ey! Duvar; kulak ver kamış ev, yankıla duvar! Ey! Şurrupaklı, ey Ubara, Tutu’nun oğlu! Evini yık, malını bırak, kendine bir tekne yap, yeryüzünün nimetlerini bir yana atıp canını kurtarmaya bak. Dediklerimi hemen uygula, evini yık, kendine tekne yap. Yapacağın teknenin ölçüleri şunlardır: Eni boyuna eşit olsun, güvertesinin üzerindeki dam ise, dipsiz uçurumu örten çatıyı andırsın. YAPIP, BİTİRDİKTEN SONRA, GEMİYE BÜTÜN CANLI YARATIKLARIN TOHUMUNU AL!”
            “Söylediklerini anlayınca, şöyle cevap verdim:
            “Buyurduklarını kutsal bir görev olarak yerine getireceğim. Yalınız, kent halkına, kentin yaşlılarına ne diyeceğim?”Bunun üzerine EA bana, yani kuluna şöyle dedi:
            “Onlara şunu bildir: Enlil’in bana öfkelendiğini öğrendim. Artık ne onun ülkesinde, ne de onun kentinde dolaşacak cesaret kaldı bende. Efendim EA ile birlikte yaşamak üzere körfeze gideceğim. Ama size, sınırsız bir bolluk, az bulunur balıklar, ürkek av kuşları ve bereketli bir hasat mevsimi verecek. Akşamüzeri, fırtınanın binicisi, sizlere seller gibi buğday getirecek.”
            “Tanyeri ağarırken, bütün ev halkı çevremde toplandı. Zifti çocuklar, geri kalan gerekli bütün nesneleri de erkekler getirdi. Beşinci günde geminin omurgasını ve eğrilerini yerlerine oturttuktan başka, tahta döşemeleri de çaktım. Temel alan dört dönümdü. Güvertenin her bir yanı yüzyirmi Kübitti ve bir dörtgen meydana getiriyordu. Onun altına altı güverte yaptım, tümü birden yedi ediyordu. Güverteleri tahta bölmelerle dokuz bölmeye ayırdım. Gereken yerlere çivi çaktım, sonra öteki donanımları hazırladım; içersini erzakla doldurdum. Yük taşıyıcılar sepetlerle yağ getirdiler. Ocağa zift, harç, yağ doldurdum. Kalafat işleri daha çok yağın tüketilmesine yol açtı. Geminin kaptanı, yağın büyük kısmını ambarına kaldırttı. Halka öküz ve her gün koyun kestim. Gemi yapı ustalarına, her gün ırmak suyuymuşçasına durmadan şarap sundum: Taze şarap, kırmızı şarap, yağ, beyaz şarap. Yeni yıl şölenlerindeki gibi bir şölen oldu. Başımı yağladım. Yedinci günde gemi tamamlandı.”
            “Gemiyi denize indirme işinde pek zorluk çıktı. Teknenin üçte ikisi suya gömülünceye dek, aşağıdan da, yukarıdan da safralar yer değiştirdi durdu. Bende olan bütün altını ve canlıları, ailemi, akrabalarımı, kırların hem yabani hem de evcilleşmiş hayvanlarını ve zanaatçıları tekneye aldım. Şaşmaş’ın bildirdiği an,”Akşama fırtınanın binicisi varıp, yıkıcı yağmuru yağdırdığında, teknene bin, her tarafı sımsıkı kapat”,dediği zaman gelip çatmıştı; bütün yaratıkları ve nesneleri tekneye yükledim. Vakit gelip çatmıştı; gece bastırdı, Fırtınanın Binicisi yağmuru gönderdi. Hava gerçekten korkunçtu. Gemiye binip, her tarafı sımsıkı kapadım. Her şey tamamdı. Her taraf sımsıkı kapatılmıştı. Kalafat işleri eksiksiz tamamlanmıştı. Onun üzerine yekeyi, geminin yönetimini, kısacası bütün sorumluluğu başdümenciye devrettim.”
            “Tanyeri ağarmaya başlarken ufuktan bir karabulut ağdı. Bu bulut, Fırtınanın Efendisi ADAD’IN bulunduğu yerde gürledi. Fırtınanın habercileri ŞULLAT ile HANİŞ tepeyi geçerek başı çektiler. Daha sonra uçurum tanrıları ortaya çıktı. NERGAL, alttaki suları tutan bentleri yıktı. Savaş tanrısı NİNURTA, setleri yerle bir etti. Cehennemim yedi yargıcı ANUNNAKİ, meşaleleri kaldırıp ülkeyi kurşuni alevlere boğdular. Fırtına tanrısı, gün ışığının yerine karanlığı koyduğunda; ülkeyi bir çömlek gibi kırıp, döktüğünde, umutsuzluğun yol açtığı bitkinlik gökkubbeye değin yükseldi. Bütün gün boyunca Bora azıttı, durdu. Yol aldıkça kudurdu; halkın üzerine düşman gibi saldırdı. Kardeş, kardeşi göremez oldu; insanlar gökyüzünde bile görülmüyordu. Tanrılar bile Tufandan dehşete kapılıp göğün en yüksek katına ANU’NUN gökkubbesine kaçtılar. Sokak köpekleri gibi titreyerek, orada duvarların dibine sindiler. Bunun ardından, gökyüzünün güzel sesli Ecesi İŞTAR, doğuran bir kadın gibi çığlıklar attı:”Yazık! Kötülük buyurduğumdan, eski günler göçüp, gitti. Tanrıların danışma toplantısında bu kötülüğü niçin buyurdum? İnsanları yok etmek amacıyla savaşlar açılmasını istedim. Ama onları ben ortaya çıkardığıma göre, benim insanlarım değiller mi? Şimdi, balık yavruları gibi, denizde oradan oraya sürükleniyorlar.”
            “Cennetin de, cehennemin de Yüce tanrıları ağlayıp, sustular. Altı gün, altı gece boyunca yeller esti; sel, bora ve su taşkınları yeryüzünü kasıp, kavurdu. Sel ve su taşkınları savaşan ordular gibi birlikte kudurdu. Yedinci gün ağardığında, güneyden esen fırtına dinmeye yüz tuttu, deniz yatıştı. Tufanın da hızı kesildi. Yeryüzüne göz attığımda, her yanı sessizliğin kaplamış ve bütün insanların da çamura dönüşmüş olduğunu gördüm. Denizin yüzeyi, bir damın üstü gibi, dümdüz uzayıp gidiyordu. Ambar kapağını açtığımda yüzüme bir ışık düştü. Sonra, oturup ağlamaya başladım. Gözyaşlarım çağlarcasına aktı; çünkü sular dört bir yanı viraneye çevirmişti. Bir kara parçasını görmek için boşuna bakındım. Sonra, ondört Fersah ötede bir dağ görünüverdi. Gemi o dağa oturdu. NİSİR DAĞINDA karaya oturan gemi, yerinden kıpırdamadı. Bir gün geçti kıpırdamadı yerinden; ertesi gün de Nisir’in üzerinde kımıldamadan durdu. Beşinci ve altıncı gün de Nisir dağında kımıltısızca karaya oturmuş olarak kaldı. Yedinci gün, tanyeri ağarırken bir Güvercin salıverdim; uçup gitti. Ama konacak bir yer bulamayınca geri döndü. Sonra bir Kırlangıç saldım. Kırlangıç uçup gitti. Ama o da konacak bir yer bulamayınca dönüp geldi. Sonra bir Kuzgun saldım. Kuzgun suların çekilmiş olduğunu gördü; orada, burada bulduklarını yemeğe koyuldu; gak! Guk! Etti ve geri dönmedi. Bunun üzerine tuttum, her şeyi dört bir yana savurdum; kurban sundum ve yiyecek, içecekten dağın tepesinde adak adadım. Yedi ve yine yedi kazan kurdum. Üzerine odun, kamış, Sedir ve Mersin ağacı yığdım. Tanrılar tatlı kokuyu alınca, adağın başına sinekler gibi üşüştüler. ANU’NUN, kendisini memnun etmek için bir zamanlar armağan ettiği göksel mücevherlerden yapılmış gerdanlığı havaya kaldırarak İŞTAR da çıkageldi o sırada:”Ey! Burada hazır bulunan tanrılar! Gerdanımdaki değerli taşları hatırlar gibi, boynumu çevreleyen lacivert taşını gördükçe bu günleri hatırlayacağım. Bu son günleri unutmayacağım. Tanrıların tümü de adağın başına toplansın, ama ENLİL gelmesin, bu kurbana o,asla yaklaşmayacak. Yaklaşmayacak; çünkü hiç düşünmeden Tufana yol açtı. İnsanlarımın ortadan kalkmasına önayak oldu.”
            “ENLİL varıp gemiyi görünce, küplere bindi; tanrılara öfkelenip şöyle dedi:
            “Şu ölümlülerin arasından canını kurtaran çıktı mı acaba? Hiçbiri mahvolmaktan kurtulamayacaktı. Bunun üzerine, kuyuların ve kanalların tanrısı NİNURTA ağzını açtı; Savaşçı ENLİL’E şöyle dedi:
            “EA’YI araya katmadan hangi tanrı kendi başına bir şey düzenleyebilir? Her şeyi bilen, yalınız EA’DIR. Sonra EA Savaşçı ENLİL’E şunları söyledi:
            “Tanrıların en bilgilisi Yiğit ENLİL! Tufanın kopmasına böyle düşüncesizce nasıl oldu da yol açtın?            “
       “Günah işlemiş olana yükle günahını,
         Hizaya sok yasaya karşı çıkanı
         Biraz cezalandır, koparmağa kalkma,
         Çok sert davranma, yoksa mahvedersin cezalandırdığını,
           Bir Aslan ortadan kaldırsaydı insanlığı
            Tufan kırıp geçireceğine,
            Yeryüzünü kasıp kavuran açlık belası olaydı
             Tufan olacağına,
             Yeryüzünü kasıp kavuran Veba belası olaydı
             Tufan olacağına.
            Tanrıların sırrını ben ele vermedim. Bilge kişi haberi düşünde almış. Şimdi söyle bakalım, bu kişiye nasıl bir işlem uygulansın?”
            “O zaman ENLİL, gemiye yöneldi. Karımı da, beni de elimizden tutarak gemiye soktu. İkimizi de iki yanına diz çöktürdü. Alnımıza dokunup, şu sözleri söyleyerek kutsadı bizi:
            “Geçmiş günlerde, UTNAPİŞTİM bir ölümlü kişiydi. Bundan böyle kendisi ve karısı uzaklarda ırmakların ağzında yaşayacaklar. İşte böylece tanrılar, beni alıp burada; ırmakların ağzında ve uzakta yaşamak üzere yerleştirdiler.”
            “Tevrat’ta anlatılan Nuh Tufanıyla Gılgamış Destanında anlatılan Nuh tufanının ortak yanları, daha ilk okuyuşta, hemen gözümüze çarpmaktadır. Bu ortak yönleri şöylece sıralayabiliriz:
            1*İnsanlar çok çoğalıp ta göksel buyrukları dinlemez olmuşlardır.
            2*Tanrı’lar çok kızarak, insanların neden oldukları bu karmaşa yüzünden yeryüzündeki tüm canlıları yok etmeye karar vermişlerdir!
            3*İnsanları doğru yola çağıran ve çok sevilen NUH(UTNAPİŞTİM) Tufandan kurtulması için, göksel otoritece uyarılır. İnsanlar, tüm uyarılara karşın alaycılıklarını sürdürürler.
4*Tufandan kurtulmak için; Nuh’a boyutları bildirilen bir tekne yaparak, Tufandan korunmaları ve yeryüzünde nesillerini sürdürmeleri için belirli sayıda canlının, yiyecek ve içeceğin de gemiye yükletilmesi emredilir.                     5*Tufan tehlikesinin halka anlatılması da yukarıdan buyrulur!                              6*NUH’UN yaşı altıyüzdür. Gılgamış(120) yıl kırallık etmiştir. LUGALBANDA DA(1200)sene yaşamıştır. Zaman ölçüleri de aynıdır!
            7*Geminin nasıl yapılacağı da ayrıntılarıyla anlatılmıştır.
            8*Tufanın oluşu aynı coşku ve berraklıkla Gılgamış destanında anlatılır.
            9*Yeryüzünde bulunan gemidekilerin dışındaki canlıların öldükleri kesin bir dille anlatılır.
            10*Gemiye yiyecek alması NUH’A emredilir. UTNAPİŞTİM bu görevi kendi iradesiyle yapar.
            GILGAMIŞ DESTANINDA GÖKSEL İRADENİN BİR EMRİ ÇOK İLGİNÇTİR: ”BÜTÜN CANLI YARATIKLARIN TOHUMUNU AL!”
            Bu çok gelişmiş bir uygarlığa erişmenin sonucunu vermektedir.
            Tevrat’ta geminin ölçüleri arşın olarak verildiği halde; Gılgamış destanında:” eni boyuna eşit olsun, güvertesinin üzerindeki dam ise dipsiz uçurumu örten çatıyı andırsın” şeklindedir.
            Tevrat’ta geminin nasıl yapılacağı tanrı tarafından Nuh’a buyrulmuştur. Gılgamış destanında ise, geminin yapımı Utnapiştim’in iradesi ve ustaların da yardımıyla gerçekleştirilmiştir.”Güvertenin altına altı güverte daha yaptım, tümü birden yedi ediyordu. Güverteleri tahta perdelerle dokuz perdeye ayırdım, tarzında bir ifadeden Utnapiştim’in gemiyi yapma iradesini anlamaktayız. Geminin yapımı yedi günde tamamlanmıştır.
            Gılgamış Destanında; Tufandan önce, geminin denize indirilmesinin zorluklarından ve gemideki safralardan söz ediliyor. Geminin yapımı çok kısa bir sürede tamamlanıyor.”Tanyeri ağarırken, bütün ev halkı çevremde toplandı. Ziftleri çocuklar, geri kalan gerekli bütün nesneleri de erkekler getirdi. Beşinci günde geminin omurgasını ve eğrilerini yerlerine oturttuktan başka, tahta döşemeleri de çaktım.”Deniliyor. Geminin bir kişi tarafından yapıldığını zannederken de biraz aşağı bölümlerde: Gemi yapı ustalarına ırmak suyuymuşçasına durmadan şarap sundum!” denilmektedir. O zaman, bayağı gemi inşaat sektörünün varlığı da anlatılmış olmaktadır.
            Tevrat’ın ve Kur’anı Kerimin Tufanla ilgili anlatımlarından, Nuh’un her işi oğulları ile birlikte yaptığını anlıyoruz. Tevrat’ta anlatılan üç oğlundan başka; Nuh’a inanmayan ve bu nedenle boğulan dördüncü oğlunun varlığını da anlıyoruz. Tevrat’a göre Tufanın süresi şöyle hesaplanmaktadır: Nuh’un ömrünün altıyüzüncü senesinde ikinci ayda, ayın onyedinci gününde, o günde bütün enginin bütün kaynakları yarıldılar ve göklerin pencereleri açıldılar. Ve yeryüzü üzerine kırk gün, kırk gece yağmur yağdı.”Tekvin, Bap:7.
            Ve tam o gün; Nuh’un üç oğlu, karısı ve oğullarının karılarının, yani sekiz kişinin, tüm canlı türlerinde birer çift canlı ile birlikte gemiye girdikleri anlatıldıktan sonra, bap:3,ayet 4’te:”Ve gemi yedinci ayda, ayın onyedinci gününde, Ararat dağları üzerine oturdu.5-Ve sular onuncu aya kadar, gittikçe azaldılar, onuncu ayda, ayın birinde dağların başları göründüler.”6-ve vaki oldu ki kırk gün bittikten sonra, Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı.   “Aynı bap’ın 13’üncü ayetinde de”ve vaki oldu ki altıyüz birinci yılında, birinci ayda, ayın birinde, yer üzerinden sular kurudular.”Denilmektedir.
            Gemidekiler, Tufan süresince gemiden dışarıya çıkmamışlar; Nuh’un gemiye depolamış olduğu yiyeceklerle ve su ile idare etmişlerdi.tevrat’ın7’inci Babının 24’üncü ayetinde:”ve yüzeli gün sular yer üzerinde yükseldi;” denilerek 8’inci bap’a geçilmektedir.
            Şimdi toparlarsak:                                                                                   *Gemi Nuh’un altıyüzüncü yaşının 7 ay,17’nci günü Ararat dağına oturdu.
            *600’üncü yaşın 2 ay,17’inci günü tufanın başlangıç tarihi.
            *600’üncü yaş 5 ay 00.Nuh Tufanı 9 ay 19 gün sürmüş.
              Şimdi de geminin boyutlarını hesaplayalım:
             *Geminin boyu:150 Arşın.
              *Geminin eni:50 Arşın.
               *Geminin yüksekliği:30 Arşın.
            Tevrat’ın sonundaki tartılar cetvelinde, bir arşın=44,5 cm. Olarak verilmiştir. Şimdi de metre olarak geminin boyutlarını hesaplayalım.
            *Boyu:150x44,5=66 m.75 cm.
            *Eni:50x44.5=22m.25 cm.
             *Yüksekliği:30x44.5=13 m.35 cm.
            66.75 m. Boyunda,22.25 m. Eninde,13.35 m.Yüksekliğinde ve üç katlı bir ahşap gemi düşünelim. Bu durumda, her katın yüksekliği de 4.45 m.dir.
            Gılgamış Destanındaki geminin boyutları ise farklıdır:”Eni boyuna eşit olsun. Temel alan dört dönümdü ve güvertenin her biri (120) Kübitti ve bir dikdörtgen meydana getiriyordu.”denilmekteydi.”Onun altına altı güverte yaptım. Tümü birden yedi ediyordu. Güverteleri tahta perdelerle dokuz bölmeye ayırdım.”Burada tanımlana gemi bir hayli büyük.
            Gemiye alınmış olan canlıların ve Tufan süresince yiyecekleri gıdaların miktarlarını da hesaplarsak, böyle bir geminin bugünkü teknolojiyle bile yapılamayacağını görmüş oluruz.
                                                   İKİNCİ BÖLÜM.
            Besançon Üniversitesinde; bir Fransız Kadın Profesör’ün, Anadolu’ya ait bir efsaneyi bana sormayıp ta, bir Amerikan Kovboyuna sormasının hıncını almıştım. Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in, Büyük Taarruzumuzun geliştiğini görerek:
            “Öptüm ananı Hacı Anesti. Hektor’un intikamı alınacaktır!” Dediğini ve Fatih Sultan Mehmet’in 1’inci Fransuva’ya yazdığı ve Franki Pani ile gönderdiği mektubu okudum ve Papa 2’nci Pius’a:
            “Biz, sizinle akrabayız. Hektor’un ve Truva’nın intikamını Rumlardan almak isteyen bizlere niçin karşı çıkıyorsunuz?” Diye mektup yazdığını; Etrüsklerin Anadolu’dan İtalya’ya gitmiş olduklarını, Aineais Destanını yazan Puplius Vergilius Maro’nun (MÖ.15 Ekim 70–21’ Eylül 19) Etrüsk kökenli bir çiftçinin oğlu olduğunu ve 632 Puatiye yengisi nedeniyle Fransızca yazılmış olan “Chansone de Roland’tan ve “Episode de la Bataille de Sedan’dan” manzum parçalarının aklımda kalanlarını okudum. Bunu nerede mi okumuştum. Beni yemeğe davet eden Fransız Profesörlerin yemek masasında okumuştum. Sonra da; Anadolu Efsanelerinden, Hititlerden, Frikyalılardan, Lidyalılardan ve Likyalılardan, Troya’dan, Priyomos, Hekabe, Hektor, Kassandra’dan ve Güzel Helen’den söz etmiştim.
            Napolyon Bonapart’ın ilk nişanlısı olan Marsilyalı ipek tüccarının 14 yaşındaki DESİRE adlı kızından da söz etmiştim. Napolyon ordusunun 18 Mareşalinden birisi olan ve Çavuşluktan Mreşallığa yükselen Mareşal Jean Baptis Bernadot’un, Desire ile evlenerek İsveç Kırallığına seçildiğini, bugün bile İsveç’te Desire adlı bir Prenses olduğunu da anlatmıştım.
Sonuç ne mi olmuştu! Bizlere Üniversitede oda verildiği gibi, Besançon ve Paris ordu evlerinden yararlanma yetkisi de verilmişti. Şimdi de konumuza dönmek istiyorum.
            Doçent Dr. Abdullah Aydemir’in İslami Kaynaklara Göre Peygamberler, adlı bir kitabı sabah Gazetesinde ek olarak okuyucularına verilmişti. Bu kitap tamamen rivayetlere dayalı bir eserdir. Öyle bir yaratılmış biçimleri anlatılmaktadır ki evlerimize şenlik!
            “Fareler Nuh’un gemisini kemirmeye başladıklarında, Nuh’u bir telaştır almış! Bu durumu yukarıdan gören Nuh’un tanrısı Nuh’a emreder:
“Bre Nuh! Bir Aslan’ın iki gözü arasına sopa ile vur!” Der. İki gözü arasına sopa ile vurulacak aslan’ın seçimini de Nuh’a bırakır! Asya Aslanı mı; Afrika Aslanı mı, soyunu tüketmiş olduğumuz Anadolu Aslanı mı, Amerika’nın Dağ Aslanı Puma mı?
Bizim, nedense, ASLAN SOYUNA tahammülümüz yoktur! Anadolu TÜRK ASLANLARINI DA enterne etmekteyiz! Ne cins sopa ile vurulacaktır?-Silivri’de, ANADOLU ASLANLARINA İFTİRA VE HAYALİ İHANET SOPASI ile vurulmaktadır da!- Kızılcık sopası mı, Zakkum sopası mı, süpürge sopası mı? Zakkum sopası kan işetir de.
Ne ise; Nuh eline geçirmiş olduğu bir sopa ile ilk gördüğü Aslanın iki gözü arasına hızla vurur! Kütt! Zavallı Aslan M.G Mayer Film şirketinin amblem Aslanı gibi hırlar! O saat, Aslan’ın burun deliklerinden birisi dişi birisi de erkek iki kedi fırlar. Aslanın hangi burun deliğinden Dişi ve hangi burun deliğinden de erkek kedinin fırladığı belli değildir. Kur’anı Kerime göre; sağ sola göre hayırlı ve üstündür de! Kendi cinsi böylece yaratılmış olur. (S.49). Sümer ülkesinde ve Şurrupak şehrinde Fareler mevcut iken kedilerin olmayışı doğa kanununa aykırıdır. “Her şey zıttı ile kaimdir!”
Hangi cins Kedi yaratılmıştır! Siyam Kedisi mi, Panter Kedi
mi, Dünyamızda bunca cinsi bulunan Kedilerimizden hangi cinsi
Yaratılmıştır! Merak bu ya. Fareyi daha önce yaratan ve gemiye aldırtan tanrı, Kediyi yaratmayı nasıl unutur! Bir Fare, bir yıl içinde (9820) sayısına ulaşmaktadır.
            “Tanrı, Nuh’a”: ”Sen Filin kuyruğunu çimdikleyerek sık!” Diye vahyetti. Nuh(a.s.), Filin kuyruğunu çimdikleyerek sıkınca, Filin kuyruğundan birer tane Erkek ve Dişi         Domuz düştü. Onlar da gemideki tezekleri yemeye başladı. S.G.E. S.49.Hemencecik nasıl da büyümüşler!
            “Nuh, Tanrı emriyle diktiği ağacı ,(40) yıl sonra, Tanrı’nın emriyle gemi yapmak için kesti.” S.G.E. S.47. “Selman, el Farisi’den rivayete göre Nuh (as.) gemisini (400) Senede yaptı. Gemi yapımında kullanılan Hind ardıcı ağacı (40) yılda büyüdü. Ağacın uzunluğu (30)Arşını buldu.(Arşı; parmak uçlarından enseye kadar olan yerdir).”S.G.E. S.47.
            İslami kaynaklara göre gemi, Tanrı’nın tanımı ve tasarımına göre yapılmıştır. Bu demektir ki, o tarihe kadar, insanoğlu gemiden ve gemi yapımından da habersizdi! Nuh’tan sonra dev boyuttaki gemiler insanoğlunun tasarımına göre yapılmıştır. İnsan aklı ve insan tasarımı niçin Tavuk iskeletine takılıp ta kalmadı da Tanrı’nın tasarımını geçti!
Sayın Doç.Dr. Abdullah Aydemir’e göre, geminin boyutları da şöylece anlatılmaktadır:
            “Geminin boyutlarına ait bilgiler çeşitlidir:
            A-Uzunluğu (80),eni (50), yüksekliği (30) Arşın.”
            B-Uzunluğu (300), eni(50) yüksekliği (30) Arşın. (bazı rivayetlerde bu ölçülerin Nuh’un büyük babasının arşınına göre hesap edildiği tasrih edilmiştir.” Büyük Baba niçin gemide değildi!
            C-Uzunluğu (1200), eni(600) arşın idi.( Bu rivayetlerde geminin yüksekliği hakkında bilgi yoktur.”
Aklın giremediği bir yere, milyonlarca canlı yaratık ve onların yiyecek ve dahi içecekleri nasıl girer? İki Domuz, tüm canlıların pisliklerini yiyerek nasıl temizler! Bu durumda, domuzların pisliklerini kim ve kimler temizler! Darvin’i inkâr edenler, Darvin’i doğrulamaktadırlar.
            İki Kedi, tüm Fareleri yiyor! Bizim Antakya şehir merkezinde, kedilerden çok büyük Jordan denilen fareler kedileri bile yemektedirler. Bunlar da Nuh’un gemisinde olduğuna göre ol mübarek kedilerin halleri görülmeye değerdi!
Ağrı Dağına bırakılacak Fareleri kim koruyup kolluyor? İki Domuz, tüm canlıların pisliklerini yiyerek gemiyi tertemiz ediyorlar! Pekiyi, bu domuzlar nereye pisliyorlar ve bu pislikleri kimler temizliyor!
Yüce Tanrımız hep aracı kullanmaktadır. Şıp! Diyerek halk edememektedir. Osman’ı Anası ile babasının yardımı ile yaratmaktadır. Gemi yapımı için ağaç diktiriyor ve tavuktan gemi yapımı tanımını ortaya koyuyor. Bu anlatımlarla Tanrımız doğa altı bir varlık oluyor. Tanrımız, Tufanı biliyor da niçin durduramıyor? ”İnsanlara ceza verecek!” Sümerlerin bir şehrinde insanlar azmışlarsa, dünyamızın geri kalan kısmındaki insanların ve dahi canlıların günahları neydi? Onları niçin telef ediyor!
”Yeryüzü” deyimi genel ve özel bir anlam taşır.” Uzaydan yeryüzü masmavi gözükür!” Burada Yeryüzü=Tüm dünya demektir.” Uçağımızın penceresinden yeryüzünün görünümüne dayanılmaz!” burada da yeryüzü görebildiğimiz arazi parçasını anlatmamıza yarar.
            Bir zamanlar; Avustralya’da tavşan sayısı (500.000.000) olunca; Avustralyalı bilim Adamları, tavşanlara musallat ettikleri bir Virüs ile (200.000.000) Tavşanı öldürmüşlerdi. O zamanlarda; Tanrımızın Virüslerle bir ülfeti yok muymuş?
            Biz, yine de Tevrat’ın ana kaynağı olan Gılgamış Destanına dönelim. Gılgamış destanındaki Bilimsel yaklaşım çok ilginç.
            Utnapiştim’e: ”Bütün canlı yaratıkların tohumunu al!” Buyruğu verildiği halde; ”Bütün yaratıkları ve nesneleri gemiye yükledim”, demektedir. Güverteleri kat kabul edersek YİRMİSEKİZ DÖNÜMLÜK BİR GEMİ; TEK KATTA YEDİ GÜVERTE VARSA, DÖRT DÖNÜMLÜK BİR GEMİ! Yinede büyücek bir gemi.
            Nuh’un gemisinin boyutlarını bulmuştuk: 6.75Mx22.25mx13.35 metrelik üç katlı bir gemicik idi! Bu gemide sadece ve sadece (8) kişi vardı. Bazı dini metinlerde ve Gılgamış destanında; Başkaptan ve Dümenciden ve gemi yapım ustalarından söz edilmektedir. Sular gibi şarapları kimler getirmiş ve kaç kişi içmiş, bunlara ne olmuş?
            Sürünenlerden, uçanlardan ve nefes alanların temizlerinden yedişer çift, temiz olmayanlardan ikişer çift olarak hesap etmiyor; temiz ve temiz olmayan hayvan tartışmasına da girmek istemiyorum. Gemide, Fare ve Domuz ve Kuzgun da var. Temizlik ölçüsünü bulmak gerek! Ben, ikişer çanlının gemiye alındığını kabul ederek ona göre de hesabımı yapıyorum.
            Dünya üzerinde bugün (600.000) kınkanatlı var. (1.200.000) adet te, insan dışında, canlı var. Bir örnek vermek gerekirse; Akrebin (600) türü, bitin (200) türü, Cırcır böceğinin (1000) türü, geyiklerin (17) cinsi ,(40) türü ve (190) alt türü var. Bunların her türünden ikişer çift alma zorunluluğu ortadadır. Çünkü Tevrat’ın yaratılış bölümünde 2’nci bap, 19’uncu ayette:
            “19-ve Rab Allah, her kır hayvanını ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı.” Denmektedir. Yani; evrim, mevrim yok demektir.
            Yarasalar ”Chiroptera” memeliler sınıfına giriyorlar. (19) ana guruptan ve (174) takımdan ve (1000)’in üzerinde alt türden oluşuyorlar. Afrika’da (100) tür, Amerika’da (30) tür yarasa var. Yalınız bir adada (1000) çeşit kelebek var!
            Bir filin günde (2.500) Kg. Ot, bir devenin (50)kg. Ot, bir aslanında (20) kg. Et yediğini hesaba katmak zorundayız. Ayrıca, tufan olayı, Arabistan yarımadasında, Türkiye’nin güneyinde geçmektedir. Beş kıtanın apayrı özellikteki hayvanlarını toplayarak gemiye kadar getirip, gemiye yüklemek nasıl mümkün olabilir! Tufandan sonra; her kıtanın apayrı özellik gösteren hayvanlarını ARARAT/CUDİ/ya da NİSİR dağından bugünkü bulundukları yörelere göndermek nasıl da mümkün olabilir! Nuh’un arkasında Amerikan Hava kuvvetleri olsa bile böyle bir operasyonu başarmak mümkün değildir. Amerika bile, Irak’a demokrasi getirecek hayvanları bin bir zorlukla; ona, buna ve dahi şuna başvurarak getirmedi miydi?
            Yeryüzünde fesatlıklar çıkararak huzuru ve düzeni bozan insanoğluna mutlaka bir ceza verilecekse; hiçbir günahı ve dahi kabahati olmayan bunca canlıyı öldürmeyi anlamak ta mümkün değildir Savaşlarda insanlar biri birlerini öldürürler. Bu savaşlardan niye diğer canlılar da zarar görsünler.
“En Uzun Gün” filminde; Normandiya kıyılarına düşen uçak bombaları ve topçu mermileriyle öldürülen balıklar da gösterime girmiştir. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan Atom bombalarından, hayvanlar, balıklar, kuşlar, kelebekler ve karıncalar neden zarar görsünler!
Biz, dünyamızı hazmedemeyen insanlar, biri birimizi öldürerek dünyayı gerçek sahipleri olan insanların dışındaki yaratıklara bırakmalıyız!
            Benim aklım milyonlarca hayvanı ve bu hayvanlara (9) ay ve (19) gün yetecek yiyecek ve içeceği taşıyacak bir geminin bugünün teknolojisi ve olanakları ile de yapılabileceğine yatmıyor. Buradan başka bir mesaja gittiğimi de ileride açıklamak durumundayım.
            Herodot, ünlü tarihinde su baskınlarını önlemek için bir babil Kraliçesinin ırmağı nasıl kollara ayırdığını, ırmak sularını bir yapay gölde toplayarak nasıl taş rıhtımlar yaptığını anlatır.
            Hesiodos; ünlü İşler ve Günler adlı eserinde--MÖ..600’de Foça’da doğmuştur ve çok tanrılı dinlerin peygamberidir—Baştanrı Zeus’un oğlu, demirciler tanrısı ve bir tanrıçanın, Venüs’ün de kocası olan Topal Hefhaistos’a topraktan bir insan yaparak içine nefes üfleyerek can vermesi buyruğunu anlatır. Topraktan geliriz, toprak sayesinde beslenir ve yaşarız, sonunda da toprağa döneriz. Mesaj bu.
            MÖ..(3000)’li yıllarda; Mısır’da da çıkrıkçılar tanrısının topraktan insancık bibloları yaptığını da biliyoruz.
            Utnapiştim’e tanrı Enlil, ”ırmakların ağzında yaşamasını “emreder. Irmakların ağzı, Tevrat’ta adı geçen (4) ırmaktan ikisi olan Dicle ve Fırat olsa gerektir. Acaba burada insanoğullarına bir ileti mevcut olamaz mı?”Irmakların ağzında oturunuz ki, hem ırmakların hem de denizlerin nimetlerinden yararlanasınız!”
            Ağrı Dağını da aşan bir tufan, yüksekliği (5.165) Metredir; anlatılanlara bakılırsa Everest’i de aşmaktadır. Tufan Everest tepesini aşmasaydı oraya sığınmış olan canlılar kurtulurdu! Böyle bir çamur deryasında ölen canlıların kalıntılarının yoğun bir biçimde bulunması gerekirdi. Bu da olmadı. Bu, yöresel bir felaketten kurtuluşun öyküsü olmasın. Bu konuya da değinmek gerekecek. Utnapiştim, gemi yapım ustalarından söz ettiğine göre Sümerlerde o çağda gemi yapımcılığının olduğunu anlıyoruz.
            Dünyamızın çeşitli yörelerinde yaşayan insanlarda aynı gelişme çizgisinin izlenmiş olduğunu gözlemlemekteyiz. İlkel insanlar, önce ateşi bulmuşlar, sonra da belirli türdeki hayvanları ehlileştirmişlerdir.
Ateşin keşfi insanoğlunu yaratıkların efendisi yapmıştır. Sıfırın, tekerleğin, camın ve kâğıdın bulunması uygarlaşmanın yolunu açmıştır.
Her ilkel insan topluluğunun aynı özellikteki yabanıl hayvanları ehlileştirdiklerini bilmekteyiz.
Statik enerjiyi kinetik enerjiye çevirmesini de bulmuşlardır. Ok ve yayı kullanmışlardır.
Güney Amerika yerlilerinin bir borunun ucuna yerleştirdikleri zehirli çubuklarla hayvanları avladıkları gibi, düşmanlarını da bu sistemle öldürebilmişlerdir. Atların evcilleştirilmesi uzakları yakın ettiği gibi yeni savaş taktiklerinin yaratılmasını sağlamıştır. Koyun ve keçinin ve sığırların evcilleştirilmesi insanoğluna araç kullanmayı da öğretmiştir. Evcilleştirmiş oldukları yabani eşeklerle dişi atları çiftleştirmeleri hep bir ileri aşamanın işaretleridir. İnsanlar, evcilleştirerek yararlanmış oldukları hayvanların huylarından ve davranışlarından da etkilenmişlerdir. Koyun ve öküz gibi yumuşak; keçi ve eşek gibi inatçı ve sert olmuşlardır. Ben, bu olguları meslek hayatımda çok gözlemlemişimdir. Dünyamızın çeşitli yörelerinde yaşayan ilkel topluluklar, geçiş dönemlerinin aletlerini yaratarak ileriye doğru bir adım atmışlardır.
Mızrağı yakın dürtü silahı olarak kullandıkları gibi, uzak mesafelerden düşmanlarına ve avlarına fırlatarak sonuca gidebilmişlerdir
Uhut gazvesinde; Hz. Hamza, Ebu Süfyan’ın kölesi Vahşi’nin uzaktan fırlatmış olduğu mızrağı ile öldürülmüştü.
            İnsanlar, önce çamuru, sonra ağacı, sonra taşı ve daha sonra da yumuşak madenleri kullanım alanına sokmuştur. Güneşte kurutulan toprak kaplardan, ateşte pişirilen toprak kaplara ve tuğlalara geçilmiştir. Mağara kovuklarından göl evlerine, oradan da, etrafı çalı, çırpı ve taş duvarlarla çevrili sağlam evlere geçmişlerdir. Dünyamızın çeşitli yörelerindeki mağaralardan ve Antalya’daki KARAİN mağarasından, dedelerimizin ve ninelerimizin çekmiş oldukları yaşam çilelerini okuyabilmekteyiz.
            Okun, yayın ve mızrağın kullanım alanın sokulması; taşlardan ve madenlerden balta, kılıç ve bıçakların yapılması, insanları avcılığa, avcılıktan da öte ASKERİ EYLEMLERE götürmüştür.
            Doğada, insanlara örnek oluşturacak bir olgu vardır: Yeter ki iyi bir gözlem ve deneyim olsun. Evlerini sırtlarında taşıyan Sümüklü Böcekler ve Kaplumbağalar, vücutları kalın plakalarla kaplı Gergedanlar; insanlara korunmak için iyi birer örnek oluşturmuşlardır. Doğayı en iyi taklidedebilen ve doğadan en iyi yararlanabilenler, öteki hemcinslerine egemen olmuşlardır. Denizlerde hidrolik sistemli kollarla çalışan yengeçler, hidrolik sistemle çalışan araçlarımıza örnek oluşturmuşlardır. İnsan dâhil, canlı hayvanların erkeklerinin dişisinin rahmine meni püskürtme olayı, içten yanmalı motorlarda mazot püskürtme aletinin yaratılmasını sağlamıştır! Düşmanlarına boya fırlatarak gizlenen Ahtopotlar ve Mürekkep balıkları hep örnek alınmıştır. Yunuslar ve Balinalar kara ve hava araçlarımız için örnek oluşturmuşlardır. İnsanoğlunun çocukluktan ergenliğe geçişleri hep aynı yolu izlediği gibi, toplumların gelişmeleri de hep aynı yolun izlenmesiyle olmuştur.
            Kozmik ve süper bir akıl; insanların her ileri evrede kullanabileceği maddeleri ve enerjileri çeşitli yerlere serpiştirmiştir. Yakıt enerjisi tükenen toplumlar, yerleşim yerlerindeki kömür ve Petrolu bilemediklerinde büyük göçler meydana gelmiştir. İnsanoğlu, saklambaç oynar gibi, bu saklanmış olan şeyleri bulmayı ve bunlardan yararlanmayı öğrenmişti. Çeşitli alanlardaki buluşlar, bir amaç doğrultusunda birleştirilerek insanlığın hizmetine sunulmuştur.
            İnsanoğlunun merakı bilimleri ve her şeyin kullanım tekniklerini geliştirmişti. Sümer‘lerde ve Babil’de gökyüzünü gözetlemek ve yıldızların hareketlerini incelemek üzere Ziguratlar yapılmıştı. Zaman takvimlerle bölünmüş, matematik ve geometri de geliştirilmişti. Taban çevresinin yüksekliğe bölünmesiyle Pİ sayısı bulunmuştu. Mısır’da ve Aztek’lerde yapılan piramitlerde bu sayı kullanılmıştı. Aztekler, Pİ sayısını (10.000)’ler basamağına kadar götürebilmişlerdi.
            İnkalar, piramitlerini yaratıcı güneş tanrısı VİRAKOŞA’NIN yaptığına inanmaktadırlar. VİRAKOŞA, BEYAZ ADAM anlamına gelmektedir. İnka halkı, Virakoşa’nın uçan bir nesneye binerek kendilerini terk ettiğine ve bir gün mutlaka geri döneceğine inanmaktadırlar. İspanyollar, İnka ve Aztek ülkelerini zapta geldiklerinde, buralarda yaşayan yerliler kendilerini terk eden tanrıların geri geldiğine inanmışlardı! Ve işin en ilginç yönü de şudur: Kahire’nin (30)kilometre uzağında bulunan SAKKARAH PIRAMİDİ, tıpkı VİRAKOŞA’NIN bir gecede yaptığına inanılan SUKARA PIRAMİDİ’NİN benzeridir. Aztekler, göktaşlarının düştüğü yere piramitlerini yapmaktaydılar. Göktaşlarını tanrısal bir işaret mi saymaktaydılar dersiniz?
            Bu ilerlemelerin yanında; insanın doğa olaylarından korkusu, Efsaneleri, Efsaneler de Din’i yaratmıştı. Basit gözlemler insanı doğaüstü metafizik güçlerin varlığı inancına götürmüştür. Ormanların yanması, yersarsıntısı ile dağların ve toprakların kaymaları, yanardağların patlaması, sellerin basması, canlıların durup, dururken ölümleri ve her türlü doğal olayların, görülmeyen ve insanların suçları nedeniyle harekete geçen güçler tarafından yapıldığı ve bu olayları yaratanları “tanrı”olarak kabul etme inancına götürmüştü. İnsanların, toplum yaşamındaki örgütlenme mantığı tanrılarında bir Baştanrı etrafında örgütlenmesini doğurmuştu.
Diğer yandan; Milattan (6000) yıl önce yazının keşfi ile insanlık yeni bir evreye adımını atmıştır. Önceleri kayalara yazılar yazılmış ve resimler yapılmıştır. Her toplum, yaşadığı yöredeki doğal maddelerden yararlanmıştır. İspanya’daki Altemira mağaralarındaki canlı ve renkli hayvan resimleri; Avustralya’da Aborjin’lerin yaşadığı bölgelerdeki beyaz boyalı resimler, ilkel insanlardaki sanatsal yönlerin varlığının kanıtlarıdır. Mısır papirüslerden kâğıt üretime geçerken, Mezopotamya ve Anadolu Hitit uygarlığı da, pişirilmiş kilden yararlanma yollarını bulmuştur. Çin de bugün kullanmakta olduğumuz kâğıdı keşfederek insanları kâğıttan hafızaya kavuşturmuştur.
Kâğıdın ve yazı malzemelerinin keşfi,  insanoğluna ve ölümsüz bir yeniliğe de adım attırtmıştır. Toplum yaşamındaki örgütlenme mantığı ile tanrılar arasında da bir örgütlenme yaratılmış; Tanrıları da bir Baştanrı ya bağlamışlardır. Yeni bir edebiyat türü de geliştirilmiştir. Tanrılar arasındaki ilişkileri ve aralarında geçen olaylar yazın hayatına geçirildikten sonra; sıra insanlara indirilmiştir.
 İnsanların ilgisini çeken olayları yazmak edebiyat modası olmuştur.
Sümerli Ünlü Lüdingirra anılarını kil tabletlere yazarak günümüze, Muhteşem Muazzez İlmiye Çığ’a ulaştırmıştır. Tabletlere ticari mektuplar, şiirler ve Sümer Mahkeme Kararları ve Destanlar yazılmıştır.
Niğde; Asurluların ticaret ve At yetiştirme bölgesiydi. Asur şehirlerinde ticaretle uğraşan kadınlar; Niğde’deki eşlerine ticari mektupların yansıra, Kaynanalarından çekmiş olduğu çileleri de yazmaktaydılar! Sümer’ler ve Asurlular Hükümdar listelerini de düzenlemişlerdir. MÖ.. (1383) senesinde; Kadeş’te yapılmış olan Mısır-Hitit Meydan Muharebesinin antlaşması Gümüş ve Bronz levhalara yazılarak günümüze gelmiştir. Bu sayede, İkici Ramses’i göklere çıkaran anlatıyı da okuyabilmekteyiz. Hititlerde Kumarbi Efsanesi ve diğer güzelim eserler günümüze gelebilmişlerdi             Atina’da ve Roma’da ve Çin’de kâğıt üzerine yazılmış piyesler ve bilimsel eserler günümüze ulaşabilmiştir. İnsanlar; insanların gerçek yaşantılarından örnek alarak, yaratmış oldukları insanların ve tanrıların öykülerini tiyatro oyunu haline sokarak, topluma yansıtmışlardır.                                                                                          Kortez, Meksika’yı işgal ettikten sonra; bir Katolik papazı, İnkaların yeraltında bulunan tek kitaplığındaki tüm kitapları yaktırtmıştır. Günümüze de İnkaların düğüm yazıları gelebilmiştir. MS.79 yılında; Vezüv yanardağı patladığında; Pompei şehrinin kütüphanesindeki tüm kitaplar, lavların sıcaklığından odunlaşmışlardır. Asıl önemli kitap katliamını da Hz. Ömer yaptırtmıştır. İskenderiye Kütüphanesinde; fihristleri (10.000) cilt tutan (2.000.000) kitabı yaktırtmıştır. İki sene müddetle; İskenderiye’deki evlerde ve hamamlarda kitaplar yakılmıştır! İnka kitaplığında bulunan ve Popal Vuh denilen yazılı belgelerde Tufan öyküleri de vardı.
Amerikalı Kızılderililer, günlerce güneşin karalıklar yüzünden görülemediğini anlatırlar. Afrikan’ın kuzeyinde yaşayan Doganlar,”Sirüs” yıldızından gelmiş olduklarını söylemektedirler. İşin de en ilginç yönü Sirüs yıldızının yanında başka bir ikiz yıldızı gösteren kapı perdeleri kullanmalarıdır. Zira çıplak gözle bu ikinci yıldızı görmek te mümkün değildir. Doganlar çok ilkel olup, dürbün ve teleskop’tan da haberleri yoktur.
            Atina ile Isparta arasındaki Polepenez savaşları (27) sene sürmüştü. Lir çalarak Atina surlarını yıkan Ispartalılar; tam Atina kütüphanesindeki tüm kitapları yakacakları sırada; bir Ispartalı General:
            “Kitaplarını yakarsak, onlar da bizim gibi savaşçı olurlar. Kitaplarını bırakalım ki beyinleri sulansın!”Demesine Ispartalıların aklı da yattığından, böylece ol kitaplar da günümüze ulaşmış ve insanlığın hizmetine sunulmuştur.
            Konuyu çok uzatmak zorunda olduğumu biliyorum. Günümüzde; eski insanların insan zekâsının yaratmış olduğu eserlere karşı duyarlılığına erişememiş nice aydınlarımızın! Olduğunu da bilmiyor değilim. Asurbanipal’a geliniz de Rahmet okuyalım! Bakınız; Gılgamış Destanında Sümer tanrılarının adları ve vazifeleri de verilmektedir. Doğa’nın çok güzel ve düzenli olarak korkusuzca yaşantıya izin vermesini ve doğa’daki dehşet oluşumları İlkel insan kendilerinin edimlerine ve davranışlarına vererek, tanrıları kızdırıp, sevindirmenin sonucuna bağlamışlardır. Günümüzde bile, bazı Büyük Din Bilginlerimiz: ”Tanrı kızar!”, ”Tanrımız buna çok sevinir!””Tanrımız bundan çok hoşlanır!” Diyerek Tanrıyı insanın teessüriyet hallerine sokmaktadırlar.
            Amerikalı Karı-Koca iki gök bilgini; 1994’ün Ağustos ayında, gününü ve satını da bir sene önceden bildirerek, yedi büyük gök cisminin Jüpiter Gezegenine düşeceklerini bildirmişlerdi Dedikleri gün ve saatte de yedi gök cismi Jüpiter’in yüzeyinde patlamışlardı. Sahi orada, fuhuş yapan, insanları Allah ile kandırarak her türlü ahlaksızlığı yapanlar ve maskeli iftiralarla ulusal kahramanlarımıza iftira atanlar mı vardı!
            Nuh Tufanı bir Sümer öyküsüydü. Tufanın olduğu yeryüzü parçası Sümer tanrılarına aitti. Bölgesel bir sel felâketi Evrensel yorumlara yol açacak bir anlatımla ifade edilmişti. Tevrat’ın ve Kuran’ın bu öyküyü Tek Tanrıya mal ederek anlatmasını yorumlamayı okuyucuların kültürlerine ve anlayışlarına bırakıyorum!
            Tufan öyküsüyle Piramitlerin yapım tarzları ve biçimleri, iki ayrı yörede olmalarına karşın özdeştirler. Mısır’da mevcut (108) piramit ile Güney Amerika ‘daki piramitler şekil, yapılış ve ölçü bakımından biri birlerinin aynısıdırlar. Bu iki farklı ve birbirinden çok uzak bulunan yörede yaşayan insanlar Pİ sayısını da bulmuşlardır.
            Dünyamızın yaşının (4,5) Milyar yıl olduğunu biliyoruz. Buzul çağı ise dünkü olaydır üçyüzbin yıllık, bilemedik üçyüzellibin yıllıktır. Sibirya’da elde edilen bozulmamış Mamutlar ve Mamut dişi ticareti bizlere neyi anlatmaktadır?
Ankara’da (30) metre toprağın altından çıkarılan Fil ve Zürafa iskeletleri MTA’DA saklanmaktadır. Kula ilçemiz batısında; 2,5 milyon yıl önce soğumuş iki yanardağ vardır. Buradan akan lavlar, taşlaşmış bir ırmak gibi Gediz nehrine doğru akmaktadır. Karayollarının dolgu malzemesi alırken bulmuş olduğu(28)cm. Boyunda ve (12) cm. enindeki taşlaşmış ayak kalıpları ne insanlara ne de bildiğimiz maymunlara aittir. İsveçli Bilim adamlarından öğrenerek topladığımız taşlaşmış örnek kalıplar Salihli Baraj idaresinde sergilenmektedir. Pekiyi,”Utnapiştim’in”geride kalan insanlar çamurlara gömülmüştü!” Sözü ile anlatmış olduğu felâketzedelerin kalıntıları neden çıkmamıştır!
            İnsanlar, maddi olgulardan yola çıkarak bilime, objektif ölçülere ulaşmıştır. Matematik, Kimya, Fizik ve Biyoloji hep gözlem ve araştırmaya dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Sonunda da, insanlar değişmez ve değiştirilemez Doğa yasalarına ulaşmışlar, Nedenselliğe (SEBEP-SONUÇ ilişkilerine) varmışlardır. Doğa yasalarında değişmezliğin yanı sıra, denenebilirlik ve gözlemlenebilirlik te vardır. Bu olgular evrenseldir. Ne Asya’da, ne Amerika’da ne de Afrika’da farklılıklar göstermez. Sonuçları Müslüman ülkelerde nasılsa, Hıristiyan ve diğer ülkelerde de aynıdır. Bu asırlardır sürdürülen bilimsel çalışmalarca kanıtlanmış evrensel bir sonuçtur.
           Öte yandan, kanıtlanmadan ve dahi kanıtlanması mümkün olmadan doğruluğu ve geçerliliği her ülkede ayrı, ayrı kabul gören bir inanca dayalı olgu da, insanoğullarını tutsaklığına almıştır. Doğa yasalarını ve doğa güçlerini kontrolüne alan insanoğlu, inanca ve körü körüne itaate dayalı metafizik öykülerin tutsağı olmuştur. İnsanlığın çekmiş olduğu ve hâlen çekmekte olduğu tüm  acıların kaynağı bu körü körüne inanç olmuştur. İnsanlık bu kör inançlar yüzünden savaşıp durmuşlardır. Bir yazarımızın vurgulamış olduğu gibi: DİN ve UYKU insanlığı tutsaklığına almıştır. Ünlü Leon Troçki:
           “Din, halkın afyonudur!” sözünü boşuna mı söylemiştir! İslam ülkelerinde DİN ve ALLAH ile aldatan liderler, ülkeleri içinde KAPLAN’I, ülkeleri dışında da SUSTA DURAN KEDİ’Yİ oynamaktadırlar!
            İsterseniz bu Tufan öyküsünün diğer boyutlarına da bir göz atalım: 1767 yılında; Alman Gök bilgini Johann Titus, Gezegenlerin Güneşe uzaklıklarının sayısal oranlarını bulmuştur. Daha sonra da; Johann ve Bade bu uzaklık oranı teorisini geliştirmişlerdir. Güneş’e yakınlıklarına göre; Gezegenler şöylece sıralanmışlardır:
            GÜNEŞ, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürün, Uranus, Neptün, Plüton.
            Plüton, Güneş çapına dik, öteki Gezegenlerse güneş çapına paralel bir yörünge izlemektedirler. Bu dokuz Gezegen,(179) senede bir aynı çizgi üzerinde bir araya gelebilmektedirler. Johann ve Bade’ye göre, Gezegenlerin Güneş’e uzaklık oranları şöyledir:
            0.3.6.12.24.48.96.
            O.3 dışındakiler birbirlerinin iki katıdırlar. Dünya’nın Güneş’e uzaklığı(10) birim olarak kabul edilir.OGN….4…..OMr….7…..OVn…..10 Dn….O16Mr….O28yok…52Jü….OSt.100.her sayıya(4) eklenir:
            4.7.10.16.28.52 ve 100 sayıları elde edilir.(28) sayısının olduğu yerde bir gezegen olması gerekirken, yapılmış olan gözlemlerde burada bir Gezegen izine rastlanamaz.
            1800 yılında; bir grup Gökbilimci Almanya’da bir araya gelirler ve kayıp Gezegeni arama kararı ve 1801 yılında Sicilya’da buluşma kararı da verirler. Kararlaştırdıkları tarihte Sicilya’da buluşurlar. Gökbilimcileri bir sürpriz beklemektedir. İtalyan Gökbilimci Guiseppe Piazzi, Kayıp yıldızı bulduğunu ve adını da CERES koyduğunu söyler. Daha sonra kayıp yıldızın yörüngesi ve ikinci bir Gökcismi de bulunur. Her iki gökcisminin çaplarının(1000) kilometre olduğu da hesaplanır. İkinci Gökcismine(Astroit’e) PHAETON adı verilir. Bugün,(28) sayısının karşısında bulunması gereken Gezegenin yörüngesinde (100.000) Astroit gözlenebilmekte ve bunların (2000) tanesinin de çapları ve yörüngeleri bilinmektedir.
            Rus Gökbilimci Kazantsev Aleksander daha da ileri giderek Kayıp olduğu söylenilen beşinci Gezegenin patladığını iddia etmektedir. Ayrıca, bu kayıp Gezegende yaşamış olan insanların ömürlerinin de (1000) sene olduğunu da söylemektedir. Rus Gökbilimci K.Aleksander, Tevrat’taki peygamberlerin yaşlarını akla getirmektedir. Bu peygamberlerin yaşlarını700–800 ve 900 yıl olduğunu görmüştük.
Rus Gökbilimci K.Aleksander, Dünya üzerinde, kayıp yıldızdan düşmüş ve (1000.000)C.derecesinde erimiş madensel parçalar bulduğunu da ileri sürmüştür.
            Güney Amerika’da bulunan iç, içe geçirilmiş iki taş disketteki matematiksel formüllerin çözümlenmesi de ortaya ilginç sonuçlar koymuştur. Bu bilgiler Ceres’in dönme hızını ve Dünya ile arasındaki çeşitli konumları yüzlerce yıllara dayalı evreler halinde gözler önüne sermektedir.
            Rus Gökbilimci K.Aleksander; yer kabuğunun çatlaması sonucu bu gezegenin okyanusunun magmasına dökülerek gezegeni patlatmış olabileceğini ileri sürdüğü gibi, Nükleer bir patlamanın da bu gezegenin felâketine neden olabileceğini savunmaktadır.
            Buzul çağının başlamasının Dünyamızın 23,5 derece eğik dönmesiyle bir ilgisi var mıdır? Dünya yörüngesine etki yapan bir çekim gücünün ortadan kalkması ile Dünya’nın dönüş biçimi ve iklim düzeni değişmiş olamaz mı? Sibirya’da, donmuş topraklarda, yerin çok altından çıkarılan mamutlara ne demeli? Hiç bozulmadan kalan bu donmuş Mamutların işkembelerindeki, yemiş oldukları otlar bile bozulmamış. Ankara’da bulunan Fil ve zürafa iskeletleri, (65.000.000) yıl önce, aniden yok olan (3000) çeşit Dinozor, bizlere neyi anlatmaktadır?
            Gılgamış Destanındaki: ”Her canlının tohumundan al!” Emri, bugün için çok anlam taşımaktadır. Suni döllenme olgusunun o zamanlarda da bilindiğini anlamaktayız. İlk suni döllenmeye,14’üncü asırda Arabistanlı bir Aşiret Reisi tarafından başvurulmuş olduğunu kesin olarak bilmekteyiz. Komşu Aşiret Reisinin cins Aygırının menisini emdirmiş olduğu pamuğu, kendi kısrağının fercine tıkayarak ol Aygırın cins tayına sahibolmuştur.
            Tevrat’ta, NEFİLİM adlı DEV adamlardan söze dilmektedir. Güney Amerika’nın fethinde, burada görev yapan bir İspanyol papazın gördüğünü iddia ettiği  (7,5) Metrelik dev adamlara ne demeli? Benim Köyüm olan Hatundere köyünün Yaman Köy tepesi eteğinde tarla açan Dayım, eski bir mezarda, kol kemiklerinin normal bir insan boyundan uzun ve kafatasının da çok büyük kazandan daha büyük bir azman adam iskeleti bulmuş ve korkusundan bunları dağıtmış. Bilgisizlik ve Dev masalları paniklemesine neden olmuş!
            Sudan’ın kuzeyinde yaşayan ilkel Doganlar’ın Sirüs yıldızıyla ilgili bilgilerine ne demeli!
            Giovanni Scognamillo,”Uzaydan geldiler” adlı eserinin 46’ıncı sahifesinde:
            “Agrest! Uzay yaratıkları füzeler kullanarak yeryüzüne indiler ve tanrı sayıldılar, Dünyamıza kültürlerinden öğeler, özellikle Evrenle ilgili bilgiler getirdiler. Uzaydan gelen tanrılar hakkında efsaneler O zamandan beri yayıldı. Yunan, Çin ve çoğunlukla Güney Amerika Mitolojilerinde yer aldılar. Uzay yaratıkları, Dünyamızı araştırdılar; Dünyamızı üs olarak kullanıp, Güneş Sistemini taradılar. Dünya’da kaldıkları süre içinde, Nükleer Patlamalara neden oldular.” Aynı yazar, günümüzde yaşanmış çok ilginç bir öyküyü de anlatmaktadır. S.71:” Tana Adası, Okyanus’ta küçücük bir adadır. Bu ada yerlileri; tanrı John Thrum’un dönüşünü beklemektedir. Tanrı John Thrum, uçan bir kuşla tana adasına gelmiş, halka hiç bilmedikleri yiyecek ve içecekler vermiş, Buzdolabı ve Jeneratör getirmiş, bu arada bazı yasaklar da koymuş, Güzel Kızlarla evlenmiş, onlardan çocukları olmuş; günün birinde de uçan kuşuna binip, gitmiş. Yapılan araştırmalar sonunda; Tanrı John Thrum’un, arızalı C–47 uçağı ile Tana adasına inen bir Amerikalı Pilot teğmen olduğu anlaşılmıştır.”Asırlardan beri insanoğulları, birer Teğmen John Thrum mu beklemektedirler dersiniz!
            Tevrat’ta: ”Yüzbaşılar, Binbaşılar ve Kâhin Elezer’in tanrılara ganimet altın ve gümüş sundukları” anlatımı vardır. Ayrıca: ”Tanrıların seçtikleri kadınlarla çiftleşip, onların başkalarıyla çiftleşmesini engellemek için, onları çöl ortasında korumaya aldıklarının.” Anlatımı da” vardır.
            En ilginci de HEZEKİEL Peygamberin Babil’den helikopter ile Kudüs’e uçuşunun anlatıldığı bölümdür. Hezekiel Peygamber, Tevrat’ta belirtilen dört büyük peygamberin üçüncüsüdür. Diğer büyük İsrail peygamberleri; Yeşaya, Yeremya ve Daniel peygamberlerdir. Hezekiel; İbranice TANRI GÜÇLÜDÜR anlamında bir deyimdir. Hezekiel Kudüs’deki Yahudi Kıralı YOAHİM ile birlikte, MÖ.586 yılında, Babil’e sürgün edilmişti. Hezekiel Peygamberin adı, Kur’anı Kerimde, ZÜLKİFL(a.s.)olarak geçmektedir.  Onun en önemli anlatımı dört pilotlu bir uzay aracı UFO’NUN tanımıdır.
Hezekiel,
Bap–1:
            “Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın beşinci gününde, ben Keber ırmağı yanında sürgünler arasında iken, vaki oldu ki, gökler açıldı ve Allah’ın rüyetlerini gördüm.
2-Ayın beşinci gününde—Kıral Yehoyakin’in sürgünlüğünün beşinci yılı idi.
3-Kildanılar diyarında, Keber ırmağı yanında, Buzinin oğlu kâhin Hezekiel’e Rabbin eli onun üzerinde idi.
4-Ve baktım ve işte, şimalden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında, sanki ateş ortasında ışıldayan madenden.
5-Ve onun ortasında dört canlı mahlûk beraber çıktı.--- ve her birinin dört yüzü vardı ve onlardan her birinin dört kanadı vardı.
7-Ve ayakları doğru ayaklardı ve ayaklarının tabanı buzağı ayağının tabanı gibi idi ve cilalı tunç gibi pıırıldammakta idiler.
8-Ve dört yanlarında, kanatları altında insan elleri vardı; dördünün de yüzleri ve kanatları şöyle idi
9-Kanatları birbirine bitişmiş idi; yürüdükleri zaman dönmüyorlardı; her biri dosdoğru olarak ileri yürüyordu.”
10-Yüzlerinin benzeyişi ise, onlarda insan yüzü, sağda dördünün aslan yüzü ve solda dördünün öküz yüzü, dördününde kartal yüzü vardı.
Bu şekilde yüz görünümleri değişik insanlar nasıl olur diyenlere de iki çift sözüm var: Asıl adı Michel de Nostredame olan(14Aralık 1503–2 Temmuz 1566),Nostradamus’un ünlü dörtlüklerinin çevirilerini okumamış olanlara çok ayıp etmişsiniz derim. Nostradamus, ateş saçan uçan makinelerden ve domuz başı görünümlü insanlardan söz eder. Günümüzde ve dünümüzde, uçak pilotlarının oksijen başlıkları ile görünümleri neyi andırmaktadır!
 Aztek dinleri ve Aztek tanrıları ile ilgilenenlerimiz hatırlamalıdırlar. Bendeniz unutmadım da! Azteklerin en önemli tanrılarından birisini ADI ”QUETZALCOATL’—Tüylü yılandır-. Nahuatl dilinde “Efendimizin Rahibi) demektir. Quetzalli: Değerli tüy; Coatl=Yılan demektir. Bu tanrı, bir roket içinde ve oksijen maskesiyle tasarlanmıştır.
11-ve yüzleri ve kanatları yukarıdan ayrılmıştılar; her birinin iki kanadı biri birine bitişmişti, iki kanat ta bedenlerini örtüyordu
O uçan aletten çıkanları tarif ettikten sonra: ”Canlı mahlûklara benzeyişine gelince, onların görünüşü yanan ateş közleri gibi, meşalelerin görünüşü gibi idi; canlı mahlûkların arasında o ateş inip çıkıyordu ve ateş parlaktı ve ateşten şimşek çıkıyordu.
14-Ve canlı mahlûklar şimşek çakışı görünüşü gibi koşup geri geliyordu.
15-Ben canlı mahlûklara bakarken, işte, canlı mahlûkların yanında, onların her dört yüzü için, yerde bir tekerlek vardı.
16-Tekerleklerini ve yapılarının görünüşü gök Zümrüt gibi idi; ve dördünün benzeyişi birdi; ve görünüşleri ve yapıları, sanki tekerlek içinde tekerlek.”O aletin tanımı anlatılmaktadır:
19-Ve canlı mahlûklar yürüdükçe tekerlekler onların yanında yürüyorlardı ve canlı mahlûklar yerden yükseldikçe tekerlekler yükseliyordu.
20-Ruh nereye gitmek istedi ise oraya, ruhun gitmek istediği yere gidiyorlardı ve tekerlekler onların yanında yükseliyordu; çünkü canlı mahlûkun ruhu tekerleklerde idi.” Tekerleklerin tanımlanması anlatılmaktadır.
            “”22-Ve canlı mahlûkların başları üzerinde gök kubbesi benzeyişi, korkunç billur gibi, yukarıdan başları üzerine yayılmıştı
23-Ve kubbe altında kanatları birbirine doğru dümdüzdü;”Burada da Hezekiel peygamber ömründe hiç görmemiş olduğu bir uçan cismi ve bu cismin özel donanım içindeki kullanıclarını anlatmaktadır. Bu büyükçe uçan makineye dört küçük makine daha gelerek onun üzerine binmişler. Hezekiel, bu alete binerek yükselmiş ve gökyüzünden yerin görünüşünü bir pilotun anlatımı ile anlatmıştır. Bir Amerikalı, Hezekiel’in tanımladığı uçan makineleri yaparak uçmuştur. Bence meraklısı bir Tevrat bulur ve Kur’anı Kerimde bile Peygamber olarak adı geçen Hezekiel Peygamber bölümünü okur. Bizler; bir şeyin farkında olamamaktayız. Tevrat’ta “RAP YEHOVA” adını” ALLAH” olarak tercüme ederek okumaktayız! Yehova-Yahve-Hz. Musa’nın mensup olduğu Yahudi Kavminin rüzgâr tanrısıdır!
            Ünlü Filozof Cemil Sena Ongun;”filozoflar Ansiklopedisi’nin 2’inci cildinin 381’inci sahifesinde şöyle demektedir:
            “Herkes için aynı olan bu âlemi, tanrılardan ve insanlardan hiçbiri yapmadı; fakat o daima vardı, vardır, daima da ölçüyle tutuşup, ölçüyle sönen ebedi olacaktır. Bu konuda söylenecek çok şey vardır ve olacaktır. Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra:
            “Helois! Helois! Lama Sabaktani!”—Allah’ım! Allah’ım! Beni niçin bıraktın?”Diye haykırması da çok ilginçtir! Bir Romalı askerin, mızrağının ucuna takmış olduğu süngerle Hz. İsa’ya koklatmış olduğu şey ne idi ki; Hz. İsa, hemen ölmüştü, ya da bayılıvermişti! Birileri Hz. İsa’yı yüreklendirmek için:”Dayan İsa! Arkandayım “mı demişti? Bu birileri, Tur Dağına arkasından dumanlar çıkaran bir uçan aletle inen ve Hz. Musa’ya o sihirli sandığı veren olmasın?
            Hep göklerden bir şeyler beklememiz; Papaz Jean Meslier’i bile çıldırtmıştı.1732 senesinde; “Aklıselim”—Le Bon Sens-- adlı bir kitap yazarak insanları uyarmıştı:”Gökten gelen rahmet; yerden yükselen olguların, aslına dönüşerek, tekrar yere inmesidir”.Gökten düşen bombalar da yeryüzünün eseri değil midir? Atalarımızın gökten geldiğimizi söylemelerinin bir dayanağı olmalıdır.”KUT” boş bir söylem olmamalıdır. Dünyayı da yaşanmaz hale getirerek yaşanabilir hale dönüşen Mars’ta torunlarımız dünyamıza ait, kim bilir ne öyküler anlatacaklardır!
            Beni İsrail kavmi; MÖ.586 tarihinde, Nabukodonosur(Nabukatnezzar) tarafından Babil’e sürgün edilmişti. Bu tarih, Tevrat ve Beni İsrail Kavmi için bir dönüm noktası sayılmıştır. Sürgün 40 yıldan fazla sürmüştü. Hz.Musa, MÖ.. XIII’ üncü yüzyılda yaşadığına inanılan bir mistik kişidir. İbranice adı MOŞE, Suyla gelen demektir. Hz. Musa’nın adının etrafında oluşturulan mit İsraillileri biri birlerine kilitli ümmet ulus haline getirmiştir. Beni İsrail Kavminin tarihi Yahudiler için bir din olmuştur. Çekilen sıkıntılar ve acılar zulmedenleri lanetlerken, İsrail ulusuna da zulümde örnek olmuştur. Tevrat’ın aslı ve kökeni, Hz. Musa’nın tanrısının, Yehova’nın, Hz. Musa’ya verdiğine inanılan on ya da onüç emre dayanır. Bu emirlerin üzerine, İsrail Kavmince İsrail tarihi ve Tevrat oturtulmuştur. Babil sürgününe kadar yazılmış olan Tevratlarda, tufan öyküsü yoktur. Babil sürgününden sonra yazılmış Tevratlarda, Nuh Tufanı öyküsü de yer almıştır.1836’dan sonra; Ninova, Ur ve Uruk’ta yapılmış olan kazılarda, Gılgamış destanının yazılı olduğu kil tabletler bulunmuştu. Günümüze kadar (300) dizelik bir destan bölümü bulunmuştur.
            Şimdi ilginç olan bir durum da, Güney Amerika’da bulunan ve bir tufanı anlatan Popal Vuh’lardır. Burada anlatılan tufan ile bizim kıtamızda anlatılan tufan öyküsü; insanların belleklerinden silinmeyen bir tufan olayını akla getirmektedir.
            Kömür ocaklarının bulunduğu yörelerde Eğrelti otlarını görmekteyiz. Bunların, kömürün oluşumundan önce (38) metre yüksekliğe varmış oldukları kanıtlanmıştır. Bu boya nasıl gelmiş, günümüzün iki metrelik otları! Sera etkisi yalınız ve yalınız güneş enerjisi ile mi olur? Su gereksinimi de önemli değil mi?
            Aklımıza başka bir soru da gelmektedir: Bu tufan olayı bizim dünyamızın bir yöresinde mi olmuştur? Yoksa başka bir Gezegende mi olmuştur. Daha önceki bölümlerde anlatmış olduğumuz gibi,”her hayvanın tohumundan al!”Anlatımı başka semavi kitaplarda da yoktur. Suni döllenme tekniğini bizim insanlarımızdan önce bilen çok ileri bir toplum mu, böylesine çok büyük bir göksel felakete uğramış mı dersiniz!
            Dini kitaplardan ve dini anlatımlardan yola çıktığımızda,”tanrı kavramının” doğa altı bir durumda anlatıldığını görüyoruz. Tanrımız, yaratmak için hep aracı kullanmaktadır. Doğal olaylara etki yapabilir.”Aslanın burnuna Şırak! Diye sopayı vurdurur, kedileri aslanın burnundan çıkartır. Domuzları, Filin kıçından çıkartır! Fil erkek midir, dişi midir, bunun önemi de yoktur!
            Zakkumun yaprağını yiyen Arabın develeri ölürler. Tanrımız, Zakkum ağacını cehennemde açmakla cezalandırır!
            Hz. Muhammed’in iki kızı da Amcası Ebu Lehep’in iki oğlu ile evlidirler. Ebu Lehep, oğullarını boşatır. Hemen 111’inci Tebbet ya suresi nazil olur.
            80 numaralı abese Suresinin 17’nci ayeti de:”Kahrolası insan! Ne inkârcıdır!”Bunları yorumlamak inanca kalmıştır. Secde suresinin 7’inci ayeti:”Allah; her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.”Demektedir.95’inci surenin 5’inci ayeti de:”Gerçekten biz insanları mükemmel şekilde yarattık!” Demektedir. Rahman suresinin 29’uncu ayeti de:”Allah, her an yaratma halindedir”Diyor. Ve mülk suresi 3-4’üncü ayetlerinde:”Allah’ın yarattıklarında uyumsuzluk yoktur”,denilmektedir. Tevrat’ta ve Kur’anı Kerimin Nuh Tufanı ile ilgili ayetlerinde başka türlü değerlendirmeler olduğu da ortadadır.
            Benim dikkatimi çeken bir olgu da; Dünya üzerindeki yaşamın insanoğluna göre programlanmadığı yönündedir. İnsanoğullarını Dünya üzerindeki yaşam biçimi, diğer canlıların yaşam biçimlerine hiç uymamaktadır. İnsanoğlunun dünyaya uymayan bu program dışılığı, Dünya üzerindeki yaşama uyumsuzluğu ve uygunsuzluğu nedeniyle büyük bir doğal yıkımın belirtileri ortaya çıkmıştır.
            Şimdi; isterseniz, Dünya üzerindeki bir armoni gibi, biri birine uyan ve biri birlerini dengeleyen yaşam biçimleriyle, insanoğlunun salla parti yaşam biçimimine ve dünya dışılığına bir göz atalım:
            İlkbaharda; tüm bitkiler ve tüm ağaçlar çiçek açıp, sonunda da meyveye yatarlar. Arılar, Kelebekler ve Böcekler, bu çiçeklerin üzerine konarak, hortumları ile tatlı özsularını emerler, ayaklarıyla da çiçek tozlarını, çiçek spermlerini alırlar. Bu tozlarla çiçekleri dölleyerek ağaçların tohumlu meyve vermesini ve hayatın devamını sağlarlar.
            İncir ağacının münasip bir yerine, yabani incir kobalakları dizilerek bağlanmaktadır. Bu kobalakların içersinde yaşayan küçücük incir sinekleri-ilek-incirin çiçeklerini dölleyerek incir ağacının meyve vermesini, insanlar dâhil birçok canlının yaşamsal gıda almasını sağlarlar.
            Çiçeklerin renk, renk olması; onların üreyebilmelerinin ve yaşamın devam etmesinin bir gereğidir. Dünya üzerinde tek renk çiçek olsaydı; tüm çiçekler döllenemeyeceklerinden, çiçeklerin ve canlıların nesli de tehlikeye düşerdi. Aynı renk Gülden bal alan böcek, öteki aynı renk güle gittiğini sanarak o Gülü es geçerdi. Tüm aynı renk Güllerden bal aldığını sanırdı.
Hayatlarının devamı için, aynı cins çiçeklerin ayrı renkte olmaları zorunluydu. Leş sineklerini üzerine çekerek, üremesini sağlayabilmek için, yılancık çiçeği leş görümünde ve leş kokusunda olmak zorundadır.
Tüm bu renk cümbüşü ve böceklerle çiçekler arasındaki uyum bir rastlantının eseri olmaması gerekmez mi?
Aynı toprak parçası üzerinde bin bir renkli çiçeklerin açmaları da, yalınız toprağın özelliği olmaması gerekir.”Rengimi gör ve gel! Balımı da al, yaşamını sürdür. Çiçek tozumu alarak döllenmemi sağla ki, ben de yaşamamı sürdürebileyim. ”Olgusudur tüm bu olanlar. Bu olgular; ”Almak ve Vermek” doğal yasasının bir sonucudur.
Bu almak ve Vermek olgusu, bir miras olarak daha sonraki böceklere, arıya, kelebeklere ve çiçeklere geçmektedir. Bu bir doğal programın eseridir. Bütün kuşlar, her meyvenin olgunlaşma mevsiminde olgun meyveleri yiyerek, yavrularına da taşırlar. Çitlembik ağacının meyvesi kırmızıdan yeşile döndüğünde, çeşitli türdeki kuşlar çitlembik ağacının sürekli ziyaretçileridirler. Bu olguları asmada ve incir ağacında da gözlemek mümkündür. Kuşlar, yemiş oldukları meyvelerin etli kısmını hazmederek çekirdeklerini dışkılarıyla dışarı atmaktadırlar. Atılan dışkıların yardımıyla da yeni meyve ağaçları ortaya çıkmaktadır. Bu doğal üretme olgusu her cins tohumlu ürünlerde olmaktadır. Ve bu olgular, İnsanoğlunun dışında uygulanan bir doğal programın sonucudur!
            Antalya; Manavgat ve Akseki yöresindeki dağlarda ki milyonlarca Delice dediğimiz zeytin fidanı neyin ve kimlerin eserleridir! Ormanlarda yaşamakta olan sığırcı ve karatavuk gibi kuşlar, ermiş zeytin tanelerini yutarak, çekirdeklerini dışkıları ile dışarıya atarak yabani zeytin ormanlarını ve dahi İncir ormanlarını yaratmaktadırlar. Manisa ve Uşak dağlarındaki sahipsiz delice armut ağaçlarının var oluş nedenleri de bu alış-veriş yasasının bir doğal sonucudur.
            Issız dağ başlarındaki göllerde ve derelerde her çeşit balık mevcuttur. Bu balıklar buralara nasıl gelmişlerdir!
Benim doğduğum köyün derelerindeki balıklardan köycek yararlanılmaktadır. Derik ilçemizin batısındaki derelerden ve gölden, jandarma bölüğüne yetecek kadar, cins ve cins balık avladığımı hiç unutmadım. Komşumuz Fatma Bacı, kendilerine verdiğim balıkları yiyemediklerini anlatmıştı. Nedenini öğrendiğimde de utancımdan mosmor kesilmiştim; hayatlarında hiç balık yemedikleri için, balıkları pulları ile kızartmışlardı!
Çakal ve Tilki olmasaydı; Tıpta kullanılan çok önemli bir bitki de var olamazdı. Böyle söylüyor Tıp Bilginleri. Çakal ve Tilkinin sindirim sistemleri ol bitkinin kabuğunu örten sert kısmı da sindirerek dışkısı ile tohumun toprakta yeşermesini sağlıyorlarmış. Doğrudan doğruya toprağa düşen tohum, dış kabuğu nedeniyle, filizlenemeden çürüyüp gitmekteymiş. Bizler de kör bir bilinçsizlikle ve acımadan öldürdüğümüz bu hayvanlar sayesinde yaşamsal öneme haiz bir ilaç üretebiliyoruz. Konya’da helikopterlerle Tilki avına çıkanların kürkçü dükkânlarına Tilki postlarını sattıklarını bizzat görmüştüm!
Ekolojik denge, hayvanlarla ağaç ve bitkiler arasında varılan bir anlaşma sonucu kurulmuştur. Tüm canlılar, hava ve sudan yararlandıkları gibi, aynı enerjiden de yaralanmaktadırlar. Ağaçların gıdaları ile canlıların gıdaları da hep aynı değil mi? Ceviz, Badem, Kestane, Buğday, Nohut ve Bakladan hem kendileri yetişmek için yararlandıkları gibi hayvanlar ve insanlar da yararlanmaktadır. Yaşamak için tüm boyutlarımız hep aynı! Farklı olan da düşünce boyutumuz. İnsan hep doğadan alıyor; insan Doğaya ne veriyor! İnsanoğlu, Dünyayı içgüveysi olarak gelmiş olduğu ev gibi görüyor ve hep kirletiyor, öldürüyor ve yok ediyor. Amerika’ya ayak basan dinleri bütün Beyazların! Amerikalı yerlilere ve Bizonlara yaptığını yapıyor.19’uncu asrın sonuna gelindiğinde; Koskoca Amerika kıtasında(1000.000)Bizon öldürülmüş; geriye sadece ve dahi sadece(70),YETMİŞ BİZON kalmıştı! O beyazlar nasıl Amerika kıtasına göre programlanmamış birer haydut iseler; insanlar da bu Dünya yaşamına göre programlanmış bir dış dünya yaratığıdır.
İnsanoğlunu eğitmek için açılmış bulunan bunca eğitim kurumları, ancak ve dahi ancak kaliteli suçlu ve soyguncu yetiştirebilmektedir. İnsanoğlu’nun tahsili yükseldikçe BEYAZ YAKA SUÇLARI DA TAVANA VURMAKTADIR. İnsanoğlunun ruhundaki kötülük, zarar verme ve her canlıyı yok etme programı gelmiş olduğu Gezegendeki halini taşımaktadır. Birisine ve her hangi bir canlıya bir kırıntı vermelerini ”İNSANİYET” sıfatı ile anlatmaktadır insanoğulları. Yuvasına karnı tok olarak dönen bir Yarasa’nın, hastalık ve sair nedenlerle yuvasında aç kalan Yarasa hemcinsinin ağzına besinin yarısını kusmasına ne buyurulur! YARASANİYET Mİ?
On senelik bir binayı yıkan mimarın gördüğüne ne buyurulur! On sene önce; bina yapılırken ayağına çivi batmış bir kertenkele yaşamaktadır. Mimar, merakla bekler: Biraz sonra bir ikinci Kertenkele gelerek ayağı çivili Kertenkeleyi doyurur: Buna neden KERTENKELİYET demiyoruz!
İnsanoğulları, Dünyayı da gelmiş oldukları Gezegen gibi yok edeceklerinin bilincinde de değildirler. Kızılderili Kabile Reisi ne güzel söylemiş:
“Son ırmak ve son ağaç kuruduğunda ve son balık ta öldüğünde, Beyaz insan paranın yenmeyeceğini anlayacaktır!”
Geçenlerde gazetelerimize de yansımıştı. İDA-KAZ- dağında, alçak bir haydut tarafından çifte ile vurularak yaralanmış olan bu Dünya’nın gerçek sahiplerinden bir GEYİK, yaralı olarak ve can havliyle, JANDARMA KARAKOLUNA SIĞINMIŞTIR! HAYVANLARIN ZEKÂ VE BİLİNÇLERİ BİZİM ZEKÂ VE BİLİNÇ BOYUTUMUZUN ÇOK ÜSTÜNDE OLMALIDIR.
Benim köyüm olan Hatundere Köyünün kuzey ve güneyinden batıya doğru dört adet dere akmaktadır. Köyümüzün camisinin arkasından akmakta olan dereye, Cami Deresi denilir. Dereler, çınar ağaçlarının gölgesinden ve etrafında oluşan çeşitli ağaçların arasından batıya doğru akmaktadır. Cami Deresini iki kıyısında; göz alabildiğine Karpuz, kavun ve Domates yetişmektedir. Bunları eken de yoktur. Buralarda yüzen, kuş ve balık avlayan köy çocuklarının, buralara doğal ihtiyaçlarını gidermiş olmalarıdır! Bu, süper bir aklın canlılara uygulamış olduğu bir süreklilik programının sonucudur!
Dünya üzerinde; her canlının kalıtım yolu ile öğrendiği basit bir yaşam biçimi vardır: Her canlı, doğar, büyür, beslenir ve çiftleşir. İçgüdüsel olarak belirli davranışları programlandığı gibi sergiler ve ölür. Hayvanlar ve diğer canlılar otlardan ilaç yapmasını bilemezler. Şempanzeler, bağırsak solucanlarını bir ağacın yapraklarını çiğneyerek düşürebilmektedirler. Doğadan almış oldukları besinleri doğal olarak tüketirler, Esrar, Eroin, Kokain ve sigara yaparak hem cinslerine zarar verme huyları da yoktur. Kürkleri ve sırtlarındaki pulları ile tabiat olaylarına karşı korunurlar. Yılan ve Ayı gibi hayvanlar da kışın besin maddesi bulamadıklarından kış uykusuna yatmaktadırlar.
Deve ve tropikal bitkiler, kuraklığa karşı yağmur ve su mevsimi, su depo ederler. Kaktüs bitkileri, depo ettikleri suyu çok lezzetli meyvelerini saldırıdan korumak için, çok ince dikenlerle bezenmiştir. Isırgan otu, acı biber ve acı badem yenilmelerini önlemek için zehir oluşturmuşlardır. Cırtalak, ya da Ebu Cehil Karpuzu denilen bitkinin yaşlı meyveleri kendilerine zarar verecek olanların yüzlerine fışkırarak onları püskürtür. Yılan ve Akrep te, zehirlerini korunma aracı olarak kullanırlar. Genellikle yılanlar, avlarını ve saldırganlarını ısırarak zehirler. Bir cins yılan da zehirini avlarının ve saldırganlarının yüzlerine fışkırtarak zehirlemektedir. Zehirli dikenleri aracıyla düşmanlarının canlarını yakarak korunan balıklar da vardır.
Dünyanın en güzel çiçeklerinden birisi olan Gül’de, sapında oluşturmuş olduğu dikenleriyle olur, olmaz böceklere karşı kendisini korumaktadır. Döllenmesine yardımcı olacak arı ve kelebekler için de en çarpıcı renkleri sergileyerek, tatlı bir özsuyunu onların yararlanmasına sunmaktadır.
Böcekler ve çiçekler arasında, her iki tarafın çıkarına dayalı olarak yaratılan program, onların yeni nesilleri tarafından da uygulanmaktadır.
 Yumurtlayarak çoğalanların bol yumurta yumurtlamaları ve kuluçka sürelerinin çok kısa olması başka canlıların bunlardan yararlanmalarına yönelik olmasın!
Almak ve Vermek, insanoğlu dışındaki canlıların yaşamlarının ve üremelerinin bağlı olduğu bir Dünya programına bağlı olduğu gözlemlenmektedir. Otla beslenen canlılar, çayırlardan almış oldukları otlara karşın, gübrelerini çayırlara bırakarak yeni otların büyüyüp te gelişmesini sağlamaktadır.
İnsanoğlunu ele aldığımızda görürüz ki, insanoğlunun Dünyamıza hiçbir katkısı yoktur. Yalınız ve dahi yalınız, TÜKETMEK, KİRLETMEK VE YOKETMEYE GÖRE PROGRAMLANMIŞTIR! Her şeyi, kendi dar görüşü ve doymak bilmeyen çıkarlarına göre yorumlamaktadır! Dünya üzerinde kendi hemcinsine zarar veren yalınız İNSANOĞULLARIDIR! Diğer canlılar kendi hemcinslerine zarar vermezler. Yemek için öldürürler. İnsanoğulları öldürmek için öldürmektedirler. Diğer canlıların aksine, Dünya üzerindeki, insanoğulları dâhil, tüm canlıları toptan öldürmek için kitlesel öldürme silahları yaratmanın peşindedirler. İnsanoğlunun bu programı, Dünyasal bir program olmayıp; Dünya’ya gelmek zorunda kaldıkları ve kendilerini programlayan Gezegeni de yok ettikleri bir programdır!
İnsanoğulları, çok tanrılı dinlerde,”tanrılar ya da ZEÜS verdi” söylemleriyle keser, öldürür ve yerlerdi. Tek Tanrılı dinlerde de bu olguyu ve yetkiyi TEK TANRI’YA bağlamasını bildiler.”Allah’ın Emri” her suçu örtmeye yetti! Tanrı’yı kullanma yetkilerini SOMUTTAN SOYUTA taşıdılar! Bu yorum, her insanın ilkel çıkarlarına ve öldürme programlarına çanak tutacak yetkileri vermiştir. İnsanoğlunun yalınız kendisi cennete gider; oradaki Huriler ve Gılmanlar da insanoğlunun seks kölesidir.”İnsanoğlu sonsuza değin bedava yer ve içer; ellenmemmiş ve dillenmemiş dik memeli bakireler de, Cennette ve ipek yataklar üstünde, onları beklemektedir!”
Friedrisch Wilhelm Nietzsche-Nişi-“Zerdüşt Böyle Buyurdu!”Adlı bir kitap yazarak Manheizm’in peygamberini konuşturmuştu. Ünlü Türk Filozof’u ve Hz. Muhammet’in Ahfadı Cemil Sena Ongun da, bu dinin tanrısı Ahuramazda’yı konuşturduğu “Ahuramazda Böyle Dedi” adlı şiirsel ve felsefik bir eser yaratmıştı. Bir grup insanoğlu tanrıya giderek “GERÇEĞİN” ne olduğunu öğrenmek isterleri Yola çıkan elli kişinin 46 kişisi geri döner. Altı kişi bir yere vardıklarında, parlak bir buluttan bir ses duyarak yere kapaklanırlar. Ol ses:
“İnsanoğulları neye geldiniz?”Diye gürleyince ödleri ısıtır. En genç Bilgin, yattığı yerden:
“Gerçeği öğrenmek için sana geldik!”Der. Ses, daha da büyük bir hiddetle:
“İnsanoğulları sizi yarattığıma bin pişmanım. Ben kimseye ne yapacağınız hususunda bir şey söylemedim. Yaptığınız tüm kötülükleri ve söylemediğim sözleri bana yüklüyorsunuz. Kuşlardan ve çocuklardan neden ibret almıyorsunuz!”Der ve kesilir. Bulutun parlaklığı da yok olur, dünyayı da karanlıklar kaplar.
Büyük Alman Düşünürü Johann Wolfgang von Goethe(26 Ağustos1749-22--- Mart 1832),”Genç Werther’in Istırapları!” adlı bir roman yazar. Acılarına dayanamayan Genç Werther intihar eder. Bu roman yüzünden 18’inci asırda;Avrupa’da intiharlar artınca,Romanın yayımı bir süre yasaklanır.İnsanların ruhsal yönden çürümüşlüğünü irdeleyen Goethe,bir öneri ortaya atar:
“İnsanlar, neden KUŞLARI ve ÇOCUKLARI örnek almazlar?” Der.
İnsanoğullarının Amerika kıtalarına ayak basmaları bu kıtaların canlıları için tam bir felaket olmuştu. Bütün günahları, kendi vatanlarında yaşamak olan Kızılderililer vahşice öldürülmüşlerdi, Nice uygarlıklar yıkılmıştı. İnsanoğulları kaçmak zorunda oldukları Gezegenlerinden Dünyamıza inince de Beyazların Amerika Kıtaları canlılarına yaptıklarını Dünya canlılarına uygulamıştı. Dünyamızı bir vatan olarak değil de bir müstemleke olarak görmüşlerdi.
Zora düşen İnsanoğlunun uyduramayacağı doktrin ve ortaya koyamayacağı kendi çıkarlarını eksen alan bir düzen yoktur.
İnsanoğlu’nun yine İnsanoğulları tarafından Canları, malları ve ırzları tehlikeye düştüğünde Sosyal Sözleşmeye sarılırlar. Alman, İtalyan ve Fransız filozofları bu konuda yarışa girerler. Habbs ile başlamış olan bu yarış, sonunda Locke ve Jean Jacgue Rousseau’ya dayanır. J.J.Rousseau, Cenevre ve Fransa’da yaşayan, babası İstanbul’da Osmanlı padişahının sarayında saatçilik yapan bir Fransız filozofudur. Dünyayı Cenevre, dünya yüzünde yaşayan insanları da Cenevre’de yaşayanlardan ibaret saymaktadır. Paris’i ve Londra’yı görünce de nutku tutulur; Adnan Menderes’i ölüme götürecek olan “Genel İradeyi” daha derinlere indirir.”Contrat social’i”, yazar.
Locke, İngiliz Monarşisine karşı, Kuzey Amerika’daki İngiliz sömürgelerini ayaklandırır.
İnsanlar; Hayatlarını, mallarını ve Irzlarını korusunlar diye, hak ve yetkilerini devretmiş oldukları yöneticiler, devralmış oldukları bu hakları kötüye kullanırlarsa, hak sahiplerini ol salak yöneticileri devirerek, devretmiş oldukları yetkilerini geri alma hakları vardır!
Bir taraftan bu konudaki çok geniş düşünceler insanlara ulaştırılırken bir taraftan Tanrı adına CİHAT ve GANİMET MEŞRU ilan edilerek insanların biri birlerini öldürmeleri emredilmektedir. Savaşlar, talanlar, ırza geçerek toplu öldürmeler sürüp giderken; diğer taraftan dünyanın gerçek sahibi olan hayvanlardan örnek alınarak düzenli, huzurlu ve kavgasız bir yaşam savaşı verilmektedir. Dünyadaki tüm canlıların yaşam düzeyleri insanlarınki hariç, hiç farklılık ve iniş çıkış göstermemektedir. Hem de bu canlıların okulları da yoktur.
            Bakınız insan yaşantısındaki insanları farklı etkileme yollarına.
Fransa’da; 16’ıncı yüz yılda, Jean Bodin adlı bir Fransız, Egemenin uşaklığına soyunmaktadır. İngiliz meslektaşlarından farklı olarak. Birileri, insanoğullarına dünya yaşamını öğretme savaşında, ötekiler de yok edilen Gezegendeki karmaşayı meşru kılma savaşında. Bu Jean Bodin;”Cumhuriyet’in Altı kitabı” adlı eserinde:
“Kıral, yönetim ve egemenlik hakkını Tanrı’dan almıştır. Bu hak devredilemez, bölünemez. Bu haktan feragat etmek te mümkün değildir. Egemenlik hakkı, tek ve mutlak bir haktır.” Der. Böylece, oluşmakta olan yerel otoritelere, feodal beylerin otoritelerine, karşı Tanrı’yı da kullanarak hukuksal bir kılıf hazırlamıştır.
Topçulukta ve keşiflerde meydana gelen büyük gelişmeler, merkezi otoritelere dayalı imparatorluklara ve köleleştirilmeye götürür insanoğullarını. Geride ne Toplumsal sözleşme ne de bireysel hak ve özgürlükler kalır. Bu arada hukuk ta egemenin iki dudağı arasından çıkan sözdür. Fransız Kırallarından xıv’üncü Louvi:
“Je suis L’etat!” “Devlet benim!” Buyurmuş.
İşte beşinci yıldızın patlamasına neden olan kafa ve dahi düşünce. Üçüncü bölümde buluşmak umudu ile.

 ( ÜÇÜNCÜ BÖLÜM) 

“insan, iyi yaşasa bile ölür,
        Fakat bir diğeri doğar.
  O da bu yazılara bakarak,
  Onların ne yaptığını bilir.”
      Omurtag, Eski Bulgar Hanı.
S.YA. Bayçaron, Avrupa’daki Eski Türk Runik Abideleri, s.x
“Hem okudum, hem de yazdım/
Yalan dünya senden bezdim!”
                        Türkü.

“Bir zevki yok gecesinde, gündüzünde,
Neyleyeyim ben bu yeryüzünde!”
            Mehmet Akif Ersoy.
“Elimde olsa, dünyayı küçümserdim;
  İyisine de, kötüsüne de yuf çekerdim.
      Daha doğrusu bu aşağılık yere,
       Ne gelirdim, ne yaşardım, ne ölürdüm.
       Ömür uzasa bile yaşam nasıl olacak?”
            Ömer Hayyam
Harald Dream adlı bir Alman yazar, “Uruk Aslanı Gılgameş” adlı romanlaştırılmış bir eser yazmıştı. Bu eserinin baş tarafına da, Asur Kıralı Asurbanipalın Ninova’daki saray kitaplığında bulunan Gılgamış Destanının, bir kil tablete yazılmış olan, Asurca metninden bir şiir eklemişti. Bu şiirde anlatılan Gılgamış’tır:
“O ki dünyanın son bucağına kadar bakabilir,
Her şeyi görür, her şeyi bilir,
Üstü örtülü olanı açığa çıkartırdı.
Tüm bilgelik ve tecrübeler ona aitti,
Suları görür, saklı olanı bulur,
Tufan öncesinden haber verir,
Bitap düşene kadar yol alırdı.
Tüm emekleri bir taşa kazınmıştır,
Çevresi duvarla örülü Uruk’ta,
Kutsal tapınak Eanna’nın surlarını o yaptırmıştı.”
Kur’anı Kerim; Mu’min suresi(40’ıncı sure) Suresi,27’inci ayet:”Gaybın anahtarları O’NUN, Allah’ın nezdindedir. O’nu, yalınız O bilir.”Ben, üşenmeden saydım GAYP ile ilgili olarak değişik Surelerde tam(44) adet Ayet gördüm.
Daha önceki bölümlerde, Güney Amerika’daki Aztek metinlerinde bir tufandan bahsedildiğini yazmıştım. Ortaasya’daki Türk efsanelerinde de bir tufan öyküsü anlatılmaktadır. Sayın Erdoğan Aydın,”Nasıl Müslüman Olduk” adını vermiş olduğu görkemli eserinin (301)’inci sahifesinde bu konuya da yer vermiştir:
“Yayık(Tufan) olacağını ilkin “Temrü müüstü kök teke”(demir boynuzlu gök teke)bildi.7 gün dünyaya dolaştı. Bağırdı.7 gün deprem oldu.7 gün dağlar ateş püskürdü.7 gün yağmur yağdı.7 gün fırtına oldu ve dolu yağdı.7 gün kar yağdı.7 aziz kardeş(büyüğü Erlik, tanrıcıl, nomçe; kitap, ehli Ülgen) gemi yaptılar. Her cins hayvandan birer çift aldılar.(Gemi Yal Mönkü adlı büyük dağda yahut Kosagaç’a yakın Iyık dağında hala durur!”Tufan bitti. Ülgen gemiden bir horoz saldı. O soğuktan öldü. Kaz saldı; o gelmedi. Kuskun(Karga) salındı; leşe daldı.7 kardeş gemiden çıktılar. Ülgen, Nom’dan aldığı güçle, insan yaratmaya girişti. Altın fincan içine kök çiçek koydu. Kardeşi Erlik, bu çiçeğin bir parçasını çalıp gene bir insan yarattı. Ve ilh” (A.V.Anohin. Keza).
“Görüyoruz. Türk toplumu, sünger gibi her şeyi emicidir. Akdeniz’den Altay dağlarına dek yayılmış Sümer medeniyetine özgü Tufan efsanesini, İslamlıktan önce, kendi çevresine göre benimsemiştir. İslam medeniyeti ile karşılaşınca, ondan da etkilenmemezlik edemezdi.”Asırlar geçmiş olsa bile Türk Toplumunun huyları hiç değişmemiştir. Müslümanlığa duyduğu şekilde inanır; Kürt Sait’in zırvalarına, cenneti geneleve çevirenlerin masallarına, gözyaşları içinde inanır, Bonanza Çiftliğindeki ilkokul mezununun masallarına, İslam Dinini bir şekiller halitası olarak sunan sahtekârlara da yürekten inanır!
Sümer efsanelerinin Ortaasya’ya erişebilmesi akla çok yatkındır. Sümerli Ünlü Lüdingirra, anılarında Ortaasya’dan Mezopotamya’ya geldiklerini anlatmaktadır.”Dedelerinin, Sarı saçlı ve Mavi gözlü insanların yaşadığı, kuzey yanı yüksek dağlarla çevrili, bir yerden bugünkü yaşadıkları yere geldiklerini anlatmaktadırlar. Hayret, Sarı saçlı ve Mavi gözlü insan olur mu?”Diye de hayıflanmaktadır! Sonra; araştırmalar yüzelli Sümerce kelimenin Türkçe olduğunu ortaya koymuştur. Mezopotamya ile Ortaasya arasında bir iletişim olduğu muhakkaktır!
Afganistan’da Mezar’ı Şerif öyküsü de dini içerikli bir öyküdür. Hz. Ali’nin cenazesinin bir deve sırtında, Mezar’ı Şerife ulaştığı öykülenmektedir. Hz. Ali’nin öldürülmüş olduğu yer ile Mezar’ı Şerif arasındaki mesafenin önemi yoktur. Devedeki Ali, tabuttaki Ali ve dahi deveyi çeken de Ali! Teslis! Bunun dahi anlamı yoktur; çünkü bu bir yüceltme öyküsüdür!
Gılgamış-Utnapiştim-Tevrat ve Kur’anı Kerim anlatımlarına göre de ortada örnek alınacak bir gemi modeli de yoktur. Tavuğun iskeleti örnek olarak verilmektedir. Mısır, Mezopotamya ve Güney Amerika piramitleri biri birinin benzeri! İki kıta arasında okyanuslar olduğuna ve gemi de olmadığına göre, Tufan olayı ve piramit benzerleri nasıl örnek alınmıştır!
Büyük İnsan ve Büyük Bilgin Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ Hanımefendimiz (75.000)çivi yazılı tableti tercüme ederek, Sümerler konusunda insanlığı aydınlatmıştır. Bu arada,”Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümerlerdeki Kökleri”adlı kitabıyla da düşünebilen beyinlere ışık tutmuştur. Nuh Tufanından söze derken bu kitaptan da söz etmemek eksiklik olur düşüncesindeyim:

“TUFAN”

“Çok eski çağlarda, insanları yok etmek amacı ile Tanrı tarafından büyük bir tufan yapıldığı hikâyesinin, yalınız, ilk Kutsal Kitap Tevrat’ta yazılı olduğu biliniyordu. Fakat geçen yüzyıl içinde NİNİNVE’DE yapılan kazılarda çıkan Asur kralı Asurbanipalın Kütüphanesi içindeki bir tablette aynı hikâye okununca (1872) büyük bir şaşkınlık yaşanmış ve bu inanç kökünden sarsılmıştı. Gılgamış Destanı’nın son kısmını oluşturan bu hikâye, ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a, tufandan kurtulup Tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen Utnapiştim tarafından anlatılmıştı.”Buraya bir nokta koyalım. Nuh Tufanından 2200 sene sonra yazılmış olan bir Anadolu destanındaki benzerliğe bir göz atalım:
Yunan Mitosunun tanrılarla bir tutulan en büyük kahramanı Atreus oğlu Agamemnon’dur. Kendisi Akha’ların Kralıdır. Kardeşi Menalaos ta Isparta Kralıdır. Baştanrı Zeus’un kuğu şekline girerek seviştiği Leda’dan olma Klytaimestra ile evlenmiş, karısının ikiz kardeşi olan Güzel Helen ile de kardeşi Menalaos evlenmiştir. Anadolu yakasında bulunan Truva şehrinde de Kıral Priamos, karısı Hekabe, Büyük oğlu Hektor, Kızı Kassandra ve Küçük oğlu Paris—Aleksansros-yaşamaktadır. Kral Menalaos’un Girit adasına cenaze törenine gitmesinden yararlanan, Isparta sarayına konuk olarak inen Paris, Güzel Heleni çeyizleriyle birlikte Truva’ya kaçırır. İşte bu olay, dokuz sene sürecek ve sonunda Truva’nın yakılmasıyla sonuçlanacak bir savaşa neden olur. Başkomutan Agamemnon’un komutasında Aulis limanında toplanan birleşik filo rüzgâr beklemektedir. Rüzgârların esmemesine kutsal bir geyiğin öldürülmesinin neden olduğuna inanan Agamemnon, Kızı İphigeneia’yi—İfijeni’yi— Aşil—Akhilleus—ile nişanlamak bahanesiyle Aulis’e getirterek Rüzgâr tanrısına kurban eder. Bu, onun da öldürülme nedeni olur. Dokuz yıl sonra; kapatma olarak yanında getirdiği Bakire Kassandra ile Mykene sarayına iner. Kendisini, Amcasının oğlu Aigisthos ile sevişen karısı Klyteamestra hınçla beklemektedir. İlk fırsatta, Kassandra ile birlikte öldürülürler. Krallar Kralı, Zeus düzeyine yüceltilen bir kahramanın ölümü böylece komik bir biçimde olur!
Diğer tarafta; İlyada Destanının asıl kahramanı Aşil’in öyküsü vardır. İlyada, Truva’nın ve Kral Agamemnon’un değil Aşil’in destanıdır:
Kral Peleus ile Deniz tanrıçası Thetis’in oğlu Akhilleus—Aşil—doğduğunda, anası onu topuğundan tutarak ölümsüzlük ırmağı Steks’e daldırır. Bu Aşil; Truva Kralı Priamos’un Yiğit oğlu Hektor’u öldürür. Paris’in atmış olduğu ok ta; Aşil’in Styk suyu değmemiş topuğuna isabet ederek ölümüne neden olur. Ölümsüzlük peşinde koşan Aşil de, bir okla öldürülerek ölümsüzlüğe kavuşur. İki destanın ortak yanları yalınız bu kadarcık değildir.
*Bilge Kral Gılgamış her şeyi önceden bilmektedir.
*Her şeyi önceden bilen Kassandra; kendisiyle sevişmediği için Apollon’un ağzına tükürmesi nedeniyle kendisine kimseler inanmamaktadır.
*Tahta at fikrini ortaya atan Kalkhas ta her şeyi bilmektedir.
Ünlü İzmirli Kör Ozan Homeros, İlyada da, Aşil’e şöyle dedirtmektedir:
                “Anam! Kısacık bir ömür sürmek için doğurdunsa beni,
                 Uzun değil, kısacık bir ömür verdi kader sana!”
Biz yine de dönelim konumuza.“Asurbanipalın saray kitaplığında bulunan Tufan öyküsü Akadça yazılmış olduğu halde, öyküde geçen bazı kelimelerin Sümerce olduğu dikkati çekmişti. Philadelphia Üniversitesi Müzesinde bulunan bir kırık tabletin Sümerce ve manzum bir şekilde yazılmış olduğu görüldü. Tanrılar insanlara kızarak, bir Tufan yapmaya karar veriyorlar. Ziusudra isimli birine bir tanrı tarafından durum bir duvar arkasından bildiriliyor. Kırık tabletteki bu satırlar şöyledir:

“Alçakgönüllü ve saygılı olan

       Her gün tanrısal görevlerine dikkat eden
       Ziusudra’ya Tanrı Enki,
      “Duvardan bir söz söyleyeceğim sözümü tut!
       Kulak ve söyleyeceklerime!
 Birden bir Tufan kült merkezlerini kaplayacak,
  İnsanlığın tohumu yok olacak,
  Tanrılar meclisinin sözü karardır,
       An ve Enlil’in emirleriyle/ Krallık, Hükümdarlık son bulacaktır!”
Bundan sonra tabletin kırık kısmı geliyor. Burada geminin nasıl yapılacağı bildirilmiş olmalı. Metnin yine okunan kısmında, Tufanın bütün şiddetiyle memleketi kapladığı;7 gün,7 gece sürdüğü, bittiğinde Ziusudra’nın Tanrılara kurbanlar yaptığı yazılı. Buradan çok ilginç bir gözleme varıyoruz. İlyada Destanı, MÖ.1200’lerde meydana gelmiş bir olayın, MÖ.800’lü yıllarda yazıya dökülmüş halidir. Doğa olaylarına karşı Krallar Kralı, Zeus’la bir tutulan Agamemnon dünyalar güzeli kızı İfijeni’yi kurban etmekten çekinmemektedir. MÖ.3500’lü yıllarda yazılmış olan Tufan öyküsünde de”Ziusudra Tanrılara kurbanlar kesiyor!”Başka bir anlatımda;”Utnapiştim’in kesmiş olduğu kurbanların başına tanrılar sinekler gibi üşüşüyorlar!”Sümer uygarlığında insanları kurban etmek geleneği yokmuş. İslamiyet’ten sonraları bile, Nil nehrine Genç Kızların kurban edilmesi uzun süre devam etmiştir. Azteklerin, her sene (20.000)genç esirin göğüslerini granit bıçaklarla yararak, kalplerini çıkartıp, tanrılarına kurban ettiklerini de biliyoruz. Ostüzü.
“Sonunda: Ziusudra, kral,
Tanrı Anu ve Enlil önüne attı kendini.   
Onu sevdiler, bir tanrı gibi yaşam verdiler ona.
Bitkilerin adını, insanlığın tohumunu, koruyan,
Ziusudra’yı güneşin doğduğu yere,
Dilmun ülkesine yerleştirdiler.”36
36-S.N.Kramer,“Tarih Sümer’de Başlar,” s.128–132.Sümer şairleri, Tufanı yalınız hikâye olarak anlatmakla kalmamışlar, ayrıca onun yaptığı felaketi başka konulara ait kompozisyonlarda da sözgelişi anlatmışlardır. Ele geçen böyle iki metinden Tufan ile ilgili satırlar:
1-“Numun bitkisinin meydana gelişi hakkındaki şiirden:   
“Rüzgâr yağmur getirdikten sonra,
  Bütün yapılmış duvarlar yıkıldıktan sonra,
  Kudurmuş fırtına yağmur getirdikten sonra,
  Bir adam, ikinci bir adama karşı çıktıktan sonra,
Tahıl yetiştikten, ot bittikten sonra,
Fırtına” yağmuru getireceği”, dedikten sonra,
O,”yağmuru yapılmış duvarların üzerine boşaltacağım” dedikten sonra,
Tufan” her şeyi silip, süpüreceğim” dedikten sonra,
Gök emir verdi, yer doğurdu,
Numun bitkisini doğurdu,
Yer doğurdu, gök emir verdi,
Numun bitkisini doğurdu.”
2-Lagaş şehrinin başlangıcından Guda’nın zamanına kadar (İÖ.2150) olan olayları kapsayan yarı tarihsel bir belgedeki Tufan ile ilgili bölüm:
“Tufan her şeyi silip süpürdükten sonra,
Ülkenin yıkılması tamamlandıktan sonra,
İnsanlık sonuna kadar dayandıktan sonra,
İnsanlığın tohumu korunduktan sonra,
*Karabaşlı Sümer halkı kendisini yeniden kalkındırdıktan sonra,
  An ve Enlil insanı adıyla çağırdıktan sonra,
  Ensi-lik kurulduktan sonra,
   Fakat henüz gökten krallık inmemişti.”
*Ünlü Lüdingirra anılarında:”Dedelerimiz, kuzey yanı dağlarla kapalı bir yerden geçerlerken Sarı saçlı ve Mavi gözlü insanları gördüklerini anlatırlardı. Sarı saçlı ve Mavi gözlü insan olur mu?”Diyerek hayretini saklamamaktaydı. Kafkas dağları olabilir. Ostüzü.
Ünlü Sümerolog S.N.Kramer, A.G.E. S.99.”zaman, zaman Mezopotamya’da büyük su baskınları olmuştur. Bu yüzyıl içinde 1925.1930.1954 yıllarında da büyük felaketlere neden olmuş olan su baskınları 7’inci ve 8’inci asırda ve Abbasiler döneminde;10,11 ve 12’inci yüzyıllarda yazıya geçmemiş önemli su baskınları olmuştur.”
Âlem adamlardır şu Amerikalılar, Ağrı Dağında Nuh’un gemisini aramaya başladıklarından sonra—1949’dan beri—Ermeni ve Kürt terörünün arttığını görenimiz olmuş mudur? Bu sefer de, Türk basınında manşet üstü haberler:”Titanik enkazını bulan Robert Ballard,
“NUH’UN GEMİSİNİ SİNOP’TA BULACAK.”Posta gazetesi,22 Temmuz 2003.”
“Nuh’un Gemisi’ni bulmak için 27 Temmuz’da Sinop’ta araştırmalara başlayacak olan bilim adamı ve sualtı araştırmacısı Robert Ballard.”Gemi çürümüş olabilir” dedi.”Atlas Okyanusunun en dip noktasındaki Titanik’i bulup inceleyen ve batmasıyla ilgili sır perdesini aralayan,2’inci Dünya Savaşı sırasında batan Nazi savaş gemisi Bismark’ı ortaya çıkaran ABD’Lİ dahi bilim adamı ve sualtı araştırmacısı Robert Ballard(61) şimdi de Nuh’un Gemisi’nin peşinde. Büyük bir grupla yüzyıllar öncesinin ticaret merkezi Sinop’a gelip, gemisiyle Karadeniz açıklarında araştırma yapacak olan Robert Ballard, tahta geminin enkazını nasıl bulacağını soranlara;” denizin oksijen olmayan derinliklerinde tahta çürümeden yüzyıllarca kalabilir”açıklamasını yapıyor.9,8 Trilyon liralık araştırmanın 41 günde tamamlanması planlanıyor. Yola çıkmadan önce basın toplantısı düzenleyen Ballard:”Türkiye’de 4 ayrı araştırma yapacağız ve tarihi yeniden canlandıracağız” diye konuştu. Haberin altında temsili bir Nuh’un gemisi ve:”7500 yıllık Nuh’un Gemisi’nin arama çalışmaları İnternet’ten izlenebilecek!” Müjdesi!
        Haber bir kere yayımlanmaya görsün, sürekli olarak gündemde tutulur. Daha önce de, 09 Temmuz 2002 tarihli Hürriyet gazetesinde de, Görkemli Ağrı dağının renkli fotoğrafı etrafında iddialı bir haber:
İncil araştırmacısı ABD’Lİ Edward Crawford’un iddiası!”

“NUH’UN GEMİSİ’NİN YERİNİ BİLİYORUM.”

“Nuh’un Gemisinin karaya oturduğu yeri “tam” olarak bildiğini iddia eden bir Amerikalı, Ağrı Dağı’na çıkmak için Türk yetkililerden izin bekliyor.”
“İncil üzerine yaptığı araştırmalarla ve arkeolojik kazılara olan merakıyla tanınan Edward Crawford, Türk makamlarından izin alabilirse daha önce altı kez çıktığı Ağrı Dağı’na bir kez daha tırmanacak. Ancak, bu kez diğerlerinden farklı olan bir şey var: Crawford, bu kez son derece iddialı. Nuh’un Gemisi için yaşamından 25 yıl ve cebinden de 75 bin Dolar kadar para harcayan Edward Crawford, buzlara gömülü bulunan geniş dikdörtgen biçimli yapının 4483 metre yükseklikte olduğu görüşünü savunuyor.
Dini inanışlara göre de, Nuh’un Gemisi Ağrı Dağı’nda karaya oturdu. Edward Crawford, Ağrı Dağı’na daha önce yaptığı tırmanışlarda üzerlerinde yazı olan muhtelif taşlar buldu. Crawford’un ifadesine göre, bu taşlar Sümerlerden kalma. Crawford, taşlardaki yazılardan ve uzaydan çekilen fotoğraflardan yola çıkarak Ağrı Dağı’nın kuzey cephesinde Nuh’un Gemisi’nin yerini belirlediğini ileri sürüyor. Crawford, büyük bir umutla Türk yetkililerin iznini beklediğini kaydetti ve “Artık, kamuoyu bilmeli. Dünya bu olayı izliyor”, dedi”.
Bu haberleri belki de hiç okumuyoruz. Okuyanlarımız da gülüp geçiyorlardır. Ermenilerin SOYKIRIM masallarına inanmayan Hıristiyan ülke kalmamış gibi. Ermenilerin ve onları destekleyenlerin kilit şifresi ARARAT DAĞI. İki de bir,” Nuh’un Gemisi Ağrı Dağı’nda”haberleri uluorta verilirse ve dahi “Tevrat’a” ve “İncil’e”göre tanımları yapılırsa bu ne anlama gelir! Bu anlatımlar, İncil’e ve Tevrat’a inananları bir eksen etrafında toplamaya, birlik ve beraberlik içinde hareket etmeye sevk Etmez mi? Ermenilerin iddialarına dünyanın ilgisini çekerek destek sağlamaz mı? Üzerinde yaşamakta olduğumuz, dünyanın ilgisini çeken, bu coğrafyaya lâyık olabilmek için bu coğrafyamızın geçmişini ve efsanelerini de çok iyi bilmek zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Gazi Mustafa Kemal:”Bu coğrafyaya lâyık bir ulus olduğumuzu kanıtlayamazsak; kara gözümüzün hatırı için, bizi bu coğrafya’da yaşatmazlar!”Sözünü boşuna mı söyledi sanıyorsunuz!
Haber yazılı ve sözlü basına ulaştırıldı mı bir Reyting yarışı başlamaktadır. Haberden murat edileni düşünen de olmamaktadır. O günlerin Milliyet gazetesi de çok büyük puntolarla haberi okuyucularına ulaştırmıştı:
“HZ.NUH’U BULDULAR!”
“NUH’UN GEMİSİ’NİN arandığı Karadeniz sularında 7bin 500 yıllık insan iskeleti bulundu. Alman Bild Gazetesi, iskeletin Nuh Peygamber’e ait olabileceğini yazdı!”
“”NUH’UN FİLOSU!””Sinop açıklarında 1500 yıl öncesinden kalma tahta parçalarının dördüncüsü de bulundu. Ve Robert Ballardın bir fotoğrafı!”

“NUH’UN GEMİSİ SİNOP’TA OLAMAZ”

“Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden Prof.Dr. İsmet Gedik, Karadeniz’de tufan olduğu ve Nuh’un Gemisiyle bu tufandan kaçtığı iddialarının gerçeğe dayanmadığını belirterek;”Sinop’ta 10–12 bin yıl öncesinin coğrafik haritası incelendiğinde, deniz seviyesinin yaklaşık 100 metre daha düşük olduğu görülür. Dolayısıyla Karadeniz’de dere ve ırmak ağızlarında 100 metreye kadar inildiği zaman bir yerleşim yerine rastlanabilir. Bu doğal bir olaydır. Adada yaşamayan insanların, bir tufandan gemiyle kurtulması söz konusu olur mu? Deniz suları yükseldikçe, kaçakları bir kara hep yanlarında buluyor.”Demiştir. Karşı sütunda da: “BERLİN AA.”
“Alman Bild Gazetesi, Türkiye’nin Karadeniz sahilinde bulunan 7bin 500 yıllık bir iskeletin Nuh Peygamber’e ait olabileceğini yazdı.”Karadeniz’de olağanüstü bulgu-Burada Nuh’un iskeleti mi bulunuyor?”başlığıyla verilen haberde, Titanıc’i bulan 59 yaşındaki Robert Ballardın, Northern Horizon(Kuzey Ufku) adlı araştırma gemisiyle bölgede 2 yıldır büyük tufanla ilgili deliller aradığı da hatırlatıldı. Haberde, denizin dibinde yaptığı araştırmalarda eski yerleşim merkezlerine ve batık gemilere ait parçalar bulan Ballardın, Nuh’un Gemisi’nin de yaklaşık 100’ metre derinlikte olduğunu tahmin ettiği belirtildi.”

“Tarihi aydınlatacak”

“Haberde Ballardın,”son buzul devrinde, buzullar eriyerek denizleri taşırdı. Akdenizin suları Marmara denizini aşarak Karadeniz havzasını doldurdu. Suyun Karadeniz’e dökülüşü, Niagara Şelalesi’nde olduğundan 200 kat şiddetliydi”, sözlerine de yer verildi. Haberde ayrıca, Nuh’un Gemisinin, karadenizde bulunması durumunda, denizin dibindeki zehirli çamur nedeniyle iyi korunmuş şekilde ortaya çıkacağı ve bunun tarihe ışık tutacak önemli bir gelişme olacağı ifade edildi.”
Ballardın Kuzey Ufku adlı araştırma gemisi, Rus ve Bulgar Bilim adamlarının da yardımıyla Karadenizin dip tabakasının kesitlerini çıkartarak, katmanlarda tatlı su kabuklularına rastladılar. Bizler, Türkiye Cumhuriyeti olarak, bu araştırma ekibine sadece ve dahi sadece Yüzbaşı rütbesinde bir deniz subayı verebildik. Sonunda da Dev bir kitap yayımladılar:”NUH TUFANI”.
Profesör Dr. Sayın Muazzez İlmiye Çığ’ı yeniden dinleyelim:
“Tufan oluşumu hakkında yeni bir varsayım “Cumhuriyet Bilim Ve Teknik dergisinde yayımlandı. Aynı konuyu birkaç yıl önce İstanbul Üniversitesi’nde konferans olarak dinlemiştim. Jeologlara göre, Nuh Tufanı Karadeniz’de olmuştu. Buzullar erimeden önce Karadeniz, Boğazın tabanından 85 metre derinlikteymiş ve Marmara’nın suyu Karadeniz’e akıyormuş.11 bin yıl önce buzullar eriyince denizler birdenbire yükselmiş ve sular, Boğaz’dan büyük şelaleler halinde denize boşalmış. Bu boşalma ile deniz kıyısında olan yerler su altında kalmış. Bundan kurtulan veya felaketi görenler Mezopotamya’ya göç ediyorlar. Yazı icat edildikten sonra da ağızdan ağza ulaşan bu olay yazıya geçiriliyor diye varsayıyor jeologlar” S.G.E. S.51 Dipnotu.   
Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan Prof.Dr. Sayın Süleyman Ateş,15 Ekim 2010 tarihli Vatan Gazetesindeki bir yazısında, bir tek cümle olarak Nuh tufanından söz etmiştir:”
“Yazar—Sayın Turhan Utku—Nuh Tufanı’nın evrensel değil, bölgesel olduğu kanısındadır. Kuran’dan da Tufanın bölgesel olduğu anlaşılmaktadır” Buyurmuştur.
Din adamlarımız için; Sümerler, Gılgamış Destanı, Mezopotamya uygarlıkları hiçbir anlam taşımamaktadır. Mısır uygarlığı da önemli değildir. Hz. Musa ve Karısı Müslüman’dır! Firavunla savaşırlar! Musa Firavun Birinci Seti’nin kızından olma bir Yahudi oğluymuş ve İkinci Ramses’in Muhafız Alayı Komutanı ve Amon-Ra Rahibiymiş; bunların önemi de yoktur.27 Firavun sülalesini tek bir Firavuna indirgerler. Hz. Âdem Müslüman olduğu gibi; Hz. İbrahim de Müslüman’dır!”O zaman, Hz. Muhammed’e neden İslam’ın peygamberi deriz?”Dediniz mi yandığınızın resmidir.
Bizler bu kafayla mı Ağrı Dağımızı koruyabileceğiz? Tarihimizde yazılı üç önemli kişinin Türk ulusuna yapmış olduğu kötülükleri kaçımız bilmekteyiz?
İngiliz kadın Ajanı Gertruda Bell,1916 ve sonrası; Irak’a Arkeolog kimliği ile giren en büyük casuslardan birisidir. Ünlü Casus Thomas Edward Lawrence’ın de hocasıdır. Lawrence ile birlikte, Müslüman Arap aşiretlerini ve Hz. Muhammed’in torunlarını Osmanlı devleti aleyhine kışkırtarak isyan etmelerini sağlamıştır. Kurulacak olan ırak Krallığının sınırlarını belirleyen haritayı da bu Kadın Casus çizmiştir. Irak ulusal Müzesinin de kurucusudur. Sevgilisi olan İngiliz Binbaşısının Çanakkale’de ölümü üzerine, içine düşmüş olduğu bunalım sonucunda intihar etmiştir.
Thomas Edward Lawrence, Irak’a arkeolog olarak girmiş ve 1916–1918 yıllarında Mekke Şerifi Hüseyin’i; sonunda ırak Kralı olan Osmanlı ordusunun albayı Faysalı ve Ürdün Kralıyken öldürülen Abdullah’ı Osmanlı aleyhine isyan ettirmiştir. Bu iki casus Osmanlı devletini yenmişlerdir. Lawrence ve Gertruda Bell, Afganistan’da da büyük işler başarmışlardır. Lawrence 1931 senesinde bir motosiklet kazasında ölmüştür.
Bu konuda Fransızlar da bir Arkeologu, Louis Massignon’u Bağdat’ta görevlendirmişlerdir. Louis Massignon 1909 senesinde casusluk suçundan tutuklanarak Bağdat cezaevine kapatılmıştır. Bir kırık çömlek parçası üzerinde Hallac’ı Mansur’un iki dizesini okuyarak, ömrünü Hallac’ı Mansur’u araştırmaya adamış ve dört ciltlik ünlü kitabını (70) sene sonra yayımlayabilmiştir. Kırık çömlek parçasında şu beyit yazılıymış:
“İnsanın Tanrıyı görmesi mümkündür/
 Yeter ki, kendi kanıyla aldığı abdestle iki rekât namaz kılsın!”
Batı âlemi Petrolun peşine düşmüşken Osmanlı ne ile mi meşgul idi! Almanların telkiniyle ilan etmiş oldukları Mukaddes Cihata önce; Osmanlı’nın Arap asıllı Bağdat Müftüsü itiraz etmişti:
Halife Arap asıllı ve Kureyşli olmadığından mukaddes cihat ilan etme yetkisi de yoktur!”
Fazilet Takvimi’nin 19 Nisan 2002 sayılı yaprağının arkasına bir göz atarsak, Nuh Tufanı ile ilgili Kuran ayetlerinin sıralanmış olduğunu görürüz: Hûd Suresinin 42 ve 43’üncü ayetleri yorumlanarak verilmiş.”Nuh, kendisine inanmayan oğlunu bir kenara çekerek: “Oğulcağızım!(Sen de) bizimle beraber bin, KÂFİRLERLE beraber olma!”diye seslendi ”S.Hûd,42 fakat bu asi evlat...”
Zamanının peygamberlerine inanmayanlara KÂFİR denildiğine aklımız yatıyor da, yeni peygambere inanmayan eski peygamber ümmetlerine de KÂFİR denilmesine aklımız nedense bir türlü ermemektedir!
Hz. İsa’ya inanmayanlar KÂFİR!
Hz. Muhammed’e inanmayanlar da KÂFİR.
Hz. Nuh’a inanmayanlar da KÂFİR!
Hz. İsa’ya ve diğer peygamberlere inanmış olanlar da Hz. Muhammed’e inanmış olanlara göre KÜFFAR!
Bu Nuh tufanı öyküsünün her üç Semavi dine yansıması biraz tuhaf değil midir?
“Nuh’un tanrısına” inanmayanlar Kâfir. Nuh—Utnapiştim—dönemi çok tanrılı bir dönem. Bu dönemde, bir Tufan öyküsü manzum olarak düzenleniyor. Çok tanrılı dinlerin, tanrılarının görevleri ve bunlara nasıl uyulacağı da pratik olarak o toplumlarca uygulanıyor. Sümerlerde, ibadethanelerde faaliyet gösteren kutsal fahişelerin, sokağa çıktıklarında saygı görmeleri için, başlarına Türban takma zorunlulukları da var.
Babil’de de daha ilginç bir uygulama vardı: Evli kadınlarda,”senede bir gün, ibadethaneye giderek, kendileriyle ve parayla birleşecek erkekleri beklerlerdi. Kazanacakları bu parayı da ol ibadethaneye bağışlarlardı. İbadethane önünde, günlerce kendilerini beğenecek erkek bekleyen kadınlar olduğunu öğrenmekteyiz. Halkımız arasında dolaşan bir hurafeye göre de; Ulu Tanrımız Babil’e iki melek göndermişmiş. Bunlar Dünya Nimetlerinden tattıklarında meleklikle ilgili görevlerini de unutmuşlarmış. Bendeniz de geçliğimde bunu şiirleştirmiştim:   KAMBUR FELEK!
  Bir tatsaydın Dünya Nimetlerinden;
Babil’e inen melekler gibi.
Viskiden, Rakıdan, Meyden içseydin;
Sorardım kederden, kaderden yana,
Çakırkeyif bir elime geçseydin.
Tatsaydın bir parça aşktan, nefretten;
 Bir parça da insani merhametten.
Bencileyin yalınayak gezseydin,
Yağdırmazdın kar, felaket, sel gökten.
 Bencileyin bir güzeli sevseydin, Bir tatsaydın Dünya nimetlerinden.
 Şarkı söyleyip, şiir okusaydın,
 Mest olup ta çalsaydın uttan, tamburdan;
 Utanırdın sen bile sırtındaki kamburdan.
 Nuh’a inanmayanlar, diğer peygamberlere inanmayanlar; Tanrı’ya da inanmamış sayılmaktadır.”Nuh’un tanrısına nasıl inanılacaktır! Bunun da ne kuralı ve ne de tanımı yoktur! Peygamberler, Tanrı adını kullanarak ve Tanrı’yı konuşturarak kendilerine itaat edilmesini isterler. Nuh Tufanı öyküsünde de bu taktik vardır. Bu öğreti sistemiyle Din ve Tanrı ile aldatanların bireyleri ve toplumları masallarla kandırmalarını da sağlamaktadır!
 Bu şekilde tek tanrıdan bile habersiz bir toplumun yaratmış olduğu bir öykünün, tek Tanrıya inanan dinlerce de kabul edilmesini nasıl yorumlarsınız!
Dikkat edersek; ilk başlarda, tüm sosyal düzen kurallarının yöresel olduğunu görürüz. Bu kuralar bir toplumun içersinde kaldığında KÜLTÜR oluşmaktadır. Sosyal düzen kuralları bir toplumun dışına çıkarak, su baskınları gibi, öteki toplumları da etkisi altına aldığında UYGARLIK oluşmaktadır. Günümüzde en çok diğer toplumları da etkileyen MODA ve MÜZİKTİR. Tevrat’ta olan Kur’anda da vardır. Yöresel gelenek, görenek, örf ve efsaneler. Neden Amerika’daki, kutuplardaki ve Avustralya’dakiler yoklar! “Oruç bir gün boyu tutulur!”Greönland adasında bir gün üç ay sürmektedir. Kutuplarda ise, altı ay gece ve altı ay gündüz vardır! Elimizdeki kutsal metinlere bakarak burada yaşayan insanları dini vecibelerini yerine getirmedikleri için sorgulayabilir miyiz? Kurallar, bilinen şeylere göre konulmuştur.”Tanrılar, yeryüzündeki tüm nefes alanların öldürüleceğine hüküm vermişlerdir!”Bu Tufan öyküsü yazıldığı zamanda bilinen yeryüzü parçasına bakmak gerekmektedir. İlkel insanların dünyaları çevrelerinden ibaret değil midir? Bizim Yobazlarımızın dünyaları da Yahudi ve Arap masallarından ve Mekke’den ve dahi Türbandan ibaret değil midir?
Tanrı inancı, bir otokontrol sistemi yaratmaya yönelik değil midir? Çok tanrılı dinlere mensup yöre insanının bu amaca yönelik yaratmış olduğu efsanelerden diğer yöresel dinler de neden yararlanmış olmasınlar? Tevrat’ta tehlikeli iki kavim: Gog ve Magog. Kur’anı Kerim’de de Yecüc-Mecüc. Arap din bilginleri! Bunları Türkler ve Çinliler olarak yorumlamaktadırlar. Çok tanrılı dinlerin efsanelerine Tek Tanrılı dinlerin kucak açmalarının başkaca dayanakları da vardır. Burada bu konu yazıyı uzatır.
İnsanlar aynı inanç kuyusunda bocalamaktadırlar. Napolyon’un çok güzel bir saptaması vardır:

“Zaferin babası çoktur. Yenilgi kimsesiz bir yetimdir!”

Ölümün nedenini, ayrılıkları, ömürlerin senelerle sınırlı olmasını hep dünyanın sırtına yüklerler:”Yalancı dünya!”
Dünya kime ve ne biçimde yalan söylemiş!”Benim bir senemde dört mevsim var!”Dediği halde üç mevsimle mi geciktirmiş bir senesini!
“Her can ölümü tadacaktır!”Demişte; bazılarını ölümden uzak mı tutmuş. Üzerinde can bulan tüm yaratıkları aç mı koymuş! Yalancı olan biz insanlar değil miyiz? Doğmasını biliyoruz da ölmenin nedenini neden dünyamıza yüklüyoruz? Dünya yaşantısı ile insanoğlunun yaşamdan beklentisi biri birine uymamaktadır. Aslolan, belirli sınırlarla sınırlı olan yaşamak denilen bu mucizeyi adam gibi kullanabilmektir. Bu dünyada iyi bir örnek vererek yaşayana armağan olarak cennet vaat edildiğine göre, Aslolan burada yaşamak olmuyor mu? Asıl armağandan büyük değil midir?”Kuşumu bulana 100 altın!”Burada kıymetli olan kuş olmuyor mu?

Şapka giymemek için Mısır’a kaçan Büyük bir şairimiz:

 “Bir zevki yok gecesinde, gündüzünde,
   Neyleyeyim ben bu yeryüzünde?”Diye dert yandığında, yanıtını da almıştı:
  “Bir zevk alamadıysan yaşamdan/Bu senin kendi noksanın!”

“Hem okudum, hemi de yazdım,

          Yalan dünya senden bezdim!”Bu isyanlarımızın nedeni hayalî bir yaşam masalı olan öteki dünya öyküleri olsa gerektir diyorum.
Karıncalar, Arılar, Yarasalar, Sığırcıklar, Balıkların çoğu, Şempanzeler, Goriller ve Orangutanlar toplu halde yaşarlar. Yeryüzündeki hayvanların çoğu sosyal yaratıklardır. Bunlar neden böyle yaşarlar diyerek bir sözleşmeden söz etmeyiz. İnsanların toplu yaşamalarını da bir sözleşmeye bağlamışızdır:”Contrat Sociale.”Toplumsal Sözleşme!”Bu sözleşme nerede yapılmıştır? Yazıyı bilmeyen, biri birini yiyen, sığınmış oldukları kovuklardan da dışarı çıkamayan insanoğulları, kimlerin çağrısıyla, kimin uçağı ve kimin gemisiyle bir araya getirilmiştir. Bu sözleşme hangi dilde düzenlenmiş, oturumları, komisyonları ve alt komisyonları kimler yönetmiştir! Kızılcahamam’da ya da Abant’ta mı ya da Bonanza çiftliğinde, CİA desteğinde mi bu sözleşme onaylanmıştır!
Homo homini lupus!”—İnsan, insanın kurdudur!—Diyen filozof bunu nasıl kıvırmıştır! Bunların hepsi de palavradır, Filozofların fantezileridir, yutturmamalardır. Umudun ve çarelerin bittiği yerde başlayan mucizenin sancılarıdır tüm bunlar. Mucize gelmeyince de, insanoğlu kendi mucizesini kendisi yaratmıştır. Haa! Şöyle olmuştur diyebilir miyiz?
Patladığı kesin olan beşinci yıldızdan kaçmak için uzay araçlarına binen kimselere bir AKİL adam:
“Arkadaşlar beni dinler misiniz? Büyük sözü dinlemediniz ve biri birinizi yok etmek için nükleer savaşa bile başlayarak güzelim yıldızımızın patlamasına neden oldunuz. Gideceğimiz dünya’da; kavgasız, gürültüsüz ve savaşsız bir mutlu yaşam için bir sözleşme yapalım mı? Uğultu halinde:

Yapalım mm! Siz ne derseniz öyle olsunnn!”

“Bu sözleşmeye uyacağınıza Ananızın; Bacınızın namusu ve şerefleri üzerine yemin içer misiniz?”
“Hemi vallahi, hemi de billahi, anamız avurdumuza fursun ki içtik gittiii!”
“Tamam! Bu Toplumsal Sözleşmemiz CD’YE kaydedilmiştir. Bu sözleşmeye de uymazsanız gideceğimiz dünyayı da patlatırsınız. O dünyadan öteki yıldızlara gitme olanağımız da olmayacağından, bu bizim neslimizin sonu demek olur!”
İnsanlar arasındaki kavga gemiye biner binmez başladığından, gemiyi yöneten ol Akil Adam, renklerine ve dahi inançlarına göre insanları başka, başka yörelere indirmiştir. İnsanlar, karşı toplulukları kolayca öldürerek mallarını ve dahi kadınlarını almak için kendi aralarında, kavgası ve gürültüsü eksik olmayan, bir gruplaşma yaratmışlardır. Bunları da kutsal saydıkları metinlere yazdırmışlardır. Kavganın nedeni inanç meselesine bağlanmıştır. Günümüzde bu yağma işi daha ince ve daha insani bir şekle sokulmuştur:
“Demokrasiyi ve insan haklarını geri getirmek, insanların biri birlerini boğazlamalarına engel olmak için, Afganistan’a ve Irak’a ve Türkiye’ye yardım elimizi uzatacağız!”yani:
Yer altı ve yerüstü servetlerine el koyacağız, karşı gelenleri acımadan öldüreceğiz, kadınlarının ve kızlarının ırzlarına ibretiâlem için, çaktırmadan zevkle ve sürekli olarak geçeceğiz. Dünya devletlerini, demokrasi ve insan hakları için, site devletlerine böleceğiz ve Dâhili yardımcılarımızın iktidara gelmelerini ve halklarını bir kilo bulgura evet dedirtecek hale sokmalarını da sağlayacağız.”İşte sizlere her satılmışın vicdanında saklamış olduğu “İctimayiMukavele!” Önce Tevrat’a bir göz atalım da İsrailoğullarının Toplumsal Sözleşmelerini bir görelim:         (Tevrat, Tekvin 27.16–11.)”ve babası İzaak ona dedi: Şimdi yaklaş ve beni öp oğlum. Ve yaklaşıp onu öptü ve esvabının kokusunu kokladı ve onu mübarek kılıp dedi:
    “Bak oğlumun kokusu
Rabbin mübarek kıldığı kırın kokusu gibidir,
Ve tanrı sana göklerin çiyinden,
Ve yerin semizliğinden,
Buğdayın ve şarabın çokluğunu versin;
Kavimler sana baş eğsinler,
Kardeşlerine efendi ol.
Ve ananın oğulları sana baş eğsinle;
Sana Lânet edenler lânetli olsunlar,
       Ve seni mübarek kılanlar mübarek olsunlar.”Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, s.63.
“İsrail oğulları midyani’lere karşı amansızdılar.”ve Rabbin Musa’ya emrettiği gibi Midyana karşı cenk ettiler ve her erkeği öldürdüler… İsrail oğulları Midyan kadınlarını ve onların çocuklarını esir aldılar ve bütün hayvanlarını, bütün sürülerini ve bütün mallarını çapul ettiler ve içinde oturdukları bütün şehirleri ve bütün obaları yaktılar.
Savaş sonunda savaşçılar aldıkları ganimetleri ve esirleri getirince Musa’nın tepkisi çok korkunç olur: Musa onlara dedi: Bütün kadınları sağ mı bıraktınız? Ve böylece rabbin cemaati arasında veba oldu. Ve şimdi çocuklar arasındaki her erkeği öldürün ve erkekle yatmış olarak erkek bilen her kadını öldürün. Ve erkekle yatmış olmayarak bilmeyen kadın ve çocukları, kendiniz için sağ bırakınız.”Tevrat, Sayılar,31,7–19.”
“Nitekim Davud’un Hitit subayı! Uria’nın karısına göz koyup adamı hileyle öldürttüğünü ve karısı Bar-Şeba’yı yanında alıkoyduğunu da Tevrat yazar.”
“Davud Uria’yı yanına davet etti, yedirdi ve içirerek sarhoş etti. Uria evine inmedi. Sabahleyin vaki oldu ki; Davud Yoab’a mektup yazdı ve Uria’nın eliyle gönderdi. Ve mektupta: Uria’yı şiddetli cenkte ön diziye koyun ve onun yanından çekilin ki, vurulsun da ölsün yazdı.” Yoab dediği gibi yaptı ve Uria da öldü. Böylece Piç Salomon da dünyaya gelmiş oldu. Tevrat, II Samuel 11,1–27.Öte tarafta: Zina eden kadınların taşlanarak—Recmedilerek—öldürüleceği de Tevrat’ın buyruğudur. Hz. Muhammed, zina eden bir hamile Yahudi kadınını doğumundan sonra, Tevrat’ın hükmüne göre, taşlatarak öldürtmüştü! Ve Yahudilerin Toplumsal Sözleşmesi olan Tevrat’ta,”bütün kavimlerin insanlarının ve mallarının Yahudilere tahsis edildiğinden” söz edildiği gibi;”Binbaşıların ve Yüzbaşıların ganimet altın ve gümüşleri Hahamlara taktim ettiklerinden” de söz edilmektedir.

Arapların—Müslümanların—Toplumsal Sözleşmeleri!

Önceleri Diğer dinlere uyanlara da kucak açılmıştır: A’raf Suresi(7/39 sure),179 ‘uncu ayet:”Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları ÜMMİ! Peygamberlere uyarlar…”
Enfâl Suresi(8/93);1‘inci ayet:”Sana harp ganimetlerini sorarlar. De ki:”Onlar Allah ile Resul içindir. O halde Allah’tan korkun ve aranızda barış ve esenliği kurun. Ve eğer müminler iseniz Allah’a ve O’NUN Resulü’ne itaat edin.”
Şura Suresi(42’inci sure) 7‘inci ayet:”Ve işte böyle sana—Muhammed’e—Arabî bir Kur’an vahyetmekteyiz ki Umm’ul Kura’yı(Mekke Şehrini) ve çevresindekileri sakındırasın ve o toplama gününüm dehşetini haber veresin—Onda şüphe yok; bir fırka cennet’te, bir fırka sair’de(çılgın ateş içinde).Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’anı Kerim ve İzahlı Meali, s.482.                                             Hüneyin gazvesinde işler sarpa sardığında, ayet değiştirilmiştir. Hz. Muhammed’in sütannesi Halime de esir kadınlar arasındadır.    Ahmet Cevdet Paşa’nın “Kısas’ı Enbiya”’sına bir göz atarsak, Müminler arasındaki ihtilafın GANİMET PAYLAŞIMI nedeniyle meydana geldiğini de anlamış oluruz. Zira:
        44.000 Koyun ve keçi,
        24.000 deve,

300 Okka Altın,

        600 Okka Gümüş ve 6000.Kadın Esire Ganimet olarak ele geçirilmişti. GANİMETLERİN paylaştırılmasında büyük bir isyan patlak vermişti. Ebu Süfyan’a (3000) deve ve (120) Okka Gümüş verilmişti. Ebu Süfyan, Ümeyyeoğullarındandı, Mekke’nin önceki yöneticilerindendi. Aynı zamanda, Ebu Cehil’in damadı ve Hz. Muhammed’in de Kayınpederiydi ve Muaviye’nin de babasıydı! İlk defa Muhacirin ve Ensar arasında çok sert tartışmalar çıkmıştı. Bu sureye eklenmiş olan (41’inci) ayetle sorun çözülmüş gibiydi:           41:”Doğru ile yanlışın ayrılış günü, iki topluluğun karşılaştığı gün, kulumuza indirmiş olduğumuza inanıyorsanız şunu bilin:
Ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah’a, resule, resulün yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışa aittir. Allah her şeye kadirdir.”Peki soyup soğana çevrilenler; O,emeksiz ele geçirilen bu malları ve canları da, bol keseden dağıtan O YARATAN’A ait değiller midir? Allah’ın Ganimet’ten pay istemesi, O’NUN DA çalışanların alın terine muhtaç olduğunu mu gösterir! En Büyük Din Bilginiz buyurdular ki:”Kureyza Yahudi Aşiretinin katliama uğraması Allah’ın emriyledir!”İnanmam ve Arap Toplumsal Sözleşmesinin bir gereğidir derim.
Bakınız, önce toplumsal uzlaşı sağlanıyor; liderin fikirleri etrafında uzlaşma oluşunca da diğer toplumlara saldırılıyor. Yeniden yapılanma, Glasnost gibisine biraz bakmamız gerekmez mi? Rusya’da ulusal toparlanma ve Petrol’ün cennetinde yaşadıkları halde bu coğrafyaya ve bu çağa ve üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyaya lâyık olmayan Çeçen dincilerini boyunduruk altına alma.
İnsanoğlunun kendi aptallıkları yüzünden, içine düşmüş olduğu fenalıklardan ve felâketlerden, kendi gayretleri, kendi gözyaşları ve kendi kanlarıyla kurtulmuş oldukları hemen unutulmaktadır. Her türlü masallar, vaatler ve öteki dünya öyküleri yaşam gerçeğinin önüne geçirilmektedir. Bir liderin yaratmış olduğu birlik ve beraberlik dağıtılabilmektedir. Bu olgular, insanların insanlıklarını bilememelerinin eseridir. İnsan olma olgusu doğuştan kazanılmamaktadır. İnsan ne verilirse onunla ölümüne gitmeye göre programlanmıştır. Yüce Tanrımız en Büyük devlet adamını ve en gerçekçi lideri Türk ulusuna verdiği halde; dedeleri ve nineleri o liderin peşinden ölümüne gittiği halde, torunları üçkâğıtçılar arasında lider aramaktadırlar! Ama diğer canlılarda bu olgu yoktur. Her şeyi kullanma sevdasında olan insanın kendisi de en çok kullanılanlardandır. Bir karınca türünün çok ilginç bir eylemi vardır: Başka tür bir karınca kolonisini basan karıncalar, karınca larvalarını sırtladıkları gibi kendi kolonilerine taşımaktadırlar. Burada hayata gözlerini açan bu çalıntı karıncalar o koloninin köleleri olarak programlanıp, ölene kadar kölelik yapmaktadırlar. Azgelişmişlere uygulanan Demokrasi ve Din masalları; ilkokulu bile bitirememiş, sakal bırakarak Şıhlaha soyunmuşun altına nice yüksek tahsilli Fadimeleri yatırdığı gibi, kirli çoraplarını da sevap kazanmak isteyen mensuplarının direksiyon camlarına astırtmaktadır. Bendeniz iki Toplumsal Sözleşmenin varlığına yürekten inanmaktayım:
*Ortak yaşamanın gereği olarak, dünya üzerindeki tüm canlılar arasındaki Toplumsal Antlaşma. Bu, dünya üzerinde kendiliğinden oluşmuş bir doğal olgudur. Her canlı kendisini ilgilendiren ve yaşamasını sürdüreceği alanları bulmuş ve buradaki yaşantısını gelecek kuşaklarına da devredebilmiştir. Kuduz mikrobu canlıların beynini, Verem mikrobu canlıların akciğerlerini, canlıların sindirimine yardım eden bakteriler de canlıların bağırsaklarındaki yerini almıştır. İnsanları Tanrı ile kandıracak olan açıkgözler de Politikada ve dindeki yerlerini almışlardır.
*İnsan denilen ne idiği belirsiz yaratığın, kendi dışındakileri ezmek, sömürmek ve yok etmek için, bilinçli olarak, yapmış olduğu TOPLUMSAL ANTLAŞMA. Antlaşma için:
1*Taraflar gerektir.
2*Gün, Ay ve Sene ile belirtilen bir zaman parçası gerektir.
3*Taraflar gerektir.
Medine Sözleşmesine bir göz atalım:    Hz.Muhammed, Medine’ye geldiğinde, Yahudi toplumu ile 65 maddelik bir antlaşma imzalamıştı. Ne zaman ki, Hz.muhammed Medine’de güçlendi, anlaşmaya taraf olan Yahudi aşiretlerinin felâketi olmadı mıydı? Fransızların konuya dönmeyi belirten güzel bir deyimleri var:”Revonons a nos moutons!”Biz de koyunlarımızı saymaya devam edelim. Nerede kalmıştık! Toplumsal Sözleşme!     
Dünya üzerinde görmüş olduğumuz hayvanlar ve bitkiler ve dahi böcekler, neden bir toplumsal sözleşme yapmamış olsunlar! Bizim gözlemlediğimiz bu yaşamsal olgu, kesintisiz ve birkaç küçük aykırılığın dışında, her sene aynen işlerliğini kanıtlamaktadır.
Zakkum ağacının yapraklarını yiyen Hz. Muhammed’in develerinin ölmesi; ısırgan otunun dikenlerinin yakması, acı badem ve acı biberin yiyenlerin ağızlarını yakması, harabelerde yetişen Cırtlağın—Ebu Cehil Karpuzunun—kendisine zarar verecek canlılara bir sıvı ile tohumlarını fışkırtması,120 adet acı bademi yiyen insanın ölmesi, akrebin, Karadulun ve Yılanın sokması, eşeğin tepmesi, bir savunma sisteminin işlemesi değil midir? Ama çiçeklerden usare emen böceklerin o çiçeklerin üremelerine yardımcı olmaları, timsahların dişlerini temizleyen kuşları yememeleri, canlıların sindirim sistemlerine yerleşerek hazmı kolaylaştıran bakterilerin bu hizmetleri beslenmeleri karşılığında değil midir? Bu örnekleri çoğaltabildiğimiz kadar da çoğaltabiliriz. Leş sineklerini çekebilmek için leş gibi kokan yılancık çiçeğini neden tenkit edelim! Bu bir doğal yasa halini alarak saat gibi işleyen bir sistem değil midir?
Mağaralarda yaşayan ilkeller, maymunlar gibi yiyip, içmiyorlar mıydı? Ne helâları vardı ne de kanalizasyonları. Biz subaylar, acemi erlerimize helâdan yararlanmayı öğretmek için çok uğraşmışızdır. Güneydoğuda, tüy dikme olaylarını çok gözlemlemişimdir! Meyveleri ve böcekleri olduğu gibi yerlerdi; ama ormanları da yakmazlardı.     
1856 senesinde; Almanya’da Duesseldorf yakınlarındaki Neandertal kasabasında yol yapımı sırasında, bir garip iskelet bulunmuştu. Sonradan, aynı adla anılan bu iskeletin bir tür insan soyuna ait olduğu anlaşılmıştı. Elleri upuzun, dizlerinin altına kadar uzayan bu garip yaratıklar, Toplumsal Sözleşmeye uyamadıkları için bizim soy atalarımız tarafından yenilmiş olmasınlar!     
Önce ve Avrupa’da “Euro Poid”ırkının varlığını görüyoruz. Fransa’da Kro Manyon adlı bir mağarada bulunduğu için bu adla anılmıştır. Sonra, Afrika’da Güney Sahra’da ve Avrupa’da, bugünkü Negroid ırka çok yaklaşan insanımsı iskeletleri de bulunmuştur.  
İnsana çok benzeyen “Australopitek” maymun iskeletleri bulunmuştu.
Java adasında Pitekantrop; Çin’de Sinantrop, Cezayir’de de Atlantrop iskeletleri sıradaki yerlerini aldılar.
En sonunda da, nereden geldiği ve nasıl geldiği bilinemeyen bugünkü baş belası İNSAN, HOMO SAPİEN ortaya çıktı. Bu Homo Sapiyenler, yaradılışları gereği öteki akrabalarını yemiş olmasınlar!   Meyvelerin gelişme programlarının hayvanların davranışlarıyla uyum içersinde olduklarını gözlemlemekteyiz. İnsanımsıların alet kullanma becerilerini de gözlemlediğimizde, her yöre için aynı sonuca ulaşmaktayız. En yumuşağından ve en kolayından en zoruna ve en sertine. Günümüzde de Şempanzeler alet kullanmasını biliyorlar. Taş ve sopaları savunma aracı gibi kullandıkları gibi, meyveleri dallarından düşürmek ve sert kabukluları kırmak için de kullanabiliyorlar. İnce çubukları karınca yuvalarına sokarak, çubuklara yapışan karıncaları afiyetle yiyebiliyorlar.
1951 senesinden beri Japon Makak Maymunları tüm meyveleri yıkayarak yiyorlar ve bu gelenek yeni nesil Makaklara da geçmektedir.
İlkel insanların da bu şekilde araç kullanmaya başlamış olduklarını delilleriyle bilmekteyiz. Çamurdan, kilden, ağaçlardan ve sert taşlardan başlayarak, yumuşak madenlerin kullanılmasına geçtiler. Bakırı silah ve kullanım eşyası olarak kullandılar. Bakırın asitik ortamda zehirlediğini görerek kalayla birlikte kullanmasını öğrendiler. Kurşunu buldular, bunları karıştırarak Tunç’u yarattılar. Sonra da, demiri, Çeliği ve Kromu kullanım alanına soktular.    Isınma aracı olarak ta otları, çalıları, ağaçları ve odunu kullandılar. Yakıt sorunu uygarlıkların da sonu oldu. Yakacak bittiğinde göçler de başlamış oldu. Sonra kömür, taşkömürü ve Fosil yakıtlar insanlığın ufkunu açmış oldu. Katı madenlerin kullanımı da enerji kullanımına paralel olarak gelişti. Sanki süper kozmik bir zekâ, insanoğullarının gelişmişliğine göre kullanacakları madenleri yerin altına bilerek saklamıştı. Yoksa insan zekâsı aklın emrine girerek, var olanları bulup kullanım becerisini mi geliştirmiştir! Göktaşlarından ve uydulardan alınan örnekler ve dahi tayf analizleri, evrendeki maddelerin hep aynı olduğunu göstermektedir. Bu maddeler, yıldızların ve dahi galaksilerin oluşumlarının baş etkenleridirler.
SIFIRIN, TEKERLEĞİN, CAMIN VE KÂĞIDIN BULUNUŞU, İNSAN HAFIZASININ DA GELİŞMESİNİ SAĞLAMIŞTIR.
Büyük patlamadan sonraki genişleme ve oluşumlar eşitsayıdakideğişmez maddelerin uyumu değil midir?
CANLILAR ARASINDAKİ UYUM, ONLARIN BİREYSEL VE TOPLUMSAL İRADELERİNİN ESERİDİR. Var olabilme ve varlığını sürdürebilmek için bu uyum gereklidir ve şarttır. Yaradılıştan beri var olanlardan yararlanmak ayrı şeydir; yaşamanın koşullarına uyum sağlayabilmek te apayrı bir şeydir.
İnsanoğlu, Dünya’ya gelişini sağlayan madenlerden ve enerjiden yararlanarak, yıldızlara geri dönüşünü de sağlayabilecektir. Çünkü ve dahi çünkü yaratılmış olduğu laboratuar ortamında böyle programlanmıştır. Canlıları köle olarak kullanmaya programlı insanoğlu, doğal güçleri de köle gibi kullanabilecektir. Ama bir raddeye kadar: Sonu GÜMMM! Ve yeni bir yıldıza kapağı atmakla sonuçlanacaktır.
Dünya üzerinde yaşamaya başlamış olan insanımsıların ve insanların gelişmişlik durumu; ok-yay, avcılık ve toplayıcılık durumuydu. Avrupalı, Altın deliliğine tutulmuş beyazlar, Amerika kıtasına geldiklerinde, görkemli uygarlıklara sahibolan İnkaların ve Aztek’lerin yanında çok ilkel topluluklar da vardı. Oralarda yaşayan insanlar hep ileriye doğru evreler halinde giden bir yaşam çizgisine sahiptiler. Büyük sanat eserleri yaratmış olan bu Dünyalılar, Avrupalılar gibi öldürücü silahlara sahip olmaya yönelmemişlerdi.  Ok-Yay ve Mızrakla karşıladıkları beyazlara onların ateşli silahlarıyla da karşı koymasını bildiler.1876 yılında; Amerika Birleşik Devletleri Ordusundan,7’inci Süvari Tugay Komutanı General Kuster-Katır-Kızılderili APAÇİ Reisi GERENİMO tarafından son erine kadar imha edilmişti. Amerikalılar, vatanını savunan bu büyük askeri 1909 senesine kadar hapiste tutmuşlardı.
Avustralya ve yeni Zelanda’yı ve dahi Tasmanya’yı keşfeden İngiliz denizci Kaptan James Cook(1728–1779),bir yerli tarafından mızrakla öldürülmüştü. Aborjinler ateşli silahları ve insan öldürmeyi de bilmiyorlardı. Kayalar ve ağaç kabukları üzerine görkemli sanat eserleri yapmasını biliyorlardı. Bir Aborjinli ile evlenen Amerikalı kadın yazarın”İki Yürek” adlı eserini okumanızı salık veririm.
Dünya üzerinde; günümüze kadar gelmiş olan Dünya yerlileri bize en güzel Dünya gerçeklerini yansıtmışlardır. Bunların yaşamları Dünya şartlarına göre şekillenerek donmuştur. Amazon yerlileri ve Aborjinler binlerce yıldır nasıllarsa şimdi de öyledirler. Bu sene pasifik adalarının birisinde ve ormanlar içersinde,150 kelimelik bir dil kullanan ilkel bir Dünyalı topluluğu keşfedilmişti. Neden ve dahi niçin; Dünya’nın belirli bölgelerindeki insanlar gelişmişlik gösterirlerken, diğer bölgelerindeki insanların yaşantıları donup ta kalsın! Gerçek Dünyalıların zekâ ve gelişmişlik düzeyleri bir seviyede ve doğal halde yaşamaktadırlar. Karıncalar, Arılar veMaymunlar gibi koloniler halinde yaşamaktadırlar. Dünyaya da bir zararları yoktur. Çünkü Dünyamızın gerçek sahipleridirler. Dünyamıza sığıntı olarak gelenler, Modern insanoğulları! Hemcins saydıklarını da öldürmektedirler. İşte Hiroşima, işte Nagazaki, işte Irak ve Afganistan ve işte savaş alanları.
İnsanoğullarının Dünyamızın doğasına ve diğer canlılarına ve dahi hemcinslerine yapmış olduğu akıllara ve vicdanlara sığmayan kötülüklere bakıyorum da Nuh Tufanını ona göre yorumlama ihtiyacını şiddetle duyuyorum.
Nuh Tufanı ile ilgili iki resme bakıyorum da ağlayasım geliyor: Dinler Tarihi Ansiklopedisi, C.1.S.197 ve Aksaray Tarihi, C.1.S.1265.İsmail Hakkı Konyalı. Dünya üzerinde kurtarılacak canlılar, iki Kaz, üç leylek ve dört Güvercin mi?
27 Nisan 1997 tarihli Gazete Pazar’ın 10’uncu sahifesinde resimli bir haber yayımlanmıştı. Rahmetli Kasım Güdek ile Avustralyalı bir Profesör; daha doğrusu ,”Ağrı dağında Nuh’un Gemisi var!” Diye iki kişi tarafından dolandırıldığı gerekçesiyle, Avustralya’da dava açan Profesör Marvin Steaphins. Bu Nuh’un Gemisi işini alevlendiren Astronot İrvin James olmuştur:
“Tanrı’ya ve kutsal Kitaba ne kadar inanıyorsam, bu geminin varlığına da o kadar inanıyorum!”Buyurmuştu. Hele şükür, bizim Astronot Niyazi’den böyle bir yemin çıkmamıştı!
1980’li yıllarda; çok satsan bir Büyük gazetemizde, deniz kenarında sere, serpe uzanmış olarak yatan Helganın fotoğrafının altında bir cümle yayımlanmıştı:
  “Nuh’un Gemisini niçin dağ başında arıyorlar, anlayamıyorum! Benim bildiğim gemi denizde olur. Ben, onu burada arıyorum!”
  Sevgili Helga; Ağrı Dağında aranılan Nuh’un gemisi Değildir:
Türkiye Cumhuriyetinin dağıtılma yollarıdır.

                                        Dördüncü Bölüm.
         En sonunda, olanlar da oldu ve yine de uyanamadık çağdışı uykularımızdan: Ağrı Dağının tepesinde bir Ermeni bayrağı! Gazetelerimiz mal bulmuş Arap gibi ol resmi yayımladılar. Ağrı Dağına izin alarak çıkan bir grup Ermeni vatandaşı Genç, mutlu bir şekilde, Ermeni bayrağını açmışlar. Onlar da mı Nuh’un Gemisini arıyorlardı! Bunca bedava, düşüncesiz ve aralıksız yapılan propagandaların sonucu budur! Dünya üzerinde, yalınız savunma yapılarak kazanılmış bir savaş var mıdır?
         1987 senesinde; Profesör Dr. Sayın Tolga Yarman, Harp Akademisinde,”Ağrı dağında Nuh’un Gemisi Yoktur” ile noktalanan bir konferans vermişti. Bendeniz de,04 Kasım 1986 Salı günü, UYANIŞ’TA,”Nuh’un Gemisi Mümkün mü?’Nün bir bölümünü yayımlamaya başlamıştım. Gazete Pazar da bir Tufan Efsanesi yayımlamıştı:
                            “Tufan Efsanesi”
         “İNSANLIĞIN bir tufanla yok edilerek cezalandırılması, eski efsanelerde sık rastlanan bir tema.Sümer mitolojisinde  ve Amerikan Kızılderililerinin efsanelerinde de bu öykü karşımıza çıkıyor.MÖ..250 yıllarında Babilli bir rahip şunları yazıyor:
         “..TanrıCronus, Sisithros’a tufanı önceden haber verdi.Sisithros,derhal Kuzey Mezopotamya’ya yelken açtı.Gemi(nice zaman sonra) karaya oturdu.O zamanlar bulunduğu yer,doğu Anadolu idi.”
         Fakat bugün Nuh’un gemisini bulmaya çalışan “yaradılışçılar” kaynağı, Tevrat’ın Yaradılış bölümünde sözü edilen olay: “İnsanlık yoldan çıkmıştır. Tanrı(Yehova) Nuh’a bir tufan yollayacağını bildirir, Nuh gemisini yapar, herkesi davet eder ama bir avuç insan ve canlı dışında kimse ona inanmaz, ama Nuh haklı çıkar. Kuran’daki Nuh Suresi’nde de Nuh’un Peygamber oluşu, halkını Allah’ın tekliği inancına davet edişi, halkın Ved, Suva, Yegus ve Nesr adındaki putlardan vazgeçmesini anlatır. Nuh Peygamber gemisini yaparken Halkı onunla alay eder, ama sonunda o gemiye binmeyen tüm canlıları yok olur.”
         “Gemiyi arama çabaları da yüzyıllar önce başladı. MS.380’de Salamis Piskoposu Epiphanus, doğu Anadolu’yu ziyaret etmiş ve kendisine gemiye ait olduğu ileri sürülen bazı doğrama örnekleri gösterilmişti. Ermeni tarihçi Hayfan da Ararat’ın—Dikkat! Ermeniler için bir nirengi ve de başlama noktası!—karla kaplı doruğunda siyah bir nokta halinde Nuh’un gemisinin görülebileceğini söyler. Yanı sıra tarih de düşer.1254.Ancak Ağrı’ya ilk ciddi seferler ancak 1829’da düzenlenmiştir.”
         Nuh’un gemisiyle gelen üç oğlu: HAM, SAM, YASEF’TEN tüm dünyadaki insanlar ürerler! Biz Türkler de: "YASE'F" den inmişiz. Ama ne yazık ki; kan gruplarımız ve DNA profillerimiz çok farklı! Ya dünya üzerindek(6800) dil tamamen farklı! Bu dillerden (2200) dilin yazılı şekilleri de vardır.(4600)dil ise sadece konuşulmaktadır. Okyanus adalarında, (150) kelimelik bir dille konuşan ilkel bir insan topluluğu daha bulunmuştur.
         İnsanlar arasındaki olgular da, atalarının hatalarına bağlanmıştır. Nuh’un üç oğlundan inmiştir tüm uluslar. Hz.Nuh, takım ve dahi taklavatı meydanda uyurken, Ham Ve Yafes gülmüşler. Nuh uyandığında bu duruma sinirlenerek:”
         “Sizin de soyunuza gülsünler!”Diyerek beddua etmiş! Bunun üzerine derakap, Sam Zencilerin atası olmuş. Yafes te, YECÜC-MECÜC denilen ucubelerin atası olmuş! Arap din bilginleri Tevrat’taki Gok ve Magog’a bakarak bize bu sıfatı lâyık bulmuşlardır! Bir kenarda sessizce ve dahi gülmeden bekleyen Sam da, Semitik kavimlerin, Yahudilerin ve Arapların atası olmuş!
         Daha sonra da; Nuh’un pişman olarak, kötü duasını geri alması üzerine, Yafes güzelliklerin sahibi Türklerin, Rusların, Slavların ve dahi Çinlilerin atası olmuş. Zenciler de öylece günümüze gelmiş ve USA’YA Başkan bile seçilmiş! Beyaz geçinenlerin karaları da içlerinde ve dahi yüreklerinde kalmış!
         Yafes’ten dört nesil sonra da Oğuz Han doğmuş. Osman Beyi de Yafes’ten 20 göbek sonraya indiren Osmanlı Bilginleri, bunu biraz abes bularak,16’ıncı yüzyılda, 52 göbeğe indirmişlerdir! Bu yola İngiltere de başvurmuştu. Boşanmış bir kahraman olan, İngiltere Kralının Yaveri Albay Peter Towsent ile evlendirilmeyen Prenses Margareth, Topal bir sosyete fotoğrafçısı olan, zengin bir avukatın oğlu, Antony Armstrong-Jones ile evlendirilince İngiliz tarihçilerine iş düşmüştü. Topal fotoğrafçının ailesinin MS.1230 tarihinde, İngiliz soylu sınıfı ile bağlantısı bulunarak kendisine “Lord Snowdon” asalet unvanı verilmişti!
         Oğuz’un (24)boyunun inandığı bir egemenlik kuralı vardır: Türk boylarına egemen olabilmek için Oğuz Han ya da Cengiz Han ile göbek bağı olması gerekir. Aksi halde egemene başkaldırı bir Tanrısal haktır. Osmanlı, Anadolu’da egemenlik kurmada sıkıştığında bu kurala dört elle sarılarak,16’ıncı asırda, İkinci Murat tarafından, Yazıcıoğlu Ali’ye”Osmanlı, Gökhan sulbünden gelen KAYI boyundandır”deyu yazdırtmıştır. Bu numarayı Aksak Timur da yapmıştır. Cengiz Hanın torunu olan bir Hanımla evlenerek kökünü Cengiz Han’a dayatmıştır! Gerçekte ise durum başka türlüdür: Temur—Temir--Timur Han, BARLAS Türk boyundandır! Osmanlı, Türklük kimliğinden uzaklaştığı halde Temur—Timur—Temir Han, Türklüğüyle övünmüştür:
                    “Biz ki, Melik’i Turan, Emir’i Türkistan’ız,
                     Biz ki, Türkoğlu Türküz;
                     Biz ki, milletlerin en kadimi ve ulusu Türk’ün başbuğuyuz..”
         Türk şeceresinde Yafes, Olcay Han, İbiliç Han ve Abulca Han olarak adlandırılmıştır! Asıl Kayı Boyu, Mavera’ün nehrinin ötesinde yaşayan ve Hindistan’da ”DEVLET’İT TÜRKİYYE”—Türkiye Devleti—adlı bir devlet kuran Oğuz boyudur. Ayrıca, Oğuzların her sene Mısır’a sattığı (2000) Genç Oğuz’un, bir darbe ile iktidara gelerek kurmuş oldukları devletin adı da”DEVLET’İT TÜRKİYYE” idi. Osmanlı, bu devleti küçük göstermek için KÖLEMENLER ve MEMLUKLAR adı ile anmışlardı. Yavuz Sultan Selimin yıkmış olduğu devlet bu Türkiye Devletidir.  Biz yine de dönelim yorumumuza:
         Doğal halde yaşayanlar, Vahşi, Yamyam ve İlkel olarak nitelendirdiklerimiz, en şiddetle hareket ettiği zamanlarında bile, dünyamızı felâkete sürükleyecek bir vahşete neden olmamışlardır. Biribirlerini öldürmüşler, mallarını yağma etmişler; ama doğaya asla zarar vermemişlerdir. Binlerce yıldan beri Amerika’da yaşayan Kızılderililer ve Afrika’da yaşayan Karaderililer ve dahi Avustralya’da yaşayan Aborjinler hangi canlı türünün kökünü kazımışlardır.19’uncu asrın son çeyreğinde Duwarmish Kızılderili Reisi Seattle, beyazların sonlarını ne güzel anlatmıştır:
         “Son ırmak kuruduğunda, son balık ve son kuş öldüğünde; Beyaz İnsan paranın yenmeyeceğini anlayacaktır!”
         1620’lerde Nisan Çiçeği adlı gemi ile Amerika kıtasına ayak basan Avrupalı Beyazlar; dünyaya ayak basan dedeleri gibi birçok canlı türünün canına okumuştur.19’uncu yüzyılda (1.000.000) Bizon öldürmüşler, geriye sadece ve dahi sadece(70) Bizon bırakmışlardır.5 gramlık kelebek kuşlarının, renkli tüyleri için köklerini kazımışlardır. Daha 18’inci yüzyılda; Ruslar Bering Boğazında yaşayan 7 metre boyundaki Fokları tamamen bitirmişler; Alaska’da yaşayan çok orijinal bir insan topluluğunu da ateşli silahları ile yok etmişlerdir. Güney Amerika’ya gelen İspanyollar da aynı kırımları Tanrı aşkına işlemişlerdir. Avustralya’da daha 1920’li yıllarda, çizgili Avustralya Kaplanının kökü kurutulmuştur. Dünyamızda her sene uygar uluslar! Birkaç yüz bin Fok yavrusunun sopalarla öldürülmesine izin vermektedirler. Norveç’teki her sene tekrar ettirilen Balina katliamına ne demeli!Duwarmish Kızılderili Reisi SEATTLE’NİN 1854 senesinde, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Pierce yazmış olduğu mektuptan bazı parçaları birlikte okuyalım. Gönül isterdi ki bu mektubun aslı tüm okullarımızda ders olarak okutulsun. Bu ünlü mektup, bu ünlü Reisini adını taşıyan şehrin müzesinde saklanmaktadır. Bu şehir, birkaç sene önce de bir ilke imza atmıştı. Dünyayı soymak için bu şehirde toplanmış olan gelişmiş ülkeleri protesto etmek için ayaklanmışlardı ve USA tarihinde ilk kez bu şehirde sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Mektubu okuyalım da ağlayalım derim:
         “Eğer topraklarımızı size satarsak, hiçbir zaman unutmayın ve çocuklarınıza da öğretin ki, nehirler bizim olduğu kadar sizin de kardeşinizdir. Bu nedenle, her hangi bir kardeşinize göstereceğiniz saygıyı nehirlere de gösteriniz.”
         “Suyun mırıltısı babalarımızın babalarının sesidir. Nehirler ise bizim erkek kardeşlerimizdir.”
         “Çayırlarda çürüyen binlerce Bufalo gördüm! Beyaz adam geçerken dumanlı demir attan-Tiren- vurup bıraktığı ve ne amaçla öldürdüğünü hâlâ anlayamadığım binlerce Bufalo! Ben Vahşiyim ve dumanlı demir atın—Tiren-- Bufalo’dan nasıl önemli olabileceğini anlayamıyorum. Ve biz Vahşi olduğumuzdan Bufalo’yu yalınız aç kalmamak için öldürürüz. Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar yok olsaydı, insan ruhu o büyük yalnızlığa dayanamaz ölürdü.”
         “Ayakları altındaki toprakların, Büyük babalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza  öğretmelisiniz. Toprağın akrabalarımızın yaşamlarıyla dolu olduğunu çocuklarınıza söyleyiniz. Böylece toprağa saygı duyarlar. Bizim çocuklarımıza öğrettiğimizi, siz de kendi çocuklarınıza öğretin. Dünya anamızdır. Dünya’ya ne kötülük olursa oğullarımıza da aynı kötülük olur.”
         “Kabileleri insanlar yapar. İnsanlar gidince, kabileler de olmaz. Kızılderili de yok olur. Tıpkı denizin dalgaları gibi; insanlar gelir ve insanlar gider .”
         “Beyazlar da bir gün, diğerleri gibi geçip gidecektir. Tıpkı denizin dalgaları gibi”
         “yatağına pislik yığmaya devam eden bir gece kendi pisliğinde boğulacaktır.”
         “Vahşi atların neden tutsak edildiğini, Bufaloların neden katledildiğini biz anlayamıyoruz! Böyle bir son bize bir şey anlatmıyor. Çalılıklar nereye gitmiş? Kartal nereye kaybolmuş? Hızlı koşan bir ata ve avlanmaya neden veda edilmiş? Bütün bunlar ne demek? YAŞAMIN SONU.”
         “Hayvanlar, ağaçlar,insanlar,hep aynı nefesi,aynı havayı paylaşır.” “Bizim ölülerimiz, bu güzel dünyaya asla veda etmezler. Çünkü o,Kızılderililerin anasıdır. Güzel kokulu çiçekler bizim kız kardeşimizdir. Geyik, at, büyük kartal bunlar da bizim erkek kardeşimizdir. Kayalıklar, tepeler, ıslak çayırlardaki damlalar, atın vücudundan buharlaşan ısı ve insan, hepsi aynı ailedendir. Öyleyse Waşhington’daki Büyük Şef, topraklarımızı almak isterken bizden çok şey istemiş oluyor!”
         Şimdi elimizi cüzdanımıza koyarak Zavallı Amerikalı Dostlarımızı! Değerlendirmeliyiz:
         *Amerikan yasalarına göre; Ayı, kartal, Akbaba, Puma, Aslan, Kaplan ve Timsah öldürmek yasaktır.
         *Bufalo öldürmek hepten yasaktır.
         *Kızılderili öldürmek te yasaktır. Vatandaş statüsüne alınmış oy sahibi insanlardır! Balık vurmak bile sayı ile ve paralıdır. Bir yandan ülke insanlarını müreffeh yaşatmak için yeni sömürüler,  Sömürüler için de yeni silahlar gerekmektedir. Öte yandan, dünyamızı ve Amerikaları ele geçiren dedelerinden miras olarak aldıkları öldürme tutkusunun tatmin edilmesi gerektir! Bu nedenle; Afganistan’da, Irak’ta ve kadınlarına Tanrı adına işkence yapan ülkelerde bu işleri yapmak gerekmektedir. Kadın, Erkek, Çoluk Çocuk ve dahi Çocuk dinlemeden öldürmek, ırzlarına geçmek ve dahi yeni silahlarını bunlar üzerinde denemekten başka çareleri de yoktur! Biraz insaflı olalım! Onlara hiçbir şey olmaz! Sayın Başbakanımızın duaları, Afganistan’a ve dahi Irak’a çıktıklarından beri, onların üzerindedir!
         Birinci Dünya Savaşı sırasında; Fransız askerlerinin Birecik’te KELAYNAK kuşlarımızı hedef olarak kullandıklarımızı unutmadım. Ne yapsın Zavallılar! Türk öldürmek yasaklandıktan kerri!
         Günümüzde de, bir yılda (1.000.000) yılda oluşan petrol tüketilmektedir. Kızılderili Kabile Başkanı:
         “Doğayı yok etmekle insanoğlu yok olacaktır!” Demişti. İlkel dediğimiz bu insanlar, dünyayı işgal edenlerin sonlarını görecek kadar yürekli ve soylu dünyamızın gerçek sahipleri ve yerlileridirler. Göreceksiniz Amerikalılar dedelerinin yapmış olduğu şeyi aynen yapacaklar ve dünyamızı da patlatacaklardır. Dünyamızın patlatıldığına yanmam! Bizim dini, sakalı ve cepleri bütünlerimizin kadınlarımızın onurlarıyla oynayamayacaklarına ve Türban denilen bezle İslam dinini de bir şekle bağlayamayacaklarına ve Türk toplumunu, dışarıdakilere vermiş oldukları sözler doğrultusunda oynatamayacaklarına yanarım!
         Çarlık Rusya Başkomutanı Prens Mareşal Baryetinski; 04 Eylül 1859 günü Rahmetli kahraman Şeyh Şamil’i esir alarak Dağıstan’a egemen olmuştu. Vahşi, ilkel ve gerçek Tanrıya inanmayan dediğimiz Dünyamızın gerçek sahipleri, birbirlerini yenmek için ormanlarını yakmamışlardı. Rusların üç gözlü diye övündükleri General Yevdekimov, kükürde buladığı Dağıstan ormanlarını cayır, cayır yakarak vatanlarını savunan kahramanları açıkta bırakmıştı. Çünkü Dağıstan ve Dağıstan ormanları General Yevdekimov’un ve Rus Çarı’nın Öz Vatanları değildi.
         Gılgamış Destanında, Popal Vuhlarda ve üç semavi dinin kutsal kitaplarında sözü edilen Nuh Tufanı, Dünyamızda yaşanmış bir büyük yıkım değildir. Bu büyük felâket, Güneşimizin Beşinci uydusunun başına gelmiş olmalıdır. Bu uyduyu eylemleri sonucu yok eden insanoğlu, oradan Dünyamıza kaçabilmiştir. Ruhsal ve zihinsel yapısı gereği bozgunculuk, yıkıcılık ve yakıcılık ve dahi kötülük yapmalara yönelik doyumsuzluk özelliklerini de çocuklarına taşımışlardır. Bilinen tarihten günümüze kadar—Türban savaşları hariç—(14000) büyük savaşın yapıldığı; bu savaşlarda altın olarak harcanan parayla, Ekvatora sekiz metrelik bir kuşak yapılabileceği de hesaplanmıştır. Günümüz insanoğulları Dünyamıza misafir olarak gelmiş olan dedelerinden almış oldukları bu yetenekleri bol, bol sergileme olanaklarını yaratmıştır. Öldürücü silahlar, bombalar hasımlarına karşı kullanılmak için yaratılmıştır. Cenevre Konvansiyonunda bomba ağırlıklarının sınırlandırılması, bu kararları çiğnemek için konulmuştur. Atom bombası denenmiş ve çok başarılı sonuçlar alınmıştır! Hidrojen ve halı bombası, insan, hayvan ve bitki soylarını yok etmek içindir. Hadi hayırlısı!
         Nuh Tufanının böyle olması gerekir. Dünya üzerinde oluştuğu iddia edilen Nuh Tufanı öyküsünün tutar tarafı yoktur.
         Baş tanrı Zeus’un (23) karısı vardır.(8)’i tanrıça,(15)’i de insandır. Gölde yıkanmakta olan başkasının karısı olan leta’yı, kuğu şekline girerek, şapar. Hz. Davut gebe bıraktığı Hititli General Uria’nın karısını gebe bıraktığı için, İsrail başkomutanına mektup yazarak adı geçen generali öldürtür. Hz. Muhammet,(6)yaşındaki kızla nişanlanır, kız (9) yaşına bastığında da onunla gerdeğe girer. Hz.Süleyman’ın (700) karısı ve de (300) cariyesi olduğunu, Hz. Muhammed’in erkeklik gücünün (30) cennet erkeklik gücüne eşit olduğunu, bir cennet erkeğinin de erkeklik gücünün (30) Dünya erkek gücüne eşit olduğunu anlatarak övünürüz.
         Tevrat’ın anlatımına göre; Hz. İbrahim, karısı Sara’yı, kız kardeşim diyerek Mısır kralı Firavun’a satar. Foyası meydana çıktığında da, Mısır’daki olumsuzlukların faturası kendisine çıkarılarak Mısır’dan kovulur. Aynı numarayı hayfa taraflarında oranın Kralına da yapar ve yine kovulur. Tanrımız adına dört kadınla evlenmek izni çıkmasına karşın Hz.muhammed (24) kadınla evlenir.
         Senirkent Belediye Başkanı;1995 senesinde, Senirkent’te meydana gelen sel felâketinin nedenini hemencecik bularak dünyayı da bilgilendirmişti:
         “İlçede fuhuş vardı; Tanrı bu felâketi verdi!”Diye demeçler vermişti!
         1994 senesinin Temmuz ve Ağustos aylarında, çok önemli göksel olaylar gözlenmişti. Amerikalı Karı-Koca iki gökbilimci, Jüpiter gezegenine yedi adet gökcisminin çarpacağını, aylar öncesinden, saat ve dakikasına kadar hesaplayarak bildirmişti. Günü ve saatleri geldiğinde; yedi adet gökcisminin Jüpiter’e çarpışlarını televizyonlardan izlemiştik. Jüpiterde hiçbir yaşamsal belirti de yoktu! Kim, kimin ya da kimlerin ırzlarına geçmişti! Kimler namazlarını kılmamıştı! Kimler Kiliseye ya da havraya gitmemişti detantımız onlara kızarak bu büyük felâketi yaratmıştı! Kimler Allah adını kullanarak din kardeşlerini soymuştu! Kim, kimin karısını dağa kaldırmıştı! Kimler karılarının ve kızlarının başı açık gezmelerine izin vermişlerdi! Kimler Tanrımıza küfür etti? Jüpiter’de ağzını açacak canlılar da yoktu ki!
         Patlayan Beşinci Gezegenden Dünyamıza gelenler; Amerika’ya ayak basanların yerlileri ve Bufaloları yok ettikleri gibi, Dünyalıları da yok ettiler. Çok ilkel seviyede gördükleri bir kısım dünyalıları da, Kızılderili ve Yahudi Gettolarına benzeyen, Gettolara hapsettiler. Ya da Patlayan gezegende gelişmemiş olanları da Dünyamıza getirerek ayrı bölgelere yerleştirdiler!
         Dünyamızdaki canlılara bir göz atmalıyız. Bütün canlılar birer seri oluşturmuşlardır. Örneğini yine de bendeniz vereyim:
         *Kediyi ve Kedi Serisini bir sayalım: Çeşitli cinsten Kediler, Vaşaklar, Pumalar, Kaplanlar, Aslanlar.
         *Hortumlu Fareler, Tapirler, Filler ve Mamutlar.
         *Kurlar, Finolar, Terrierler, Çoban Köpekleri, Dalmaçyalılar, Buldoklar ve diğer cins Köpekler.
         Maymunlar, çeşitli türdeki Minik Maymunlar, Makaklar, Şebekler, Şempanzeler, Goriller ve Orangutanlar. Pekiyi, insan hangi türün son halkası? Bir Kocaayak masalına mı inanalım? İnsan vücudunun belirli kısımlarının dışında kıl bulunmaması bir dünyasal özellik değildir.
         İnsan yavrusunun gelişme çizgisi de, öteki canlı yavrularının, özellikle de maymun yavrularının gelişme çizgisinden de çok farklıdır. İnsan yavrusu, çok uzun süre bakıma ve korunmaya muhtaçtır.
         İnsanlardan zekâyı ve aklı kaldırsanız, maymunlardan da aşağı, yeteneksiz ve korumasız bir salak yaratık çıkar ortaya. Bu yaratığında soyunu sürdürmesi biraz olanaksız olmaz mı? İnsanoğlunun bu durumu, onun yapay olarak, laboratuarlarda, deney tüplerinde geliştirilip, yaratıldığını göstermez mi? Dünya yaşamının doğasına hiç te dayanaklı olmayan, nemne şekil bir yaratık, olsa, olsa, deney tüplerinde yaratılmıştır derim. Yaşamak için hep korunaklı yerler aramaktadır. Yaratıcısı tarafından “BİR YARATICIYA İNANMAK” VE bu yaratıcı uğruna ölmek ve dahi göz kırpmadan öldürmekle programlanmıştır. Öğretilmeden kendi kendisini programlama yeteneği yoktur. Dünya yaşamındaki canlılar yaşamsal tarzlarını aynen sürdürmektedirler. İnsanoğlunun Maymun soyunun yaşam tarzı ile hiçbir uyumu yoktur. Kalıplar içersinde doğmakta, yaşamakta ve programlandığı şekilde de ölmektedir.
         Tannalılar, USA’LI tanrı Teğmen John Thrum’u geri dönecek diye bekleye dursunlar. Meksika yerlileri de, ülkelerini istilaya gelen Cortez’i geri dönen tanrı Virakoş’e sanmadılar mıydı?
         Şimdi de dilerseniz şöyle bir düşünce yönetelim:
         Çok büyük bir gezegenin ayrı bölgelerine, değişik kültürlerde ve aynı uygarlık düzeyinde, başka, başka toplumlar inseler. Bu topluluklar; yapay dölleme, kopyalama ve dahi canlıların DNA’ları ile oynayarak, değişik türlerde canlılar yaratma yeteneğinde olsalardı neler olmazdı? Sonra da; yaratanlar o gezegenden ayrılsalardı o bölgelerde yaşam, düşünce ve eylemler farklı olmaz mıydı?
         Her hangi insan yapımı bir makine, düşünme yeteneğine kavuşturulsaydı, yaratıcısına ne diye ve nasıl seslenirdi? İngiltere’de ilk defa kopyalanan DOLLLY, konuşabilseydi o doktoru nasıl kabul ederdi?Ne sıfatla eğilirdi önünde!
         Pekiyi; bu yetenekli toplumlar farklı zaman dilimlerinde gitselerdi neler olurdu! En sonunda da Araplar gitselerdi, ötekilerin kurmuş oldukları tüm sistemleri yıkmazlar mıydı? Şarap içenleri cezalandırarak kadınları ikinci sınıf, zavallı bir köle durumuna indirgemezler miydi?Onların peşinden gidenler de aynı çizgide yürümezler miydi?
         Beşinci Gezegende işler karışmaya başladığında, bu gezegenden belirli zaman aralıklarında, Dünyamızın çeşitli bölgelerine farklı kültürler gelselerdi neler olurdu? Her gelen topluluk farklı kültüre sahip olamaz diyemezsiniz. Zira çekişerek, kavgalar ederek Gezegenlerini patlatmadılar mıydı? İsa’ya gelenler Şarabı serbest bırakırlar. İçebildiğin kadar iç yavrum iç! Hz. Muhammed’e gelenler önce şarabı içmeyi serbest bırakırlar, Hz. Ali’nin develerinin bacakları kesilince de şarap içmek yasaklanır. Ama cennette içmek serbesttir! Yasağın pekte hükmü olmamıştır:”İç bade güzel sev varsa aklı şuurun/Cennet var imiş, yok imiş senin ne umurun!”Diyen de Müslüman değil miydi?
         Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in Tanrıları aynı Tanrı değil mi?”Bir şarap iç!” Desin. Bir de”Şarap içme!” Desin? Burada da aklım karışıyor. En-Nahl—Hurma—suresinin67’inci ayetini okuyorum:”Hurma ve üzüm suyundan şarap yapın—Sirk’i Hasen—için! Hemen iki şişe şarap alıyorum. Maide suresinin 90-91’inci ayetlerini hatırlatıyorlar: Bu ayetlerde Şarap içmeyi yasaklayan da Tanrımız. Bir uzay gemisinde insanlarla iletişim kuran insanüstüler olamaz mı?”Peru’daki Nazca düzlüğündeki kilometrelerce uzayan taş dizileri ve Tevrat’ta Hezekiel, Kur’anda da Zülküfl adı ile anılan Peygamber’e gelen ve onu Babilden Kudüs’e uçuran dört pilotlu gökcismi, neyin nesi “                                                Tanrımız şarap içmeyi denedi!” savunması olamaz. O savunma Tanrı inancına aykırıdır. Ulu Tanrımız Hz. Muhammed’e gelene kadar, içki içen insanların davranışlarını gözlemlemedi mi! Üç günlüğüne Müslüman Araplarda denesin de yanılmış olduğunu anlasın!
         Kur’anı Kerim ayetleri içersinde biri birini nakzeden (200) kadar ayet yok mu? İnsanoğlu; dinde olsun, hukukta olsun, ahlakta, gelenekte ve dahi modada olsun, koymuş olduğu tüm yasakları dolaylı yollardan aşmak, onlara hiç uymamak ya da uyar görünerek onları hemcinslerine karşı koz olarak kullanmak yollarındadır.
         Bizim Sinop’tan çok namlı adamlar çıkmıştır! Hz.İsa’yı çarmıha geren Roma’nın Kudüs Valisi Pontus Pladi Sinopludur. Tarihte ilk kalp parayı, babası ile birlikte bastığı için Atina’ya sürülen Diyojen de Sinopludur. Ulusal Kurtuluş Savaşı Kahramanları aleyhine yazmış olduğu kitabını, belirli süre yayımlanmamak koşuluyla, İngiliz İntellijan Servisine teslim eden Dr. Rıza Nur da Sinopludur. Unutmadan söyleyeyim, Türkiye Cumhuriyetinin(2000.000.000.000) Lirasını deve yapan Necmettin Erbakan da 29 Ekimde Sinop’ta doğmuş olan bir Adanalıdır.
         Bu Diyojen denilen Filozofun güzel tanımları vardır. Bir ağaca asılarak idam edilen bir kadına bakan Diyojen:
         “Hiçbir ağaç bu kadar güzel meyve vermemiştir!” Demiştir. Hele, hele Büyük İskender’e söylemiş olduğu:
         “Gölge etme başka bir şey istemem!” Sözü mertliğin en güzel anlatımıdır. Yukarıda, insanların kuralları bozmak için koyduklarını söylemiştim. Bu konuda en ünlü tanım da Rahmetli Diyojen’e aittir:
         “Yasalar, güçlü ve kuvvetli arıların delip geçtiği; zayıf ve güçsüz sineklerin takıldığı bir örümcek ağıdır!”Olay, ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
İnsanlar; öldürürken de, çalarken ve dahi soyarken de daima bir üstünün gölgesine sığınmaktadır. Türkiye Büyük Milletvekilleri Meclisinde bekletilen 650 suç dosyası ve dahi Deniz Feneri Dosyaları bunun en güzel göstergesidir. Ya 30.000 kardeşimizin kanına giren İmralı egemeni kimlerin gölgesindedir!
         Müslümanlıkta hırsızlık el kestiren bir suçtur. Savaşlarda ve cihatlarda, yağma ve soygun tanrısal bir buyruktur. Bu yağmadan, Tanrı’ya, Peygambere, Gaza savaşçılarına ve dahi Arap atlarına da pay vardır. At, Arap atıysa binicisine bir pay, ata da iki pay vardır!
İnsanoğlu; özden çok uzak şekillerle ve kılıflarla akıl dışı şiddetini sürdürüp gitmektedir!
         Fransız Jandarma subayları, Kriminoloji derslerini Sorbon Üniversitesinde görmektedirler. Bu kurslara katılan bir jandarma subayımız bana mektup yazarak:”Komutanım,”Suç toplum içidir!”Konulu bir ödev verdiler. Bana yardım eder misiniz?”Diyerek bu konuda yardım istemişti. Güzel bir yazı hazırlayarak postalamıştım. Bu ödevden yalınız o Türk subayı tam not almıştı. Fransız Jandarma Subay Okulu Komutanı, bizim o subayımızı çağırarak:
“Siz de Müslümansınız. Sizin diğer Müslüman ülkelerin subaylarından farklı olmanızın nedeni nedir?”O yiğit Jandarma Subayımız bir tek cümle ile kendisine sorulmuş olan soruyu yanıtlamıştır:
         “SAYIN KOLONEL, ONLARIN ATATÜRKLERİ YOK!”
Suç devletler tarafından yaratılmış sosyal bir olgudur. Sözde ulusal çıkarlar uğruna devletler biri birleriyle düşmancılık oynamaktadırlar. Bir Fransız vatandaşı asker ne kadar çok Alman askeri öldürürse o denli büyük bir ulusal kahramandır; madalyalar ve çeşitli armağanlar ve takdirnamelerle ödüllendirilir. Birinci dünya Savaşında; en çok Alman öldüren Çavuş York, Amerikanının ulusal kahramanı kabul edilerek filmlere bile konu olmuştu. İkici Dünya Savaşında da Roy Rogers bir Alman mangası askeri öldürerek,  atı ile beraber, Holwood’un göz bebeği olmuştu! Bir düşman gemisini batıran, bir düşman fabrikasına sabotaj düzenleyen de ulusal kahraman olmaktadır. Günümüzde “Harici Bedhahların” emirlerine uyarak, bebeleri ve dedeleri bile mayınlarla parçalayanlar da ULUSLAR ARASI HÜRRİYETKAHRAMANI olmaktadırlar. Düşman kabul edilen ülkeye can ve mal bakımından büyük zararlar verenler de ulusal kahraman olmaktadırlar. Avustralyalılarla Türklerin hiçbir alıp, veremediği olmadığı halde, Avustralya askerleri, kapalı mevzilerinde kalan Türk askerlerini öldürmek için, Türk askeri başına beşer Sterlin ödediğini kendi tarihleri yazmaktadır.Terhis olan askerler,düşman kabul ettikleri vatandaşlarına da düşmana yapmış oldukları eylemleri uygulamakta,onları öldürmekte,paralarına el koymakta ve kadınlarının ırzlarına da geçmektedir.Mallarını,canlarını ve ırzlarını korumak için oluşturulan devlet,suçları yaratmaktadır..”Uzatmayalım bu düşüncemizi örneklerle vurgulamıştım.Suç,devletin ve devlet adamlarının yaratmış olduğu bir acubedir.Sen,Deniz Fenerine göz yumarsan ötekileri de aynı suça yöneltmiş olursun.
Tevrat; Tekvin bap,6/4:”Tanrı oğulları insan kızlarına vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman; o günlerde hem de ondan sonra, yeryüzünde NEFİLİM vardı. Bunlar eski zamanlardaki zorbalar, şöhretli adamlardı.”
         NEFİLİM; İbranice “düşenler”, yani “gökten inenler”anlamına gelmektedir. G.S. S.G.E. S:156.Tanrı’nın oğulları olduğuna göre; karısı, anası ve babası da olması gerekmez mi?
         Tanrı’nın ve oğullarının yaşamakta olduğu yeryüzüne gökten inen zorbalar ne demek? Tanrı’nın ve oğullarının güçleri bu zorbalara yetmiyor muymuş? Bunlar; Tanrı dediğimizle aynı boyutun öteki kültür düzeyinde olan yaratıklar mıydı? Demek ki, Beşinci Gezegende yaşayanlar, birbirleriyle geçinemeyip, orasını cehenneme çevirerek başka yerlerde cennet arayan yaratıklardı. Gelmiş oldukları dünyamıza da, sonuçlarını hesaplayamadıkları yapay zekâ ürünlerini salıverdiler.
MÖ..(3000) yılında, çömlekçi çıkrığı Mısır’da çok kutsaldı. Bu kutsallık, çıkrığın gitmiş olduğu her ülkeye çıkrıkla beraber gitmiştir. Lüksor tapınağının duvarlarında mı; yoksa öteki Mısır tapınaklarının duvarlarında mı tam hatırlıymıyorum: ilginç bir taş oyması vardır. Mısır’ın yaratıcı Çakal başlı tanrısı Çömlek Çıkrığının başına oturmuş, çıkrığın tepesine koymuş olduğu, killi çamurdan habire insancıklar yaratmaktadır. Çıkrığının yanı başında da, yaratmış olduğu boy, boy Kadın ve Erkek heykelcikleri!
         Baştanrı Zeus; Demirciler tanrısı topal ve dahi boynuzlu! Oğlu Hephaistos’a buyuruyor:
         “Namlı, Şanlı Hephaistos’u çağırdı hemen”
         “Bir parça toprak al, suya karıştır” dedi.
         “İçine insan sesi koy, insan gücü koy,”
         “Bir varlık yap ki yüzü ölümsüz tanrıçalara benzesin.”
         “Bedeni de güzelim genç Kızlara.”İnsanoğlu vardı da, topraktan yapılacak olan yaratık insana benzetilsin! Hoppala! Enuma Eliş Destanında ve dahi Kur’anı Kerim’de: Bir damla kandan yaratılmadı mıydı insan!”
         İyonya’da, Efes’te yaşamış Kör bir Filozof olan Ksenefon’un anlatımı da çok ilginçtir:
         “Eğer develerin ve Fillerin de elleri olsaydı, tanrılarını kendi suretlerinde çizerlerdi!”Baş tanrı Zeus 23 karım var diye hiç te övünmesin: Yahudi Peygamberi Salamon’un (700) karısı ve (300) cariyesi olduğunu Tevrat yazmaktadır. Bizim Peygamberimizin yirmi dört Eşinin adları ben de bile yazılıdır.
         Doğa halk eder; öyküleri, hikmetleri anlatılan tanrılar, var olandan var olmayanları yaratırlar! Bir bölgede suç işleyen bazı insanları cezalandırmak için dünyadaki canlıları sellere kaptırarak öldürmenin tanrısal mantığı olamaz. Bütün nefes alan canlılar neden Nuh’un gemisine doldurulsun? Tanrısal bir işaretle iyiler kurtulup, kötüler öldürülemez miydi? Küfür sahipleri CİHAT çağrıları üzerine niye insanlarca öldürülsün! Bir yer sarsıntısı, bir yanardağ, bir yağmur tufanı yeterli olamaz mıydı? Bu durumda; bebekler, hayvanlar, tosbağalar ve çiçekler ve dahi ağaçlar neden ölsünler!
         Birisi Şarap içer, cırp! Göksel felâket! Ötekisi namaz kıldı ve oruç tuttu, ama halkını soyup soğana çevirdi, cırp! Cennet, Şarap ırmakları, Huriler ve dahi Gılmanlar!
Yaratan yaratıcı güç; yapım hatalarını yeni hatalarla mı ortadan kaldırıyor! İki yapım hatalı otomobili kırıp, avsak mı? Yoksa yapım hatalarını onarsak mı?
         Şimdi de Kur’anı kerime şöyle bir göz atsak. Kaf suresi(50’nci sure)15,16 ve 17’nci ayetler:
         “15-“İlk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindeler.”
         “16.”Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona Şahdamarından daha yakınız.”
         “17-“İki (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadır.”
         Bakara(İnek) suresi-2’nci sure-115’inci ayet:”Doğu da, Batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu; Allah, her yeri kaplar ve her şeyi bilir.”
         Nisa suresi(4’üncü sure) 128’inci ayet:”Allah, bütün yaptıklarınızdan haberlidir.”134’üncü ayet:Allah,çok iyi işitir,çok iyi görür.”
         Nisa suresi 126’ıncı ayet:”göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah’ındır. Allah her şeyi kuşatır.”Oto kontrol!
         95’inci sure,5’inci ayet:”Gerçekten biz insanları noksansız bir şekilde mükemmelen yarattık”.
         Semavi dinlerde; yaratan ve yaratılanlar vardır. Yaratan her şeyi bilir, önsüz ve sonsuzdur. Bektaşi’nin yorumu kestirmedendir. Bektaşi’nin birisi, Bir Büyük Kavuklu İmama Tanrı’nın tanımını sorar. İmam Efendi başlar sıralamaya:
         “Ne yerdedir, ne göktedir, ne yer ne de içer, ne doğmuştur, ne de…”Derken, Bektaşi gürler:
         “Hoca Efendi; sen Tanrı yoktur diyeceksin amma, dilin bir türlü varmıyor!” Der.
         Yaratmıştır. Yüce kitapta böyle yazıyor. Döküm ve yapım hatası da yok. O da çok güzel. Her şeyimizi dinliyor ve biliyor. Her insan için iki de yazıcı melek görevlendirmiş! Politikacılarımızın halkımıza anlatmış olduğu masalları yazan meleklere çok acımışımdır. Gılgamış Destanında da bu iki yazıcı melekten söz ediliyor! Hani tele kulak! Tanrımızın bilgisi ve metotları, onu anlatan çağın bilgisine göre sınırlıdır!
         “Şahdamarından daha yakın”.Yüce yaradanımız, insanları yaratıp, üremelerini programlarken, kısa dalga frekanstan yayın yapan bir cipsi ağzımıza ya da gırtlağımıza yerleştirmiş olmasın! Süper bir bilgisayar, her dediğimizi cırp’Kaydetmesin? Sayın Ağar’ın ülkemize getirmiş olduğu küçücük bir dinleme çantası vasıtasıyla (20.000) telefon, anında dinlenebilmektedir. Tanrımıza şükürler olsun ki, hem BİYO enerjimiz var, hem de elektrik enerjisine sahibiz. İki Zonguldaklı kardeşin parmaklarını çıtlatarak elektrik ocaklarını yaktıklarını televizyonlarımız göstermedi mi?
         Ha! İşte bu BİYO enerji işi çok önemli. Artık BİYO enerji ile her aletimizi kullanabiliyor, tüm müzik aletlerimizi de çalıştırabiliyoruz. Telefon, Telsiz, Teleks ve dahi Bilgisayar iletişim işi için yaratılmıştır. Elektrikle çalışmayan bir aletimiz var mıdır? Milletvekilliği; iyi bir maaşın getirmiş olduğu iyi bir yaşam, her türlü rezaletlerine karşı dokunulmazlık, kıyak emeklilik, bütün bunlar için de parmak kaldırmak için yaratılmamışlar mıdır?
         Sonunda ölecek olan tüm canlılar ve dahi insanlar niçin yaratılmışlardır? Bilgisayar iletişim için, Asansör yorulmadan çıkmak ve inmek için, ya tüm canlılar niçin?
         “Kurban kesme olayı”,”tüm canlılar için ölüm olayı”,”kitlesel öldürmeler ve dahi savaşlar.”Yaradılışımızın nedenleri olmaz mı? Enerjisi biten pil ölmüyor mu? Enerjisi biten tüm canlılar dahi ölmüyorlar mı? Pekiyi, tüm bu yitik enerjiler nereye gidiyor, nerede toplanıyor dersiniz? Yaratmış olduklarının BİYO enerjisi ile yaşayan bir güç olamaz mı? Mevlana Cellalettini Rumi’nin damadı ve Nostradamus’un hocası kabul edilen Muhyittin’i Arabî’nin çok ünlü bir yaklaşımı vardır:
         “Kul, Tanrı’ya ne kadar muhtaçsa, Tanrı da kula o kadar muhtaçtır! Gece ile gündüz farkı nasıl Dünya yüzündense, Tanrı ile kul farkı da dünya yüzündendir. Kaldırırsanız aradan dünyayı, gece ve gündüz farkı gibi, Tanrı ve kul farkı da ortadan kalkar. Canlılar içinde tanrıyı idrak eden yalınız İNSANDIR. İnsanı kaldırırsanız aradan Tanrı kavramı da dünyadan kalkmış olur!”
         Kurban kesme geleneğine bir bakalım: Tüm dinlerde ve tüm inançlarda kurban etme geleneği vardır. İlk çağlarda insanları tanrılara kurban etmek geleneği vardı. Meksika’da her sene (20.000) esirin göğüsleri yarılarak yürekleri çıkarılıp, tanrılara kurban ediliyordu. Arabistan’da her sene milyonlarca koyun, keçi ve dananın Tanrı adına boğazlanarak Mina çöllerinde, kumlara gömüldüğü yaşanan bir olay değil mi? Kurban olayı genlerimize işlenmiştir. Bir korkuyu giderme ve bir ilahi hışmı durdurma gereği olarak ve ibadet kabul edilerek yapılmaktadır. Yahudilerde de Skopogoat olayı vardır. Her sene, her Yahudi işlemiş olduğu günahları yazmış oldukları kâğıdı bir oğlağın sırtına iliştirerek ol Masum oğlağı bir uçurumdan aşağı atarak günahlarından kurtulmuş olmaktadırlar! Bu oğlağa “Günah Keçisi” denilir.
         Yahudilikte ve dahi Hıristiyanlıkta da cennet vardır. Şimdi de oraya yalınız Müslümanlar giderler. Hz.Muhamed’in sahabelerinden birisi kendisine sorar:
         “İyi ve güzel amel sayesinde, Allah kulunu cennette yüz derece yükseltir!” Buyurdunuz. O nedir?”
         Hz. Muhammed:
         “Allah yolunda cihat! Allah yolunda cihat!” Der.
         Dünyaya yaşamaya mı geldik, biri birlerimizi öldürmeye mi geldik?
         Hz. İsa’nın Tanrısı aynı Tanrı değil mi! Bu karmaşıklık hep aklımı kurcalamaktadır.
            05 Kasım 2010 tarihli Vatan gazetesinde; Prof.DrSayın Süleyman Ateş’in bir makalesi yayımlandı.”Kur’ân’ıKkerim insanların kardeş olduğunu vurgular.”Benim haddim değil ama İslamiyetçin başlangıcında günümüze İslam adına ve sürekli CİHAT ilanlarıyla bunca insanın kanı neden dökülmüştür! Bu makalenin bölümlerinden birisi de.”İdeal liderlik Tipolojisi üzerinedir!”Topluma yarar sağlar ama kendisi toplumdan çıkar sağlamaz. Lider özverili, fedakâr insandır. Yani topluma yedirir, toplum adına kendi yemez.”Peki, Ganimetin paylaşımında 8’inci suretin ilk ayetinde:”Ganimetin yarısı Allahın, yarısı da Resulündür”hükmü Hüneyin ganimet kavgasında, aynı surenin 41’inci ayetinde, şıpıdanak değiştirildiği halde, Peygambere düşen pay neden aynen korundu!
        Üçüncü bölümde:
        “Lider daima ulaştırıcı olmalı”işlenmiştir. Burada ilginç bir örnek vardır:
        “Allah’ın yanında soyun ve sopun değeri yoktur. Hazreti Nuh’un inkârcı oğlu Tanrısal cezadan kurtulamamıştır.”Çok tanrılı dinlerin halklarını korkutarak kuzu gibi yönetilmelerini sağlamak için anlatılmış olan bir öyküden tek tanrılı dinlerin de yararlanması çok acıklı bir komedidir bence. Bunu gerçekmiş gibi Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış bir Din Ulemasının anlatması da çok manidardır!”Nuh’un Gemisi Mümkün mü? Bunu, önce din bilginlerimize okutmalıyız derim.
         Uzun sözün kısası; İnsanoğulları başka bir dünyanın malıdır. Ya da başka bir Gezegenden gelen insanüstülerin Dünyamızın başına sarmış olduğu bir beladır! İş işten geçmeden, ya insanları yeniden programlamalıyız, ya da bu uygar insanları! Başka bir gezegene göndererek, Dünyayı diğer canlılar için yaşanabilir bir dünya haline getirmeliyiz. İnsanoğlu başka bir Gezegenden geldiği gibi de gitmelidir.
         Hz.isa’nın Tanrısı başka bir Tanrı mıdır?
         Hz. İsa bir buçuk—1,5—yıl peygamberlik yapabilmiştir. Bu süre içersinde de Tevrat’ın ancak bir bölümünü yorumlayabilmiştir. Bu dünya’da kardeşçe yaşamayı önermiştir. Ne öldürme, ne de CİHAT vardır öğretisinde.”Öldürmeyeceksin!” Demiş, Eski Yahudi Hahambaşısı yöneticilerle ortak olarak kendisini Çarmıhlayarak öldürmüşlerdir. Geliniz ve dahi görünüz ki kilise babaları AYDINLIĞA ve BİLİME savaş açmışlardır. Paganlıktan Hıristiyanlığa geçerek burada Ermiş—Saint—olan ve sonra da geriye eski inancına dönen Saint Augustinüs “öldürmeyeceksin!” emrine köklü bir çözüm getirmiştir:”YAKINIZ!”Büyük Bilgin Bürüno Giardano’nun bilimsel açıklamaları Vatikanı ayağa kaldırmıştı. Londra’ya kaçmak zorunda kalan bu Büyük Bilgin, bir öğrencisinin tuzağına düşerek gelmiş olduğu Roma’da yakalanmış, yedi sene zindanlarda tutularak 16 Şubat 1660’de Tanrı adına yakılmıştı. Rahmetli bu Büyük Bilgine yapılan bu iğrenç ve sapık cinayet tüm insanların yüzünü kızartmaya yeter. Bu bilginin asırlar geçse de unutulmayacak olan bir tanımı vardır.Anlatılan bu durum Atatürk’ten sonra ülkemizde de yaşanmaktadır:
         “Tanrı, kendi iradesini hâkim kılmak için iyi insanları kullanır. Kötü insanlar da kendi iradelerini üstün kılmak için TANRI’YI kullanırlar.
         Dünya’ya sığınmak zorunda kalan bu insanoğulları Tanrı adını kullanarak işlemiş olduğu bu cinayetlerinde dur ve durak bilmemektedir. Almanya’da yüz sene içinde,(450.000) Kadının Cadılık suçlamasıyla yakılmış olduğunu öğrenerek utancımızdan şaşırıp ta kalakalmaktayız. Bütün bu aşağılık işler, Tanrı adına adaleti uyguladıklarını savunan bir sürü aşağılık din adamının işidir.
         İlk Halife Hz. Ömer, Hadramutlu kadınların Hz. Muhammed’in birinci ölüm yıldönümünde el çırptıklarını duyarak, Tanrı adına emrini vermiştir:”Elleri bileklerinden kesile!”
         Oysa Kadınların tepkisi için sebepler vardır:
“Cehennem ehli Kadınlardan ibarettir!”ve “Namaz kılarken, seccadenin önünden DOMUZ, EŞEK, KARA KÖPEK VE KADIN GEÇERSE O NAMAZ FASİT OLUR!”Zinada sopa cezası var iken ikinci Halife Hz. Ömer ”RECM EDİLECEKTİR” FERMANINI Tanrımız adına İslam Ceza Hukukuna koydurtmuştur. İlk Halife Hz.Ebubekir de, dinden dönenleri, çukurlarda yaktırmış olduğu ateşlere atarak, Allah adına, yaktırmıştı.
            Ortaasya’yı adım ve adım gezerek, Biz Türklerin Müslüman olmamızı sağlayan Rahmetli Hallac’ı Mansur’dur. Asıl adı, Hüseyin bin Mansur,Ebü’l Mugis’tir.M.Ö.858(H.244)’te İran’da Beyza şehrinde doğmuş;M.S.959’da(H.306) Bağdat’ta elleri ve ayakları ve dili kesilerek öldürülmüştür.Esterebatlı Fazlullah’ın etkisinde de kalmıştır,Batinidir.”Vahdet’i Birlik”-Vahdet’i Vücut-- felsefesine yürekten inanmıştır.Cüneyd’i Bağdadi:
            “Suyun rengi kabın rengidir/Tanrıyı görmek isteyen eşyaya baksın”,diyordu. Daha sonraları dünyaya gelen Muhyiddin’i Arabî de:
            “Tanrı, Evren toplamından başka bir şey değildir;”diyerek Vahdet’i Vücut’u anlatmışlardı. Bu inancından dolayı, Hapislere konuldu,100 kırbaç cezası ile cezalandırıldı, yine de inancından dönmediği için, Tanrımız adına, elleri, ayakları ve dili kesilerek öldürülerek yakıldı. Külleri de Dicle nehrine serpildi. Kendisine böyle bir ölümü lâyık gören Abbasi Veziri de aynı yerde öldürülmüştü,
            İslam tarihinde, iki nesimi vardır. İkisi de Vahdet’i Vücutçudur. Birisi Bağdat’ta M.S.1370’te doğmuş ve 1429’da–1417?-- Şam’da derisi yüzülerek öldürülmüş olan Seyit Nesimidir. Diğeri de XXII’ inci asırda yaşamış olan Kul Nesimii’dir. İkisi de biri birine karıştırılmaktadır Derisi yüzülerek öldürülmüş olan Seyit Nesimi’nin farsça, Arapça ve Türkçe şiirleri vardır. Bestelenmiş bir gazeli de vardır. Aklımda kaldığına göre şöyledir:
                        “Ben Melâmet hırkasını deldim giydim enime,
                        Arı, namus şişesini yere çaldım kime ne?
                        Ham sofular haram demişler bu aşkın şarabını,
                        Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne?
                        Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi,
                        Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni.
                        Nesimi’ye sormuşlarkim, sen yar ile hoş musun*
            Hoş olayım, olmayayım o yar benim kime ne?”
Onun derisinin yüzülmesine neden olan şiiri de:
            Söyler çengi, Neyi, TEFİ ENEL-HAK. ŞİİRİDİR.
Derisi yüzülürken, kendisine bu işkenceyi yapanların affı için Tanrıya dua ettiği:
“Affet Allahım, cahilliklerinden yapıyorlar!” Dediği söylenmektedir. Kanı aktıkça, yüzünün solmasını korktuğuna vermesinler diye, yüzüne kanını sıvadığı da gözlemlenmiştir. Kölemen Sultanı Sultan Baypars ya da El Müeyyet Şeyh tarafından bu şekilde ölüme mahkûm edilmiştir. Devrini hicveden çok güzel Farsça bir gazeli de vardır:
“Ne zaman ki, Kahpe Felek cahili ve haddini bilmezi sever oldu,
  Artık şüphesiz, müşterisi bulunmaz,
  Fırsatçı Hırsız bütün gerekli şeyleri götürse yeridir.
            Çünkü yola koyulan bir kişi bile uyanık değildir.
  Halkın işi çığırından çıktı, gönül yakıcılar çoğaldı;
  Yaralı bir gönülü tamir edecek bir mimar bile bulunmaz.
  Var git, derde katlan ve eziyetlere karşı sabırlı ol;
  Çünkü gönlün dileğinin azı da, çoğu da bulunmaz.
   İkiyüzlülük ve hilekârlık işte aktı, yürüdü;
   Fazileti müşterisiz bıraktı;
    İlim sahiplerine parlak bir Pazar kalmadı.
    Ey! Nesimi, sen sırrını ayak takımına açma,
    Çünkü bugün dünya’da sırdaş bir insan bile bulunmaz.
    Ey kendinden habersiz, gel hakkı tanı; zira o sendedir;
    Vücudun şehrine girip seyret onu;
     Sende olduğunu görürsün.”                       
         Hz. İsa çarmıhtayken: “ELİ! ELİ!”—HELOİS! HELOİS!—LAMA SABAKTANİ!-Allah’ım! Allah’ım! Beni neden terk ettin?- Diyerek kendisinden geçmiştir. Tevrat’ın Mezmurlar bölümünde bu haykırış ayet olarak ta geçmektedir:   Mezmur: 22.
            “Musikacıbaşı için; ayyalet haş-Şahar üzere, Davud’un Mezmurudur.
            “Allahım;Allahım,; beni niçin bıraktın?-Eli; Eli; Lama Sabaktani?”
            Kurtuluşumdan, iniltimin sözlerinden niçin uzaklaştın?”
            Birisi Hz.isa’ya: ”Devam et İsa, ben arkandayım mı!” Demişti? Bu İsa’dan önce yazılmış bir ayettir! Filistin’de Kumran köyünde, bir mağarada bulunan yazılardan, Hıristiyanlığın M.Ö.2’inci asırda mevcut bir Yahudi tarikatı olduğu belirtilmektedir. Bir papaza (250.000)Dolara satılmış olan bu belgeler, bugün İsrail’in merkezinde özel bir müzede saklanmaktadır.
         İnsanoğlu, Tanrı’sını göklerde inşa ettirdiği köşklerinde, emrinde binlerce meleklerle, yaşatmaktadır. Kendi hayallerini Tanrısal gerçekler yapmaktadır.
         Günümüzde; ilkokul öğrencilerinin rahatça anlattığı gerçek göksel bilgilere, bu uğurda sayısız bilginlerin yakılmış olduğu ateşlerle ulaşılmıştır.
         İnsanoğlu, ayakları yere bastığı, üzerinde yaşamakta olduğu dünyanın ve dünya varlıklarının kıymetini bildiği, kendisini de bilgi ateşlerinde yaktığı zaman kurtulmuş olacaktır. Yoksa hep başkalarını kurtarmasını sürdürür ve dünyayı da mahveder.

                                     KAYNAKÇA.
         1-Kur’anı Kerim. Özellikle, Nuh ve Hud sureleri.
         2-Ahdi Atıyk--Tevrat.
         3-Ahdi Cedit-İnciller(6 İncil).
         4-Gılgamış Destanı Sanders Çevirisi.
         5-Herodot tarihi, Perihan Kuturman çevirisi.
         6-İlim ve Din, Bertrant Russell.
         67-Günler ve İşler. Hesiodos, Azra Erhat çevirisi.
         8-Bilinmeyenler Ansiklopedisi, Karacan yayınları.
         9-Eric Van Daniken, Tanrıların Arabaları.
         10-Toplumsal Sözleşme Kavramı, Hobbes, Loc ve J.J.Rousseau.
         11-İslami Kaynaklar göre Peygamberler. Doç.Dr. Abdullah Aydemir.
         12-Hürriyet Pazar, 09 Temmuz 2002- 11 Ağustos 1986.
         13-Gazete Pazar,27 Nisan 1995.
         14-Dinler tarihi Ansiklopedisi, C.i.S.197-C.2,S.305.
         15-Aksaray Tarihi, C.1,S.1265 İsmail Hakkı Konyalı.
         16-Uzaydan Geldiler, S.46–47.Giovanni Scognamillo.
         17-Filozoflar Ansiklopedisi, C.2,S.381,Cemil Sena Ongun.
         18-Mitolojik Sözlük, Azra Erhat.
         19-Şeriat ve Kadın, Profesör Dr. İlhan Arsel.
         20-Nasıl Müslüman Olduk? S.301.Erdoğan Aydın.
         21-Tevrat, İncil ve Kur’anın Sümerdeki Kökleri. S.49–55.Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ.
         22-Posta Gazetesi,22’ Temmuz 2003.
         23-Milliyet gazetesi?
         24-Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Enver Behnan Şapolyo.
       25-Dirinna Köprüsü, İvo Andriç–1962 Nobel ödüllü.



           
           
           







İzleyiciler

Blog Arşivi