10 Mart 2010 Çarşamba

6. DELİ SARMAŞIK


OSMAN TÜRKOĞUZ
25 Temmuz 2009



DELİ ŞARMAŞIK


Ben; öyle sık, sık rüya falan görmem. O gece, kanter içersinde kalmışım. Üniversiteden sınıf arkadaşım iLHAN, Antalya’da, özel bir dershanede edebiyat öğretmenliği yapıyordu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın açmış olduğu seçme sınavını da kazanmıştı.

Rüyamda, simsiyah bir yaratığın, O’nun boynuna sarıldığını, hiçbir kimsenin de kendisine yardım etmediğini, canım arkadaşımın boğulmak üzere olduğunu gördüm. Telefonun acı, acı çalmasıyla de uyanmam bir oldu.
Deli gibi telefona sarıldım. Telefondaki ses İLHAN’IN sesiydi. Hıçkırıklar içersinde:
-“Ben İLHAN; gecenin bu satında; seni rahatsız ettiğim için kusurumu bağışla... Gerisini getiremedi. Ahizeden, başkalarının da hıçkırıklar içersinde ağladıkları duyuluyordu. Ahizeyi, Babası Şeref Bey aldı;
“-Sana haber veremezlik edemezdik. İlhan’ın nişanlısı Teğmen Orhan; dün sabah, silahlı bir çatışmada, Hakkâri’de şehit düşmüş. Cenazesi, yarın özel bir askeri uçakla Antalya’ya getirilecek. Ertesi günü de defin işleri yapılacak. Havanın kötü olması, gelmenizi engellerse, sakın ola ki, kendinizi tehlikeye atmayın!” Dedi.
Feryadımla, apartman çınladı. Düşmüş, bayılmışım. Benim canım Ablam, acele ile bir taksi çağırmış; dünyalar tatlısı Annem de, burnuma yanık kumaş koklatarak beni ayılttı.
Bütün aile fertlerim, hıçkırıklar içersindeydi. Seyahat valizim hazırlandı; Ablamla birlikte, en yakın otobüs yazıhanesine ulaştık. Otobüste, boş koltuk ta yokmuş.

Bizim, hıçkıra, hıçkıra ağlamamızın nedenini öğrenen genç bir çift:
“Biz, yarın gitsek ya da hiç gitmesek te önemli değildir. Lütfen; biletlerimizi, hiç para ödemeden kabul eder misiniz? Siz, çok zor bir durumdasınız, iki kişilik koltukta rahatça da seyahat edebilirsiniz. Bizler de, yeni nişanlı öğretmen çiftiz, Şehidimize Tanrımızdan rahmet, size de sabırlar dileriz; “dediler.
Hıçkırıklar içersinde, koltuğa gömüldüm. Bir yandan, deliler gibi ağlıyordum, bir yandan da geçmiş, sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu.

Uludağ Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinde okumuştuk. İkinci sınıfa geçtiğimizde, İLHAN, Rahmetli Orhan ve ben, en ideal arkadaşlar olarak seçilmiştik. İLHAN’IN Rahmetli Orhan’ı sevdiğini hissetmiştim.”

Neden, hiç olmazsa, sözleşmiyorsunuz? Dediğimde:
“Senden saklım ve gizlim olamaz. Konya’da görevli Albay Amcamın bir önerisi var. Ben, onu emir olarak kabul ediyorum:
*İŞ,*Aş,*Aşk,* Eş!
Sayın Orhan’la Son sınıfa geldiğimizde, ailemize de haber vererek, sade bir nişan yapmayı düşünüyorum, O’NUN kabul etmesi şartı ile.” Demişti.
Birisinin, omzumdan tutarak, sarstığını hissettim. Bir rüya görüyormuşum. Yaşlı bir Beyefendi:
“-Uyanınız güzel kızım; hem gülüyordunuz, hem de el çırparak tempo tutuyordunuz. Bizleri korkuttunuz. Hayırdır inşallah;” dedi
Kendimi toparladım ve yanıma oturmasını rica ettim. Asker emeklisiymiş, onun da tek oğlu, kanserden ölmüş. Rüyamı anlattım.
Orduevinde; Rahmetli Orhan ile arkadaşım İlhan’ın düğünü oluyormuş. İlhan’ın başındaki duvağı kırmızı; Rahmetli Orhan’ın da üniforması kırmızıydı. Çift sıra olarak dizilmiş, pırıl, pırıl subayların kılıçlarından yapmış oldukları çatının altından geçerken, bağırarak, alkış tutuyordum. Siz, beni uyandırdınız.

“Bakınız Kızım; karşılıksız hiçbir şey yoktur yaşadığımız bu dünya’da. Almak ve vermek vardır. Toprağımız bize verir, bizi besler ve sonunda da bizleri koynuna alır. Yaşamımızın bedeli çok yüksektir. Bu bedeli ödemek ve bu bedele katlanmak zorundayız.

Ben, bedel olarak oğlumu verdim, sizin kız arkadaşınız da sevgili nişanlısını verdi. Siz, aklı başında bir genç kızsınız, her evde kaynayan tencere değil, dertlerdir güzel kızım!” Dedi. Kalktı, ellerimi elleri arasına alarak:
“-Uyumalısınız, yarın sizi yorucu ve üzüntü verici işler bekliyor” Dedi. Beynimde mi; ruhumda mı; kestiremiyorum, çakan bir şimşek, bütün benliğimi sardı. Rahmetli Orhan; tüm sevdiklerine karşın, en büyük sevgilisi saydığı VATAN’I için, seve, seve canını vermişti.
Ben de, ölünceye kadar, Rahmetli Teğmen ORHAN’IN sevgilisi olarak kalmaya yemin ettim.
Antalya’da, arkadaşım İlhan, bütün yakınları ile beni otogarda karşıladılar. Öpüştük, uzun süre, öylece sarılı kaldık. Benim can arkadaşım, beyazlar giyinmişti.

Ertesi günü; Rahmetli TEĞMEN ORHAN’IN cenazesi, uçaktan alınarak, en yakın camiye getirildi. Hepimizin gözyaşları, içimize akmıştı. O zaman, doya, doya ağlayamayan BEN; bu satırları gözyaşlarımı sel gibi akıtarak yazıyorum.
Cenaze törenini, büyük bir gurur içersinde bulunan askerlerimiz düzenledi. Şeref Bey Amca, benim ve İlhan için, Garnizon Komutanlığından, birer kat, komando elbisesi almış; onları giyinerek, cenaze namazını, ön safta kıldık.

Bizim yanımızda, saf tutan, Sarışın, duru beyaz tenli ve yemyeşil gözlü bir genç Hanım dikkatimi çekti.

Cenaze, top arabasından sonra, cenaze arabasına alındığında; bizler de özel bir araçla cenazeyi takib ediyorduk. O, Sarışın, gözleri hep uzaklara bakan Hanım da, bizimle aynı araçtaydı. İlhan’a, bu Hanımın kim olduğunu sorduğumda; ”çok garip birisi, her Allahın günü mezarlığa gelerek, Sarı güllerle süslenmiş bir mezarın başında gününü geçirir. Çantasından çıkararak, başına takmış olduğu beyaz gelinliği, mezarlığı terk ederken, yine çantasına koyar.
Adına, biraz garip gelecek amma, ”DELİ SARMAŞIK DERLER!” Dedi.

Bizleri upuzun uzatan cenaze törenini upuzun anlatamayacağım.
İlhan’larda kaldığım günler, Rahmetli Orhan’ın mezarına koştuk. O, DELİ SARMAŞIK TA, SARIGÜLLÜ mezarın başındaydı. O’NUN öyküsü, beni adeta sarmıştı. İlhan ile tüm acımıza karşın, O’NUN acıklı olduğuna inandığımız, öyküsünü de kendi acılarımıza katmaya karar verdik.

Ertesi günü; birer buket Sarıgül yaptırarak; mezarlığın yolunu tuttuk. ORHANIMIZI ziyaret edip, O’NUNLA konuştuktan sonra, DELİ SARMAŞIĞ’IN yanına gittik. Bizi, büyük bir tevazu ile karşıladı.
“-Acının acıları çekeceğine inanırım. Acılar çeken sizi, buraya benim acım getirdi. Hayat öyle bir güzellikler ve acılarla ve dahi rastlantılarla doludur ki, bir Yüce Varlığın varlığını yadsımak olası değildir.
On gün önce, BENİM ORHAN’IMIN babası Mersin’den geldi. Otobüste tanık olduğu bir olay ve SİZİN ORHANINIZIN cenazesini getiren uçak nedeniyle kalp spazmı geçirerek hastaneye kaldırıldı. SİZİ, ikindi çayına beklerim;” dedi ve ev adresini verdi.

Tam saatinde, verilen adresteki evin zilini çaldık; Adının Ayşen olduğunu öğrendiğimiz, o görkemli ve esrarlı Hanım, bizi güler yüzle karşıladı. Elimizdeki beş SARIGÜL’Ü takdim ettik. ”Sizi, Benim Orhan Türkdoğan’ımın odasına alayım!” Dedi.
Sarı ışıkla aydınlatılmış bir odaya girdik. Kapının tam karşısında, çok yakışıklı bir Jandarma yüzbaşısıyla, dünya güzeli bir kızın fotoğrafı duruyordu. Fotoğrafın derinliğinde de Manavgat Şelalesi görülüyordu. Fotoğrafın altında da; çok güzel bir elyazısı ile yazılmış olan şu şiir göze çarpıyordu:

“Ezanlar okunurken, SENİNLE duadayım;
Ezanlar okunurken, dilimde dua adın.
Geçmek nedir bilmiyor, uzağında zamanlar,
SENLİ olan boyutta bir başka zamandayım.”

Duvarlar çeşitli fotoğraflarla ve şiirlerle dopdoluydu. İlk gördüğüm fotoğrafın sağında, çöl ortasında, sarmaşıklarla kaplı, üzerine kuşların tünediği görüntülenen bir ağaç dikkatimi çekti. Nefesimi kesen şiiri, bir solukta okudum ve ruhumda şimşekler çaktı, başım döndü, kulaklarıma bir uğultu çöktü.

“Deli Sarmaşık ve Yaşlı Ağaç!”

“Yaprakları dökülmüş, dalları kurumuş,
Issız bir çölde yaşlı bir ağaç;
Ne kuş cıvıltısı, ne kelebekler,
Anılarını götürmüş, dallarından rüzgârlar.
Bir yalnız kuru ağaç, anıları kuru yapraklar,
Bir yalnız yaşlı ağaç, geçmişi kuru dallar.
Yaşlı gönlü geleceğe özlemli,
Yaşlı gönlü sevdalarla yaralı,
Yaşlı gönlü yaşamla kavgalı ve suskun...
Bir sarmaşık getirmiş rüzgâr,
Kuru ağaçlara sevdalı.
Ağaca yapışır sarmaşık, kupkuru dallara sevdalı.
Yaşlı ağacın dallarında, yeşil yapraklar ve mor salkımlar,
Ve bitmeyen bir sonsuz bahar...
Kuşlar gelir yuva kurar, rüzgârda savrulur kelebekler.
Sarmaşıkla bütünleşir ağaç,
Sarmaşık mutlu mu, mutlu, ağaç şimdi gepegenç,
Sarmaşık şimdi ihtiyar.”

Her tarafta şiir ve dizeler:
”Ateş olsam, ormanını yakardım/
Tanrı olsam, yine sana tapardım/.

Bir şiir, beni kendimden geçirdi:

”Sensiz kalan çiçekler, nasıl hasretse suya/
Öyle hasretim SANA, öyle hasretim suya/
Sevdan dönmüş gönlümde, sınırsız bir tutkuya/
Nasıl hasretse çiçek, nasıl hasretse suya/
Öyle hasretim SANA, gönüldür bu, gönül ya!”

Yan gözümle İlhan’a baktım; sessiz, sessiz ağlıyordu. Biz, sonu gelmeyen bir sevda dramının içine dalmıştık. İlhan’ın ağladığı tarafa baktım; bu örnek sevdanın sonucunu da gördüm:

“Tanrı ile kul utansın!”
“Tanrı ile kul utansın, çok gördü sevgimizi,
Kaderimiz de yansın, ayırdı yaktı BİZİ.
Aramızda engeller, engeller dizi, dizi,
Kaderimiz de yansın, ayırdı, yaktı BİZİ.

Bir benzeri bulunmaz bu SEVDANIN bilesin,
Kötü yazgıya düştük, GÖZYAŞINI silesin;
Çilemizdir bu bizim, çekmesini bilesin,
Gözyaşım YANAĞIMI YAKIYOR DİZİ, DİZİ,
Kaderimiz utansın, ayırdı yaktı BİZİ.

Geçmedi bir günümüz, adımızı anmadan,
Deymediği dudağımız birbirine yanmadan,
Tanrı adın anmazdım, SENİN ADIN anmadan,
Gözyaşın yanağımı yakıyor dizi, dizi,
ALIN YAZIM UTANSIN; AYIRDI; YAKTI BİZİ:”

Şaşırdık ve kalakaldık. Bize servis yapan, DELİ SARMAŞIK:

“-İşte böyle; anlatmamı ister misiniz?” Diye sordu. Ellerine kapandık, üçümüzün gözyaşları birbirine karıştı. Deli Sarmaşık anlatmaya başladı:
“On sene kadar önceydi, Üniversitenin Edebiyat Fakültesinin son sınıfındaydım. Onbeş kız arkadaş, bir minibüs kiralayarak, Manavgat çayı üzerine, Homa köyü yakınlarında kurulan barajı görmeye gitmiştik. Öğleden sonra yağan şiddetli yağmur, bizleri sırılsıklam etmişti. Barajı korumakla görevli jandarmalar, Manavgat İlçe jandarma komutanlığına telsizle, durumumuzu bildirmişler ki, çok yakışıklı bir jandarma yüzbaşısı, yıldırım gibi yetişti; geçmiş olsun dedikten sonra da:
“Bu kadar güzel kızı bir arada gören gök tanrısının bu kıskançlığını çok görmemek lâzım!” Dedi. Hepimizi, yanında getirdiği araca alarak, ilçe merkezine götürdü.

Önceden emir vermiş olmalı ki; çaylarımız ve her çeşitten kuru pastalarımız önlerimize konuldu. Kuru giysiler verildi. Jandarmanın hamamında, üstlerimizi değiştirdik. Ben; adının Orhan Türkdoğan olduğunu öğrendiğim jandarma komutanına, BANA vermiş olduğu kendi yağmurluğunu geri vermek istediğimde:
“Sizce, bir kıymet ifade ederse, bugünün anısına, kabul eder misiniz? Bizlerde, gelenektir, verdiğimiz şeyi, yüreğimiz olsa bile, geri alamayız!” Dedi. Şaşırdım, kalakaldım.
Komutanın postası, gülerek yanıma yaklaştı: ”Benim Komutanımın üstüne değecek yoktur. Sizi çok beğendiğini anladım. Boğa burcundandır, şarkı ve düz yazı yazar, hiçbir yerde yayımlamaz. Mavi renge de bayılır, Siz akıllı bir kızsınız, bunu karşılıksız bırakmamalısınız!” Dedi ve gülerek, gitti.

Hemen, O postanın arkasından koştum, komutanına bir şeyler ikram edeceğimizi söyleyerek, bir şeyler alması için, para uzattığımda: ”Bizim jandarma cumhuriyetimizde, konuklarımızın parası geçmez. Bizler, Basit askerleriz amma, Bunu yapacağınızı düşünerek, gerekli hazırlığımızı da yapmıştık!” Dedi.

Komutanı, BEN davet ettim. Kırmadılar ve yanımıza geldiler. Çok tatlı bir sohbete daldık. Çok sert gördüğümüz bu insanların sırf yürek olduklarını da görerek, öğrenmiş olduk. Ricamızı kırmadılar, kendi şiirlerinden ve şarkılarından bir demet sundular. Cesaretimi toplayarak:

“Sayın Komutanım, halkımızın ve askerlerimizin, sizi çok sevdiklerini gözlerinden okuduk. Kusurumu hoş karşılayacağınızı umarak, bu mutluluğu birileriyle paylaşamaz mıydınız?” Diye sorduğum da:

“Çöldeki, dalları kurumuş, yaprakları da dökülmüş, kelebekleri ve kuşları uçmuş bir yaşlı kuru ağaca kuş konar mı dersiniz! Diye soruma, soru ile yanıt verdi.
Sizleri sıkmış olmayayım, yüreğimde sakladığım her şeyi, duvarlara işledim. Bir hafta sonra, doğruca Manavgat İlçe Jandarma komutanlığındaydım. Komutan, Side’deki bir olayın takibindeymiş. Postası j. Eri Osman Kara; komutanı telefonla arayarak, Antalya’dan ziyaretçisi olduğunu bildirdi ve bana bir SARIGÜL verdi. ”Komutanım SARIGÜL’E bayılır!” Demeyi de unutmadı. Komutan, BENİ gördüğünde.

“Hayırdır, dün gece rüyamda siz, bugün de karşımda siz. Denetleme mi Komutanım!” Diye takıldı. Yeni bir yağmurluk, bir kol saati, mavi bir pantolon ve mavi gömleği takdim ederek:

“Deli sarmaşığınız, SARIGÜL ile geldiler. O ıpıssız çölde, SENİNLE olmak istiyor. Bir kuş oldum da geldim, hayır derseniz, kanadımı siz kırmış olursunuz. Geri de dönemem, uçmayı da siz unutturdunuz, uçamam!” Dedim. İkimiz de, gözyaşlarımıza hâkim olamadık.

Tatillerde, beraberdik. Bana, dalmayı ve balık vurmayı öğretti. Üniversiteyi bitirdiğimizde de nişanlandık.
”Yaşlı ağaç ve deli sarmaşık”, adlı şiiri yazıp, BANA verdi. BANA, bir şarkı yazmasını ve seslendirmesini istediğimde de, iki şarkıyı birden okudu:

“Yokluğunla Kar Kesti!”
“Yokluğunla kar kesti, buz kesti de dağlarım,
Gezdiğin sokaklarda, SENİ arar, ağlarım.
Çıkıp, gelsen de bir gün, çiçek açsa dağlarım,
Sevincimden ölürüm, sevincinden ağlarım.

Gülücük çiçekleri açar avuçlarımda,
Gözlerimde de erir, yüce dağın karları.
SEN gelince dert biter, keder biter, gam biter,
Gözlerimde de erir, Yüce dağın karları.”

“Sevda mı Bu, Bir Tanem!”
“Gözlerimden renkleri, kulağımdan sesleri,
Alıverip te gittin, reva mı bu BİRTANEM?
Dudağımdan şiiri, dilimdeki türküyü
Çalıverip te gittin, ceza mı bu BİRTANEM!

Duvarımda mozaik rengi uçmuş anılar,
Boş bir mabede döndüm, başımda fırtınalar,
O yeşil gözlerinin içimde özlemi var,
Beni çalıp ta gittin, SEVDA MI bu, BİRTANEM!”

Üzerinde çeşitli fotoğrafların bulunduğu etajerin çekmecesini çekerek, çerçeveli bir fotoğraf çıkardı. Bu, elinde sarı bir gül tutan çakı gibi bir komando yüzbaşısının fotoğrafıydı. Fotoğrafı öptü, kokladı ve anlatmaya başladı.
“-Orhan’ım; Foça jandarma Komando Okuluna komando kursuna çağırılmıştı. Bu fotoğrafı çektirerek yollamıştı. Arkasındaki şiiri okur, okumaz, geliyorum diye telefon ettim.
”Biz, arazi eğitiminde olabiliriz, doğruca nizamiyedeki nöbetçi subayına git ve durumu anlat,” dedi.
Ertesi günü akşamüzeri Jandarma Komando Okulunun nizamiyesindeydim. Genç bir jandarma subayı, beni gülerek karşıladı:
”Hoş geldiniz, bekliyorduk. Komutanım arazide; konuk evimizde yeriniz hazırlandı. Hiç bir şeye de para vermeyeceksiniz. Size uygulanacak programımız, buyurunuz,” diyerek, itina ile yazılmış bir kâğıdı, elime tutuşturdu. Bir hafta, o yiğit insanların konuğu olarak kaldım”, diyerek, okumam için, fotoğrafı bana verdi.
Şiir, fotoğrafın arkasına elle yazılmış:

“BİR GELİVER, YETER! “
“Sensizlik dağında bir eşkıyayım,
Elimde sevdanın özlem tüfeği,
Belimde GÜL kılıç, karanfil hançer;
Tenha koyaklara pusu kurmuşum.
Sensizlik dağının eşkıyasıyım,
Yapayalnızım, yüreğim yanık.
Yıllar yılı bıkmadan, usanmadan,
Yollarını gözetleyip, durmuşum.
Kul olmak variken bir tek sözüne,
Özlemin aklımı almış götürmüş;
Sensizlik dağına tutsak olmuşum.
Çıkma karanlık akşamlarda yollara,
Gülücüklerini alır, kaçarım;
Gelme Tanrı aşkına, gelme bu dağa,
Başına bin türlü işler açarım.
Apansız önüne çıkıveririm,
SENİ alıp ta, kaçıveririm.
Kalbimi söküp te, saçıveririm,
Sürerse bu dağda, bu sonsuz özlem,
Aşkımı dünyaya açıveririm.
Yıldızlar buz kesti yalnızlığımdan,
Ay da, upuzun sarktı dağlara,
Cemreler, denize düştü, düşecek,
Yalnızlık yabancı bir düşman ülke,
Geliversen yeter, hemen düşecek.”

Fotoğrafı iade ettiğimde; derin bir rüyadan uyanmışçasına, konuşmasını sürdürdü:
“Birden bire, her şeyin değiştiğini fark ettim. Bana, söylemeden, Ankara’ya sık, sık gittiğini öğrendim. Ne telefon, ne de mektup gelmez olmuştu.

Sonra; bir kadınla çekilmiş resmi, ihbar mektubu ile geldi. Arkadan da O’NUN telefonu geldi.
”Kusura bakmayınız Ayşen HANIM, “FİNİ DE JOUE!”- Oyun bitti!”.Dedi.

”Her sesiz doğan, sessizce ölmelidir! Size mutluluklar dilerim!” Diyerek, telefonu kapattı.

Hemen Manavgat’a uçtum, Ankara’ya gittiğini söyleyen Osman kara da ağlıyordu.
Tüm tanıdıkları ile araları açılmış, anası, babası ve kardeşleri ile de küsüşmüşler.
Bir akşam; Rahmetli Osman Kara telefon etti, ağlıyordu: ”Ayşen Hanım, komutanım, kanserden öldü, yarın cenazesi Antalya’ya getirilecek. Memleketi olan İzmir’e defnedilmesini istememiş,”beni Antalya’ya defnedin diye vasiyeti varmış.
Yarın cenaze töreninde buluşalım, SİZE verilmesini vasiyet ettiği emanetlerinizi vereyim!” dedi.
Uzun süre hastanede yatmışım. O, öleceğini bildiği için; arkasından kimsenin üzülmesini istememiş, hiçbir kimse de, aklını kullanmayı akıl bile edememiş İşte BENİM YÜREĞİM; İŞTE BENİM ONURLU ÖYKÜM!” DEDİ!
Peşin hükümler, bizleri hep acılara ve yanlış kararlara götürür.
”finidjue!-Türkçe okunuşu-Bir kişi öldüğünde ya da ölmek üzere olduğunda söylenirmiş! Bir oyundan ibaret olan kişi yaşantısının artık bittiğini anlatmak için kullanılırmış.

Ben, cenaze töreni yapılırken, kendimi bilmez bir halde, hastanedeymişim. Aylar sonra, Rahmetli Osman Kara; bana, şu şiiri getirip, verdi. Bu şiir ölmek üzere olan birisinin miras’ı üzerine yazılmış olduğundan, onu duvara asamıyorum. Çünkü sevdiğim adamın, mezarlıkta da olsa yaşadığını biliyorum,” diyerek, okumam için bu şiiri bana uzattı:

“MİRAS!”
“BEN öldüğüm zaman,
Yanımda SEN olmalısın.
Gözlerin engin yeşil,
Dudakların da akik şekeri,
Ve yanakların al, al olmalı...
Kolumdaki satını, mavi gömleği ve pantolonumu
Herkes paylaşırken mirasımı,
SEN seyirci kalmalısın.
Sonra da, gelmelisin başucuma,
Gözlerime en son SEN bakmalısın.
“Ben, DELİ SARMAŞIĞINIM!” Demelisin.
Alnımdan kaderini, gözlerimden mutsuzluğu silmelisin.
Sonra da;
Ellerinin sıcaklığını koymalısın avuçlarıma.
Avuçlarımdan anılarını almalısın.
BEN çıkarken sonsuz yolculuğa,
Yine de BENİM olmalısın,
Yine de BENİ sevmelisin.”

Üçümüz de, emir verilmiş gibi, ayağa fırladık ve birbimize sarıldık, öylece kalakaldık. Ne kadar zaman geçti, bilemiyorum. Saatler ve zaman her üçümüzde de durmuştu.
Sayın Ayşen Hanım; Rahmetli Yüzbaşı Orhan Beyin oda kapısını kapattığında, kapıya asılmış bir şarkı gözlerimizi ve gönüllerimizi yaktı.

YİNE SENİ BULURUM!
“Bensizse sabahların, yoksam gecelerinde,
Bir şarkı düğümlense, bir Türkü can evinde;
Kaybolmuşsa yıldızım, göğün yücelerinde,
Kahrolmana gerek yok, yine SENİ bulurum.

Yağmurlu havalarda, gökkuşağın olurum,
Kapansa da yollarım, buz tutsa da dağlarım,
SEN orada ağlama, BEN burada ölürüm;
Ölüm gelip, çatsa da, yine SENİ bulurum.


Acı denizlerinde, yapayalnız kalsan da
Öldü diye de sakın, ağıt yakma üstüme,
Kapatsalar mezara, toprak, toprak üstüme;
Mezarları patlatır, yine SANA gelirim.


Hafif bir rüzgâr, pencere tüllerini kımıldattığında; Sayın DELİSARMAŞIK:” Orhan’ım geldi!” Diyerek, iki kişilik divana oturdu, bizler de olduğumuz yere çökerek, öylece kalakaldık.














Hiç yorum yok:

İzleyiciler

Blog Arşivi