25 Mart 2015 Çarşamba

2012/16/17Ocak 1923,İZMİT BASIN TOPLANTISI.



İZMİT BASIN TOPLANTISI: “Mustafa Kemal Paşa'nın amacı, saltanat ve hilafet konusunda alınan kararların halk üzerinde ne gibi etkiler yaptığını incelemek ve belirlemek olan Batı Anadolu Gezisi'nin en önemli bölümünü onun İzmit'te dönemin bazı İstanbul gazetelerinin başyazar ve yazar konumundaki gazetecilerle yaptığı basın toplantısıdır" Bu basın toplantısıyla Mustafa Kemal Paşa, günün tartışma konusu olan çeşitli konularda gazetecileri aydınlatmayı ve onların kafalarındaki soru işaretlerini dağıtmayı düşünmüştü. Çünkü O, kamuoyunun ve özelliklede İstanbul kamuoyunun aydınlatılması gerektiğine inanıyordu. Bunun için önce kamuoyunu etkileyecek en önemli araç olarak gördüğü gazetecilerle 16/17 Ocak 1923 tarihinde, İzmit’te Abdülaziz’in av köşkünde bir basın toplantısı yapmıştı.19 Oak 1923 akşamı da, İzmit halkına, şehir sinemasında hitap etmişti.64 sene saklanan bu basın toplantısı tutanakları, türlü söylentilerin konusu olmuştu.Ele alınan tüm konular çok önemliydi.Hilafet konusu da Başkomutanımız ve Cumhurbaşkanımız Mustafa  Kemal tarafından derinlemesine ele alınarak anlatılmıştı.Bu ilginç söyleşilerin özeti aşağıdadır.Kitap olarak ta yayımlanmıştır:                                                                                                                                    “ Eskişehir ziyaretinden sonra İzmit’te, İstanbul’dan gelen belli başlı gazetelerin Başyazarları ile bir basın toplantısı yapılması planlanmıştır. Bu basın toplantısına Gazi büyük önem vermiş, toplantıdaki konuşmaları harfi harfine kaydetmek üzere Meclis’teki dört rapor yazıcıyı beraberinde getirmiştir.  Basın Toplantısı,16 Ocak 1923 Salı günü, İzmit’te tarihi İzmit Kasrı binasının alt katında yapılır. Toplantıya,  Başyazarlarla birlikte, Gazi adına onları davet eden Adnan Adıvar ve  eşi Halide Edip Adıvar da katılır.21.30’da başlayan toplantı gece yarısı,03.00’a kadar sürmüştür.  Toplantıda Gazi Mustafa Kemal çok şey anlatmış ve fakat konuşulan şeyler hemen yayınlanmamıştır. İlk olarak 1929 yılında izin alınarak yayınlanan bu konuşmalar o gün itibariyle çok önem arz eden hususlardır. O günlerin  İstanbul Basınından bahsedecek olursak özetle şu hususları söyleyebiliriz: İstanbul Basınını Milli Mücadeleyi destekleyenler ve desteklemeyenler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Alemdar” ve “Peyam-ı Sabah” gazeteleri Millî Mücadeleye karşı idi. “Alemdar, Damat Ferit Paşa yanlısı bir yayın politikası izliyordu. Peyam-ı Sabah’ın başyazarı da Ali Kemal’di. “Tevhid-i Efkâr”, “Tanin”, “İleri”, “Vakit”, “İkdam” ve “Akşam” gazeteleri ise Milli, Mücadeleyi destekliyorlardı. Toplantıya katılan altı gazetenin başyazarı şunlardı:

 Tevhid-i Efkâr Başyazarı, Velit Ebuzziya,

Vakit Başyazarı, Ahmet Emin (Yalman).

Akşam Başyazarı, Falih Rıfkı (Atay),

İleri Başyazarı, Suphi Nuri (ileri),Kılıçzade Hakkı Bey (İzmit muhabiri)

İkdam başyazarı, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu),

Tanin Başyazarı, İsmail Müştak (Mayakan).

Toplantıya başlarken Mustafa Kemal Paşa, ”Konuşacağımız esaslı meseleler ne ise evvela onları tespit edelim. Hangi noktaları öğrenmek istiyorsunuz?” Diye sorar. Alınan cevaplar tatminkâr değildir. Gazi daha zor ve esaslı sorular bekliyordur.

 Suphi Nuri  -Lozan’dan beklenen neticeyi,

İsmail Müştak -İstanbul’un geleceğini,

Yakup Kadri -TBMM de ortaya çıkan gruplaşmaları,

Ahmet Emin -Dışardan gelecek göçmenlerle ilgili konuları öğrenmek istiyorlardı. Daha sonra ilave sorular da olur. Oysa Gazi Paşa, Kamuoyunu yönlendirebilecek daha kapsamlı ve önemli konulardan söz etmek ister: Gazi Mustafa Kemal, Saltanat sonrası TBMM’nin varlığı ve öneminden, halifeliğin durumu ve geleceğinden, Lozan’da olmazsa olmazlarımızdan, Cumhuriyet’ten bahsetmek, yapılan ve yapılacak önemli inkılâplardan söz etmek istiyordur… Gazi, konuşmaların gidişatını kendisi yönlendirir. Söylemek istediği hemen her şeyi söyleyerek kamuoyunu yönlendiren bu önemli kalemleri bilgilendirmek ister… O gün, Gazi Mustafa Kemal’in altı saatlik konuşmasında belli başlı şu hususlar öne çıktı:  -Osmanlı Devleti’nin harbi Umumiye (1’inci Dünya Savaşı) nasıl bir maksat ve gaye ile girdiğini anlamış değilim. Harbe girdikten sonra idare noktayı nazarından yapılan hatalar çoktur. Bir Milletin kuvveti asliyesi kendi hayatını ve mevcudiyetini unutup da kuvvetini her hangi bir yabancı bir gaye için teksif etmesi asla caiz değildir.  

 -Milli Mücadelenin maksat ve gayesi milletin tam istiklalini ve bila kayd-ü şart hâkimiyetini temin ve idame ettirmektir. İki aydır müzakereleri devam eden Lozan Konferansında muhataplarımız, Sevr anlaşması ile Türkiye’yi imha koşullarını biraz değiştirerek bize dayatmak istiyorlar. Bunu kabul edemeyiz -Dâhili vaziyet mevzuu bahis olurken en evvel inzibat ve asayiş meseleleri akla gelir. Pontus meselesi diye Samsun havalisinde zaman, zaman vuku bulan gayri tabi harekâtın sureti katiyete önüne geçilmiştir. Pontus diye artık Türkiye’de bir meseleden bas olunamaz. Asırlardan beri vukuatsız kalmayan Dersim’de adi vukuat bile yoktur.  -Harpten çıkan bir memleketin en mühim iştigali iktisadi vaziyetin ıslahıdır. Bu sene içinde çiftçiye epeyce yardım yapılmıştır.

 -Hükümet merkezi neresi olmalıdır? Düşündük. Bendenizce iki noktai nazardan tetkikat yapmak icap eder.

Birincisi, Bir geminin topundan telaşa düşebilecek bir yerde hükümet merkezi olmaz.

İkincisi, Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki hükümet nazarını memleketin her tarafına eşit bir şekilde atfedebilsin.

            İstanbul, en güzel bir şehrimiz, en kıymetli bir hazinemizdir. Fakat bu muhabbetimiz onun mutlaka hükümet merkezi olması şeklinde tecelli etmemelidir. Herhalde birçok sebepler hükümet merkezinin (Ankara- kayseri- Sivas) üçgeni dâhilinde bir noktada olmasını icap ettiriyor. Ankara da oturmakla beraber yine İstanbul’dan daima istifade edeceğiz. Hep beraber Meclis’in üç buçuk senelik bir tarihçesini yapalım:

               İstanbul’daki Meclis taarruza duçar olurken(saldırıya uğrarken) Anadolu’da Büyük bir meclis olsun dedim. Aynı zamanda bu Meclis’in salahiyeti de geniş olsun istedim. Ancak, blok halinde bulunan Meclis bir gün beş parçaya ayrıldı. Fakat sağ, Sol cenah şekli de değil, hissi, şahsi, fikri muhalif nedenler dolayısıyla parçalara ayrıldı. İcrai salahiyete sahip bu Meclis’te birçok mühim meseleleri Meclis’le istişare etmek, oradan karara almak mecburiyeti vardı. İş o reddiye geldi ki en basit meseleler için de Meclis’ten karara almak imkânı kalmadı. Ben bu vaziyeti çok tehlikeli buldum. Hatırıma gelen şey bu ufak parçaları birleştirmek ve bir grup haline koymak oldu. Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Grubu diye bir grup yaptık. Bu gruba program olarak esaslı iki şey gösterdik: Misak-ı Milli, Teşkilatı Esasiye İkinci Grup nasıl kuruldu sorusuna gelince, Gayrimemnunların memnuniyetsizliği şahsi nedenlerdendi. Doğrudan doğruya benim şahsımdan gayrimemnunlar da vardı. Nihayet bu gayrimemnunlar kendilerine ikinci grup dediler. İkinci grup ve ona tabi olan mürteciler mütemadiyen vekillere taarruz ederler, onları düşürmek isterler, orduyu tenkit ederlerdi. Onlar daima hükümeti ellerine almaya çalışıyorlardı. Hele Dâhiliye Vekâletini ele geçirmeye bilhassa ehemmiyet veriyorlardı. Fakat bu teşebbüslerinde Muvaffak olamadılar. Mevcutları yirmi üç kişiye inmişti. Yetmiş dörtten yirmi üç kişiye indiler. Bugün bu efendilere bazı hocalar da iltihak etmişlerdir. Hocaların en cahilleri onlara iltihak etti. Binaenaleyh halife böyle olmaz, halifeye kuvvet kudret lazımdır, salahiyet lazımdır ”demeye başladılar. “Ona biz bir hak veririz ki Meclis’in kanunlarını, Hükümetin kararlarını tasdik eder”, diyorlardı.

-Gazi,”Hilafet meselesi hakkında görüşelim. Size soracağım, Velid Beyefendi, nasıl görüyorsunuz, nasıl tasavvur ediyorsunuz? Der. Tevhid-i Efkâr gazetesinin başyazarı Velid bey’in cevabı pek olumlu değildir: Bendeniz bu meseleyi ta’mik etmedim (derinliğine düşünmedim),”der. Devamla şunları ifade eder: ”Diyorum ki bunlar çok esaslı meselelerdir. Bunu iyi tetebbu edebilmek için zihinler sair meşgalelerden azade olmalıdır; devir bendenizce henüz gelmedi. Buna şahsi olsun, esaslı karara verebilmek için kat’i kanaat sahibi olmak lazımdır,”der. Gazi Paşa’nın,”Diğer arkadaşlardan görüş bildirenler olacak mı? Hanginiz bu hususta daha fazla meşgul oldunuz?” Sorusuna kimseden cevap gelmez. “Müsaade buyurursanız yine ben devam edeyim” diyerek halifelik konusunda ilave görüş ve düşüncelerini ortaya kor.  -Çok şayanı arzu idi ki bu meselenin münakaşası sulhten sonraya kalsın. Fakat görülüyor ki şimdi bu meselelerden hararetle bahsedenler var. Projeler, risaleler yaparak halka dağıtanlar var. Şükrü Efendi diyor ki ”halife şu demektir, halifenin salahiyeti şudur, vazifesi budur.” Bu fikirler bütün Milletin dimağına sirayet ediyor. Mademki menfi bir gayret vardır tedbir almak mecburiyetindeyiz. Falih Rıfkı (Atay)ın,”Paşam, sulhten sonra güç olur, en müsait zaman bu zaman…”Gazi’nin cevabı şöyle olur: ”Biz bu meseleyi siyaseten halletmişizdir. Dünya üzerinde müstakil ve yeni bir Türk devleti var. Devleti kuran milletin bir Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır. Türkiye devleti başka bir makam tanımaz. Hilafet demek bütün âlemi İslam’a şamil ise tarihte bu hiçbir vakit vaki olmamıştır. Bütün Âlemi İslam’ın halife sıfatıyla bir adam tarafından idaresi vaki de değildir. Malumu âliniz bir defa Peygamberimizin kendisi demiş ki: “Benden otuz sene sonra hilafet yoktur.” Bu makama birde salahiyeti vermeye kalkacak olursak ne olur? Bu salahiyetin tatbikat sahası bütün âlemi İslam olmak lazımdır. Halife bu salahiyetini bütün âlemi İslam üzerinde tatbik edebilecek midir? Tatbik edemezse zaten manası kalmaz… Her başı sarığı olanın halkın karşısına geçip, istediği bimana şeyleri onun kafasına sokmaya müsaade edilemez. Benim kanaatim, malumatım ve kati itikadım bundan ibarettir. Bu devletin halife ile alaka ve münasebeti yoktur. -Kılıçzade Hakkı Bey,”Paşa Hazretleri yeni hükümetin dini olacak mı” diye sorar. Gazi Paşa, ”Vardır efendim vardır. Fakat İslam dini hürriyeti efkâra mani değildir.” “Yani hükümet bir din ile tebeyyün edecek mi?”. “Edecek mi etmeyecek mi bilemem. Buğun mevcut kanunlarımızda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir, mütedeyyindir. Dini de dini İslam’dır. Dini reddedecek ortada bir sebep yoktur.”Diye konuşmalar devam eder…. İsmail Müştak Bey sorar: ”Türkiye’de hilafet siyaseten bir menfaat ve kuvvet midir, yoksa bir zaaf mı?  - Gazi Paşa cevap verir: “….Hilafet başımıza bir beladır. Osmanlı padişahlığı hilafeti almadan evvel devrinin en parlak safhasını yaşamıştır Hilafeti aldıktan sonra da bir sükût (düşüş) başlamıştır, der. Basın Toplantısının sonunda öne çıkan cümleleri şunlar olur: Gazi Paşa’nın “Hiç şüphesiz sulh olduktan sonra( Lozan Barışı) çok çalışmak lüzumuna kaniyiz. Bunun için zayiatımızı en az bir zamanda telafi edecek esaslı bir program yapmağa mecburuz… Milleti teşkilatsız ve hedefsiz bırakamayız.  Bu üç senelik milli mesainin, fedakârlığın neticesi olmak üzere vasıl olduğumuz hedefler ikidir: Birisi, istiklali tam, diğeri de bunun kadar ehemmiyetli olan yeni hükümetimizdir. Birincisini izah etmek kolaydır. İkincisini ise herkes anlamıyor. Bunun için hükümetin vaziyet ve mahiyetini, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ruh ve manasını görüştüğümüz noktalardan tahlil ve tetkik ederek halka anlatmalıyız. Mutaassıpları mutlaka bize hücum ettirmek için değil, aklıselim sahibi olan millet ekseriyetine hakikati anlatacak tarzda… Harici siyasetin mesnedi kuvvetli bir siyaseti dâhiliyedir. Ne şarka, ne de garba ehemmiyet vermeksizin yalnız kendi mevcudiyetimize istinad ile iktifa olunabilir mi? Suali de hatıra geliyor. Doğrusunu söylemek lazım gelirse bu dakikada emniyete şayan siyaset yalnız kendi mevcudiyetimize istinat etmektir. Başkalarına emniyetle rabtı kalp edemeyiz. Fakat bu demek değil ki yarın vuku bulacak inkişaflar karşısında herhangi bir tarafa daha çok yaklaşmak mümkün değildir ve gayri caizdir. “Gazi devamla:”Aradaki ihtilaf daha ziyade menfaat ve hissi şeylerden ileri geliyor. Fakat her ne surette olursa olsun bir ihtilaf noktası aramakta idiler. Bugün bu Efendilere bazı hocalar iltihak etmiştir. Çünkü hilafet ve saltanat yekdiğerinden ayrıldıktan sonra, bazı hocalar büyük bir teessüre kapıldı. O kadar ki, kendi dinlerinden ve imanlarından şüphe etmekte olduklarını söylemeye başladılar. Acaba, bu şerait dâhilinde Müslüman mıyım? Bu suretle hocaları en cahilleri onlara iltihak etti. Binaenaleyh, halife böyle olmaz, halifeye kuvvet ve kudret lâzımdır” demeye başladılar. Kendilerine müdafaalarına lazım olacak tezi de buldular; diyorlardı ki “biz, bu tarz hükümete, Meclisin bu mahiyetine tariz değiliz. Bugün salahiyetleri haiz olanın yerini tutacak zat makamı riyasette kim olursa o olacaktır. Bugün için Mustafa Kemal Paşa vardır. Belki şeraiti hazırası,(şimdiki koşulları) ile bu makamı tutabilir. Fakat yarın çekildiği ya da öldüğü zaman mümessil olarak yerine kimi getireceğiz? Biz, birbirimizi çekemeyiz. Böyle bir Meclis bulamayız. Netice inhal olur. Binaenaleyh, o makamda (yani Millet Meclisi Riyasetinde) öyle bir zat bulunmalı ki, böyle intihabatla, diğer bazı şeylerle takyid olunmasın(sınırlandırılmasın).Bu zat kim olabilir? En münasip şekil, riyasette halifenin bulunmasıdır. Halifeyi reis yaparız. Onu bir defaya mahsus olmak üzere intihabederiz. Ondan sonra hiçbir şey düşünmeyiz. Orası öyle bir makam olur ki, oraya herkes gözünü dikmez. Ona biz bir hak veririz ki, Meclisin kanunlarını, hükümetin kararlarını tasdik eder. İşte bu adamlar, böyle bir formül ile prensip ihtilafı şeklinde arzı mevcudiyet etmiş bulunuyorlar. Değil mi Adnan Bey?

         Adnan Bey—Evet Efendim.

Gazi-Şekil budur. Yani Meclis’in bir kısmı vardır ki, bu arzettiğim formül üzerinde uğraşıyorlar. Hatta bugün Ankara’dan bir telgrafname aldım, telgrafnameyi okur:”Bugün, Ankara’da (Hilafet’i İslamiyet ve Büyük Millet Meclisi) nâmı altında bir risale neşredilmiştir. Beş kuruş fiyatla satılmaktadır. İmza sahibi Karahisarı sahip mebusu Hoca Şükrü Efendidir. Bu risale, yeni bir matbaa tesis eden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in matbaasında basılmıştır. Risalenin muhteviyatı malum olan mevzu hakkında yani saltanatı şahsiyenin ilgası hakkındaki 1Teşrin’i sani 1338/1 Kasım 1922/ tarihli Meclis kararının şeriata mugayir Olmadığını bazı taraflarda ve matbuatta bu tarzda intihab olunan halifenin kuvvetsiz ve hükümetsiz bulunmadığını, halifenin kabulü ile onun levazımından(gereklerinden) olan hukuk ve levazımı şeriatın kabul edilmiş olduğunu ifade etmektedir. Risalenin muhtelif mahallerinde aynen şu ibareler vardır:”Büyük Millet Meclisi ile Meclis’in intihab ve tesbit ettiği halife’i Müslimin arasında hiç bir ayrılık ve gayrılık yoktur. Halifenin kuvvet ve şefkat sahibi olması en büyük esası şer’idir. Bununla beraber, bugünkü hale göre, hükümetimizin ve devletimizin bir reisi olması zaruridir. Bu hususta başka bir türlü şekle imkân yoktur. Şu hale nazaran tanzimi kavanin, icraiyesi… Vs. Riyaseti tabiyesini halifemizin haiz olması, yani devlet ve mukadderatı devletin nazarı tasdikine iktiran etmesi bir emri zaruri ve şer’idir. “Gazi, devamla-Bu münasebetle, hilafet meselesi hakkında görüşelim. Size soracağım, VelidBeyefendi. Nasıl görüyorsunuz, nasıl tasavvur ediyorsunuz?                                                  Velid Bey_- “Bendeniz, bu meseleyi ta’mik etmedim(Derinliğine düşünmedim) Paşa Hazretleri. Tamikinin de sulhtan sonraya bırakılması fikrinde idim. Şimdi asıl hepsinin fevkinde olan esaslı mesele, memleketimizi düşmandan kurtarmak için efkâr ve mesaimizi buna münhasır olmak kanaatinde bulunduğum için bu mesaili kendi kendime tetkik etmedim. Hatta Teşkilat’ı Esasiye Kanunu’nu da tetkik ve tetebbu etmiş(incelemiş) değilim. Böyle bir sırada bu mesele çıkmıştı. Tabii, mesele karşısında kendi, kendime bir gazeteci olmak itibariyle gafil bulundum. Ancak, ,herhangi mühim bir mesele hakkında her türlü mütalaat yapmak mecburiyetinde olduğum için bir günlük intibaları o mesele hakkında düşündüklerimi yazmıştım. Bendeniz, hâlâ bir dereceye kadar o fikirde bulunuyordu. Diyorum ki, bunlar çok esaslı meselelerdir. Bunu iyi tetebbu edebilmek için, zihinler sair meşgalelerden azade olmalıdır. O devir bendenize henüz gelmemiştir. Buna şahsi olsun, esaslı karar verebilmek için, kati kanaat sahibi olmak lâzımdır.                                          Gazi Paşa-Diğer arkadaşlar mütalaa dermeyan edecek mi? Hanginiz bu husuta daha fazla meşgul oldunuz? Müsaade buyurursanız, yine ben devam edeyim. Çok şayanı arzu idi ki, bu meselenin münakaşası sulhten sonraya kalsın. Fakat görülüyor ki, şimdi bu meseleden hararetle bahsedenler var. Böyle projeler, risaleler yaparak halka dağıtanlar var. Hulasa bizim arzumuza muvafakat etmeyenler var. Biz,”zamanı değildir. Sükûneti muhafaza edelim, asıl iştigal olunacak mühim işlerimiz vardır,”diyoruz. Fakat Şükrü Efendi diyor ki:”Halife şu demektir, halifenin selahiyeti şudur; vazifesi budur!”Ve bu fikirler bütün milletin dimağına sirayet ediyor. Mademki menfi bir hareket vardır, bunu karşılamak mecburiyetindeyiz. Ya onların iddiası doğrudur, ya bizim yaptıklarımız. Yaptığımız ve idame etmek istediğimiz şeylerin siyaseten, fennen, ilmen, dinen, bu memleket ve milletin hayat, refah ve saadeti noktai nazarından doğru olup, olmadığınıtetkikedelim.                                                                           Falih Rıfkı Atay—Paşam, sulhtan sonra daha güç olur. En münasip zaman, bu zaman…                                                                                                  Ahmet Emin Bey—Vaziyetin muvazzah(durumun açık? Olmamasından ileri gelmiyor mu? Hilafetin bütün İslam’a şamil-Yaygın-bir müessese olduğu meydana çıkar. Dâhili bir mesele olmak mahiyetini kaybeder.”                                                                                                          Gazi—Biz, bu meseleyi siyaseten halletmişizdir. Dünya yüzünde Müstakil ve yeni bir Türk Devleti vardır. Devleti kuran milletin bir. Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır. Memleketin yegâne, hakiki mümessili bu Meclis’tir. Türkiye devletinin reisi de vardır. Bu şekil şer’idir, ilmidir, bilhassa istiklali devleti en iyi muhafaza edebilecek bir şekildir. Türkiye devleti, başka bir makam tanımaz. Haddizatında başka bir makam yoktur. Hilafet demek, bütün âlemi İslama şamil bir idare noktası demek ise, tarihte bu hiçbir vakit vaki olmamıştır. Bütün âlemi İslamın halife sıfatıyla bir adam tarafından idaresi vaki de değildir. Hazreti Ali zamanında,”Sıffin”muharebesini, müteakip, âlemi İslam halife namı altında, iki zatın daire’i hükmü altında kaldılar. Bir taraftan Ali,”Halifeyim” diye icrayı hükmetmişti. Bir taraftan da Muaviye aynı sıfatla hükümet yapmıştı. Abbasiler zamanında ise bir taraftan Bağdat’ta, diğer taraftan Endülüs’te“Halifeyim”,diye saltanat sürenler vardı. Bugün Fas’ta, Sudan’da halife vardır. Onlar da kendilerine “Emirülmümin”,diyorlar. Bundan sonra bütün Müslümanları makamı hilafet namı altında bir noktaya bağlamanın imkânı yoktur. Filhakika şimdi, Mısır, Hindistan; Türkiyesizin İslamlarının hepsi kendi muhitlerinin şeraitinden, ananatındantecerrüt ederek (şartlarından ve geleneklerinden ayrılarak)   ümmet namı altında birleşmelerine nasıl imkân tasavvur olunabilir? Bu tarihin hükmüdür. Diğer taratan şer’in hükmü de ayrı bir şey değildir. Hakikatte şer’an ve dinen hilafet denilen şey yoktur. Malumu âliniz, bir defa Peygamberimizin kendisi demiş ki:”Benden otuz sene sonra hilafet yoktur!”                                                                              HİLAFET DEMEK, HÜKÜMET DEMEKTİR!                                                                                Gazi devamla—Hazreti Ali halife olduğu zaman, kendisine:”Halife’i Resulullâh”,demişler. Kendisi, ilk hutbesinde demiş ki:”Böyle bir sıfat bende yoktur. Halife denilen şey de yoktur. Siz müminlersiniz, ben de sizin Emirinizim!”Zaten peygamberin vefatından sonra, halife intihabı için hiç kimsenin aklına bir şey gelmemiş. Hilafet namı altında vukuu bulan teşekkülatı emaretten başka bir şey değildir. HİLAFET DEMEK, HÜKÜMET DEMEKTİR. Bu böyle olunca, hükümetin nasıl olması mevzuubahis olabilir? Esasat’ı şer’iyede şu veya bu şekilde bir şey tesbit edilmiş midir? Biliyorsunuz ki müstebit(baskıcı) hareket eden hükümetlere bile, din uleması(Meşrudur!”Demişler. Dinin esaslarında sadece idarenin ne gibi noktaları ihtiva etmesi lâzım geleceği musarrahtır.(açıklanmıştır).Adalet, meşveret, ulülemre itaat. Bizim hükümetimiz, tamamen bu esasları ihtiva ediyor. Binaenaleyh başkaca halife mevzuubahis olamaz. Böyle olduğu halde Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendisinden başka nasıl bir halife’i müslümin intihab etti ve bir makam’ı hilafet hâsıl oldu? Bu hal, şöyle izah olunabilir: Bütün İslam âlemi esaret altındadır. Şayan’ı arzudur ki, bunlar ayrı, ayrı çalışsınlar; kendi hâkimiyeti milliyelerini istihsal etsinler. İşte bunlara bu hususta medar’ıtesliyet(teselli nedeni) olmak üzere bir irtibat göstermem arzu ediliyor. Fakat onlar tamamen esaretten kurtulduktan sonra; başlı, başlarına müstakil olduktan sonra, behemehâl birleşik bir makamın idaresine girmek isteyeceklerini düşünmek caiz midir? Bu da ayrı bir mesele. Demek istiyoruz ki, onların kurtulması için müşterek bir noktayı rabıta(ortak bir bağlantı noktası) göstermek suretiyle tarihi, vicdani ve yahut dini bir vazife yapıyoruz. Manasızlıktan daha da ileri giderek, bu makama bir de selâhiyet vermeye kalkarsak ne olur? Bu selâhiyetin tatbikat noktası bütün âlemi İslam olmak lâzımdır.Halife,bu selâhiyetini bütün âlemi İslam üzerinde tatbik edebilecek midir?!Tatbik edemezse zaten manası kalmaz.Halbuki müdahaleyi –halife tarafından bile olsa—istiklaline mugayır bulan  bazı Müslüman devletleri,buna asla muvafakat etmeyeceklerdir.Nitekim,Afgan Emiri,aramızda yaptığımız bir muhadeye koymuş konmuş olan bir-iki noktayı,istiklaline müdahale telakki ederek reddetmiş ve demiş ki:”Afgan milletinin istiklaline kimseyi karıştırmam.Benim,namaz kılacağım camideki hutbe ve bu hatibin irad edeceği hutbelere ait olsa bile…”Müstakil İslam devletleri böyle…Diğer Müslümanlara gelince:Onlar başkalarının idaresi ve tahakkümü altındadır.Her şeyden önce hürriyetlerini istihsal etmek lâzım…Hâkim devletlere ilanı harp mi edeceğiz?!Halife,bütün bu işleri Anadolu Türk’ünün kuvvetine istinad ederek mi yapacak?!Böyle şey olmaz efendim! HER BAŞINDA SARIĞI OLANIN BİMANA/MANASIZ/ ŞEYLERİ HALKIN KAFASINA SOKMASINA MÜSAADE EDİLEMEZ!                                             

Ahmet Emin Bey—Hatipler, medreseler meselesi var.                                  Gazi—“Camilerdeki imam ve hatibi halife tayin edecektir!”Demek isteniyor.Efendim;bu hatibin vazifesi mensup olduğu millet ve  devletin istiklali ile,hakimiyetiyle alakadardır.Dinde hatip bir devletin reisidir.O reisin bulunamayacağı yerlerde,onun mümessilidir.Dinde hatip var mıdır?!Hutbe nedir?Doğrudan,doğruya reisi devletin,yahut en büyük rüesayı devletin halkı tenvir için söz söylemesi değil midir?Her başında sarığı olanın,halkın karşısına geçip,istediği bimana şeyleri onun kafasına sokmasına müsaade edilemez.Benim kanaatim,malumatım ve kati itikadım,bundan ibarettir.Bu devletin halife ile alaka ve münasebeti yoktur.Hakikati ifade lâzım gelirse,biz yapmak istediğimiz inkılabı iki parçaya ayırmış bulunuyoruz.Evvela birincisi.Sonra ikincisi.biliyorum sizi yordum.                                                               -(Bilakis, istifade ediyoruz Paşa Hazretleri!)                                                                   Kılıçzade Hakkı Bey—Paşa Hazretleri, yeni hükümetin dini olacak mı?                                                                                                       Gazi Paşa-Vardır, Efendim. Fakat İslam dini hürriyeti efkâra mani değildir.                                                                                                                   Hakkı Bey--Yani, hükümet bir din ile tedeyyün edecek mi?                                  Gazi—Edecek mi, etmeyecek mi bilmem. Bugün mevcut olan kanunlarla aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir, mütedeyyindir. Dini de dini İslam’dır. Dini reddecek ortada bir sebep yoktur.                                                                                                  Hakkı Bey—Şu halde Paşa Hazretleri, bir mesele hakkında, herkesin itikadı ve düşüncesine göre bir fikir ortaya koymak hususunda hükümet beni susturacaktır veya tecziye edecektir. Diyecektir ki,sen bu hususta hükümetin düşündüğü gibi düşünmüyorsun.                                     Gazi---Hükümetin düşündüğü gibi düşünmeye hiç kimsenin mecburi yeti yoktur. Hürriyeti hakikiyenin cari olduğu bir memlekette hürriyeti vicdaniye vardır ve yahut yoktur olduktan sonra bunu düşünmek doğru değildir. Vicdanının icabatını söyler.                            Hakkı Bey—Herkesin kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? Gazi—Heyeti içtimaiyede hürriyet mukayyeddir. O da bir fert değil,heyeti içtimaiyenin  menafii müşterekesi(ortak çıkarları) icabı olarak mevzu Kanunlar iledir.Hürriyeti vicdaniyemizi ne dereceye kadar kullanabileceğimiz mevzu(çıkarılmış kanunlarla anlaşılabilir.Mesela bir Hoca Efendi diyor ki:Şu işi behemehal yapmalısınız!Demek istediği şey de mesela Hakimiyeti milliyeyi kaldırınız…Gibi bir şey ise fiile teşebbüs ettiği dakikada mürteci telakki olunur.Kanunların icabatına tabi olur.O halde şer’i bir takım umur(işler)olunca rüyet edecek bir makam lâzımdır.O makama Şeriye Vekili deyiniz,her ne derseniz deyiniz,asıl mevzubahis olacak şey hususi bir şer’i ye vekilinin heyeti hükümetin içinde bulunup,bulunmaması meselesidir.Ayrıca bir büro yaparız,imamları tayin eder,bittabi hükümetin idaresinde.                                                                    SuphiNuriBey---Ya Evkaf işleri?                                                                             Gazi---Evkaf ayrı bir şeydir. Evkafı şer’i umuruna tahsis etmek esasen doğru değildir. Evkaf, bilhassa bizim memleketimizde, en mühim menabii servetten(servet kaynaklarından) biridir. Binaenaleyh, bunu yalınız medreselere bırakmak olmaz. Bu da ileride hallüfasıl olacaktır. (çözümlenecektir).

HİLAFET,BİR MENFAAT VE KUVVET MİDİR,YOKSA ZAAF MIDIR?!                             İsmail Müştak Bey—Türkiye’de hilafet,siyaseten  bir menfaat ve kuvvet midir,yoksa bir zaaf mıdır?!  

Gazi---Şüphe etmeyiniz, zaaftır. Bugünkü şeraite göre, biz kendi üzerimizdeki fenalığı tezyid ediyoruz,(arttırıyoruz).  Sembol olarak diyeceksiniz… Böyle sembolü kimse tanımıyor ki. Zannediyor musunuz ki, Hindliler, Mısırlılar, Afganlılar bize dini bir alaka ile merbutturlar. Her halde hilafet başımıza bir beladır: Osmanlı padişahlığı, hilafeti almadan evvel devrinin en parlak safhasını yapmıştır. Hilafeti aldıktan sonra da sükût(düşüş) başlamıştır. En felaketli zamanımızda bizimle harp edenler arasında hilafet yüzünden bize merbutolanlarvardır.

Suphi Nuri Bey---Paşa Hazreteri, fiilen mevcut vaziyeti tashih etmek zaman meselesi değil midir? Gazi---Tashih olunmuştur Efendim. Tashih olunmayan bir şey kalmamıştır. Bizce mesele hallolmuştur. Kendisi meşgul olmazsa ve kendisinden menfaat umanlar, yerinden kıpırdamazsa, bizce mesele hallolunmuştur. Ve evvela hocaların, Hoca Şükrü Efendi ve bunun gibi Hocaların arzularını yerine getirmek isteyenlerin yapacakları faaliyet, derhal meseleyi daha kati şekilde hallettirir.

 

 

TAASSUB, CEHLE İSTİNADEDER,                                            TAASUBU OLAN CAHİLDİR. 

Hakkı Bey—Hilafetin Osmanlı hanedanı elinde kalmasından bendeniz ati(gelecek) itibariyle bir tehlike devresi görüyorum,korkuyorum.  Gazi--  Ne için korkalım Beyefendi? Üç senedir na mütenahi /sonsuz/ fedakârlık ihtiyar eden bu millet, halifenin ordularıyla çarpışıyor ve onları makhur ediyor. Sonra mefluç kısımdan ne için korkalım? Eğer, aleyhine müteveccih (yöneltilecek) bir hareketleri olursa, millet onları başından nihayete kadar başından defetmesini de bilir.

Ahmet Emin Bey--  Acaba münazaa(anlaşmazlık) vesaire olmaz mı? Gazi—Bu noktadan ictinabdan (çekinmede) dolayıdır ki taassuba kıymet ve ehemmiyet veriyorsunuz. Taassup, cehle istinad eder. Binaenaleyh, taassubu olan cahildir. İlim behemehâl cehle galebe çalar. O halde, halkı tenvir ediniz.(aydınlatınız).                            Velid Bey---O halde Paşa Hazretleri, Teşkilatı Esasiye Kanunun bir noksanı var gibi geliyor. Kararların yalınız bir noktadan geçmemesi, yani gerek kuvvei teşriiye, gerek kuvvei icraiyeyi yalınız bir meclisin idare etmesi. Netice, bazen kararları yanlış çıkıyor. Mecliste, insan istediği bir fikri kabul ettirebilir. O karar, ikinci bir dereceden istinaf ve temyizden geçmek lâzımdır: Yani… Gazi—Hükümdarın mevcudiyeti bunu temin eder mi? Velid Bey—Teşkilatta ikinci bir meclis olsaydı, kararlarda daha büyük bir isabet olurdu demek istiyorum.

Gazi---Meclisi Ayanın (senatonun) mevcudiyet ihatadan masuniyeti tamamen temin edemedikten başka, hâkimiyeti milliyenin temsil ve tecellisi noktayı nazarından da mahzurları daidir, müntahap olsa dahi. Mevzubahis mahzuru izale için mutlaka bir başka meclis yapmaktan ziyade, bu şekil dâhilinde başka bir tedbir düşünebiliriz.

Müştak Bey—Meclisi ayan olmayan hükümetlerde kuvvetli bir Şurayı devlet olursa.

Gazi—Şurayı devlet biz de yapacağız. Şekli asliyi bozmamak şartıyla tedbir bulalım, her halde iki meclise taraftar olmayınız…”

 

HALKI KENDİ HALİNE TERK EDERSEK BİR HATVEİLERİ ATAMAYIZ.

“Ben, Halk fırkası namı altında bir fırka tesis edeceğim.”dediğim zaman, zan olunmuş idi ki milletin sınıfu muhtelivesinden(Çeşitli sınıflarından)bir veya iki sınıfın menafiini yahut refahını temin etmeye matuf bir gaye takip edeceğimden sınıfu sairenin menafiini düşünmeyeceğim. Böyle bir şey yoktur. Fırkanın programı bütün milletin refah ve saadetini temine matuf olacaktır.”Çeşitli kaynaklardan ve İsmail Arar,İzmit basın toplantısı.

                                                       

 

 

 

 

                                                                               

 

 

 

 

 

                                                               

 

 

 

 

 

                                                                      

 

 

        

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2011/TBMM'İNDE HİLAFET tartışması.



         TC.

OSMAN TÜRKOĞUZ

osmanturkoguz@gmail.com


TV. İZMİR,25Mart 2015.


 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDEKİ, HİLAFET TARTIŞMA TUTANAĞININ YENİ YAZIYA AKTARILMIŞ YAYININI RAHMETLİ DOÇENT BAHRİYE ÜÇOK HANIMDAN TEMİN ETMİŞTİM. ONLARI SAYGI İLE ANIYOR, HALİFE DİYE TEPİNENLERİ DE LANETLİYORUM. BUYURUNUZ                                                                                                                        
Hilâfetin ilgası – 1


03 Mart 1924--03 Mart 1340.

“Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile elli üç Refikinin hilâfetin ilgasına ve Hanedanı Osmanî’nin Türkiye haricine çıkarılmasına dair teklifi kanunisi:”

Riyaseti Celileye;

             “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde makamı hi­lâfetin vücudu Türkiye’yi dâhilî, harici siya­setinde iki başlı olmaktan kurtaramadı İstiklâlinde ve hayatı milliyesinde müşareket kabul etmiyen Türkiye’nin zahiren ve zımnen bile olsa ikiliğe tahammülü yoktur. Asırlardan beri Türk Milletinin sebebi felâketi ve ilâ nihaye fi­ilen ve ahden bir Türk İmparatorluğunun va­sıta i inkırazı olan Hanedanın hilâfet kisvesi al­tında Türkiye’nin mevcudiyetine daha müessir bir tehlike olacağı tecarübü mütehammilâne ile katiyen sabit olmuştur. Bu hanedanın Türk Milletiyle münasebattar olan her vaziyet ve kuvveti mevcudiyeti milliyemiz için mahzı teh­likedir. Esasen hilâfet, imarat evaili islâmda Hükümet mâna ve vazifesinde ihdas edilmiş olduğundan dünyevi ve uhrevi bilcümle vazaifi müteveçciheyi ifa ile mükellef olan zamanı ha­zır Hükümatı İslâmiyesinin yanında ayrıca bir hilâfetin sebebi mevcudiyeti yoktur. Hakikat bundan ibarettir. Türk Milleti selâmeti muhafa­za etmek için hakikate ittibadan başka bir hattıhareket ihtiyar edemez. Teraküm edegelen teşeyvüşatın vazıh ve katî bir surette halli için mevaddı âtiyenin bugün derakap ve müstacelen müzakeresi ile kanuniyet kesbetmesini teklif ederiz.”

3 Mart 1924-3 Mart 1340

“EKREM B. (Rize) — Meşrutiyetin bidayeti idi, henüz mektepten çıkmıştım. Mektebi Harbiye’nin – biliyorsunuz talimhaneye müteveccih olan mermer sütunlu mermer merdivenleri var­dır. Bunun kapısından bakıyorum mermer merdivenin aşağısında sadaret mevkiini işgal etmiş vükelamızdan birini ferik apuletleri ve mehabetli vücudu ile ve arkasında bütün yaverleriyle ve maiyetiyle iyi talim ve terbiye görmüş bir nefer vaziyetinde gördüm. Bu zat ve maiyeti mükellef bir arabanın önünde duruyordu. Fakat arabanın içindekini görmüyordum. Tabiî merak ettim bak­tım. Bu Sultan Hamidin on dört on beş yaşında­ki şehzadelerinden biri idi. Bu levha bana der­hal garip bir tesir yaptı. Çünkü bu çocuk bir hiçti ve hiç evsafı olmayan bir insancıktı. Düşündüm: O zaman bu çocuğa eğer o hürmet Sultan Hamid’in oğlu olduğundan dolayı yapılıyorsa. Sul­tan Hamit denilen adam o canilerdendir ki, ci­nayeti yalnız Mithat Paşa gibi nice insanları mahvetmekten ibaret değil, bir milleti inkıraza mahkûm etmiştir. Hâlâ onun cezasını çekiyo­ruz. Sonra haber aldım ki: Meğer saraylarda beş, altı yaşındaki çocukların önünde vükelâ ri­cal ve ekâbir hepsi böyle el pençe divan dururlarmış. İnsanların böyle kendi kendilerini esaret altına sokmalarına karşı o zaman derin bir nefes hissetmiştim. Efendiler bugün bu mefkûre  tamamıyla değişmiştir ve ben bugünü gördüğüm için ölürsem de gam yemem, ruhum ebediyen istirahat edebilir. Artık kimse beş, altı yaşındaki çocukların önünde el pençe divan durmayacak ve hiçbir zaman «arzuyu şahanem, milletime ih­san ettim» sözlerini işitmeyecek. Yalnız milletin sayesinde yaşadıkları halde onu uşak gibi kul­lanan bu saltanat devrildiği halde garip olan şurasıdır ki, hâlâ biz gözümüzün önünde bu aile­nin hilâfet kisvesi altında ayrı debdebeyi sür­mesine tahammül etmek ve rıza göstermek safderunluğunda bulunuyoruz. Bir gün gelecek, istikbalde bugünün tarihini yazan müverrihler Anadolu’da Türk, istiklâlini kazanmak için boğaz boğaza gelirken İstanbul’da onun düşmanı ile dans eden bu hanedanı aileyi derhal tardetmediğimizden dolayı hayret edeceklerdir. Tarih bize gösterir ki, bu zevat her zaman bu tahta bütün kuvvetleriyle sarılmışlar ve onu elde et­mek için icabında Türk Milletinin boğaz boğaza gelmesini istemişlerdir. (Bravo sesleri) Niçin bunlar bu tahta bu kadar sarılıyorlar, millete hizmet etmek için mi? Efendiler. Millete hiz­met etmiş tarihimizde birçok sadrazamlar göste­rebilirsiniz. Fakat padişah göstertmek için müşkülât çekeceksiniz. Bunların tahta merbut olma­larını saik yalnız menfaat, îhtiras, bundan iba­rettir. Padişahların yapmış oldukları bu fena­lıklar üzerinde biraz durmak istiiıyoruım. Çünkü ben inliyorum. Efendiler bugün memleketimin  milletimin terakiyatının bu kadar geri kalmasından dolayı inliyorum. Bir ecnebi ile karşı karşı­ya geldiğim zaman, onun memleketiyle kendimi mukayese ettiğim zaman görüyorum ki, onun memleketindeki şimendiferler kadar benim memleketimde yol yoktur. Bu üstümde başımda gördüğünüz düğmeleri ve hattâ ve bâzı yerlerde yiyeceğim ekmeğe varıncaya kadar onlardan satınalmıya mecbur oluyorum. Bundan dolayıdır ki, bir ecnebi ile karşı karşıya geldiğim zaman yüzüm kızarıyor. O halde kendime soruyorum Türk Milletinin bu kadar geri kalmasındaki se­bep nedir? Yarabbi! Biz kabiliyetsiz, istidatsız olduğumuz için mi bu kadar geri kaldık? Bütün ecnebi devletler en yüksek zirvede biz alttayız. Buna sebep din midir? Bu sualime karşı derhal görüyorum ki, mazide Arap Milletinin, İslâm di­ni ile mücehhez olan Arap Milletinin medeniyeti bana ‘gösteriyor ki hiçbir zaman din buna mâni değildir. O halde kabiliyetsiz olan biz Türkler miyiz? Hayır, Efendiler bunu da görüyorum. Bir zabit, bir doktor, bir mühendis muhitini bulduğu zaman derhal orada ferdi tefevvuklar yapıyor. Efendiler, Türk Milletinin bu kadar geri kal­masına sebep mesul padişahlardır. Padişahlardır. Çünkü onlar milleti kahhar bir idarei mutlaka altında boğarak ve yalnız kendi menfaatlerini düşünerek onun terakkisi için hiçbir şey yap­mamışlardır. Millet mesul kendisi olurdu, şayet hâkimiyet kendi elinde olduğu halde bu kadar geri kalsaydı. Şöyle bir bakarsak bu son inkı­lâp fikri istisna edilirse Türk Milletinin altıyüz sene evvelki ruhu ile son zamanlardaki ruhu arasında hiçbir fark yoktur. Hudutlara bakınız.  Aşağı – yukarı altıyüz sene evvelki vaziyete şahidoluruz. Ümran noktasından yollar, köyler hiç değişmemiştir. Yalnız ormanlar azalmıştır. Bü­tün bunların sebebi, mesuller padişahlardır. Bu­gün İstanbul’da ve memleketin sair tarafında el­leri böğründe kuvvetleri olduğu halde iş bulamamaktan dolayı sefil kalan binlerce halk bilmeli­dir ki biz altıyüz senenin biriktirdiği nakâyısın altında eziliyoruz. Ve bu altıyüz senenin birik­tirdiği nakayısa çare bulmak birkaç senede mümkün değildir. Bu padişahlar, bidayeti salta­natlarında tarihin kendilerinden evvel vermiş olduğu derslerden hiç ibret almamışlar, düşün­memişler ki, bir yer işgal etmek o yeri zaptetmek demek değildir: Memleketin ümranı nok­tai nazarından çalışmamışlar, hiçbir şey yap­mamışlardır. Bana Tarihi Osmanînin Saltanatı Osmanînin istiklâli Osmaniye temin etti diye teb­cil ettiği şeylerden mi bahsolunacak? Efendiler ben bunu bu efsaneyi on yaşında iken pek tatlı olarak dinledim. Fakat bugün artık bu masal­ları dinlemeye tahammülüm yoktur. Kimi esaret­ten kurtarmış, kimin istiklâlini temin etmiştir? Şark Türk Hakanlığını Türkleri bir noktaya toplamak için olan hareketine karşı bâzı Selçuk sultanlarının yaptığı gibi ona tabi olsa idi bu­lgun ihtimal ki, merkezi Asya’da olmak üzere büyük bir şark veya Türk Hakanlığı tesis etmiş olabilirdi. O zaman bizim ecdadımız ha Şark Türk Hakanlığının idaresi altında bulunmuş ha Sultan Osmanm idaresi yahut Karaman Beyinin idaresine girmiş. Bugün bu bizim için müsavi
olurdu.

Hiç düşün­meksizin yapılacak olan şey derhal bu hanedanın bilaistisna hudut haricine çıkarılmasıdır. Sair Cumhuriyeti ilân eden milletlerin birçok kanlı tecrübeler pahasına bulmuş oldukları bu netice­yi elde etmek için aynı tecrübeleri yapmak ister misiniz? Bunlar çıktıktan sonra bir nokta akla gelebilir. Hilâfet mevkii; bendeniz hakikaten  hayretler içinde kalıyorum. Hilâfetle bir aile­nin münasebeti nedir? Mazisi cinayetlerle dolu ve Türk Milletine hizmet etmemiş olan bu ailenin hilâfetle münasebeti nedir? Hilâfet. Esasen islâm dininin hükümetinde mündemiçtir, bun­dan ibarettir. Bununla beraber ben bu isme de çok ehemmiyet vermem. Artık bu ismin oynayacağı siyasi rol çoktan geçmiştir. Bugün pek güzel gördük, Harbi Umumide kanal seferi bize hi­lâfet kuvvetini hiçbir işe yaramadığını pek acı ve pek pahalıya oturtarak anlatmıştır. Irak ve Filistin cephelerinde Hind askerlerinin pek kan­lı taarruzlarına bu isim hiçbir zaman mâni olamamıştır. Son zamanda görüyoruz Yunanis­tan’ın siyasi bâzı menafii, Hristiyan olmasında ziyade siyasi bâzı menafi sebebiyle yardım gör­müş fakat Türk ordularının kahhar darbeleri altında ezilince bütün cihan tarafından terk edilmiştir. Binaenaleyh bu ismin artık oynana­cak siyasi rolünü tasavvur edemiyorum. Bina­enaleyh neticeye geliyorum, doğrudan doğruya teklifin gösterdiği veçhile bilaistisna hanedan ailesinin hudut haricine çıkarılmasından ibarettir.

ZEKİ B. (Devamla) — Ben milletin efradındanım, fırkanın değilim. Umdelerden bahsetme­ye salâhiyetim vardır. Burası hür bir kürsüdür. Zatıâlileri de çıkarsınız. Burada noktai nazarı­nızı söylersiniz. Acaba bu umdei esasiyeler dâhilinde böyle ananatı milliyemizi ani surette sarsmak ve yık­mak usulleri de dâhil mi idi? Bu gün memleke­tin her hangi bir tarafından mesaili iktisadiyeyi, mesaili siyasiyeyi ve dâhiliyeyi ve ziraiyeyi hal­lettik de yalnız bu vaziyetin içerisinde yapılmak istenilen bu mu kaldı? (Gürültüler) bendenize öyle geliyor ki, bunun-zamanı henüz gelmemiş­tir ve gelmediğine kaniim. (Çoktan geçmiştir).

(…ZEKİ B. (Devamla) — «Hilâfeti Hanedanı Âli Osman’a aidolup Büyük Millet Meclisi tara­fından bu hanedanın ilmen ve ahlâken erşat ve aslâh evlâdı intihabolunur» Heyeti Celilenizin vermiş olduğu bu kararı kaldırmış olan ayrıca bir lâyihai kanuniye var mıdır?

MUSTAFA B. (Tokad) — O karar ile bu­nun arasında fark var. Ondan sonra neler ol­du haberin var mı? Uyuma!..

ZEKİ B. (Devamla) — Arkadaşlar bende­niz mutedil liberal ve bununla bir ebedi müt­hiş bir ittihadı islâm taraftarıyım (Türkçe söyle sesleri) tarihin bu azametini kendi mille­timde görmek isterim. Benim gayem budur. Bunun içindir ki, memleketimin siyaseti dâhiliye ve hariciyesi namına hilâfetin ilgasını ka­bul ederek bugünkü vaziyet dâhilinde bu müt­hiş kuvveti düşmanların veyahut diğer hükü­metlerin kucağıma atmayalım. Biz Cumhuriyet, hâkimiyeti milliye ve teceddüde diyoruz. Eğer bunlar hal­kın arzusu ise – ki, olduğuma benim imanım var – bununla beraber biz öyle zannediyoruz ki, bu esasat dairesinde ittifak ettiğimiz takdirde halkın ihtiyacatı umumiyesine aidolan bu esasatı yine halktan veçhe alarak o veçhe daire­sinde halkın ihtiyacatı umnmiyesini nazarı dik­kate alarak o veçhe üzerine ve Teşkilâtı Esasiyemiz ve fırkamın heyeti umumiyesini bir umdei esasiye olarak kabul ettiği esasat dairesin­de Hükümete bir veçhe vererek o suretle karar vermemiz icabederdi. Yoksa biz düşündükleri­mizi, kendi arzu ettiklerimizi doğrudan doğru­ya halka kabul mü ettireceğiz.

ZEKİ B. (Gümüşhane) — Efendiler biz sal­tanata düşman değiliz, eşhasa düşmanız. Zira bugünkü günde gördüğüm vaziyet şudur: Cumhuriyet, devam ettiği halde saltanata doğ­ru yürüyor. (Gürültüler)!

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Hilâfetin ilgası deniliyor arkadaşlar. Ben, hilâfetin ilgasını kabul etmiyorum arka­daşlar. Hilâfet ilga edilmiyor. Hilâfetin maka­mı kaldırılıyor. Hâlbuki hilâfet mevcuttur ar­kadaşlar. İmamet de burada, hilâfet de bura­da. (Bravo hayır sesleri)

ŞEYH ŞAFVET Ef. (Konya) — Dinî mümini islâmm her veçhile ulviyet ve nezahetini muhafaza et­mek için hilâfetin mahiyetini tahlil ve ilân et­mekte bir gün bile teehhür etmek caiz değildir. Öteden beri her hangi bir sülâlenin, bir şahsın makamı hükümdariye irsen musallat olabilmesiyle halife unvanını ihraz etmesi Dîni İslâmınn muktaziyatından imiş gibi bundan ev­vel efkârı âmmede bir terakki vardı. Fakat hi­lâfetin ne demek olduğunu hakkiyle bilen hurafayı ümmet Dîni İslâmın hakayıkı âliyesiyle halkın seviyesini müteakip bulamadıklarından zevahirin muhafazasiyle idarei maslahat siyasetini takibetmişlerdi. Bugün mülkün her tara­fında canu gönülden hüsnü telâkkiye iktiran eden Cumhuriyet, halk seviyesinin en âli derecelerde olduğunu ispat eylemiştir. İşte bu sa­yededir ki bugün bu meselenin halli ile işti­gal ediyoruz.

Binaenaleyh mademki bugün hak ve adil üzere icrayı Hü­kümet ancak cumhuriyetle kaimdir ve idarei hazıranız da hamdolsun bir idarei cumhuriyedir. Hilâfetin mahiyeti aklen ve mantıken Bü­yük Millet Meclisinin şahsı mânevisinde tamamıyla tecelli etmiş oluyor. Şu halde Dini İslâmın kasdeylemiş olduğu hilâfetin hakikati bu Meclisi Muazzamın şahsı mânevisinde tecelli etmekte iken hilâfet sıfatı mübeccelesini Büyük Millet Meclisi haricinde hakaiki islâmiye hilâ­fına bir lâfzı bimânadır ki sinne düşürmek Cumhuriyetle asla tevafuk etmeyecek bir haleti garibedir.

HALİD B. (Kastamonu) — (…) Mâlûmuâliniz hilâfet 1300 küsur seneden beri Hulefayı Raşidin, Emeviler, Abbasiler, sonra Fatımiler Mısır ve saireden geçerek bir silsiledir gidiyoruz. Bina­enaleyh 1300 senelik bir müessesedir. Bunun için bu makamı mülga demek için her halde uzun boylu düşünmek icabeder kanaatinde­yim.

Ciheti şer’iyesinde hiçbir mahzur yoktur. Bendeniz yalnız siyasi noktai nazardan arz edi­yorum. Arkadaşlar hepimiz biliyoruz ki İstiklâl Mücadelâtı ilân edildiği zaman halkımızın ha­life makamına olan merbutiyetini nazarı iti­bara alarak hepimiz «halifeyi kurtaracağız. Şöyle yapacağız, böyle yapacağız» diye telkinatta bulunduk. Hattâ birçok meşarih ve ulemayı Büyük. Millet Meclisine getirdik. Bu, sırf halkın hissiyatına hürmet içindi. Sonra arka­daşlar, ben bu İstiklâl Muharebatmda kâmilen bulundum. Askerlere, bütün arkadaşlarla be­raber bu suretle telkinatta bulunduk. «Makamı hilâfeti, bütün vatanla beraber kurtaracağız» dedik. (Kurtarmadık mı sesleri) Hay, hay ham­dolsun kurtardık. Böyle olmakla beraber bu­gün halk makamı hilâfet olmazsa Cuma namazı kılınamaz itikadındadır.. (Hayır, hayır ses­leri) Ben de o itikatta değilim.

TUNALI HİLMİ B. — O itikadı değiştire­ceğiz. Bundan böyle halkı aldatmak yok.

HALİD B. (Devamla) — İnşallah! Bina­enaleyh bendeniz en ziyade bunun dâhildeki tarzı telâkkisine işaret ediyorum.

Me­selâ bugün hac farzdır. Haccın hikmeti felse­fesi o kadar büyüktür ki acaba bundan siyaseten ne istifade etmişizdir? Hiç. Sonra Araplar bize karşı şöyle yapmış böyle yapmış diyoruz. Hâlbuki hep biliyoruz ki bu Arabistan’da takibettiğimiz hatalı siyaset neticesidir. (Hayır, hayır sesleri) (Başka birinin hatası bize tereddübetmez sesleri) Bendeniz kanaati vicdaniyemi söylüyorum.

Bendeniz bu son sözü yani mülgadır sözünü açıkça söylemeyi ve kaydını şer’an de­ğil siyaseten büyük bir mahzur telâkki ediyo­rum.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — O halda kapalı kaydedelim.

HALİT B. (Devamla) — Büyük Millet Meclisinin şahsiyeti mâneviyesinde deriz. Doğ­rudan doğruya mülgadır demek hatalıdır.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Büyük Millet Meclisinin şahsında mündemiçtir.

HALİT B. (Kastamonu) — Az zaman sonra tesirini görürüz.

VASIF B. (Devamla) — (…) Dünyada bütün medeni milletlerin medeni varlıkların bir hakikati mehaz olarak kabul ettiği esaslardan bah­setmiştim ve bu esaslar ve en mühim olarak Cum­huriyeti ilân eden bir milletin kendi varlığını  kurtarmak için saltanat iddia edebilecek hiçbir kuvvete meydan bırakmamaktır. Cumhuriyeti ilân eden bir milletin en yüksek vazifesi kendi vatanı için kendi varlığı için kabul edeceği en büyük esas, kendi mevcudiyetine tehlike iras edebilecek ikiliklere meydan vermemek, saltanat ihtiraslarına meydan bırakmamaktır. Milletin selâmeti efkârı için daima sultanlığa timsal ola­bilecek olan bütün müesseseleri yıkmaktır. Ancak o zaman Cumhuriyet tamam olabilir, o zaman ancak Cumhuriyetin temeli esaslı olabilir.

Neşredilen cihad fetvasına rağmen Türkü Irak’ta, Çanakkale’de, Filistin’de Boğazlıyan müslümanlardır. (Her tarafta sesleri) Arkadaşlar, varlığı­mıza bütün kuvveti ile kasteden Britanya impa­ratorluğunun en büyük noktai istinadı ve bizi yıkmak için sevk ettiği orduların en kuvvetli membaları islâm diyarları idi. Nerede o cihad fetvaları, nerede o Hilafetin haricî siyasetindeki tesirleri, nerede o Hilâfetin faydaları? Zeki Bey bir tane göstersin.

Fakat Meclisi Âlinin kıymetli azaları mütehassıs ve mesudolarak bu kararı vermiştir ve o gaye bilâkaydü şart yürüyecektir ve yürümek için o mevanii ihdas edenlerin kafalarını ezerek, kıra­rak yürüyecektir. (Bravo sesleri)!

Diyorlar ki biz bu zaferi kazanırken makamı hilâfeti kurtaracağız diye propaganda yapmışız, bunu ilân etmişiz, şimdi nasıl oluyor da geri dönüyoruz. Meclisi Âlinin geri döndüğünü gösteren ortada hiçbir hadise yoktur. Meclisi Âlinin husule getirdiği şey vekayiin, hadisatın, zamanın bir zarureti katiyesi olarak tecelli etmiştir.

Cihan bir mecrayı tekâmül takilbetmektedir. Beşeriyetin bugünkü vaziyeti, şekli idaresi, telâkkiyatı, zihniyatı müthiş bir suretle daima tahavvül ve inkişaf etmektedir. Zeki Bey isti­yor mu ki, Halid Bey istiyor mu ki, dün söyle­diğimizi ne kadar zararlı görsek yerinde saya­rak yerinde durarak muhafaza edeceğiz.

Evet, ar­kadaşlar o zaman bir sultan vardı ve hattâ o zaman padişahlığın ilga edildiğini bile ilân et­memiştik. Padişahın bütün ihanetine rağmen padişahın memleketi batırmak için düşmanla bir olmasına rağmen… Fakat arkadaşlar, o pa­dişah bizi boğmak, bizi yıkmak, bizi ezmek için silâh olarak hilâfeti kullanmıştır. Sakarya’ya kadar gelen Yunan Ordusunun hilâfet ordusu olduğuna dair beyannameler neşretmiştir. Di­ni kullanmıştır. Bizim mücrim ve kâfir oldu­ğumuza dair fetvalar neşretmiştir.

Meclisi Âli bu kararını verdiği zaman var­sın arkadaşlardan beş on şahıs, beş on kişi bu­na muhalefet edeceğim diye tepinsin ve çırpın­sın. Bütün bu tepinmenin ve çırpınmanın sonu hicrandır, hüsrandır ve anlayacaklardır ki yap­tıkları hareket ayıptır ve günahtır. (Alkışlar)

ADLİYE VEKİLİ SEYİT B. (İzmir) — (…) Bendeniz de bu meseleye dair uzun senelerden beri icra etti­ğim tetebbuat neticesinde hâsıl olan kanaatimi beyan etmek isterim. Nitekim geçen sene hilâ­fet hakkında (Hilafet ve hâkimiyeti milliye) unvanı ile bir de kitap neşretmiştim.. Dediğim gibi tarihi islâmda azîm bir İnkılâp yapıyo­ruz. Diyebilirim ki bundan daha büyük inkılâp olamaz. Bu inkılâbın azametindendir zihin­ler bununla pek meşguldür. Kalbler endişe ve tereddüt içindedir. Onun için cümlemizin vic­dan ve izamı arzu ediyor ki mesele tamamıyla tavazzuh etsin. Yâr ü ağyar ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilsin. Şuurlu bir su­rette mi yoksa şuursuz bir haldemi yapıyoruz, anlasın. Meclisi Âli, hilâfet meselesini maliyeti seriye ve siyasetin bilerek mi ittihazı karar edi­yor, yoksa bilmeyerek mi Bu cihetler tamamıyla tavazzuh etsin. Çünkü tekrar ediyorum mesele hakikaten gayet mühimdi. Âlemi islâmda daha şimdiye kadar böyle bir inkılâp vâki olmamıştır. Değil âlemi islâmda belki kürei arz­da vâki olan inkılâbatın en büyüğü en mühi­midir.

Muhterem Efendiler, asıl kanunu din olan Kuranı Kerime müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim şekli Hilâfet hakkında yani İslâm Hi­lâfeti hakkında hiçbir âyeti kerîme yoktur. Kuranı Kerim emri Hükümette yani idarei memle­ket hususunda bize iki düstur gösteriyor: Biri; bugün âlemi medeniyette cari olan kaidei meşverettir ki, bunu Kuran bize bin üçyüz sene ev­vel vazetmiştir. O da (ve emrühüm şûra beynehüm) düsturudur. Müslümanların işi kendi ara­larında meşveretle görülür, demektir.

Kuranda zikrolunan ikinci düstur da ululemre itaat düsturudur. Kuranı kerimde; «Etiullahe ve etiulresul ve’ ülülemrü minküm», âyeti celilesi vardır. Mânayı münifi, Allaha ve Pey­gambere ve sizin içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz, demektir. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, Hükümetsizliği ref ve def’i etmek içindir. Zapturapt memleketi temin et­mek içindir ki, o emrü Hükümete itaat dînen vacibolduğunu beyan ediyor. Bu âyet efrada salâhiyettar olan ricalin emrine itaat hususunda bir vazifeyi diniye tahmil ediyor. İşte idarei memleket hususunda Kuranı kerimde bu iki ayetten başka bir âyet, yoktur. Vakıa emaneti ya­ni memuriyetleri, vazaifi hükümetleri ehline tevdi etmek hak ve adle riayet eylemek gibi hususata müteallik âyatı Kuraniye vardır. Lâkin bunlar doğrudan doğruya usulü idareye müteallik değildir, ikinci derecededir. Evvelce de söylemiştim.

 Hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade dünyevi ve siyasi bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin kendi işidir. Onun içindir ki hususu şeriyede bu mesele hakkında tafsilât yoktur. Halife nasıl tâyin ve nasbolunur? Hilâfetin şeraiti nedir. Her halükarda ve her zamanda bir halife nasp ve tâyin etmek millet üzerine vacip midir? Gibi meseleler hakkında ne Kuranı kerimde, ne de hadisi nebeviyede bir sa­rahat yoktur. Efendiler, nazarı dikkatinizi celbederim; tırnak kesmek sakal bırakmak gibi en fer’i adap ve adâta, uımru saniyeye müteallik (meseleler hakkında birçok hadisi şerifler varidolduğu halde halifenin nasıl nasp ve tâyin edilece­ği, hilâfetin şartlarının neden ibaret olduğu ve her zamanda halife nasp ve tâyin etmek vacip olup olmadığı hakkında sarih ve kati hiçbir hadis yoktur. Bunun hikmeti nedir? Adap ve adâta dair birçok hadisler varidolsun da niçin hilâfet meseleleri hakkında sarih bir hadisi şerif vâridolmasm? Bu nazarı dikkati calib değil midir? Bunun sebebi şudur ki hilâfet öyle zannolunduğu gibi mesaili asliyei diniyeden değildir. Siyasi bir meseledir. Zamana, örf ve âdâta göre değişir icabatı zamana tâbidir. Onun içindir ki riyasetpenah Efendimiz demin söylediğim hilâfet me­seleleri hakkında ihtiyari sükût buyurmuşlardır.

Bu hilâfeti hakikiyenin şartlarına gelince bunlar on kadar şeriatten ibarettir ki, şunlardır: Müslüman olmak, hür olmak, akıl ve baliğ olmak, erkek olmak, selâmeti havas ve âzava malik bu­lunmak, umuru memleket ve masalilhi milleti temsilde rey ve tedbir ve hüsnü siyaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve kudrete malik bulunmak, şecaat sahibi olmak, tam mânasivle adalette muttasıf olmak. Kureyş den olmak. İste hilâfetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa hilâfet sahih olmaz. Bu şartlardan başka bir de (ilim) şartı vardır.

Efendiler, kendi kendimizi aldatmayalım. Âlemi islâmı biz hiç aldatamayız. Onların içinde birçok ulema vardır. Kâffesi bugün bizden âlim­dirler. Kütübü İslâmiye ellerindedir. Onlar hi­lâfeti islâmiyenin ne demek olduğunu bilmezler  mi? Hind uleması, Mısır uleması, Yemen uleması, Neced uleması, Kürdistan uleması halifenin Kureyşten olması lâzım geleceğini bilmezler mi efen­diler? Bu saydığım yerlerin hiçbir âlimi bizim padişahlarımızın halifeliğini din noktai nazarın­dan kabul etmez. Mısır’da, Hindistan’da, Kürdistan’da hilâfetten bahsedildiği vakit bunun ciddî olduğuna inanıyor musunuz? (Bravo sesleri)!

Şimdi burada gayet kuvvetli bir itiraz vâridolur. Denilebilir ki, Müslümanlar üzerine bir imam intihap ve nasbetmek vaciptir. Bu bapta icma’ı ümmet vardır. Bütün ulemayı islâm imam nas­binin vücubunda ittifak etmişlerdir. Buna ne ce­vap vereceksin? Bu sual hakikaten pek kuvvetli bir sualdir, işin içine (icma) girince kendi tara­fımızdan ne söylense fayda vermez. Hiç kimse dinlemez. Çünkü icma en kuvvetli delil addolu­nur ve tarafınızdan ne denilecek olsa bize ceva­ben icmaı akdeden ulema, senden daha iyi bilir denilir. Şu halde buna nasıl cevap vermelidir? Bunun cevabını Şafii ulemasının en büyük mü­tehassıslarından Allame Uddadin vermiştir. Bu zatın (Mevakıf) namında gayet muteber bir kitabı vardır. Ehlisünnetin itikadiyatına dair­dir. Büyük bir kitaptır. İstanbul’da matbaai âmirede üç cilt üzerine tab’ı edilmiştir. Bütün ulemayı İslâmınn elinde hüccet gibi tutulur ve münderecatı senet ittihaz olunur. Bu kitabın imamet bahsinde bu sual kendi tarafından iradolunduktan sonra ona cevaben demin dedi­ğim. gibi (şeraiti, imameti cami bir zat bulun­madığı surette ehli islâm üzerine imam nasbetmek vacibolmaz), diye mezkûrdur.

Hilâfeti hakikıyede halife Rasulü Ekrem Efendimizin eserine iktifa ile peygamberane bir hayat ida­re ve pederane bir siyaset takibedecek, elinde Hazreti Kuranmeşali hidayet ve rehberi hare­keti olacak, kalbinde Allah korkusu onu her halûkârında adaletten ayrılmayacak, mansup ve memuriyetleri birer emaneti ilâhiye addede­rek ehlini bulup ona tefavvuz edecek, hukuku müsliminin ziyaına ve emvali beytülmalin zerre kadar israfına meydan vermeyecek, islâmiyetin inkişaf ve tealisi ve ehli islâmın saadet ve terakkisi neye mütevakkıf ise onu istihsale bezli mukadderat eyleyecek. Şimdi zamanımız­da böyle bir hilâfeti hakikiye tesisi kabil mi­dir.

Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şerişerif nazarında hilâfetten maksat hükümettir. Bir Hükümeti âdile tesis etmektir. Kuranı Kerimde Emrü Hükümette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün oldu­ğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettikte. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyulâ gibi bir halife bu­lundurmanın ne mânası vardır?

İşte Efendiler, hilâfet meselesinin İlmi Kelâm yani itikadiyet noktai nazarından mahiyeti şeriyesi budur. Bunu bu suretle bilmek, halkı ten­vir etmek, hakikati bildirmek lâzımdır ve böyle bir zamanda bizim için bir farizadır. (Alkışlar)  hakikaten bâzı zatlar var. Meselâ bizim muh­terem Gümüşhane Mebusu Zeki Bey, Muhterem Kastamonu Mebusu Halid Beyefendi Hazretleri gibi. Dâhilde ve hariçte daha birçok zevat bu­lunabilir ki bu meselede tereddütleri vardır. Endişelerinde samimiyet olduğunda hiç şüphem yoktur. Kendilerini takdir ve tebcil ederim. Sözlerinde başka bir gaye, başka bir maksat yoktur. Endişeler, pek tabiî bir endişedir. Çünkü mesele pek büyüktür. Azim bir inkılâp geçiriyoruz. Kendilerini mazur görürüm. Hiç şüphe etmem ki meseleyi olduğu gibi bildikleri zaman o endişeleri zail olur. Onlar da kemali itidal ile bizim noktai nazarımıza iştirak eder­ler.

Muhterem Halid Beyefendi :«Ben meselenin ciheti şeriyesine karışmam. Ciheti siyasiyesini düşünüyorum» dediler. Yâni meselenin ciheti siyasiyesinden endişe ettiklerini söylediler. Bu bapta da bir iki söz söylemek isterim. Kimsenin kanaatini suiistimal etmek istemem. Söyleyeceğim sözler sırf benim şahsi kanaatimdir. Bunu yani hilâfet meselesinin ciheti siyasiyesini ben de çok düşündüm. Geçen seneden beri bâzı matbuat da bundan bahsetti. Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer islâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun âlemi is’lâmda hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi âlemi islâmın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi islâmın bize olan muavenetini bilmiyorum, haki­katen var mıdır? Efendiler beş on lira vermek­le ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman âlemi islâmdan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makam hilâfet addo­lunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapayarak başım­da nöbet bakliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nö­bet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. İçimiz de şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman âlemi islâmın hiç­bir tarafından bize desti muavenet uzatılmamış­tı efendiler. Kendimizi aldatmayalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet, âlemi islâmm bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bü­tün efradı islâmiyenin de yekdiğerine elden gel­diği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.

İslâmiyet’te insanlar hakkında kutsiyet yoktur. İslâmiyet’te öyle Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhaniyet yani Hükümeti ruhaniye yoktur. Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şeriatı İslâmiye, teşkilâtı dini­ye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Üm­meti İslâmiyeye terk etmiştir. İslâmiyet, mu­kaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak) tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)’tır. Cenabıhakkın isimi de (Hak) tır. Kutsi­yet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdi­ği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insan­lara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar ver­memiştir. Peygamberlere bile kutsiyet verme­miştir.

Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan mü­nezzehtir, mütevalidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatından neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hu­rafedir.

Onun için Hind’in, Mısır’ın. Afgan’ın, Türkis­tan’ın ve diğer âlemi İslâmm bize ve bizim on­lara irtibatımız hep bu tesanüdü diniyeden mü­tevellittir. O zavallılar da kendilerini esaretten kurtarmak için bir mededgâh, bir el arıyorlar. (Bravo sesleri) işte bunun içindir ki biz Hilâfe­ti ilga etsek de, etmesek de onlar daima ellerin­den geldiği kadar bize muavenette devam ede­ceklerdir ve etmeleri lâzımdır.

Bilirsiniz ki, Hazreti Peygamber, bir taraftan ahkâmı şeriyeyi vazeder, teşri eder, diğer taraftan da bizzat o ahkâmı icra ederdi. Etrafa valiler, kadılar, kumandanlar nasp ve tâyin eylerdi ve muharebelerde bizzat Başku­mandanlık vazifesini ifa ederdi. Hattâ pek güzel bilirsiniz, (Uhud) gazası sırasında yanağından yaralanmıştı. Bu ahval ise söylemeye hacet yok ic­rayı Hükümet demektir. Onun içindir ki, hilâ­fet de Hükümet demektir. Fakat gerek asrısaadet ‘de ve gerek sonraları Hükümet tâbiri mustalah olmamıştı. Hükümet kelimesi lügatte hâkim, olmak, emir ve menetmek, tahakküm et­mek demektir. Şeran pek makbul bir şey değil­dir. Onun için ol vakitler Hükümet tâbiri kul­lanılmamış, onun yerine hilâfet tabiri istimal edilmiştir.

İşte o Kitapta [müsayere – İbn-i Hümam – eklemeyi ben yaptım] imamet (hiye istihkakı ta­sarrufu âmme alelmüslimin) diye tarif olunuyor. Yani imamet, tâbiri «diğerle hilâfet Müslüman­lar üzerine tasarrufu âmme istihkaktır deniyor. İste hilâfetin fıkıh yani ilmi hukuk noktai naza­rından tarifi budur.

Muhterem efendiler, Hukuku îslâmiyece üç hak vardır ki bu üç hakka her ferd müsavatı tâmme üzere mâliktir ve üçü de lâyütegayyerdir ve lâyütezelzel haklardır. Birincisi hakkı hürriyet, ikincisi hakkı ismettir ki biz şimdi buna masuniyeti şahsiye ıtlak ediyoruz. Nef­sin ve arzın masumiyet ve masuniyeti demek­tir. Üçüncüsü de hakkı mülkiyettir, iste bu üç hak islâmiyetin hukuku esasiyesindendir. Di­ğer bütün hukuk bu üç haktan tevellüdeder. Bu üç hak bütün hukukun anası ve menşeidir. Zamanımızda mütemeddin memleketlerin hu­kuku esasiyesi de bu üç hak değil midir? Evet, öyledir ama biz bu hukuku esasiyevi bugün değil, 1300 sene evvel öğrenmişiz. Lâkin maat­teessüf hilâfet nâmı altında sonra gelen müs­tebit hükümetler bu hukuku esasiyeye hakkiyle riayet etmemişlerdir.

İslâmiyet tam manisiyle demok­ratik bir dindir ve hiçbir kimsenin imtiyazını kabul etmez. Kuranı Kerim (İn ekrameküm indellahe ittekaküm) buyuruyor. Yani (Allah indinde sizin en mükerrem olanınız Allahtan en çok korkanınızdır) diyor. İşte bunun için­dir ki büyük, küçük şerif ve vadi herkes naza­rı ilâhide müsavidir. Allahm indinde en mak­bul ve mükerrem olan zat, kimin oğlu olur­sa olsun Allahtan en çok korkan zattır. Bu­nun içindir ki islâmiyette hiçbir kimse şahsi imtiyazından mütevellidolmak üzere diğer bir fert üzerende cebren söz geçirmek, ona emir ve nehi etmek hakkını haiz değildir.

İslâmiyette yalnız bir zatın diğeri üzerin­de velayeti, cebren söz geçirmek hakkı var­dır ki o da babadır. İşte yalnız babanın evlâ­dı üzerinde söz geçirmek hakkı vardı ki ve­layettir. Baba çocuğun velisidir.

Demek oluyor ki velayet iki kı­sımdır. Biri velayeti zâtiyedirki babanın velâyetidir. Diğeri velayeti tefrizdir ki akil ve baliğ olan her şahsın diğer bir zata vermiş olduğu velayettir, işte vekilin, vasinin ve mü­tevellinin ve hâkemlerin haiz oldukları vela­yetler hep velayeti tefriz cümlesindendir, işte halifenin haiz olduğu velayette bu velayeti tefriz revindendir. Çünkü hiçbir kimsenin ken­diliğinden veya veraset tarikiyle halife olmak hakkı yoktur. İbni Hümamın yukarıdaki tari­hinden anlamıştık ki halife olmak demek ta­sarrufu âmme müstahak olmak demektir. Bu istihkak ise millet tarafından bir şahsa tasar­rufu âm salâhiyeti verilmekle hâsıl olur ki vekâlet demektir. Umuru âmme denilen şey milletin kendi umuru müşterekesdir. Bir mem­leketin idaresi demek o memlekette millete aidolan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse o hakka malik olamaz, işte bu esasa mebnidir ki fukahayı islâm yani islâm hukukçuları hilâfeti milletle halife arasında münakit vekâlettir, der­ler ve bu hususta tamamen kaidei vekâlet ah­kâmını tatbik ederler.

Bunun gibi hilâfette vekâlet nevinden olduğundan halirfe esnayı intihap ve biatte mü­vekkil olan millet tarafından dermeyan edilen kayıt ve şarta riayet etmeye mecburdur. Mil­let kendi velayeti âmmesini yani umuru âmmede tasarrufu âm salâhiyetini halifeye mutlak su­rette bahşetmişse halifenin bu nevi hilâfeti mutlâkası, hükümeti mutlaka demek olur. Hulefayı Raşidinin hilafeti gibi. Yok, eğer millet esnayı biatte halifenin hilâfetini yani velayeti âmmesini bâzı kuyut ve şurta tâbi tutmuşsa o vakit bu nevi hilafette hükümeti meşruta de­mek olur. Osmanlı Meşrutiyetinde olduğu gi­bi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi mille­tin kendi umuru âmmesinde hiçbir kimseye hakkı tasarruf bahşetmemeside esas itibariyle caiz olmak lâzım gelir. Millet kendi işini ken­dim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını ar­tık kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiç­bir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten re­şit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei siyasiye ve içtimaiyeyse malik bulunsun. Kuranı Kerimde (Müslümanların işi kendi ara­larından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zama­nımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare edi­yorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de de­miştim hilâfet Hükümet demektir. Maksudolan memleket ve milleti adilâne bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.

Bugün Tür­kiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde ceb­ren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçi­lirse gayrimeşru gayrikanunî olur müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karar­dan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, ada­let olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir. Ada­let de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir.  Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan di­ğer bir zamanda zulüm olur.

Şu halde bu kaide hilâfette İde caridir. Mîllet dilerse, Halifeyi sureti mutlakalda intihaibeder. Onun hiçbir tasarrufunu takyidetmez. Bu su­rette bu Hükümeti mutlaka demektir. Dilerse millet Halifenin tasarrufatını bâzı kuyut ve şuruta tabi tutar. Bu suretle de Hükümeti mukay­yide olur. İşte Hükümeti meşruta denilen Hükü­met bu kabildendir. Millet hiçbir zata vekâlet vermez, yani bir halife, bir imaim intihabetmezse hilâfet yok demektir. O vakit de Cumhuriyet olur. Buna ne mâni vardır? Millet kendi işini ben yapacağım, neden bana başkası cebren yaptır­sın derse neden caiz olmasın? Millet diyor ki, hayır kendi işimi ben kendim göreceğim. Ne va­kit âciz olursam o vakit halife veya imam na­mı ile başkasını vekil tâyin ederim. Fakat şimdi ben elhamdülillah âciz değilim. Rüştümü istih­sal ettim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için en nafi bir şekli Hükümet demek olan Cum­huriyet ve usulü meşveretle kendi işimi kendim göreceğim. O halde buna kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Zira hak milletindir. (Alkışlar) Kuranı Kerim de bunun cevazına sarahat dere­cesinde işaret ediyor. (Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görürler) (diyor. (Alkış­lar) İşte bakınız mesele ne kadar basitleşti. Dön­dü, dolaştı basit bir mesel’i hukukiye oldu. Bu çocukların bile anlayacağı bir mesele oldu. Bu­nu îzam etmek, lüzumundan fazla büyütmek ve bu­na başka türlü mânalar vermek hurafeye, masal­lara kadar gitmek ve korkunç bir hale koymak­ta ne mâna vardır? Evet bunun bir mânası var­dır, o da görenektir. Efendiler, görenektir. Ka­falar alışmış; gözler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil.

Maalesef her türlü zulümlerine katlanarak alış­mışız. Memleketi malikânelerine çevirmişler. Mil­leti uşak gibi kullanmışlar. Bir şey dememişiz. Bilirsiniz, vaktiyle her hangi bir zatın mallarını müsadere ederlerdi. Şuna, buna istedikleri envali, araziyi peşkeş çekerlerdi. Avrupa’dan utandık­ları için meşhur Gülhane Hattı Hümayunu neşro­lunduğu zaman müsadere mülgadır demişler. Me­deni bir Devlet haline gireceğiz, artık müsadere mülgadır demişler ve 93 Kanunu Esasisine de koymuşlardır. Hâlbuki o vakte kadar bütün zen­ginlerin mallarına istedikleri gibi tasarruf eder­ler. İstedikleri gibi müsadere ederlerdi. Ahali mal­larını bundan kurtarmak için bir çare aramaya başlamış, bir adam büyük bir zengin olursa, sivrilirse derhal malı müsadere olunur. Bunun önü­ne geçmenin çaresi nedir diye ahali kıvranmaya başlamış.

RECEP B. (Kütahya) — Haydi vakıf.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Ne yapsınlar tabiî vakıf usulünü iyi bir çare buldular. Efendiler zanneder misiniz ki, bu vakıflar ha­yır için yapılmıştır? Hayır! Vakıfnamelere bakar­sanız, görürsünüz, elli bin lira, kıymetinde bir mal, senede beş, on bin lira varidat, getiren emlâk vakfediliyor. Fakat ciheti hayra topu, topu yüz lira bir masraf ihtiyar olunuyor. Meselâ falan sebile kırk okka gaz, falan camie seksen okka zeytin­yağı falan mescide otuz, kırk tane mum şart edi­liyor. Üst tarafı evlâdına batman bade batın, neslen badı neslin evlâdının evlâdına şart ediliyor. (Handeler, alkışlar) Bu neden? Çünkü müsadere ediliyor. Müsadereden kurtarmak için başka çare yok. Maksadım tezyif değildir. Hakaiki tarihiyeyi arz etmekti.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Bir müşkülüm var hoca efendi Hazretleri bir insan Cuma namazı kılmak için başkasının iznini alma­ya mecburiyet var mıdır?

SEYİD B. (Devamla) — Evet, bu bapta bir risale gördüm. Geçen devrei intihabiye mebusla­rından Hoca Şükrü Efendinin kitabıdır. Kendi­siyle teşerrüf edemedim. Kendisini görmediğim için hali hazırda ne kanaatte olduğunu bilmiyo­rum. O kitapta (Mezhebimiz muktezasınca Cuma ve Bayram namazlarının sıhhati izni imama mü­tevakkıf olmakla hutabatın makamı hilâfetten tevcihi muktezidir), deniyor. Görülüyor ki, Hoca Şükrü Efendi, bu makamda iki şeyden bahsedi­yor. Biri Cuma ve Bayram namazlarının sahih olması için izni imamın şart olması, diğeri de hatiplerin halife tarafından tâyininin lüzumu­dur.. Bu iki meselenin ikisi de yanlıştır. Hatayı fahiştir. Kastamonu Mebusu Muhteremi Halit Beyefendi Hazretleri de «ahalice öyle telâkki olu­nuyor. Halife olmazsa Cuma namazı sahih olmaz deniyor.» buyurdular. Bir kere şunu arz edeyim ki, Efendiler, Dini İslâmda Allah ile kul arasına girecek bir vasıta yoktur. Bu bir hakikati İslâmiyedir. Ne şeyh, ne mürşit, ne müçtehit, ne imam, ne de bilmem kim asla vasıta olamaz. İslâmiyette ruhaniyet, teşkilâtı diniye yoktur. Papa, Hazreti İsa’nın lâyuhti vekilidir. Hazreti İsa namına emir ve nehyeder. İslâmiyette böyle bir şey yoktur.  Hiçbir kimse Hazreti Peygamberin teşrii ahkâm­da vekili değildir. Teşride niyabet cari olmaz. İslâmiyette Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında açık bir yol vardır. Herkes o yolda gidebilir. Hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur. Ne Kuran’da ne de hadiste böyle bir şey bulamazsı­nız. Bilâkis aksini bulursunuz.

Hafta mezhebi Şafi iye göre Cuma namazının sıhhatinde böyle bir şart yoktur. Fukahayı Hanefiyede Sultan olmayan yerlerde hatibi ve imamı ahali kendisi intihap ve tâyin eder, derler. İşte meselenin mahiyeti hakikiyesi budur. Fakat nasılsa maatteessüf bu mesele zihinlerde pek çok yanlış olarak takarrür etmiştir. Bu suretle tashihi lâzımdır. Efendiler bir seneden beri memleketimizde hatipler yalnız Şer’iye Vekili tarafından tâyin olunuyor. Şimdi bir seneden beri memleketimizde kılınan Cuma ve bayram namazları sahih değildir mi denilecek? Bu, hatayı azîm olur. Lâzım olan hatibin, Cu­ma ve bayram namazlarını kıldıracak imamın Hü­kümet tarafından tâyin edilmesidir. Bu hâsıl ol­duktan sonra başka bir şeye lüzum yoktur. İzni imam meselesine gelince; efendiler, bu da yanlıştır. (İzni imam tâbirindeki imam lâf­zı elifle imam değil ayın ile âmdır). Yani terkibi izafi ile izni imam değil, terkibi tarsifile (İzmi âm) demek lâzımdır. İşte doğrusu budur. Yani Cuma namazı sahih olmak için izni âm şarttır. Bu izni âmdan maksat da cami veya kale kapıla­rı herkese açık bulunması, herkesin o cami ve ka­le derununda Cuma namazını kılmaya mezun olunmasıdır. Çünkü Cuma ve Bayram namazla­rı şeairi Islâmiyedendir. Onların alenen izharı lâzımedendir. İşte Cuma ve bayram namazları­nın sıhhatinde izni âmin şart olması bu hikmete müstenittir. Binaenaleyh bir halife, bir padişah, bir vali veya bir kumandan yalnız kendi mahiye­tiyle Cuma namazını kılmak isteyip de cami ve­yahut kale kapılarını kapattırarak halkı duhulden meneylerse o namaz sahih olmaz. İşte bu mese­leyi de bu suretle tashih etmek lâzımdır. Teessüf olunur ki, âlim geçinen birçok zevat bu meseleleri pek basit oldukları halde yine yanlış bellemişler­dir. Bu meseleler kütübü fıkhıyenîn cümlesinde bu suretle muharrer olduğu halde bilmem nasıl olmuş da bunlar pek yanlış, pek açık hata olarak bellenilmiştir. Buna bir türlü aklım ermedi. Ben kütübü fıkhiye içinde şu söylediklerimin aksini iddia eden bir kitap, bir ibare görmedim.

Hutbelerde halifelerin, padişahların isimleri­nin zikredilmesi keyfiyetine gelince; bu artık büs­bütün sonradan ihdas olunmuş bir keyfiyettir. Hutbenin katiyen şeraitinden değildir. Ve hutbe ile dinî olmak üzere hiçbir münasebeti yoktur. Sırf siyasi ve idari bir keyfiyettir. Hülâfayı Raşidin zamanında hutbelerde hiçbir kimsenin ismi zikrolunmazdı. Biraz evvel söylemiştim. Hutbe, nutuk demektir. Onda zikri lâzım olan şeyler si­yasi, içtimai, itikadı, ahlâki nasihatler, meseleler­dir. Hutbe, halkı ikaz ve irşat için iradolunur. Yoksa bir zatın ismini zikretmek için iradolunmaz. Devleti Emeviyede hatipler hutbelerde Haz­ret; İmamı Ali’ye lanet ederlerdi. Bunu sırf bir pro­paganda olmak, halkı Hazreti Ali’den soğutmak için Muaviye ihdas etmişti. Hazreti Ali’nin hü­kümran olduğu yerlerde de hatipler, Emevi hatip­lerine mukabele olmak üzere Hazreti Ali’ye dua ederlerdi. Daha sonraları Tavaifi Melûk zuhur ettiği zamanlarda her yerde hatip o yere hâkim olan sultanın ismini zikreder oldu. Bundan mak­sat da o yerin hangi sultanın, hangi hükümdarın havza i Hükümeti dâhilinde bulunduğunu göster­mektir. Bizde de hatipler esnayı hutbede Osman­lı padişahlarının isimlerini zikrederken Halife, İbnülhalife demez (Essultanı İbnüssultan) der; Elhalife İbnülhalife diyen hatip hiç gördünüz mü? Hutbelerde Hülefayı Raşidînin yani Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin isimlerinin zikre­dilmesi de bu kabildendir. Yani bu da sırf siyasi bir meseledir. Şiilere karşı zikrolunur ve bu hutbenin okunduğu yerdeki ahalinin ehlisünnet ol­duğunu bununla ilân edilmiş olur. İran’a giderseniz orada da camilerde hatipler Ebubekir, Ömer Ve Osman’ın isimlerini zikretmezler. Hulâsa bu gibi şeyler sonradan ihdas edilmiş şeylerdir. Asıl şeriatı İslâmiyede böyle şeyler yoktur. İşte efen­diler hilâfet ve onun teferruatı hakkında size pek çok izahat verdim. Bu izahatımla artık hi­lâfet meselesinin mahiyeti şeriyesi tamamıyla anlaşılmıştır sanırım. Şimdi de müsaade edin de bir, iki söz de mukaddes dini yâr ve ağyara karşı îlânedeyim.

Efendi­ler, zamanımızda memleketimizde terakkiye mâ­ni olan hal hakikî İslâmiyet değildir, cehilden körükorüne taklitçilikten neşet eden bugünün nâbemahal zihniyetidir. Zamanımızda Dini İslâm pek garip kalmış; hurafat ile dolmuştur ve bu hurafat âlemi İslama edyanı saireden, akvamı saireden sirayet etmiştir. Yoksa hakikî Dini İslâm hurafatın, efkârı bâtılanın en büyük düş­manıdır. Esasen Dini İslâm hurafâtı, itikadatı bâtılâyı kökünden yıkmak için gelmiştir. Nitekim vaktiyle yıkmıştı da. Fakat sonraları şuradan, bu­radan âlemi islâmın içine birçok hurafat girdi. Neticede Dini İslâm bütün, bütün garip kaldı.

İste efendiler, Hilâfet ve İslâmiyet hakkında bildiğimi, anladığımı size söyledim. Bu yirmi, otuz senelik uzun ve yorucu senelerin mahsulü tetebbüatıdir.

Efendiler ahali bu hakayıkı anlamazmış, bil­mezmiş. Anlatalım, bildirelim; vazifemizdir. Ahali anlamamış, bilmemiş ise kabahat onlarda değil, anlatmayanlardadır, bildirmeyenlerdedir. Bundan sonra anlatalım, ikaz edelim, irşat ve tenvir edelim ve bu zavallı memleketi artık yü­rütelim. (Bravo, sesleri) Hilâfet, hilâfet diye çökmüş gitmişiz. Harap ve turabolmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Bü­tün memleket yoksulluk içinde kalmış. Yevmi hilâfetin imhasını efendiler? (Bravo, sesleri) Artık yürüyelim, dirildim. Bütün âlemi mede­niyet almış yürümüş, tariki terakkide dev adımlarıyla gidiyor. Biz bunların arkasından boynu bükük yetim gibi bakıp, bakıp da (Göçtü ker­van, kaldık dağlar başında) mı diyelim? (Han­deler) doğrusu insan müteessir oluyor. Ne ya­lan söyleyeyim aynı zamanda insana hiddet de geliyor. Ne acayip şey! Dini İslâm bu kadar âli ve terakkiperver bir din olsun da biz Müslümanlar milel ve akvam içinde en geride kalalım. (Handeler ve alkışlar)…

Son söz olarak şu ciheti de arz edeyim ki ıslahatı adliye namı altında alelacele bir kanun yapmak doğru olamaz, muzırdır. Almanlar son Kanunu Medenilerini ancak on beş senede vücuda getirebildiler. Memlekete, milletin örf ve âdetine, milletin bünyei içtîm’aiyesine uygun kanunlar yapmak kolay bir şey değildir. Muhtelif Devletlerin muhtelif usul ve kavanini var. Garbın örf ve âdeti ve hukuku olduğu gibi Şarkın da memleketimizin de örf ve âdeti ve kavaidi hukukiyesi vardır. Bunları uzun uzadıya tetkik etmek, etüdetmek, düşünmek, hangi kaidelerin, hangi ahkâmın memleketimi­ze, milletimizin şeraiti içtimaiyesine, ahvali hayatiyesine uygun olduğunu tesbit eylemek icabeder. Böyle yapılmayıp da alelacele, gelişigü­zel bir kanun yapılacak olursa faide yerine mazarrat hâsıl olur. Sonra sık sık, iki günde bir tadile mecbur kalırsınız. Ben size bir ayda büyük bir kanun, Devletin Kanunu Medenisini bile getirebilirim, ne yaparım? Alman veya İsviçre Kanunu Medenisini tercüme ettirerek He­yeti Âliyenize takdim edebilirim. Lâkin ona Türkiye Kanunu denmez. Muhterem Saraçoğlu Şükrü Beyin tâbiri veçhile «Türk’ün ruhun­dan doğan kanun» denmez, Alman veya İsviç­re Kanunu denir. Almanya ve İsviçre başka, Türkiye başkadır. Türkiye’de Türkiye kanunu lâzımdır. Bu da uzun uzadıya tetkike muhtaçtır. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım, metin ve sağlam esaslar üzerinde yürüyelim. Tekrar geriye dönmeyelim. İşte ben bildikleri­mi, kanaatlerimi bütün samimiyetimle en açık  bir surette arz ettim. Artık ötesi size aîttir. Her şey kararınıza vabestedir. Müsaadenizle sözlerime nihayet vereyim. (Teşekkür ederiz sesleri, alkışlar)!

İSMET PŞ. (Devamla) — (…) Ufak bir hâtıra olmak üzere bunun tamamen aksini Heyeti Celileye ifade ederim. En müşkül anlarında toplanmış olan efradı millete, zâbitana, askere biz tehlikeleri sarahaten söyle­dik. Arkadaşlar, askerler, zabitler! Biliniz ki bü­tün dünya düşmanmızdır, Halife düşmanmızdır. Şu devlet, bu millet, şu millet hepsi düşmanımız­dır. Burasını istilâ etmiş, şurasını istilâ etmiş ve Halife sizi esir etmek istiyenlerle beraber ol­muştur. Bunu açıktan açığa söyledik. Tehlikeleri (bilerek, düşünerek, görerek, muayyen bir hedefe doğru yürüyen sahibi idrak adamlar gibi; top­lanmış ve yürümüşlerdir. Hakikat bundan iba­rettir. Memleketin dört köşesinde bunu bilen ve bu hatıratı taşıyan yüz binlerce mücahitler var.

Müslümanlıkta bir tek Hükümeti İslâmiye vardır ve bütün Müslüman milletler oraya tabi olacaktır. Efendiler işte bu yüzden bütün Müs­lüman milletleri mütemadiyen birbirini ye­mişlerdir. Her hangi bir milleti îslamiye ken­disini müstakil ve kudretli addettikten sonra, diğer hükümatı îslâmiyenin müstakil ve ayrı bir hükümet olmasına tahammül etmemiştir. Tarih baştanbaşa bununla doludur. Şimdi bizim siyasetimizde, bizim telâkkiyatımızda böyle kara bir noktadan eser var mıdır?

İHSAN B. (Cebelibereket) — Ölülerinin ke­miklerini bile mezardan çıkarıp atmak lâzım gelir. [Osmanlı Hanedanını kastediyor – eklemeyi ben yaptım]

SÜLEYMAN SIRRI B. (Devamla) — Mec­lisi Âli saltanatı ilga ettiği vakit dışarı çıktım.  Minarede kandilleri gördüm. Esbabını sordum; Mevlûdü Nebevidir dediler. Kail oldum ki Ruhaniyeti Peygamberi de bizimle beraberdir. İşte efendiler, bugün de miracı Nebevidir. Bugün de Peygamberin mâneviyeti bizimle beraberdir. Tereddütsüz bu maddenin kabulü lâzımdır. (Al­kışlar, bravo sesleri) (Müzakere kâfidir ses­leri)

MUHTAR B. (Trabzon) — Filhaki­ka kadınlar siyasette büyük rol oynuyorlar. Tarihi Osmanide birçok sultanlar rol yapmışlar­dır, hattâ birçok ricalin karısı da rol oynamış­tır, fakat kadınların siyasette rol oynaması, mutalaka kocasının mevkii iktidarda bulunmasına mütevakkıftır. Hâlbuki bunların büyük, küçük erkeklerini çıkardıktan sonra mevkii iktidarda bulunımıyan kimselere mensup kadının kuvveti kalmaz. Hiçbir rol yapamazlar. Mukadderatı islâmiyenin, yüksek bir hayata alışmış olan mu­kadderatı islâmiyenin harice atılması – bendeniz neticesini düşünüyorum da – iyi görmüyorum. Onları suiahlâka sevk edeceğiz. Bir zamanlar yüksek saydığımız kadınların öteye beriye, fena  ahlâk, sülük etmelerine sebebolacağız ve bunla­rın memlekette kalmasında bir mahzur yoktur. Tasavvur edemiyorum. Bunlar hakkında semahatkâr davranınız. Bunların memleketten tardı­nı şey etmeyiniz. Müttefikan erkekleri bilaistis­na tard edelim, memleket haricine çıkaralım. Lâkin kadınlara dokunmıyalım. İstirhamım bu­dur.

RAGIB B. (Kütahya) — Bu meyanda o zaman içimizde bu­lunan bir zat Hanedanı Abbasi’den imiş, kendisi ben şecerelerle neslimi isbat ederim, vesaikle- isbat ederim, bu hilâfete ben ehikkim demişti ve bunu birçok arkadaşlarımız bilirler. Görüyorsu­nuz ki, efendiler; Hanedanlık ruhu o kadar ha­bis bir ruhtur ki, sekiz yüz sene sonra onun nes­linden – şecere, macera ne arasın. Meşkûk bir surette onun neslinden olduğuna kendisinde ka­naat hâsıl eden bir şahıs sekiz yüz sene sonra iddiayı Hilâfet eder.

KÂZIM VEHBİ B. (Ergani) — O Rüştü  Bey deli idi, sersem idi.

RAGIB B. (Zonguldak) — Eğer o akıllı olsa idi, onun etrafında akıllı bir kuvvet bulunsay­dı; muhakkak o kuvvetle biz çarpışmak mecbu­riyetinde kalacaktık. Çok rica eder; bu habis ruh ölmez ve bunu şimdiden esasından öldürmek lâzım ve vaciptir.”

 

 

İzleyiciler

Blog Arşivi