23 Ağustos 2010 Pazartesi

181-KRAMER KRAMER' KARŞI





            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@hotmail.com
            Çeşmealtı; 23 Ağustos 2010.

                                  
KRAMER, KRAMER’E KARŞI!
                                           (ÖYKÜ, 15 Ağustos 1987).

            Zonguldak’ta, Belediye otobüs duraklarının Uzun Mehmet caddesinin dere kenarında toplanması ne güzel olmuş.
Eskiden, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Güzergâhı olan bu cadde üzerinde ve bu alanlarda çok anım vardır. Bunları düşünerekten; alnının ortasında SİTE yazılı otobüse bindim. Otobüs, İsmet Paşa Köprüsünden sola, işçi anıtına, oradan da Hükümet konağı önüne, oradan da kadırga yokuşuna yöneldi. Ben, SİTE semtine gitmek amacı ile otobüse binmiştim. Şoför sarhoş mu? Dellendi mi diye düşünürken, Site-İnağzı otobüsüne bindiğimi anladım!
Anladım ve düşüncelere daldım:
            Bir arabam olabilirdi; böylesine vakit öldürmekten de kurtulmuş olurdum.
On paralık adamların altlarında lüks arabalar! Yazları, deniz kenarlarında az mı çileler çekiyoruz! Çadırlardan pazarlara otostop! Tanıdık çehrelerden kaçmak için, fileleri ve Pazar torbalarını ara sokaklardan kaçırmaya da gerek kalmazdı.
Kendi, kendime konuşuyordum. Eğri ok elde kalır, doğru düşmana atılır. Yay eğri olduğu için sırtta taşınır; mızrak ve ok doğru olduğu için düşmana atılır. Ormanlardan hep doğru ağaçları keserler.
Önümüze serilenleri ve seçtiğimi düşündüm.
Otobüs dolaştı; Askerlik şubesinin önünde indim. Niyetim, Mehmet Çelikel Lisesine gitmekti. Havada iyice kararmıştı. Ben de, kendi, kendimi, olumsuzluğun ağır bastığı bir sübjektiflikle yargılamıştım. Yargılamaktan da öte, çok hırpalamıştım.
            Mehmet Çelikel Lisesinin bulunduğu sokağa girdiğimde; Zonguldak İl Jandarma Alay Komutanı J.Albayı Osman Türkoğuz’un bana doğru geldiğini gördüm.
Çok ilginç bir karşılaşma olacağını hissettim. Bendeniz Emekli Jandarma Kıdemli Albay Osman Türkoğuz; karşımdaki de Zonguldak il Jandarma Alay Komutanı Jandarma Kıdemli Albay Osman Türkoğuz!
Aramıza şu otobüste yürütmüş olduğum mantık nedeniyle soğukluk girmiş olduğunu da anladım. Selam vermeden yürüyüp geçmek istedim; kolumu tuttu ve:
            “Emekli olduktan sonra çok şeylerini yitirmişsin. Selam vermek yok mu?” Dedi.
            “Tünaydın!” Dedim.
            “iyi akşamlar Beyefendi!” Dedi. Her karşılaşmada söylenenler bittiğinde:
            “Biraz önce; beni ve tüm geçmişinizi yargıladınız. Beni de aptallıkla suçladınız.” Dedi.
            “Nereden biliyorsunuz! Yine imzasız mektuplar mı?”
            “Bana kapalı zarfları okuyan Osman denildiğini sen de biliyorsun. Demiş olduğun yöntemlere de itibar etmediğim bilginiz dâhilindedir. Şimdi, iki kişilik olarak, erkekçe konuşalım.” Dedi ve telsiz ile:
            “Merkez dokuz! Merkez dokuz! Çevrimden çıkıyorum. Önemli bir şey olursa jandarma santralına not ettirirsiniz!” Emrini vererek, olumlu yanıt alınca da, telsizini, çevrime kapattı.
Kolumdan tutarak, Ulu çınarın dibine çekti ve konuşmaya başladı:
            “Üzerinizdeki pardösüyü ve sivil elbiseyi, 1976 senesinde Karamürsel’den taksitle ben satın almıştım. Ayakkabın, gömleğin ve kravatın da benim satın aldıklarım. Tanrımız bilir; iç çamaşırların ve çorabın bile benim satın almış olduklarımdır! Emekli olalı bir buçuk seneyi geçti. Bu süre içersinde ne yaptınız, kendinize neler satın aldınız? Nasıl bir sosyal çevre edinebildiniz? Hâlâ Albayım diye çağırılıyorsunuz! Manavgat’a ve Derik’e gittiğinizde de Yüzbaşım diye çağırılıyorsunuz! Antakya’da adınız Osman Binbaşı. Niçin Osman Bey, Osman Beyefendi diye hitabetmiyorlar! Yanıtınız yok mu?” Dedi.
            “Sizi dinliyorum;” dedim.
            “Oturduğunuz ev kimin? O’da benim. Her taksitini sektirtmeden ödedim, sana üç taksiti ödemek kalmıştı. Evindeki tüm eşyalar; radyo, televizyon, teyp, kütüphane, binlerce kitap kimin? Onlar da benim satın aldıklarım. Neden dimdik, benim çevremde dolanıp duruyorsun? Tüm bu sahiplenmiş olduğun şeyleri size kim sağladı! Ben sağladım. Ben, Jandarma Subayı Osman olarak, ben sağladım.”
            “Evet, amma”, demeye çalıştığımda:
            “Evet’i, mevet’i yok! Size her zaman övündüğünüz bir kitaplık ve en güzeli de engin bir kültür bıraktım. Siz ne eklediniz bu kitaplığa ve size bıraktığım kültüre?” “Kaç kitap satın aldınız?”
            “Onbeş ayda dört kitap satın alabildim!”
            “Niçin Sayın Bayım! Size milyonlarca liralık emekli ikramiyesi ve en üst dereceden de emekli aylığı bırakmadım mıydı? Dört kitapla bizleri ve dahi geçmişinizi mutlu edemezsiniz. Siz, nereden geldiniz, nereye ve nasıl döndünüz?” Sesimi çıkarmadan dinliyordum.
            “Bizim her türlü ağır şartlarda değiştirmediğimiz çizgimizi sizin de değiştirmeniz ne mümkün.”
            “Yokuştan aşağıya doğru inerken okuduğunuz bir şiir vardı. O’nu okur musunuz yeniden?”
            “Çok eskiden yazmış olduğum bir dörtlük. Ben, çok genç bir jandarma subayıyken yazmıştım,” dedim.
            “Bana mı öğreteceksiniz!” Dedi. Esas duruşa geçerek ve yüksek bir sesle okudum:
                        “Biz, yiğit oğlu yiğit, yüreği sevgi dolu;”
                        “Biz, hak olan halkımın bükülmez çelik kolu.”
                        “Dört köşeyi tutsa da çıkarın köpekleri,”
                        “Yolumuzdan dönmeyiz, YOLUMUZ ATA YOLU.”
            Çok keyiflendiğini görüyordum. Uykusuz ve yorgun olduğu belliydi. Biraz düşündükten sonra:
            “Ya, gördünüz mü Sayın Bayım! Unutmadıysanız; hudutlarda, mevzilerde elektrik fenerinin ışığı altında ve çadırlara bürünerek kitap okurdum. Şimdi de siz kitap okumuyorsunuz. Yanlış otobüse binerek te zevzekçe düşünüyorsunuz. Halk pazarlarına karanlık basınca gidiyorsunuz. Satın aldığınız meyve ve sebzeleri de evinize gizlice taşıyorsunuz. Bu yaz, Aliağa sahilinde kullanmış olduğunuz yazlık çadırı da ben satın almadım mıydı?”
            Mustafa Kemal’in ve O’NUN onurunu paylaşanların neleri vardı? Mal ve para sevdasına kapılanların utançlarını görmüyor musunuz?” Dedi ve burnunu burnuma dayayarcasına yaklaştı. Gözlerini gözlerime dikerek:
            “Leş gens heureux ont une histoire!”*-Mutlu insanların bir öyküsü vardır!*-” Dedi ve ekledi:
            “Geçmişinize aykırı düşünceleriniz nedeniyle, sizi Çaydamarına atarım. Sonra da dosdoğru Gölcük’e, Donanma Sıkıyönetim komutanlığına. Buyurunuz yolunuza!” Dedi. Ter içinde kalmıştım. Bir utandım, bir utandım ki sormayınız. Bu seferde ben yüklendim:
            “Ne yani; ırmağı neden yukarı doğru akıtmakla meşgulsünüz?” Tayini çıkanlara verilen veda yemeklerine hiç uymadınız. Göreve geldiğiniz gibi, kimsenin haberi olmadan da gittiniz. Bir hak tutturmuşsunuz, bir huk tutturmuşsunuz. Değişen ne?” Birden öfkelendi ve birden parladı:
            “Beyefendi! Beyefendi! Siz neler söylüyorsunuz? Mardin’de, 1975 yazında, bir Valinin öğretmen okulunda oğluna yaptırdığı sünnet düğünü kepazeliğine tanık olmuştunuz. Veda yemeklerini vedalaşmalarda verilen hediyeleri de gördünüz. Karşılıksız hediye almalarına nasıl gelenek dersiniz? İki oğlumu da, kimselere haber vermeden sünnet ettirmem, hediye vermemem ve hediye almamam suç mudur? Ben de inadına:
            “Hakkınızda hüküm verenler; oğullarının ve kızlarının düğünlerinde, dünyaya davetiye dağıtarak hediyeye boğuluyorlar. Sen mi doğrusun onlar mı doğru. Soyup, soğana çevirenler Atatürkçülüğü de kimselere bırakmıyorlar. Bir görev yerinde neden süresince duramadınız!” Dedim.
            “Bakınız Beyefendi; benim yollarımda yürüdüğünüz halde başka makamlardan türküler söylüyorsunuz. Sizin şekeriniz başınıza vurmuş. Beni de suç işlemeye zorlamayınız. Önümden çekiliniz de ben de bildiğimi yapayım!” Dedi. Buraya neden geldiğimi de unutmayayım mı?
            Not: Bu kısa öyküyü yayımladıktan sonra; Ankara Üniversitesi Hukuk fakültesini bitirdiğimi bilgilerinize sunarım.
21 Eylül 1995/567 Diploma numaram.

1 yorum:

Feriha Çelik dedi ki...

burayı keşfetmeyenler çok şey kaçırıyor geçmiş ve geleceği kimliği hakkında Sayın AVCI dostada katkı ve emeğimden dolayı teşekkürler

İzleyiciler

Blog Arşivi