3 Ağustos 2012 Cuma

775-OSMANLININ CANI CEHENNEME!

OSMAN TÜRKOĞUZ
Çeşmealtı; 03 Ağustos 2012

        OSMANLININ VE OSMANLILIĞIN CANI CEHENNEME!

Bir Yazarımız: ”Osmanlı babamızdır, Osmanlıya sövmeyelim!” Deyu bizlere nasihatte bulunmuş!

Osmanlı, Biz Türklerin babası falan değildir; çünkü biz ne Dönmeyiz ne de Devşirme! Bizim Babamız ve bizim Köklerimiz Oğuz’a dayanır.

Osmanlının Türklere ettiklerini; Osmanlı Aydın ve Yönetici sınıfının Türkler için söylediklerini ne çabuk unutmuşlar? Ya da neden bugün için sineye çekmişler! Daha önceki bir yazımda Osmanlı döneminde, Biz Türkler için küfür derecesinde söylenmiş sıfat ve unvanların listesini yayımlamıştım.

        “Türk değil mi Marsıvanın eşeği; /Eşek değil eşekten de aşağı!”

        “Kapını Türk’e, sırtını da kürke alıştırma!”

Herkes, hiç düşünmeden ve aldırmadan habire yazıyor. Çünkü okuyanları ya yok; ya da yazılan konularda yazanların ve okuyanlarının hiç bilgileri yok!

        “Türklerden Vezir olmaya!” Ferman.

        Yeniçeri kanunnamesi: ”Türklerden Yeniçeri alınmaya!”

        Osmanlı dönemi dönme ve Devşirme dönemidir: 216 vezirden sadece ve dahi sadece 10’u Türk asıllıdır. Mükerrer vezirlikle bu sayı 243’tür.

        Osmanlının haksızlığına uğrayanların ayaklanmalarını bu Yeniçeriler bastırmıştır. Savaşlarda yağmayı, eziyet ve katliamı bu Yeniçeriler/ Yani Hıristiyan çocukları/ yapmıştır.

Meraklı olanlarımız Evliye Çelebinin Seyahatnamesini bir zahmet şöyle bir karıştırsın! Avusturya İmparatorluğunun bir kalesi Vira ile alınmıştır. Yapılan antlaşma gereği kaledekiler taşınabilir mallarını alarak; Osmanlının teminatı altındaki, ırz, namus, mal ve can güvenliği içersinde kaleyi terk edeceklerdir. Kale eski sakinleri ve muhafızları tarafından boşaltılır. Kale dışına çıkmış olan halka Yeniçeriler saldırarak, oğlanları, kadınları, kızları ve çocukları kaptıkları gibi ormana kaçarlar! Antlaşmayı imzalayan Osmanlı Paşası da çaresizlik içersinde olaya seyirci kalır.

        Osmanlı Beylik iken Türk Beyliğiydi! Osmanlı devleti tarihinde hiç Türk olmadı.

Yalınız; 1831 tarihli Belçika anayasası tercüme edilerek, 23 Aralık 1876’da ilan edildi. Bu anayasaya Resmi dilin Türkçe olduğu yazılmasına karşın Abdülhamit’i sani, Eğinli Sait  Paşaya:

        “Sait Paşa; elimden gelse bu milletin dilini Arapça yapardım!” demişti ve yanıtını da almıştı:

“Hünkârım, o zaman siz de küçük bir Arap kabilesinin reisi olurdunuz!”

        Arnavut asıllı Enver Paşa, Osmanlı Ordusunda çalışacak Alman subaylarına bir üst rütbe vermişti. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın en sıkıntılı günlerinde; Afgan ordusunu eğitecek Türk Subayları da bir üst rütbe ile Afganistan ordusunda görevlendirilmiştir. Çünkü Türk Ordusunun başında Mustafa Kemal vardır.

        Şimdi; Osmanlıda Türkler söz sahibi değiller; fetihler de Devşirme ve Dönmelerden oluşan Osmanlı ordusu tarafından yapılmaktadır. Çeşitli milletlerce Türk’ü kötüleyen sözler, neden Türkler için üretilmektedir! Nedeni gayetle basit: Osmanlı İmparatorluğu, herkes tarafından  Türk imparatorluğu ve fethi yapanların da Türk olduğu sanılmaktaydı. Türkler kadar içte ve dışta bu kadar hakarete ve haksızlığa uğramış bir millet daha yoktur.

Şimdi; Osmanlının ve Osmanlının Devşirme askerlerinin  yarattığı dehşeti bize, Türklere mal eden  yabancıların hakaret dolu sözlerini bir okuyalım:

             ALINTIDIR:                                                                                                                                       “Türklere Yönelik Türkçe ve Yabancı Dillerde Ayrımcı Deyiş, Deyim ve Atasözleri “

"Türk'ün kara bahtına tüküreyim."(1)
Yabancı Dillerde:
·         "Anneciğim, Türkler geliyor." ("Mamma li Turchi"): Türkleri korkunç olarak gösteren ırkçı bir İtalyanca deyiş.
·         "Bir ite bir de Türk'e güvenilmez.": ("Keru i Turčinu nikad ne veruj"): Irkçı bir Sırpça deyiş.
·         "Bir Türk aptal değilse, o Türk değildir." ("Если турок не придурок – значит он не турок"): Türklere yönelik ırkçı bir Rusça deyiş.
·         "Bir Türk gibi bencil" ("Ljubomoran kao Turčin"): Daha çok yaşlı nesil tarafından kullanılan, dolayısıyla unutulmaya yüz tutmuş ırkçı bir Sırpça deyiş.
·         "Bir Türk vaftiz edildi!" ("Tgħammed Tork!"): Malta'da, az rastlanır bir olayı betimlemek için kullanılan ayrımcı bir deyiş.
·         "En iyi Türk, ölü Türk'tür.": ("Τουρκος καλος μονο νεκρος"): Kıbrıs Cumhuriyeti'nde askeri talim sırasında kullanılan ve 2008 yılında alınan bir kararla yasaklanan ırkçı bir deyiş.
·         Türkiye'de Kürtlere karşı da dillendirilecek bu deyiş, ilk olarak, Amerika Birleşik Devletleri'nde George Armstrong Custer'ın generali Philip Sheridan tarafından 1868'de katlettiği Kızılderililer için söylenmiştir.
·         "Eşek Türk!" ("Tork-e khar"): İlk önce Osmanlı Türkleri, daha sonra İranlı Azerileri aşağılamak için kullanılan ırkçı bir Farsça deyiş.
·         "Gerçek bir Türk" ("C'est un vrai Turc"): Kaba ve acımasız insanları betimlemek için kullanılan ırkçı bir Fransızca deyiş.
·         "Neden ters bakıyorsun, Türk'ün domuz etine baktığı gibi?" ("Ի՞նչ ես թարս նայում, ոնց որ թուրքը խոզի մսին նայի")
·          Kötü, Kötü bakan kişiyi betimlemek için kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
·         "Onu eve alma, o bir Türk." ("لا تدع له في البيت وهو الترك"): Birisini hırsızlıkla itham ederken kullanılan ırkçı bir Arapça deyiş.
·         "(Öfkesinden) Türk oldu." ("Εγινε Τούρκος"):  Aşırı öfkelenen birini tanımlamak için kullanılan yaygın bir ırkçı Yunanca deyiş.
·         "Seni Türk!" ("Măi, turcule"): Cahil birini betimlemek için kullanılan ırkçı bir Rumence deyiş.
·         "Türk" ("Turk"): Flemenkçe'de "Türk" kelimesi, kirli, barbar ya da kana susamış anlamında kullanılabilmektedir.
·         "Türk" ("Turco"): İspanyolca'da "Türk" kelimesi, birini aşağılamak için kullanılabilmektedir.
·         "Türk" ("Tork"): Malta'da "Türk" kelimesi, doğası gereği korkulan ve istenmeyen kişiyi betimlemek için kullanılabilmektedir.
·         "Türk" ("турок"): Rusça'da "Türk" kelimesi, cahil birini betimlemek için kullanılabilmektedir.
·         "Türk" ("Turci"): Sırpça'da "Türk" kelimesi, kadınlara haksız ve eşit olmayan bir şekilde davranan geleneksel erkek tipini betimlemek için kullanılan ırkçı bir deyiştir. Günlük dildeki kullanım yaygınlığı az olsa da, hakaret etmek için kullanılan bu sözün anlamı taraflar tarafından açıklama gerektirmeden anlaşılabilmektedir. Bu noktada açıkça ırkçı olan durum, onaylanmayan bir davranış şeklinin belli bir ulusal kimlikle eşleştirilmesidir.
·         "Türk" ("Turoc"): Ukranyaca'da "Türk" kelimesi, Ruçca'da olduğu gibi, "aptal" kelimesinin eş anlamlısı şeklinde kullanılabilmektedir.
·         "Türk'e benzemek" ("eruit zien als een Turk"): Kirli ya da iğrenç anlamında kullanılan ırkçı bir Flemenkçe deyiş.
·         "Türk evi" ("թուրքի տուն"): Düzensiz ve kirli bir yeri betimlemek için kullanılan ırkçı bir Ermenice deyim.
·         "Türk gibi" ("à la turque"): Bir kişi ya da şeyle pervasız bir şekilde ilgilenme anlamına gelen ırkçı bir Fransızca deyiş.
·         "Türk gibi (araba) sürmek" ("rijden als een Turk", "Vozi kao Turčin"): Kötü araba kullanmak anlamına gelen ayrımcı bir Flemenkçe ve Sırpça deyim. Örneğin, ünlü bir Sırp müzik grubunun Batı'da gerçekleşen kötü şeyleri anlattığı "Batı'da Yeni Bir Şey Yok" ("Na Zapadu Ništa Novo") adlı parçasının sözleri arasında şu cümleye rastlanır: "Yorgun bir Türk araba kazasına neden oldu." ("Umımi Turčin izazvao sudar.")
·         "Türk gibi güçlü" ("Fort comme un Turc"): Türklere yönelik pozitif ayrımcı bir Fransızca deyiş. Miguel de Cervantes, 1605 yılında yayımlanan Don Kişot adlı eserinde, bu deyimi bir kadını betimlemek için şu şekilde kullanmıştır: "Yaklaşık on beş yaşında dedi Sancho, ama bir mızrak kadar uzun, bir Nisan sabahı kadar taze ve bir Türk gibi güçlü."(2)
·         "Türk gibi kara" ("Crn kao Turčin"): Her ne kadar günlük dilde hakaret etmek için kullanılmasa da, bu ırkçı Sırpça deyiş, ten rengi esmer olan insanlara yönelik olarak ve Balkanlar'daki beş yüzyıllık Osmanlı Devleti işgali döneminde sarışın olan Slav ırkının Türkler tarafından "kirletildiği" düşüncesi üzerinden dile getirilmektedir.
·         "Türk gibi küfretmek" ("Bestemmia come un Turco"): Irkçı bir İtalyanca deyim.
·         "Türk gibi mi görünüyorum?" ("هل أبدو مثل الترك"): Türklere yönelik ırkçı bir Arapça deyiş.
·         "Türk gibi pis kokmak" ("Puzza come un Turco"): Irkçı bir İtalyanca deyim.
·         "Türk gibi sigara içmek" ("puši kao Turčin / пуши ко Турчин", "Fumare come un Turco", "Fumer comme un Turc", "a fuma ca un turc", “Καπνιζει σαν Τουρκος”): Çok sigara içen birini betimlemek için kullanılan yaygın bir ırkçı Sırpça, İtalyanca, Fransızca, Rumence ve Yunanca deyim.
·         "Türk gibi sinirli olmak" ("Sint som en tyrker"): Türklere yönelik ırkçı bir Norveççe deyim.
·         "Türk ile dostluk yap, ama sopayı elinden bırakma, her an ısırabilir." ("Թուրքի հետ ընկերություն արա, բայց փայտը ձեռքիցդ բաց մի թող"): Türklerle dostluk kuran Ermenilere yönelik ırkçı Ermenilerin kullandığı, "Türk'ün dostluğu menfaatleri bitene kadardır, daha sonra zarar verir." anlamına gelen ırkçı bir Ermenice deyiş.
·         "Türk kafası" ("Tete de Turc"): "Günah keçisi" anlamına gelen pozitif ayrımcı bir Fransızca deyim.
·         "Türk mezarlığının yanından geçer gibi geç." ("Prolazi kao pored turskog groblja"): Söz konusu kişi ya da şeyin görmezden gelinmesi, ona kayıtsız kalınması gerektiği anlamına gelen ırkçı bir Sırpça deyiş.
·         "Türk müsün?" ("թուրք ե՞ս"): "Aptal mısın?" anlamında kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
·         "Türk müyüm?" ("Mela jien xi Tork, jew?"): Malta'da, bir gruptan dışlanıldığı zaman kullanılan ayrımcı bir deyiş.
·         "Türk, Türk kalıyor." ("Թուրքը թուրք է մնում"): "Türk değişmez, hep barbar kalır." anlamında kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
·         "türken": Büyük harfle başladığında "Türkler" anlamına gelen bu Almanca fiil, aldatmak anlamına gelmektedir.
·         "Türkler geliyor!" ("Die Türken kommen!"): Yakın bir tehlikeye işaret etmek için Avusturya'da kullanılan ayrımcı bir deyiş. Tarihi yüzyılları bulan bu ayrımcı deyişin özgün versiyonu: "Hava çoktan karardı, Türkler geliyor, Türkler geliyor!" ("Es ist schon dunkel. Türken kommen, Türken kommen!")
·         "Türkler nereye, küçük Mujo oraya!" ("Kud svi Turci, tu i mali Mujo"): Türklere ve Bosnalılara yönelik bu yaygın ayrımcı Sırpça deyiş, kendi başına düşünemeyen kişinin kalabalığı takip edeceği anlamında kullanılmaktadır. Bu deyişte kalabalık, Türkler üzerinden ifade edilirken aptal kimseyi betimleyen Mujo, Bosnalılarla ilgili şakalarda kullanılan yaygın bir isimdir.
Osmanlıca ve Türkçe:
·                     "Beyaz Türk": Türkiye'nin büyük metropollerinin çeperlerine yığılan yoksul kitleler ve onların sahip oldukları kültürü, sınıfsal ve etno-politik anlamda aşağılayarak kendisini "ulusun asıl temsilcisi", "devletin sahibi", "gerçek Türk" olarak ilan eden seçkinci bir kesimin neo-liberalizmin yükselişe geçtiği 1980'ler sonrası kendilerini tanımlama ve "ötekileri" dışlama, hor görme söylemi. Son yıllarda ortaya çıkan bu sınıfsal ve etno-politik ırkçılık hakkında, Hamit Bozarslan şunları yazar: "Türkiye'de bundan birkaç yıl önce kendilerini "beyaz Türkler" olarak tanımlayan ve "devletin sahibi" olarak gösteren seçkinci bir kesim, kentleri "işgal etmiş olan" kitlelerin "millet değil illet" olduğunu söylemekten çekinmiyordu."(3)
·         "Bir Türk, dünyaya bedeldir.": 1930'larda, Türklük tanımlamasında ırka yapılan vurgu keskinleşti. 1931'de kurulan Türk Tarih Kurumu, Türklerin Orta Asya'dan gelen ve Hitit ve Sümerliler de dâhil olmak üzere birçok medeniyetin kurucusu olan savaşçı (warrior) ve efendi (master) bir ulus olduğunu savunan Türk Tarih Tezi'ni ortaya attı. Benzer bir şekilde, 1932'de yılında kurulan Türk Dil Kurumu, Türkçenin bütün dillerin temelini oluşturduğunu savunan Güneş-Dil Teorisi'ni yayımladı.(4)
·         "Etrak-ı bî-idrak": "Anlayıştan yoksun, cahil Türk" anlamına gelen ve Osmanlı Devleti döneminde yönetici seçkinlerin (askeri), reaya içindeki göçebe Türkmenlere yönelik olarak kullandığı ayrımcı bir deyiş. Örneğin, Evliya Çelebi "Seyahatname"de Anadolu Türklerinden "Etrak-ı bî-idrak" şeklinde bahsetmektedir. (5)
·         Dahası, 20. Yüzyıl'a kadar etnik anlamıyla "Türk" kelimesi, Osmanlı siyasal seçkinleri tarafından aşağılayıcı bir şekilde, "kaba köylü" anlamında kullanılmıştır.(6)
·         Nitekim Osmanlı Devleti'ne "Türkler" olarak seslenenler, Batılı siyasetçi, tarihçi ve yazarlardı.(7)
·         Yine, Ziya Gökalp, 1913'de Türk Yurdu Dergisi'nde, "şehrîlerin tarih kitaplarında kavîm isimleri(ni) daima Etrak-ı bî-idrak, Ekrad-ı bed-nihad gibi tahkirli şekillerde" yazdığını belirtmektedir.(8)
·         "Etrak-ı napak": "Temiz olmayan, pis Türkler" anlamına gelen bu ırkçı deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır. "Etrak-ı napak" deyişi de, Evliya Çelebi'nin "Seyahatname"de Anadolu'da yaşayan Türkleri betimlemek için kullandığı kavramlardan biridir.(9) (Evliya Çelebi'nin diğer milletleri betimlemek için kullandığı deyişler için bkz: Not: 10)
·         "Her Türk Asker Doğar!": Türklerin, asker bir millet olduğu mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir deyiş.(11)
·         "Türk ata binse bey olur."(12): Tüklerin efendi ve savaşçı bir millet olduğu mitini destekleyen bir atasözü.
·         "Türk karır, İmparatorluğu, diğer herkesin onun kulu olduğu tek bir Prens Pocket Books, 2004, s. 18. ”kılıcı kararmaz.": Türkçe'de "Türk ihtiyarlığında genç gibi kılıç kullanır"(13) anlamına gelen ve "asker millet" mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir atasözü.
·         "Türk-i bed-lika": "Çirkin suratlı Türk" anlamına gelen bu ırkçı deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır.
·         "Türk-i sütürk": Farsça "büyük", "heybetli" anlamına gelen "sütürg" kelimesi", Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından "Azgın Türk" anlamında kullanılmıştır.
·         "Türk'ün bildiğini tilki bilmez."(14): Türkleri "kurnaz" ve "akıllı" olarak gösteren pozitif ayrımcı bir atasözü.
·         "Türkiye Türklerindir!": Kurulduğu 1948 yılından beri Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden biri olan Hürriyet'in değişmeyen ayrımcı sloganı.
·         "Türk'ün aklı sonradan gelir."(15): Türkçe'de kullanılan özeleştirel bir deyiş.
·         "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur.": Hayali ya da gerçek iç ve dış düşmanların varlığını süreklileştirerek uluslararası alanda yalnızlaşma ve ulusal ölçekte paranoya üreten Türk milliyetçiliğinin kurucu mitlerinden birisi.
* Bu kategoriye katkıda bulunan Süheyla Demir, Margaux Prival, Kevork Galloşyan, Stavriani Zervakakou, Inna Kholondovych, Tunç Şen, Eleştirel Günlük, Yasamin Moein ve Nadja Micic'e teşekkür ederim.
1. Kemal Tahir, Kurt Kanunu, 1969.
2. Miguel de Cervantes, Don Quixote, trans. John Ormsby, The Pennsylvania State University, 2000, Chapter XIII., s. 463.
3. Hamit Bozarslan, Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 110
4. Ayşegül Altınay, The Myth of the Military Nation, NY: Palgrave Macmillan, 2004, s. 20 – 21
5. Ülkü Çelik Şavk, Sorularla Evliya Çelebi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Basımevi, 2011, s. 22.
6. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Alkım Yayınevi, 25. Baskı, 2006, s. 62
7. Örneğin, 1513'te kaleme aldığı "Prens" adlı eserinde Machiavelli, tarafından yönetilir." Niccolo Machiavelli, The PrOsmanlı Devletince, New York: i'nden şu şekilde bahseder: "Bütün "Türk'ün kara bahtına tüküreyim."(1)
                                                                                                                                                                                                           OSMANLI TARİHİNDE OĞLANCILIK
         İLGİ: Padişahlar da Civan Sever!Osman Türkoğuz
         1*Fatih sultan Mehmet’in divanındaki 72 şiirin 27’si oğlanlara aittir. Bu Divan; 1959 yılında Sayın Ahmed Aymutlu tarafından açıklamalı olarak yayımlanmıştır. Bu şiir aruz vezni ile yazılmıştır. Ölçüsü de: Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün’dür. Günümüz Türkçesine çevrilerek verilmiştir.
         2*Gelibolulu Ali ’Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları’’ adında 2 cilt,
         3*İsmet Zeki Eyüboğlu, Osmanlıda Sapık Sevgi.
            “Gelibolulu Mustafa Ali on altıncı yüzyılda yetişen Ünlü Osmanlı tarihçisi. 1541 Gelibolu’da doğdu. Küçük yaşta tahsile başlayıp yirmi yaşında medreseden mezun oldu. Mihr-ü Mah adlı eserini şehzade İkinci Selim’e takdim ederek divan kâtipliği vazifesine atandı. Daha sonra Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşanın divan kâtipliğine tayin edildi. Mustafa Paşanın Mısır Beylerbeyi olması ile birlikte Mısır’a gitti. Bir süre sonra Mustafa Paşa, Mısır beylerbeyliğinden alınınca, Manisa’daki Şehzade Üçüncü Muradın musahipleri arasına girdi. Oradan Bosna Beylerbeyi Ferhat Paşanın divan kâtipliği vazifesine tayin edildi.
Sultan Üçüncü Murad Han devrinde Gürcistan beylerbeyliği ve divan kâtipliği görevlerinde bulundu.Sultan Üçüncü Mehmed tahta çıktığı zaman mir-i miran rütbesiyle Şam valiliğine tayin edildi.Son olarak kendisine Cidde emirliği verilen Mustafa Ali bu vazifesine Mısır ve Mekke yoluyla giderek hac farizasını yerine getirdi. 1600 senesinde Cidde’de vefat etti.
İyi bir şair olarak adını yazdırmasının yanı sıra şerh edebiyatımızda mühim yer edinmiştir. Sultan Üçüncü Murad’ın şiirlerinin şerhini yapmıştır. Nefi gibi bazı şairlere mahlas vermesi onun şiirimizin ustalarından olduğunun açık delilidir.
Asıl başarı alanı tarihtir. Künhü’l-Ahbar adlı tarih eserinde, sadece Osmanlı tarihini değil, Peygamberler tarihi, İslam tarihi, Türk ve Moğol tarihini de anlatmıştır.
TOPLUMSAL KURALLARI YAZDI
‘’Künh-ül-Ahbar" en büyük eseridir. Diğer eserlerinden bazıları Heft Meclis, Nadir-ül-Maharib, Menâkıb-I Hünerverân, Âdab, Hülâsâtü’l-Ahvâ der-Letâfet ‘tir.
Sultan Üçüncü Murad Hanın isteği üzerine yazdığı Kavaidü’l-Mecalis adlı eserde çeşitli sınıf, sanat ve mesleklere mensup insanların nasıl hareket edeceklerini, nasıl giyineceklerini, kısacası topluluk içinde adaba uygun yaşamak için neler yapmak ve neleri bilmek gerektiğini anlatmıştır.
"Nushatü's-Selâtin" adlı eseri sosyal hayatla ilgilidir. Doğu dünyasındaki siyasetname geleneğinin bir örneği olan bu eser, padişahlara yol göstermek üzere yazılmıştır. Bu eser o devrin siyasi ve sosyal durumunu göstermesi bakımından önemlidir... Padişahın devlet idaresi sırasında yapması gereken işleri anlatır.
OĞLANCILIĞI ANLATTI
Osmanlı ve Padişahlar ile ilgili derin tecrübe ve bilgi sahibi olan Mustafa Ali’nin ‘’Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları’’ adında 2 cilt, muhafazakâr Tercüman yayınlarından çıkmış olan kitabının sekizinci bölüm başlığı ‘’Bıyığı terlememiş ve sakalı çıkmamış olanlar takımını anlatır’’ tanımı ile büyük harflerle yazılmıştır.
Son günlerde tartışılmakta olan gündemdeki yerini sabitlemiş ‘’Muhteşem Yüzyıl’’ dizisinin kıyamet koparan harem sahneleri bir kenara, kitapta anlatılan o dönemin oğlancılık kavramını tüm çıplaklığı ile anlatmaktadır.
Bölümde o dönemde tüyü çıkmamış sakalı bıyığı çıkmamış oğlanların, cazibeli kadınlardan da çok ilgi gördüğü tercih edildiği anlatılıyor. Civanlarla arkadaşlık etmek aşikâr olmuş, çekinmeden oturak âlemlerinde yolculukta her yerde yanlarında dolaştırmaya başlamışlar, aynı dönemde ay yüzlü kadınları asla yanlarında taşımaz birlikte bulunmazlarmış.
Kitabın 59 ve 60. Sayfalarında bakın nasıl anlatılmış yaşananlar:
“Çünkü sevilen kadın bölüğünün namahremleri avan korkusundan gizli tutulur. Şimdi ise civanlarla arkadaşlık onlarla düşüp kalkma yolunda bir kapıdır ki bu kapı gizli, aşikâr hep açıktır.
Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez.
Niceleri otuz yaşına varıncaya kadar güzel yüzünde gönlünde üzüntü olacak kıl görmez. Türk çocukları Arabistan’daki ele avuca sığmaz civelek çocuklar güzellik yönünden hepsinden kısa ömürlü olurlar.
20 yaşlarına vardıkları gibi rağbetten düşerler ve âşıkların işinden kalırlar. Ama İçel civarları Edirne, Bursa ve İstanbul'un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir.
Güzelliği ve cazibesi eksik olanların ise çeke—çevire tazelikleri ve tatlı kılan naz ve cilve ile sevimli gösterir. Ama Kürt tüysüzleri, anadan—doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal imişler ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olurmuş. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerlermiş.
Özellikle Çoğu ince—belli ve uzun—boylu olurlar. Kendilerini teslim ettikleri sırada her uzvuyla birlikte yumuşaklık gösterirlermiş. Sözün kısası görünüşte yumuşak davranmakta, aslında karşı durmakta İçel güzellerinin  çoğu inat ederlermiş.
Buna göre bunların vuslat nimeti bu- yükler için vardır. Yanlarında gezen âşıklarını bahtsız ettikleri ve parasız pulsuz bıraktıkları meydandadır, derler. Ve iki gencin fırsat vaktinde birbirinden yararlanması yahut birisi ötekini sarhoş edip üstüne çıkması, değmede mümkün olmayacak bir iştir, diye anlatıp söylerler.
Sözün kısası, ün almış güzel yüzlülere rağbet edip karşısında gümüş—servi endamlı. Uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler.
Gerçi İçel mahbuplarında da nazeninler olur lakin çoğu vefasız insanı üzmek isteyen cefacı güzellerdir. Onlara sahip olanların huzuru ve rahatı az bulunur. Ama Arnavut cinsi de gerçi âşıkların gönüllerini alırlar, bu kadar var ki gayet inatçı olurlar.
Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır.
Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür. Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış.” 
İşte Mustafa Ali’nin ağzından Osmanlı’da oğlancılığın hangi boyutlara geldiğini, kadınlarla birlikte olmaktan daha fazla tercih edildiğini anlatan satırlar böyle. Muhteşem Yüzyıl dizisindeki aşk sahnelerine tepki gösteren İslamcılar, Osmanlı resmi tarihçisi olan Mustafa Ali’nin bu satırlarını nasıl yorumlayacaklar bilemiyoruz. Ancak söz konusu kitabın muhafazakâr Tercüman Yayınlarından çıktığı ve yayınevinin sahibi olan Ilıcak Ailesi’nden Nazlı Ilıcak’ın olayları protesto eden Milli Görüş’ün partisinden bir dönem milletvekili olması ise ayrı bir çelişki gibi duruyor.”
İklim Bayraktar
Odatv.com

Afşar Hanedanı

Vikipedi, özgür ansiklopedi





Afşar Hanedanı (Farsça: سلسله افشار), İran'a 18. yüzyılda hâkim olmuş Horasanlı bir Türk hanedanıdır. Bu hanedan döneminde, Sasani İmparatorluğu'ndan sonra bu yörenin en büyük İran devleti konumuna gelmiştir.
Hanedanlık 1736 senesinde kendisini İran Şahı ilan eden Nadir Şah tarafından kurulmuştur. Kısa bir süre sonra Afganlılar'a karşı savaş açılarak Kandahar fethedildi. 1738'de Hindistan ülke topraklarına katılarak Delhi kentine girildi, savaş ganimeti olarak aralarında efsanevi Tavuskuşu Tahtı ile Koh-i-Nur elmasının da bulunduğu zengin bir servet ele geçirildi. Hindistan ganimeti o kadar zengindi ki, Nadir Şah seferden döndükten sonra üç yıl boyunca İran'da vergi toplamaya ara verdi.
İlerleyen zaman içinde Nadir Şah fetihlere devam etti, Meşhed kentini başkent yaptı, sırf Afganlıların gönlünü almak için Şiilik yerine Sünnilik'i destekledi.
         Bu Türk asıllı Hükümdar; Osmanlı devletine başvurarak:”Ben sizin kardeş boyunuz olan Afşar boyundanım. İran tahtını ele geçirdim. Sizinle anlaşalım!”Demişti. Bab’ı Meşihat’tan Fetva verildi:”Onlar şiidir, kanları, canları, malları ve ayalleri helaldir. Onlarla anlaşma yapmak küfürdür!”
         Yavuz Sultan Selim de Şah İsmail’e böylesine bir mektup yazmıştı:
         “Ben ki Beyazıt Han oğlu, Yavuz Sultan Selim Hanım. Sen Eşek Türk!”
         Amerika’da; Metodis adlı bir tarikat hastanesi vardır. De Bekey adlı  Ermeni asıllı bir  Doktor bir büyüğümüzü tedavi etmektedir. Dönme Hasan’ın oğlu olduğu söylenen bu Devlet Büyüğümüz, Amerika’yı ve Tüm Ermenileri rahatlatacak bir beyanda bulunmuştur:
         “Azeriler Şii’dirler, bizimle bir ilişikleri yoktur!
        Genellikle ve dahi özellikle; İslam ülkelerinde liderler, dış destekliler arasından çıkmaktadır. Lider olmak için milliyeti inkâr etmek gerekmektedir. Bir bakıma liderlik ihanetin bedeli olarak verilmektedir.
         Sizlere Ünlü Şeyhülislamımızın fetvalarından örnek vereceğim. Padişahların istedikleri fetvaları veren Şeyhülislamlara, arpalık olarak bir vilayetin geliri verilmekteydi. Alevi kadınlarımız için bu Ünlünün bir fetvası: ”Savaşta esir alınan alevi kadınlara ne yapmak gerek: El-Cevap: Belinize kuvvet.
         Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorunun damadı ve bu imparatorluğun Bizans ile yakınlığı nedeniyle, kalabalık bir elçilik grubu ile Fatih’ten haraç istemişti. Fatih, elçilik heyetinden Ünlü Gök Bilgini Ali Kuşçuyu alıkoymuş ve İstanbul’da bir Gözlemevi kurdurmuştu.
         Gençliğinde, esrar, şarap ve her türlü kötülüğe bulaşmış olan; Kardeşi Cem’i de Papa Aleksandr Borjiaya zehirleten, Cemin 13 yaşındaki oğlu Oğuzhanı da boğdurtan Veli! Beyazıt bu Gözlemevini Donanma’yı hümayunun topçu ateşiyle yaktırtmıştı. Çünkü Ulema böyle fetva vermişti!
DÜŞMANLIKLARIN, KATLİAMLARIN VE SOYGUNLARIN SEBEBİ DİN VE DİN ADAMLARIDIR! Ostüzü.
 
ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ  FETVALARI
III.    MÜRTEDLER
A. KIZIL BAŞLAR 
479.  MES’ELE: Kızılbaş taifesinin şer'an kıtali helâl olup, ks
gâzî ve Kızılbaş taifesinin ellerinde maktul olanlar şehîd
mı?
ELCEVAP: Olur, gazâ-i ekber ve şehâdet-i cazîmedir. (ASU'AL-Î AHAR: Kıtalleri helâl olduğu takdirce, mahzâ!
ehl-i İslâm hazretlerine bağy ve 'adavet üzere olup, askerime
 kılıç çektiği için mi olur, yâhud gayri sebebi var mıdır
ELCEVAP: Hem bâgîlerdir, hem vücûh-i kesîreden Kâf
(A. 255 b)
480.  MES’ELE: Re’isleri hazret-i Resûlullah (sallallâhu te'âlf
ve sellem) âlindendir derler, öyle olucak nev'â şüphe olur
ELCEVAP: Hâşâ yoktur. Efâl-i şenî'aları, ol neseb-i tâh\
kalan olmamağa şehâdet ettiğinden gayri, sikâttan meğer
ki, babası İsmail ibtidâ-i hurucunda, imam cAli er-Rızâ ibı
el-Kâzım meşhedinde ve şâir emâkinde olan sâdât-i 'izamı
nin nesebini Bahr-i Ensâba dere eylemeğe ikrah edip, iftirây
edemeyenleri katl-i âm edincek, ba'zı sâdât katilden ha]
ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ  FETVALARI
İmtisal suretin gösterip dediğin eylemişler. Amma bu miktar tedâ-
rik eylemişler ki, bunun nesebini, 'ulemâ-i ensâb-i şerife mabeyn-
lerinde 'akim olup, asla nesli kalmamağıyla ma'rûf bir seyyide
müntehi kılmışlardır ki nazar edenler hakikat-i hâle vâkıf olalar.
Faraza sıhhat-i nesebi mukarrer olsa dahi, bî-din olucak, şâir ke-
fereden farkı olmaz. Hazret-i Resûlullâhın (sallallâhu aleyhi ve
selem) âli, şe'âir-i şer'-i mübini ri'âyet ve ahkâm-i metini himâ-
yet edenlerdir. Hazret-i Nûhun ('aleyhisselâm), Ken'an sulbü oğlu
iken dinî üzerine olmadığı için "ehlimdendir" deyu, necatı için
Rabb-i izzete du'â ettikte       (14)    dlUl ^    ^J 4\ deyu buyuru-
lup, şâir kefere ile bile ta'zîb ve iğrâk buyurulmuştur. Enbiyâ-i 'izam
(aleyhim-üs-salâti ve-s-selâm) neslinden olmak, dünyevi ve uhrevî
cazabdan necata sebeb olsaydı, hazret-i Âdem nebi (aleyhi-s-selâm)
neslinden olmak ile esnâf-i kefereden bir kâfir asla dünyâda ve
âhirette mu'azzeb olmazdı. Vallâhu te'âlâ a'lem ve ahkem. (A. 256 a)
481. MES’ELE: Tâife-i mezbûre şi'adan olmak da'vâ ederler, "lâ
ilahe illallah" derler iken, bu mertebeyi îcâb eden halleri nedir,
mufassal ve meşrûh beyan buyurula?
ELCEVAP: Şi’adan değil, "yetmiş üç fırka ki, içinde ehl-i sün-
net fırkasından gayrı nârdadır" deyu hazreti Resul (sallallâhu
aleyhi ve sellem) tasrih buyurmuşlardır, bu taife ol yetmiş üç
fırkanın hâlis birinden değildir. Her birinden bir miktar şer ve
fesad alıp, kendiler hevâlarınca ihtiyar ettikleri küfr ü bid'atlere
ilhak edip, bir mezheb-i küfr ü dalâlet ihtira3 eylemişlerdir. Dahfc
durup gün günden artırmak üzerinedirler. Şimdiye değin üzerine
mmtemir oldukları kabâyih-i ma'rûf elerinin, müceb-i şeriat-i şe-
rife üzerine mufassalan hükmü budur ki: Ol zâlimler Kur'an-ı 'azı-
mı ve şeriat-i şerifeyi ve dîn-i islâmı istihfaf eylemekle ve kütüb-i
şer'iyyeyi tahkir edip oda yakmak ile ve 'ulemâ-i dîni 'ilimleri için
ihanet edip kırmak ile ve re'isleri olan fâcir meVûnu ma'bud yerine
koyup ana secde eylemekle ve dahi hürmeti nusûs-i kafiye ile sabit
olan envâ3-i hurumât-i dîniyeyi istihlâl eylemekle ve hazret-i Ebî
Bekr ile hazret-i ömere (radiyallâhu anhum) la'n eylemekle kâfir ol-
duklarından sonra, hazret-i Âişe-i sıddîkanın (radiyallâhu anhâ)
berâati hakkında bunca âyât-i }azîme nazile olmuş iken, anlara
itâle-i lisan eylemekle Kur}an-i kerîmi tekzîb edip kâfir oldukların-
dan ma'adâ, hazret-i Risâlet-penâhın (sallallâhu aleyhi ve sellem)
cenâb-ı azizlerine şeyn getirdikleri ile sebb-i nebi eylemiş olup,
cumhûr-i 'ulemâ-i a}sâr ve emsâr icmâı ile katilleri mubah olup,
IŞIĞINDA 16. ASIR TÜRK HAYATI
Küfürlerinde şek edenler kâfir olurlar. İmâm-ı Azam ve imam
yân-i Sevrî ve imam Evzâgî (rahimehullah) katlarında tamı
sıhhat üzere tevbe edip islâma gelicek, eğerçi bu küfürler de
şâir kefere küfürleri gibi afv olunup katilden necat bulurlar, amfı
imam Mâlik ve imam Şâfi'î ve imam Ahmet bin Hanbel ve imt
Leys bin Sa'd ve imam îshak bin Râhûye ve şâir 'uzemâ-i cu
mâ-i dinden cem'-i kesir katlarında asla tevbeleri makbul ve
lamları mu'teber değildir. Elbette hadden kati olunurlar. Hazret
imam-i din-penah (eyyedehullâhu te'âlâ ve kavvâhu) zikr olup
eimme-i dinden, hangi canibin kavli ile 'amel ederler ise meşr
dur. Ol kabâyih ile ittisafları cemi' ehl-i islâm içinde tevatür
mu'ayyenen ma'lûm olmuştur. Hallerinde tereddüd ve iştibah y\
tur. Askerlerinden olup kıtale mübaşeret edepler ve binip inip
bâhndan olanların sânında asla tevakkuf olunur değildir. Am
şehirlerde ve köylerde kendi hâlinde salâh üzerine olup, bunla
sıfatlarından ve efallerinden tenezzühü olup, zahir halleri di
sıdklarına delâlet eyleyen kimselerin kizbleri zahir olmayın
üzerlerine bunların ahkâmı ve 'ukûbâtı icra olunmaz. Bu taife
kıtali şâir kefere kıtalinden ehemdir. Anınçün Medîne-i münevv
etrafında kefere çok iken ve bilâd-i Şâm feth olunmamış iken
lara gaza eylemekten, hazret-i Ebî Bekr-i sıddik (radiyallâhu at
hilâfetinde zuhur eden Müselleme-i kezzaba tâbi3 olan tâife-i m
tedde üzerine gaza eylemeğe, eshâb-i kiram (rıdvânullâhi aleyl
ecma'în) icmaları ile tercih ve takdim buyurmuşlardır. Hazreti
'Ali (kerremallâhu vecheh) hilâfetinde havârîc kıtali dahi be
olmuştur. Bu taifenin fesadları dahi azimdir, yeryüzünden fes
ların ref eylemek için mücâhede eylemek dahi ehemdir.
(A. 256 a)                                 (15)    jr>&-H ^\ > l'^tj b.
(16)    ( <\oo C~
482.  MES'ELE    : Nahcivan seferinde tutulan kızılbaş evlâdı kul olur
mu?
ELCEVAP  : Olmaz. (B.lOl^a)
483.  MES'ELE    : Padişah emriyle kızılbaş taifesi vurulup,  sagîr
kebîri esir olanlardan ba'zı ermeni olduklarında, ol takdirce ihlas
olurlar mı?
ELCEVAP: Olurlar, ermeniler kızılbaş askeri ile asker-i is
ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ  FETVALARI
üzerine gelip muharebe etmiş olmayıcak, şer'an esir olmak yok-
tur. (B. 102 a)
484.  MES’ELE: Mürtedde dar-ül-harbe lahika olmadan alıp esir ey-
lemek câiz idüğüne îmam-ı A'zamdan nakl olunan rivayete binâen,
kızılbaş avretlerin esir eylemekle asker-i İslama kemâl-i kuvvet ve
şevket, a'dâ-i dîn-i metîne nihayet za'f ü zillet gelir olsa, ol riva-
yet ile 'amel olunmak şer'an câiz olur mu?
ELCEVAP: Caizdir. (A. 93 b)
485.  MES’ELE: Bu rivayet ile ol esir olunan avretin hizmetleri, vat'
olunmaları şer'an helâl olur mu?
ELCEVAP  : Cümle hizmetleri helâldir.    Amma mürteddelerdir,
islâma gelmeden vat'ları helâl değildir. (A. 9If a)
486.  MES'ELE    : Çâryâre sebb eden, kızılbaş idüğü sicil olunan Zeydi,
Amrın oğlu Bekr kati eylese, şer'an nesne lâzım olur mu?
ELCEVAP: Sebb ettiği vakit kati ettiği muhakkak ise ta'arruz
olunmaz.  (B. 302 b)
487.  MES'ELE : "Yezide lâ'net ve ana lâ'net etmeyene dahi lâ'net"
diyen Zeyde ne lâzım gelir?
ELCEVAP: Lâ’net  etmeyene lâ'net  nâmeşrûdur.   Lâ'net etme-
mek onun ef'âlin kabul değildir.  (B. 318 b)
488.  MES'ELE : "Muâviye hayırlı kişi değildir" dese, şer'an Zeyde
ne lâzım olur?
ELCEVAP: Ta’zîr olunur. (B.318b)
489.  MES’ELE: Sahâbe-i kiramdan Muâviye ye lâ'net eden Zeyde şer'-
an ne lâzım olur?
ELCEVAP  : Ta'zîr-i beliğ ve hapis lâzımdır. (B. 90 b)
B. KÜFÜR, ÎLHAD VE ZINDIKA İLE MÜRTED OLANLAR
490.  MES’ELE: Zeyd, din ve imân nedir ve kangı mezhebdendir bil-
mese, şer'an sahîh olur mu?
ELCEVAP: Olmaz din ve îman bilmemek ile kâfir olur. (B. 310 a)
491.  MES’ELE: Zeyd, Amra "peygamberin kimdir" dedikte, Amr,
"bilmezim" dese şer'an ne lâzım olur?
ELCEVAP  ; Kâfir olur, gerçek ise ve yalan ise. (B. 310 a)
—492. MES’ELE: Bir hususta ba'zı kimseler Zeyde nasihat edip "şe-
rî'at-i Resûlullah (aleyh-is-selâm) dan hurûc etme, Peygamber
hazretlerinden gafil olma, hicâb üzerine ol" dedikte, -eliyâzübillâh-
IŞIGINDA 16. ASIR TÜRK HAYATI
gazab ile "ben Peygamber bilmezim" dese, şer'an. Zeyde ne lâzım
olur?
ELCEVAP  : Kâfirdir, katli helâldir. (A. 88 a)
493.  MES’ELE: Zeyd, Amr-i müezzin ezan okurken "bin kerre ça-
ğırsan, bizden sana varır yoktur" dese Zeyde ne lâzım olur?
ELCEVAP  ; İstihzadır, kâfir olur, avreti bâindir.  (A. 11 b)
494.  MES’ELE: Zeyd, Amra "gel şerîate gidelim" dedikte, Amr "^
mazım" dese ne lâzım olur?
ELCEVAP: Tecdîd-i îman lâzımdır. (B.181a)
495.  MES’ELE: Zeyd, Amr-i müslimi şer'a da'vet eyledikte, 1"lâ'net sana ve şer'a" dese ne lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir. (B. 319 b)
496.  MES’ELE: Zeyd, Amrı şer'a da'vet eyledikte "ben şer' bil
zim, senin   şer'in budur"   deyu  bir değnek   gösterip,   Amr Zi
Muhkem darb eylese, ne lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfir olur, dahi eşedd-i ta'zîr eşedd-i te'dîb lâ
Olur. (B. 89 a)
497.  MES’ELE: Zeyd, Amrdan hakkını taleb eyledikte Amr "e
şer'-i şerîf sabit olursa alayın" dedikte, Zeyd "senden hakk
şerle mi alırım, katille alırım, hapisle alırım" dese şer'an Zeyde
ne lâzım olur?
ELCEVAP  : Ta'zîr-i şedîd ve habs-i medîd lâzımdır. Şer'-i şe
istihânet tarîkile dedi ise küfür lâzımdır. (B. 320 a)
498.  MES’ELE: Zeyd Amra "bana Tanrıyı buluver" dedikte &Zeyde "Kur'an ile 'âmil olup, Peygambere iktidâ edicek, bulurs
deyicek, Zeyd "anlara ne 'amel, ben anlarsız bulurum" yahut "1
dum" dese Zeyde "ne lâzım olur?
ELCEVAP: Katli lâzımdır, zındıktır. (A. 262 b)
499.  MES’ELE: Zeyd "bana hazret-i İsâ (aleyhisselâm) gibi g
ten mâide iner ve nice kimseleri tâ'undan ve gayri belâdan kuı
rırım, dilediğimi zillete düşürürüm" dese ne lâzım olur?
ELCEVAP: Deli değilse zındıktır ve elhak delâlet eder, ebe
dir. Ahz-i şedîd olunup, serâiri keşf olunduktan sonra, hakkım
gelmek lâzımdır. (B. 321 b)
500.  MES'ELE : "Bismillah, Allâhû Ekber" deyu hınzır boğazla;
kimseye nesne lâzım olur mu?
ELCEVAP: Tecdîd-i îman lâzım olur. (B. 268 a)ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ FETVALAKF
501.  MES’ELE: Kâfir düğününe "mübarek olsun" diyen Zeyde ne
lâzım olur?
ELCEVAP  : "Mübarek" dediyse kâfirdir. (B. 319 b)
502.  MES’ELE: Zeyd-i müezzin, Amr-i papasa "sen papas ben papas'*
dese Zeyde ne lâzım olur?
ELCEVAP: Tecdîd-i iman, ta'zir ve azil lâzımdır. (B. 319 b)
503.  MES’ELE: Zeyd lâtife ile "kesret-i cennetten, tenhâ tamu yeğ-
dir" dese ne lâzım olur?
ELCEVAP  : Kâfir olur. (B. 2k a)
504.  MES’ELE: Zeyd-i fâsıka ba'zı kimseler "tevbe eyle" dediklerin-
de "Allah saklasın, niye eyleyeyim" dese ne lâzım olur?
ELCEVAP: Küfür lâzımdır. (B. 98 b)
505.  MES’ELE: Zeyd, hakkı olmayan aldığı akçaya "haramdır" di-
yen kimselere Zeyd, "haram taştır" dese şer'an Zeyde ne lâzım
olur?
ELCEVAP: Küfürdür,  tecdîd-i imân  lâzımdır.   (B. 811 b)
506.  MES’ELE: Hâşâ "Tanrıdan korkmazım" diyen Zeyde şer'an
ne lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfir-i   mahzdır,  İslama   gelmezse   kati  olunur.
(B. 319 a)
507.  MES'ELE: Zeyd, haşre inkâr edip "mümine haşir yoktur" dese
ne lâzım olur?
ELCEVAP: Katil lâzımdır. (B. 23 b)
508.  MES’ELE: Bir taife namaz kılmayıp ve şehr-i Ramazanın far-
ziyetine inkâr edip, Ramazan ayı geldikte Sâim olmayıp ve su'aî
olundukta "biz fakirleriz, bize beş altı gün tutmak yeter" deyip ve
"hamr bağına biz timar ederiz, kendi elimiz emeğidir, bize he-
lâldir" deyip, istimrârî avretleri ile şurb-i hamr edip ve kefere-
nin cemiyeti günü geldikte mezkûr günlere kefere gibi ri'âyet ve
hürmet edip ve nice bunun gibi hılâf-i şer' fi'illeri olsa, şer'an bu
makûle taifeye ve bunları Müslim i'tikad edip, ef'âl ü akvâllerine
razı olup, tehâlut olanlara şer'an ne lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfirler, katilleri mubahtır. (B. 317 a)
509.  MES’ELE: Şârib-ül-hamr olan Zeyd, şurb-i hamr ederken-hâşâ-
"bir garrâ nesnedir ve güzel nesnedir, bunu içmeyenlerin ağzını
avretini filânlayayım" deyu cima, lâfzıyle şetm edip, Amr dahi
Zeydi tahsîn edip "iyi dersin" dese ne lâzım olur?
ELCEVAP: İkisi bile kâfirlerdir, katilleri mubahtır.  (B.93b}
IŞIĞINDA 16. ASIR TÜRK HAYATI
510.  MES’ELE: Zeyd-i Müslim  Amr-i  müslimin -hâşâ-  cimâ'
ile dinîne imânına ve ağzına söğse, şer'an ne lâzım olur?
ELCEVAP; Kâfirdir, katli helâldir. (B. 92 a)
511.  MES’ELE: Zeyd, hamr içip mahallesine gelse, Amra "bre
rısını ve Peygamberini -hâşâ- filân ettiğim" lâfziyle edebsizl
leşe, o mel'ûna ne lâzım olur?
ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir. Avreti bâindir, ehl-i \
dan dilediği kimseye varır.  (A. 86 b)
MES’ELE: Mahallenin imamı ve cemâatinden ba'zı    kir
da'vâ eylemese, onlara ne lâzım olur?
ELCEVAP: TaVında din gayreti olan, o meVünun hâlini şt
şerifeye  bildirmemeğe  kadir değildir.  Hak te'âlâ hazretler
havf ü recâsı olmayıp, Resûlullah (sallâllahu aleyhi ve selleri
fâatinden müstağni olanlar işitip sükût eyler, amma yevm-i
serde hallerin gör eler. (A. 86 b)
512.  MES’ELE: Zeyd, Amra selâm vericek yerde "aşk olsun" <
Amr dahi ol mukabelede "yâ hû" dese, Zeyde Amra ne lâzım
ELCEVAP: Ehl-i islâm mu3amelesi değildir, ne lâzım gelir\
âhirette göre. (A. 259 b)
513.  MES’ELE: Zeyd, Amra selâm vericek "aşk olsun" deyip
dahi mukabelesinde "yâ hû" dese, Zeyde ve Amra ne lâzım
ELCEVAP; Hak hazretinin ta'yîn buyurduğu tahiyyet-ül-i
beğenmeyip öyle ederse, kâfir olur. (B. 319 b)
514.  MES’ELE: Zeyd Amra selâm verdikte -hâşâ- "büyük Tan:
lâmun aleyk" dese, Amr "aleyke selâm" dese, Bekr gelip m
me-i şer'de şehâdet eylese, bir şâhid ile Amr ve Zeyd mü'ı
olurlar mı?
ELCEVAP: Bir dahi bulunmağa sa'y olunmak lâzımdır. (A.
BU SURETTE: Hâlid, Zeyd ve Amra "mülhid" dese şer'an
Ne lâzım gelir mi?
ELCEVAP; Gelmez, ya ne olsa gerektir, mülhid olmayıp. (A.
SÜRET-Î UHRÂ : Bir şâhid dahi bulunsa, anlara ne lâzım
ELCEVAP: Katil lâzımdır. (A. 89 a)
BU SURETTE: Ba’zı imamlar dahi bu halle mevsûf ve m<
Olsalar, mezburlara dahi ne lâzım olur?
ELCEVAP: Katil lâzımdır. (A. 89 a)
515.  MES’ELE: Zeyd "filân fi'li işleyecek olursam kâfir olayım
didiğihinde meseleye âlim olmayıp, sonra mes'ele-i imandan id
bilip, ba'dehu işlerse ne lâzım olur?
ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ FETVALARI
ELCEVAP: Küfür lüzumundan havf olunur. (B. 88 a)
516.  MES’ELE: Zeyd —hâşâ— elfâz-i küfür tekellüm edip, lâkin kü-
für olduğunu bilmeyip istiğfar ve rücû, etmeyip, yine kelime-i şe-
hâdet getirse şer'an islâmma hükm olunur mu?
ELCEVAP: Âdet tarîki ile getirse olunmaz, inşâ tarikiyle ge-
tirse tir olunur. (B. 310 b)
517.  MES’ELE: Zeyd kardeşi Amra hîn-i gazabda "eğer seninle bir
sofraya sunarsam, Kâ'be-i şerîfeye taş atmış olayım" dedikten
sonra Amr ile sofraya sunsa, şer'an ne lâzım olur?
ELCEVAP : "Atmışlardan olayım3' dese küfür lâzım olur, "kâ-
firlerden olayım" demektir, böyle demek ile şart bulundukta an-
lardan olur. Eğer "atmış olayım" dese lâğvdir. Atmış olmak emr-i
hissidir, kâfirlik gibi emr-i hükmî değildir ki meşrut bulundukta
mütehakkık ola, "filân işi edersem zina etmiş olayım" demek gi-
bidir, tevbe ve istiğfar lâzımdır. (B. 86 b)
518.  MES’ELE: Zeyd "filân avretimi tasarruf edersem Mekke-i şe-
rîfeye taş atmışlardan olayım" dese böyle demesi ile avreti boş
olur mu?
ELCEVAP  : "Etmiş olayım" dedi ise olmaz, bâtıl-i lağvdir. "Et-
mişlerden olayım" dedi ise "kâfirlerden olayım" demek gibidir,
tasarruf ederse kâfir olur, bâin talâk boş olur. Avreti etmez ise
ilâdır, dört ay geçtikten sonra bâin talâk boş olur.
ELCEVAP: Nesne lâzım gelmez ol şart ile.
Ahmed. (A. 65 a)
519.  MES’ELE: Zeyd "eğer min ba'din şurb-i hamr edersem, pey-
gamber kanı olsun" dedikten sonra —hâşâ— şurb-i hamr eylese
şer'an ne lâzım olur?
ELCEVAP: İçtiği takdirce küfrlerine mu'tekıd iken içicek küfr
lâzımdır. (B. 86 a)
520.  MES’ELE: Zeyd-i mütevelli, Amra "vakıf hamamın tahvîli ta-
mam oldukta sana vermezsem, Resûlullahm (sallallahu aleyhi ve
sellem) şefâ'atinden mahrum olayım ve Tanrıya iki demişlerden
olayım" dese sonra vermese şer'an Zeyde ne lâzım olur?
ELCEVAP : Vermediği takdirce ol taifeden olmak lüzumuna mu'-
tekid iken vermeyicek kâfir olur. (B. 87 a)
521.  MES’ELE: Zeyd, kız kardeşi Zeynebe "eğer seninle bir evde
ya bir mahallede durursam —hâşâ— Allah ve Resûlullah'a şirk
getirenlerden olayım" dese, şer'an yine evde ve bir şehirde dur-
mağa tarik nedir?
IŞIĞINDA 16. ASIR TÜRK HAYATI
ELCEVAP; Kâfir olmak mukarrerdir, gayri tarik yoktur.
86 a)
522.  MES’ELE: Zeyd "fî - zamâninâ ümmî taifesi elfâz-ı küfrün
leşin ve ne idüğü bilmezler, elbette telâffuzundan hâlî değil
Ol ecilden veledleri —hâşâ— veled-i zinadır. Fiilleri dahi c
eder" deyu hükm eylese, ana ne lâzım olur?
ELCEVAP: Gaybete hüküm değildir, kıyasla söylemiş. Sözü
vâki' idüğü dahi muhakkak değildir. (B. 310 b)
523.  MES’ELE: Zeyd-i Müslim küfür söylemek ile salât ve
ve hacemı tekrar i'âde lâzım olur mu?
ELCEVAP: Namazı i'âde olunmaz. Haccı tekrar lâzımdıı
mazın ibâdetliği sakıt olur, zekât dahi öyledir. (B. 310 b)
524.  MES’ELE: Zeyd bir kerpici tekfîn edip, cenazeye koyup,
bi'ine götürtüp, yolda cehr ile zikr ü salâvât getirip, mel
müslimîn arasında defn eylese. Amr dahi "ol hususu benin
lim kasdma etmişsin" dedikte Zeyd "senin için etmedim, ]
katli kastına ettim" dese şer'an Zeyde ne lâzım olur?
ELCEVAP: Şâir ise tutulup tevbe ederse kabul oluna, eğt
kad olunursa, amma ba'zı eimme katında tutulduktan sonr
besi makbul değildir. "Kati olunur, zındık gibi" demişlerdik
va dahi bu kavil üzerinedir. Hâkim tevbesinde ihlâs fehm
kabul caizdir. (B. 317 b)
-------------------------------------------------------Nuri Dersiminin
Hatıratım Kitabız
Yayına Hazırlayan Mehmet Bayrak
Ozge Yayınları 1992 Ankara
Dipnot 69

 
69- Yavuz Selim'in, daha Çaldıran Savaşı öncesi Anadolu'da 50 bini
aşkın Alevi'yi öldürttüğü, Şah İsmail'i yendikten sonra ise çeşitli defalar
III
Tasfiye hareketlerine giriştiği bilinmektedir.
Burada yeri gelmişken, egemenlerin dinden yararlanması bağlamında,
dünden bugüne uzayan, çelişkilere ilişkin düşüncelerimizi biraz daha
açmak ve temellendirmek istiyoruz:
Tarih boyunca feodalizme ve despotizme kitle tabanı yaratılmaya ve
kara baskı yönetimlerine sağlam temeller bulmaya çalışılırken, en ç
çok kullanılan araçlardan biri de mezhepler, dinler, daha geniş bir söyleşiyle inanç sistemleri olmuştur.
Sınıflı toplumlarda dinsel inaçlara damgalarını vuran ve dinsel
inançlara kendi çıkarları doğrultusunda bir içerik kazandıran egemen
çevreler hemen her çağda ve dünyanın her yerinde bu kurumları
kendi sınıfsal sıkarları için kullanmışlardır. Kitleleri koşullandırmada büyük bir
yeri ve etkinliği bulunan bu kurumlar, yine her dönemde egemen üretim ilişkilerine ve mülkiyet biçimlerine uyarlanmış ve devletin
ilişkilerine ve mülkiyet biçimlerine uyarlanmış ve devletin politikasına uydurulmuştur.
Çağdaş düşünce sistemlerinin ve değer yargılarının yerleşmediği
dönemlerde, bu kurumların önemi daha da büyüktü. Çünkü yönetici k
kesimlerin başlıca sömürü ve baskı aracıydı o dönemlerde din.
Egemenlerin yedeğindeki din kurumlarının temel göreviyse, karşıt
düşünceleri ve akımları bastırmak, mevcut toplum düzenlerinin, buna
bağlı mülkiyet ilişkilerinin, zengin-yoksul, efendi-köle ayrımının
değişmezliği,kaçınılmazlığı inancını yaymak, yerleştirmek/benimsetmektir.
Batı feodalizminde bu işlevi yüklenen, Hıristiyan din görevlileri ve kilise, Doğu feodalizminde ve despotizmindeyse  İslâmî din adamları ve cami olmuş.
Bu kurumlar ve güçler, "feodal düzeni, tanrının İstediği bir düzen
gibi gösterip korumaya ve onu haklı çıkarmaya" çalışmıştır.
Bu temel ilkeyi iyi bilen ve bu stratejinin önemini algılayan Anadolu
egemenleri, Osmanlı döneminde bu araca alabildiğine başvurdular.
Osmanlı tarihleriyle, Mühimme Defterleri ve Şeriyye Mahkemeleri
Sicilleri,bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Bunun en çarpıcı ve en acılı örneklerinden biriyse, 1514'te
Anadolu'da gerçekleştirilen Alevi katliamıdır.
Osmanlı Padişahı Yavuz Selim, bir üleşim-paylaşım ve genişleme kavgasından başka bir şey olmayan  Çaldıran savaşından önce, emekçi kitleleri yanına alamayacağını
anlayınca kamuyu kırbaçlayıp harekete geçirmek ve egemenlerin
çıkar savaşına araç edebilmek için, Anadolu'ya gönderdiği memurları
aracılığıyla aktif Kızılbaşları "yediden yetmişe defter ettirmiş" ve
Müftü Hamza Efendi, Şeyhülislâm Ibn-i Kemal gibi din adamlarına
hazırlattığı fetva ve risalelere dayanarak; -sözde din adına ama
gerçekte kendi çıkarları için- 50 binden fazla kişinin yok edilmesi ve binlerce evin tahrip edilmesiyle sonuçlanan kitle katliamına girmişti.
Bu fetva ve risalelerde, Kızılbaşlar; a- Şeriat ve Muhammedın
sünnetine hakaret; b- İslam dini ve Kuran'ın tahrifi; c- Şeriatın yasak-
ladıklarını mubah kabul etmek; ç- kuran ve öteki şeriat kitaplarına
hakaret ve saygısızlık; d- Osmanlı ulemasını aşağılama ve küçültme;
camileri tahribetme;  Ebubekir ve Ömer'in halifeliklerini inkâr etme;  
Muhammed'in karısı Ayşe'ye iftira etmek, sövmek ve Islamiyetin
öteki kurallarına uymamakla suçlanıyor ve fetvaya şöyle devam ediliyordu:
"... Bu zikr olunan ve dahi bunlarun lpemsal-i şer'e muhalif
kavilleri ve fiilleri (onların burada sözü edilen ve bunlara benzeyen
Öteki kötü sözleri ve eylemleri) bu fakir katında ve baki ulemâ-i
d/7?-/ İslâm katlarında (tevatürle) malûm ve zahir olduğı se-
bebden (benim ve öteki bütün İslam dininin âlimleri tarafından açıkça bi- lindiği gibi) biz şeriatün hükmi ve kitâblarım uzun nakli fetva virdük ki (şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla fetva verdik ki) ol zikr olman taife kâfirler ve mülhidlerdür(onlar kâfirler ve dinsizler topluluğudur) ve dâhi her kimse ki ânlara meyi idüb ol
bâtıl dinlere razı ve muavin olalar (onlara sempati gösteren, bâtıl
dinleri kabul eden ve yardımcı olanlar) ânlar dahi kâfirler ve
mülhidlerdür (onlar da kâfir ve dinsizdir), bunları kırub
cemâatlerin dağıtmak (cem'i Müslümanlara) vâcib ve farz-
dur (bunları kırıp topluluklarını dağıtmak bütün Müslümanlara görevidir),
Müslümanlardan ölen saîd ve şehîd cennet-i a'lâdadur ve
ânlardan ölen hor ve hakir cehennemün dibindedür
(müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri cennetin en yüce katıdır,
o kâfirlerden ölenler ise hakir olup cehennem dibinde yer tutacaklardır), bunların hâli kâfirler hâlinden eşşedd ve ekbahdur (bunların durumu kâfirlerin -kitap sahibi Hıristiyan ve Yahudilerin- durumundan daha
kötüdür), zira bunların boğazladükları ve dahi saydları gerek-
se doğanla ve gerekse okile ve gerekse kelb ile olsun mur-
dardur (bu topluluğun kestiği ya da gerek şahinle, gerek okla, gerekse köpekle avladığı hayvanlar murdardır), ve dahi nikâhları gerekse kendülerden ve gerekse gayrden alsunlar bâtıldur (onların
gerek kendi aralarında, gerekse başka topluluklarla yaptıkları
evlenmeler muteber değildir) ve dahi bunlar kimseden miras yemek yoktur (bunlara miras bırakılmaz), ve bir nahiye ehli ki bunlardan ola
Sultan-ı İslâm e'zze'l-lahu ensârehu içün vardur ki bunların
(ricallerin kati ibüd) mallarını ve nisalarını guzât-ı İslâm
arasında kısmet ide (sadece İslam'ın Sultanının, onlara ait kasaba
varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp, mallarını, miraslarını, evlat- larını alma hakkı vardır) ve bunlarun ba'de'l-ahz tevbelerine ye
nedametlerine iltifat ve i'tibâr olınmayub kati olma (ancak bu
toplamadan sonra onların tövbe ve pişmanlıklarına inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir) ve dahi bir kimse ki bu vilâyetde olup ânlardan
idüği biline ve yahud ânlara giderken tuiula kati oluna (kim ki
onlardan olduğu bilinir ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmelidir) ve bilcümle bu tâyife hem kâfirler ve mülhidlerdür ve hem ehl-i
fesaddur, iki cihetden katileri vâcibdür (ve bu topluluk ham kâfir
ve imansız, hem de kötülük yapıcı olduğundan, iki nedenle de öldürülmeleri
vaciptir), Alahümme ensur men nasared-dîne ve ahzel men
hazale l-müslimine (dine yardım edenlere Allah yardım eder,
Müslüman’a kötülük yapanlara Alah da kötülük eder).
Yavuz Selim tarafından Şeyhülislâm Ibn-i Kemal'e yazdırılan "Fi tek-
firi'r-Revâf iz: Rafizîlerin suçlanması, yok edilmesi" konulu risalede de
(Risale Ii'1-Mevlâ içinde), Şiiliğin, Rafızîliğin Sünni mezhebince ve
şeriatça reddedildiği ve Şiîlerin öldürülmesinin caiz olduğu kamuya -
duyuruluyordu.
Osmanlı egemenleri, burada sözde Tanrı ve din adına, ama gerçekte
kendi çıkarları için dini ve dinsel kurumları kullanarak 50 binden
fazla emekçi Aleviyi katlediyorlardı.
Yeri gelmişken, şeyhülislamların ve öteki din görevlilerinin Osmanlı
toplumundaki korunma ve işlevlerine değinmekte yarar vardır.
Şeyhülislamlar ve öteki din görevlileri, aynı zamanda Halife de olan
Osmanlı padişahlarının emir ve fermanlarına dinsel kılıflar uydurmuşlardır.
Yavuz Selim'in ünlü Şeyhülislamı Ibn-i Kemal ve Kanuni Süleyman'ın
ünlü Şeyhülislamı Ebussuud Efendi dönemleri, bunun tipik -
örnekleriyle doludur. Ebussuud Efendinin Ibn-i Kemal'den ders aldığı biliniyor. Tarihler,
Ibn-i Kemal'i (muallim-i evvel), Ebussuud Efendi'yi (muallim-i sâni)
olarak nitelendiriyorlar.
Sözde, cinlerin de çeşitli sorunlar karşısında danışmanlığını yapan
Ibn-i Kemal'in günde bin kadar şer'i sorunu cevaplandırdığı belirtilir.
Böylece, "hem inlerin hem de cinlerin müftisi" olduğu için "Müfti-
s- Sakaleyn" olarak adlandırılan Ibn-i Kemal, yukarıda sözünü ettiğimiz
risaleyi yayımladığı gibi, Kanuni döneminde daha pek çok konuda etkili ve
yönetici olmuştur. Şerafettin Turan şöyle diyor: "Ibn Kemal Şiî propagan-
dasının tesiriyle büyük bir sarsıntı geçirmekte olan Osmanlı ehl-i sünet te-
fekkürünü bütün gayreti ile müdafaa etmiş ve Kanuni Süleyman'ı Safeviler’e
re karşı mücadeleye teşvik etmiştir".
Osmanlı ulemasının burada sözünü ettiğimiz yaklaşımını ve dinsel
kışkırtmalarını hemen her dönemde görmek mümkündür. Sözgelimi, yine
günde bin dolayında fetva Ve hüküm vermesiyle ünlü Kanuni'nin dinsel
danışmanı Ebussuud Efendi, "Kızılbaş taifesinin şer'an kıtali
helâl olup, katleden gazi ve Kızılbaş taifesinin ellerinde
maktul olanlar şehîd olurlar mı?" yolundaki bu soruyu şöyle cevap-
landırıyor:  "Olur, gazâ-l ekber ve şehâdet-i azîmedir."
Batınî düşüncelere şiddetle karşı olan aynı kişi, bazı sorular üzerine
Hallac-ı Mansur ve Bedreddin gibi mutasavvıfları da, ölümlerinden
nice yıllar sonra yeniden şer-î ahkâma göre mahkûm ediyor.
Koyu bir şeriatçı olan Ebussuud Efendi, Kızılbaşlara ilişkin başka bir
fetvasında da, Müftü Hamza Efendi ve Ibn-i Kemal'in suçlamalarını aynen
yineler ve "bu  taifenin kıtali  şair  kefere kıtalinden  ehemdir"
yani "bu topluluğun katledilmesi öteki kâfirlerin katledilmesinden daha
önemlidir" der.
Başta Şeyhülislâm olmak üzere Osmanlı ulemasının yönetim mekaniz-
masındaki etkisi kuşkusuz bu kadarla bitmez. Onlar, bireyin bireyle
ilişkilerini   düzenleyen  özel  hukuktan,  devletin  bireyle ilişkilerini
düzenleyen kamu hukukuna kadar hemen her alanda etkili ve yönlendirici
olmuşlardır. Nitekim Ebussuud Efendi'nin, Kanuni döneminde devlet -
kanunlarını şeriat hükümleriyle "te'lif" ettiği, timar ve zeametlerle
arazi rejimi-ne ait esasların bu kişi tarafından verilen fetvalara dayandırıldığı hemen
bütün araştırmacıların üzerinde birleştikleri noktalardandır "Kanuni Sultan Süleyman, eskiden mevcut veya yeni mevzu kanunlar hakkında her türlü itirazın önüne geçmek için Ebussuud Efendi'den fetva almış ve birçok me- selelerde olduğu gibi, arazi kanunlarının da şefatle tezat teşkil etmediğini ilân sadedinde bu büyük fıkıh âliminin selâhiyetine dayanmak istemiş olmalıdır." Güçlü padişahların yânında 'destekçi' ve 'emirlere şer'î kılıf hazırlayıcı' işlevi yüklenirken, zayıf padişahlar üzerinde oldukça etkili ve
nüfuzlu olmuşlardır.
Osmanlı yönetiminde önemli bir konuma sahip olan ulemanın ve din
görevlilerinin önayak ve destekçi oldukları konulardan biri de
"sünnileştirme" politikasıdır.
I. Ahmed üzerinde büyük nüfuzu bulunan Şeyh Aziz Mahmud
Hüdai Efendi adında bir din adamının, "... ve her köye bir sünrii
imam nasboluna..." diyerek Saraya "sünnileştirme" politikası
önermesile konumuz açısından ilginçtir. Aynı kişi, "içlerinde şeriat
ve sünnet eseri" olmayan ve "südd-i şeriatı" yıkmak isteyen muha-
liflerin yola getirilmesini de ister.
Osmanlı yönetiminin, esnaf zümresini camiye çekmek için çarşıyı,
esnaf dükkânlarını ve arastaları camilerin çevresinde kurmaları da, ayrıca bilinçli bir 'sünnileştirme' politikasını izlediklerini gösterir. H. Sadi Selen, şunları söylüyor: "İlk zamanlar esnaf zümresi daha ziyade tekke hayatına bağlı kaldığı halde, Osmanlılar bu zümreyi de camiye çekmek için yalnızca çarşıyı değil, esnaf dükkânlarını, arastaları da Ulucami etrafında kurmuşlardır."
Bu arada üzerinde durulması ve aydınlatılması gereken noktalardan
biri de, Osmanlının gayr-ı Müslim halklara karşı izlediği politikadır. Bazıları, Osmanlıların gayr-i Müslim halkları asimile etmedikleri, tersine onlara karsı t°A^e,h.°,S9örülü davrandıklarını söylerler. Osmanlıların, egemenlik ve etkinlik alanlarını genişletebilmek için, duruma göre kimi zaman oldukça
hoşgörülü davrandıkları doğrudur. Ancak bu, onların başka düşüncelere
ITr!!, °'P]a'fından1 kaynaklanmıyordu. Başka düşüncelere ne ölçüde
saygılı   oldukları yukarıdaki örneklerden bellidir..   Bir kez ideolojisi
ümmetçilik olduğu için, başka halkları ulusal planda asimile etmesi
sozkonusu olamazdı. Ayrıca katı, kemikleşmiş bir şer'î politikanın aleyhte
oluşumlara yol açacağın, bildikleri için şeriatın katı kurallanı, her yerde uy
gurlamaya yeltenmemişler, bu bağlamda gayr-i Müslim halklarla -daha
llffi" y0net1,G,leriyle-1bir «'aşmaya girmişlerdir. Osmanlı için aslolan,
işbirlikçi yerel yöneticilerin öngörülen vergiyi ya da haracı Saraya
göndermeleridir. Yerli halk,- işbirlikçi egemenlerin eline terk edilmiştir
Bunun içindir ki, Avrupa kıtasındaki Osmanlı sömürge halkları, hem yerel dere beylere hem de Osmanlı yönetimine başkaldırmalardır.
Yoksa aynı Osmanlı'nın tehlikeli rakip saydığı Safeviler'e ya da şeri'at karşıtı yerli öğretilere aynı hoşgörüyü göstermemesi, bu çevrelerle Nasıl izah edilsin? ebede ^ Şerİ'a,m ^ k",CimVe bacını kullanması
* * *
Osmanlı döneminde şer’i düşünceye aykırı hareket edenlerin ceza-
landırma yöntemleri oldukça ilginçtir. Bu durumda olanların;  
ala konulmak  çoluk- çocuğuyla Kıbrıs'a ya da başka yörelere sürülmek aşırı bulunanları hırsızlık, katillik, eşkıyalık gibi suçlamalarla öldürtmek dini önderleri suda boğdurmak ya da ateşe atmak yoluyla ceza andırdıklarını biliyoruz.                                                                y
^,hr! laMlaJIİŞk'^ebuiu™?uk'a" savıyla Kızılbaşların, ya aileleriyle birlikte
Kıbrıs Modon, Koron gibi adalara sürülerek soyutlandıkları ya da hırsızlık eşkıyalık ve başka suçlar yüklenerek idam edildikleri biliniyor.
Ahmet Refik (Altınay), Rafızîlik ve benzeri düşüncedekilere karşı uy-
gulanan yoğun kıyım ve kırımı anlatırken şöyle diyor: "Rafızîlerin (def- ter ıdılub) öldürülmeleri, bazılarının (Kızılırmağa ilka) -yani
Kızılır makta boğdurulmaları-, bazılarının (ihrak-ı binnar) edilmele-
ri-yanı ateşe atılmaları- muntazam bir sistem dâhilinde tatbik
edilmiştir. Rafızîleri bulup ortaya çıkarmak için casuslar
tayın olunduğu gibi, Bektaşi zaviyeleri de edilen ihbar
üzerine,  teftiş  altında bulundurulmuştur."
Osmanlı   kaynaklarında  Alevi, Kızılbaş,  Rafızî   Bektaşî  Si-
mavi (Bedreddinîler), Işık (Babaîler) öğretilerine bağlı insanların -
izlendiğine, cezalandırıldığına ve kitaplarının yakıldığına ilişkin sayısız bilgi ve belge vardır. Bu tür izleme, kovuşturma ve cezalandırmaların, Halifeliğin
TauSll^LTf' Pİr fUİt,an'inyaşad'â' dönemde alabildiğine
yoğunluk kazandığını da vurgulayalım. Sadece 1558–1591 yıllarına ilişkin
^•eLIÇ,rL^Refik'in0sman"Devri"de Rafızîlik ve Bektaşilik
adlı kitabına bakmak, bu konuda bilgi vermeye yeterlidir).          BeKtas,l,k
vavmn^l'T'be,9flerİnde' bugÜnoldu9u 9ibi' emekçiler arasında
yaygınlaşan   düşüncelerin   yanı sıra  çeşitli   kitapların   izlenmesi
iZTZnel^Z^f ^ W* buy'ukvardlr- Bu konudaki buyrultular da
 genellikle  bu kitapların "şeriata aykırı Rafızî kitapları" olduğu
belirtilir ve  "zikrolunan   kitaplar  her  kande   ise  ele   getürüb
mezkûrlar,  habsedüb, vukuu üzre yazub arzedesin"  denir
Onsekizinci yüzyılda Karahisar Mutasarrıfı Kanyiyici Bekir
EKpHnT yübalkın'yukarıdaki gerekçelerle suçlayarak, köyün
tekkesine doldurup yakması da bu ilginç örneklerden biridir
naHi?aShTn'' ,neminde.egemenlerin dinden yararlanması olgusunu -
Halife padişah Kanuni’nin şu şiirinde bile açıkça görmek mümkündür:
Allah,  Allah diyelim, sancağ-ı  Şahı çekelim
Yürüyüp  her yandan Şarka sipahi çekelim
Bulaşıp toz ile toprağa burâhi çekelim
Pâymâl  eyleyelim   kişverân-ı  Surh-serin
Umarım rehber ola bize EBuBekr u Ömer
Ey Muhibbi yürüyüp Şarka sipahi çekelim.
Görülüyor ki din ve dinsel kurumlar, çeşitli toplum olaylarında ve
devletlerarası sorunlarda sürekli olarak bir "itme" öğesi olarak kullanılmıştır
(M.Bayrak: Pir Sultan Addal, Ank. 1986, s. 35–43).
1*623 senede,13.000’i dışarıda kalmak üzere 20.000Cami1*85 senede içeride 85.000 Cami, dışarıda yapılanlar da sayısız.
2*İzmir il merkezinde 19 Rum, Ermeni ve Yahudi doktora karşılık sadece ve dahi sadece ÜÇ Türk asıllı doktor. Mordoğan’da Rum hastanesi, Çeşmealtın’da yakın adada Özel Rum hastanesi. Yalınız İzmir’de Ondokuzuncu asırda yapılmış bir tek Devlet hastanesi vardı .
3*Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda, Ülkemizde sadece ve dahi sadece 334 doktor vardı. Bugün sayısın hastane ve yüzbinleri aşan sayıda doktorumuz vardır.
4*Osmanlı döneminde sosyal güvenlik kurumlarımız yoktu.
5*Osmanlı döneminde; bu dünyada ve cennette, kadın sadece seks aracı olarak kullanılmıştı. Bugün; dünyada en çok kadın akademisyeni Türkiye Cumhuriyetinde vardır. Kadınlarımız Yüksek Mahkemelerin başkanlıklarını ve üyeliklerini başarı ile yapmışlardır.
Aklı, bilgisi ve ulusal vicdanı olanlar bu karşılaştırmayı sürdürebilirler.
623 senede %3 okuryazarımız vardı!
Ya şimdi?


İzleyiciler

Blog Arşivi