GEMİSİ
MÜMKÜN MÜ?
( ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)
“insan, iyi yaşasa bile ölür,
Fakat bir diğeri
doğar.
O da bu yazılara bakarak,
Onların ne yaptığını
bilir.”
Omurtag, Eski Bulgar Hanı.
S.YA.
Bayçaron, Avrupa’daki Eski Türk Runik Abideleri, s.x
“Hem okudum, hem de yazdım/
Yalan dünya senden bezdim!”
Türkü.
“Bir zevki yok gecesinde, gündüzünde,
Neyleyeyim ben bu yeryüzünde!”
Mehmet Akif Ersoy.
“Elimde olsa, dünyayı küçümserdim;
İyisine de, kötüsüne de yuf
çekerdim.
Daha doğrusu bu aşağılık
yere,
Ne gelirdim, ne
yaşardım, ne ölürdüm.
Ömür uzasa bile yaşam
nasıl olacak?”
Ömer Hayyam
Harald Dream adlı bir Alman yazar, “Uruk Aslanı Gılgameş” adlı
romanlaştırılmış bir eser yazmıştı. Bu eserinin baş tarafına da, Asur Kıralı
Asurbanipalın Ninova’daki saray kitaplığında bulunan Gılgamış Destanının, bir
kil tablete yazılmış olan, Asurca metninden bir şiir eklemişti. Bu şiirde
anlatılan Gılgamış’tır:
“O ki dünyanın son bucağına kadar bakabilir,
Her şeyi görür, her şeyi bilir,
Üstü örtülü olanı açığa çıkartırdı.
Tüm bilgelik ve tecrübeler ona aitti,
Suları görür, saklı olanı bulur,
Tufan öncesinden haber verir,
Bitap düşene kadar yol alırdı.
Tüm emekleri bir taşa kazınmıştır,
Çevresi duvarla örülü Uruk’ta,
Kutsal tapınak Eanna’nın surlarını o yaptırmıştı.”
Kur’anı Kerim; Mu’min suresi(40’ıncı sure) Suresi,27’inci
ayet:”Gaybın anahtarları O’NUN, Allah’ın nezdindedir. O’nu, yalınız O
bilir.”Ben, üşenmeden saydım GAYP ile ilgili olarak değişik Surelerde tam(44)
adet Ayet gördüm.
Daha önceki bölümlerde, Güney Amerika’daki Aztek metinlerinde bir
tufandan bahsedildiğini yazmıştım. Ortaasya’daki Türk efsanelerinde de bir
tufan öyküsü anlatılmaktadır. Sayın Erdoğan Aydın,”Nasıl Müslüman Olduk” adını
vermiş olduğu görkemli eserinin (301)’inci sahifesinde bu konuya da yer
vermiştir:
“Yayık(Tufan) olacağını ilkin “Temrü müüstü kök teke”(demir
boynuzlu gök teke)bildi.7 gün dünyaya dolaştı. Bağırdı.7 gün deprem oldu.7 gün
dağlar ateş püskürdü.7 gün yağmur yağdı.7 gün fırtına oldu ve dolu yağdı.7 gün
kar yağdı.7 aziz kardeş(büyüğü Erlik, tanrıcıl, nomçe; kitap, ehli Ülgen) gemi
yaptılar. Her cins hayvandan birer çift aldılar.(Gemi Yal Mönkü adlı büyük
dağda yahut Kosagaç’a yakın Iyık dağında hala durur!”Tufan bitti. Ülgen gemiden
bir horoz saldı. O soğuktan öldü. Kaz saldı; o gelmedi. Kuskun(Karga) salındı;
leşe daldı.7 kardeş gemiden çıktılar. Ülgen, Nom’dan aldığı güçle, insan
yaratmaya girişti. Altın fincan içine kök çiçek koydu. Kardeşi Erlik, bu
çiçeğin bir parçasını çalıp gene bir insan yarattı. Ve ilh” (A.V.Anohin. Keza).
“Görüyoruz. Türk toplumu, sünger gibi her şeyi emicidir.
Akdeniz’den Altay dağlarına dek yayılmış Sümer medeniyetine özgü Tufan
efsanesini, İslamlıktan önce, kendi çevresine göre benimsemiştir. İslam
medeniyeti ile karşılaşınca, ondan da etkilenmemezlik edemezdi.”Asırlar geçmiş
olsa bile Türk Toplumunun huyları hiç değişmemiştir. Müslümanlığa duyduğu
şekilde inanır; Kürt Sait’in zırvalarına, cenneti geneleve çevirenlerin
masallarına, gözyaşları içinde inanır, Bonanza Çiftliğindeki ilkokul mezununun masallarına,
İslam Dinini bir şekiller halitası olarak sunan sahtekârlara da yürekten
inanır!
Sümer efsanelerinin Ortaasya’ya erişebilmesi
akla çok yatkındır. Sümerli Ünlü Lüdingirra, anılarında Ortaasya’dan
Mezopotamya’ya geldiklerini anlatmaktadır.”Dedelerinin, Sarı saçlı ve Mavi
gözlü insanların yaşadığı, kuzey yanı yüksek dağlarla çevrili, bir yerden
bugünkü yaşadıkları yere geldiklerini anlatmaktadırlar. Hayret, Sarı saçlı ve
Mavi gözlü insan olur mu?”Diye de hayıflanmaktadır! Sonra; araştırmalar yüzelli
Sümerce kelimenin Türkçe olduğunu ortaya koymuştur. Mezopotamya ile Ortaasya
arasında bir iletişim olduğu muhakkaktır!
Afganistan’da
Mezar’ı Şerif öyküsü de dini içerikli bir öyküdür. Hz. Ali’nin cenazesinin bir
deve sırtında, Mezar’ı Şerife ulaştığı öykülenmektedir. Hz. Ali’nin öldürülmüş
olduğu yer ile Mezar’ı Şerif arasındaki mesafenin önemi yoktur. Devedeki Ali,
tabuttaki Ali ve dahi deveyi çeken de Ali! Teslis! Bunun dahi anlamı yoktur;
çünkü bu bir yüceltme öyküsüdür!
Gılgamış-Utnapiştim-Tevrat
ve Kur’anı Kerim anlatımlarına göre de ortada örnek alınacak bir gemi modeli de
yoktur. Tavuğun iskeleti örnek olarak verilmektedir. Mısır, Mezopotamya ve
Güney Amerika piramitleri biri birinin benzeri! İki kıta arasında okyanuslar
olduğuna ve gemi de olmadığına göre, Tufan olayı ve piramit benzerleri nasıl
örnek alınmıştır!
Büyük
İnsan ve Büyük Bilgin Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ Hanımefendimiz
(75.000)çivi yazılı tableti tercüme ederek, Sümerler konusunda insanlığı
aydınlatmıştır. Bu arada,”Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümerlerdeki Kökleri”adlı
kitabıyla da düşünebilen beyinlere ışık tutmuştur. Nuh Tufanından söze derken
bu kitaptan da söz etmemek eksiklik olur düşüncesindeyim:
“TUFAN”
“Çok eski çağlarda, insanları yok etmek amacı ile Tanrı
tarafından büyük bir tufan yapıldığı hikâyesinin, yalınız, ilk Kutsal Kitap
Tevrat’ta yazılı olduğu biliniyordu. Fakat geçen yüzyıl içinde NİNİNVE’DE
yapılan kazılarda çıkan Asur kralı Asurbanipalın Kütüphanesi içindeki bir
tablette aynı hikâye okununca (1872) büyük bir şaşkınlık yaşanmış ve bu inanç
kökünden sarsılmıştı. Gılgamış Destanı’nın son kısmını oluşturan bu hikâye,
ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a, tufandan kurtulup Tanrılar tarafından ölümsüzlük
verilen Utnapiştim tarafından anlatılmıştı.”Buraya bir nokta koyalım. Nuh Tufanından 2200 sene sonra
yazılmış olan bir Anadolu destanındaki benzerliğe bir göz atalım:
Yunan
Mitosunun tanrılarla bir tutulan en büyük kahramanı Atreus oğlu Agamemnon’dur.
Kendisi Akha’ların Kralıdır. Kardeşi Menalaos ta Isparta Kralıdır. Baştanrı
Zeus’un kuğu şekline girerek seviştiği Leda’dan olma Klytaimestra ile evlenmiş,
karısının ikiz kardeşi olan Güzel Helen ile de kardeşi Menalaos evlenmiştir.
Anadolu yakasında bulunan Truva şehrinde de Kıral Priamos, karısı Hekabe, Büyük
oğlu Hektor, Kızı Kassandra ve Küçük oğlu Paris—Aleksansros-yaşamaktadır. Kral
Menalaos’un Girit adasına cenaze törenine gitmesinden yararlanan, Isparta
sarayına konuk olarak inen Paris, Güzel Heleni çeyizleriyle birlikte Truva’ya
kaçırır. İşte bu olay, dokuz sene sürecek ve sonunda Truva’nın yakılmasıyla
sonuçlanacak bir savaşa neden olur. Başkomutan Agamemnon’un komutasında Aulis
limanında toplanan birleşik filo rüzgâr beklemektedir. Rüzgârların esmemesine
kutsal bir geyiğin öldürülmesinin neden olduğuna inanan Agamemnon, Kızı
İphigeneia’yi—İfijeni’yi— Aşil—Akhilleus—ile nişanlamak bahanesiyle Aulis’e
getirterek Rüzgâr tanrısına kurban eder. Bu, onun da öldürülme nedeni olur.
Dokuz yıl sonra; kapatma olarak yanında getirdiği Bakire Kassandra ile Mykene
sarayına iner. Kendisini, Amcasının oğlu Aigisthos ile sevişen karısı
Klyteamestra hınçla beklemektedir. İlk fırsatta, Kassandra ile birlikte
öldürülürler. Krallar Kralı, Zeus düzeyine yüceltilen bir kahramanın ölümü
böylece komik bir biçimde olur!
Diğer
tarafta; İlyada Destanının asıl kahramanı Aşil’in öyküsü vardır. İlyada,
Truva’nın ve Kral Agamemnon’un değil Aşil’in destanıdır:
Kral
Peleus ile Deniz tanrıçası Thetis’in oğlu Akhilleus—Aşil—doğduğunda, anası onu
topuğundan tutarak ölümsüzlük ırmağı Steks’e daldırır. Bu Aşil; Truva Kralı
Priamos’un Yiğit oğlu Hektor’u öldürür. Paris’in atmış olduğu ok ta; Aşil’in
Styk suyu değmemiş topuğuna isabet ederek ölümüne neden olur. Ölümsüzlük
peşinde koşan Aşil de, bir okla öldürülerek ölümsüzlüğe kavuşur. İki destanın
ortak yanları yalınız bu kadarcık değildir.
*Bilge
Kral Gılgamış her şeyi önceden bilmektedir.
*Her
şeyi önceden bilen Kassandra; kendisiyle sevişmediği için Apollon’un ağzına
tükürmesi nedeniyle kendisine kimseler inanmamaktadır.
*Tahta
at fikrini ortaya atan Kalkhas ta her şeyi bilmektedir.
Ünlü
İzmirli Kör Ozan Homeros, İlyada da, Aşil’e şöyle dedirtmektedir:
“Anam! Kısacık
bir ömür sürmek için doğurdunsa beni,
Uzun değil,
kısacık bir ömür verdi kader sana!”
Biz yine de dönelim konumuza.“Asurbanipalın saray kitaplığında
bulunan Tufan öyküsü Akadça yazılmış olduğu halde, öyküde geçen bazı
kelimelerin Sümerce olduğu dikkati çekmişti. Philadelphia Üniversitesi
Müzesinde bulunan bir kırık tabletin Sümerce ve manzum bir şekilde yazılmış olduğu
görüldü. Tanrılar insanlara kızarak, bir Tufan yapmaya karar veriyorlar.
Ziusudra isimli birine bir tanrı tarafından durum bir duvar arkasından
bildiriliyor. Kırık tabletteki bu satırlar şöyledir:
“Alçakgönüllü ve saygılı olan
Her gün tanrısal
görevlerine dikkat eden
Ziusudra’ya Tanrı
Enki,
“Duvardan bir söz
söyleyeceğim sözümü tut!
Kulak ve
söyleyeceklerime!
Birden bir Tufan kült merkezlerini kaplayacak,
İnsanlığın tohumu yok
olacak,
Tanrılar meclisinin
sözü karardır,
An ve Enlil’in emirleriyle/ Krallık,
Hükümdarlık son bulacaktır!”
Bundan sonra tabletin kırık kısmı geliyor. Burada geminin nasıl
yapılacağı bildirilmiş olmalı. Metnin yine okunan kısmında, Tufanın bütün
şiddetiyle memleketi kapladığı;7 gün,7 gece sürdüğü, bittiğinde Ziusudra’nın
Tanrılara kurbanlar yaptığı yazılı. Buradan çok ilginç bir gözleme varıyoruz.
İlyada Destanı, MÖ.1200’lerde meydana gelmiş bir olayın, MÖ.800’lü yıllarda
yazıya dökülmüş halidir. Doğa olaylarına karşı Krallar Kralı, Zeus’la bir
tutulan Agamemnon dünyalar güzeli kızı İfijeni’yi kurban etmekten
çekinmemektedir. MÖ.3500’lü yıllarda yazılmış olan Tufan öyküsünde de”Ziusudra
Tanrılara kurbanlar kesiyor!”Başka bir anlatımda;”Utnapiştim’in kesmiş olduğu
kurbanların başına tanrılar sinekler gibi üşüşüyorlar!”Sümer uygarlığında
insanları kurban etmek geleneği yokmuş. İslamiyet’ten sonraları bile, Nil
nehrine Genç Kızların kurban edilmesi uzun süre devam etmiştir. Azteklerin, her
sene (20.000)genç esirin göğüslerini granit bıçaklarla yararak, kalplerini
çıkartıp, tanrılarına kurban ettiklerini de biliyoruz. Ostüzü.
“Sonunda: Ziusudra, kral,
Tanrı Anu ve Enlil önüne attı kendini.
Onu sevdiler, bir tanrı gibi yaşam verdiler ona.
Bitkilerin adını, insanlığın tohumunu, koruyan,
Ziusudra’yı güneşin doğduğu yere,
Dilmun ülkesine yerleştirdiler.”36
36-S.N.Kramer,“Tarih Sümer’de Başlar,” s.128–132.Sümer şairleri,
Tufanı yalınız hikâye olarak anlatmakla kalmamışlar, ayrıca onun yaptığı
felaketi başka konulara ait kompozisyonlarda da sözgelişi anlatmışlardır. Ele
geçen böyle iki metinden Tufan ile ilgili satırlar:
1-“Numun bitkisinin meydana gelişi hakkındaki
şiirden:
“Rüzgâr yağmur getirdikten sonra,
Bütün yapılmış duvarlar
yıkıldıktan sonra,
Kudurmuş fırtına yağmur
getirdikten sonra,
Bir adam, ikinci bir adama
karşı çıktıktan sonra,
Tahıl yetiştikten, ot bittikten sonra,
Fırtına” yağmuru getireceği”, dedikten sonra,
O,”yağmuru yapılmış duvarların üzerine boşaltacağım” dedikten
sonra,
Tufan” her şeyi silip, süpüreceğim” dedikten sonra,
Gök emir verdi, yer doğurdu,
Numun bitkisini doğurdu,
Yer doğurdu, gök emir verdi,
Numun bitkisini doğurdu.”
2-Lagaş şehrinin başlangıcından Guda’nın zamanına kadar (İÖ.2150)
olan olayları kapsayan yarı tarihsel bir belgedeki Tufan ile ilgili bölüm:
“Tufan her şeyi silip süpürdükten sonra,
Ülkenin yıkılması tamamlandıktan sonra,
İnsanlık sonuna kadar dayandıktan sonra,
İnsanlığın tohumu korunduktan sonra,
*Karabaşlı Sümer halkı kendisini yeniden kalkındırdıktan sonra,
An ve Enlil insanı adıyla çağırdıktan sonra,
Ensi-lik kurulduktan sonra,
Fakat henüz gökten krallık inmemişti.”
*Ünlü Lüdingirra anılarında:”Dedelerimiz, kuzey yanı dağlarla
kapalı bir yerden geçerlerken Sarı saçlı ve Mavi gözlü insanları gördüklerini
anlatırlardı. Sarı saçlı ve Mavi gözlü insan olur mu?”Diyerek hayretini
saklamamaktaydı. Kafkas dağları olabilir. Ostüzü.
Ünlü Sümerolog S.N.Kramer, A.G.E. S.99.”zaman, zaman
Mezopotamya’da büyük su baskınları olmuştur. Bu yüzyıl içinde 1925.1930.1954
yıllarında da büyük felaketlere neden olmuş olan su baskınları 7’inci ve 8’inci
asırda ve Abbasiler döneminde;10,11 ve 12’inci yüzyıllarda yazıya geçmemiş
önemli su baskınları olmuştur.”
Âlem adamlardır şu Amerikalılar, Ağrı Dağında Nuh’un gemisini
aramaya başladıklarından sonra—1949’dan beri—Ermeni ve Kürt terörünün arttığını
görenimiz olmuş mudur? Bu sefer de, Türk basınında manşet üstü
haberler:”Titanik enkazını bulan Robert Ballard,
“NUH’UN GEMİSİNİ SİNOP’TA BULACAK.”Posta gazetesi,22
Temmuz 2003.”
“Nuh’un Gemisi’ni bulmak için 27 Temmuz’da Sinop’ta araştırmalara
başlayacak olan bilim adamı ve sualtı araştırmacısı Robert Ballard.”Gemi
çürümüş olabilir” dedi.”Atlas Okyanusunun en dip noktasındaki Titanik’i bulup
inceleyen ve batmasıyla ilgili sır perdesini aralayan,2’inci Dünya Savaşı
sırasında batan Nazi savaş gemisi Bismark’ı ortaya çıkaran ABD’Lİ dahi bilim
adamı ve sualtı araştırmacısı Robert Ballard(61) şimdi de Nuh’un Gemisi’nin
peşinde. Büyük bir grupla yüzyıllar öncesinin ticaret merkezi Sinop’a gelip,
gemisiyle Karadeniz açıklarında araştırma yapacak olan Robert Ballard, tahta
geminin enkazını nasıl bulacağını soranlara;” denizin oksijen olmayan
derinliklerinde tahta çürümeden yüzyıllarca kalabilir”açıklamasını yapıyor.9,8
Trilyon liralık araştırmanın 41 günde tamamlanması planlanıyor. Yola çıkmadan
önce basın toplantısı düzenleyen Ballard:”Türkiye’de 4 ayrı araştırma yapacağız
ve tarihi yeniden canlandıracağız” diye konuştu. Haberin altında temsili bir
Nuh’un gemisi ve:”7500 yıllık Nuh’un Gemisi’nin arama çalışmaları İnternet’ten
izlenebilecek!” Müjdesi!
Haber bir kere yayımlanmaya görsün,
sürekli olarak gündemde tutulur. Daha önce de, 09 Temmuz 2002 tarihli Hürriyet
gazetesinde de, Görkemli Ağrı dağının renkli fotoğrafı etrafında iddialı bir
haber:
“İncil
araştırmacısı ABD’Lİ Edward Crawford’un iddiası!”
“NUH’UN GEMİSİ’NİN YERİNİ BİLİYORUM.”
“Nuh’un
Gemisinin karaya oturduğu yeri “tam” olarak bildiğini iddia eden bir Amerikalı,
Ağrı Dağı’na çıkmak için Türk yetkililerden izin bekliyor.”
“İncil üzerine yaptığı araştırmalarla ve arkeolojik kazılara olan merakıyla
tanınan Edward Crawford, Türk makamlarından izin alabilirse daha önce altı kez
çıktığı Ağrı Dağı’na bir kez daha tırmanacak. Ancak, bu kez diğerlerinden
farklı olan bir şey var: Crawford, bu kez son derece iddialı. Nuh’un Gemisi
için yaşamından 25 yıl ve cebinden de 75 bin Dolar kadar para harcayan Edward
Crawford, buzlara gömülü bulunan geniş dikdörtgen biçimli yapının 4483 metre yükseklikte
olduğu görüşünü savunuyor.
Dini
inanışlara göre de, Nuh’un Gemisi Ağrı Dağı’nda karaya oturdu. Edward Crawford,
Ağrı Dağı’na daha önce yaptığı tırmanışlarda üzerlerinde yazı olan muhtelif
taşlar buldu. Crawford’un ifadesine göre, bu taşlar Sümerlerden kalma.
Crawford, taşlardaki yazılardan ve uzaydan çekilen fotoğraflardan yola çıkarak
Ağrı Dağı’nın kuzey cephesinde Nuh’un Gemisi’nin yerini belirlediğini ileri
sürüyor. Crawford, büyük bir umutla Türk yetkililerin iznini beklediğini
kaydetti ve “Artık, kamuoyu bilmeli. Dünya bu olayı izliyor”, dedi”.
Bu
haberleri belki de hiç okumuyoruz. Okuyanlarımız da gülüp geçiyorlardır.
Ermenilerin SOYKIRIM masallarına inanmayan Hıristiyan ülke kalmamış gibi.
Ermenilerin ve onları destekleyenlerin kilit şifresi ARARAT
DAĞI. İki de bir,” Nuh’un Gemisi Ağrı Dağı’nda”haberleri uluorta verilirse ve
dahi “Tevrat’a” ve “İncil’e”göre tanımları yapılırsa bu ne anlama gelir! Bu
anlatımlar, İncil’e ve Tevrat’a inananları bir eksen etrafında toplamaya,
birlik ve beraberlik içinde hareket etmeye sevk Etmez mi? Ermenilerin
iddialarına dünyanın ilgisini çekerek destek sağlamaz mı? Üzerinde yaşamakta olduğumuz, dünyanın ilgisini çeken, bu
coğrafyaya lâyık olabilmek için bu coğrafyamızın geçmişini ve efsanelerini de
çok iyi bilmek zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Gazi Mustafa Kemal:”Bu coğrafyaya lâyık bir ulus olduğumuzu kanıtlayamazsak;
kara gözümüzün hatırı için, bizi bu coğrafya’da yaşatmazlar!”Sözünü boşuna mı
söyledi sanıyorsunuz!
Haber
yazılı ve sözlü basına ulaştırıldı mı bir Reyting yarışı başlamaktadır.
Haberden murat edileni düşünen de olmamaktadır. O günlerin Milliyet gazetesi de
çok büyük puntolarla haberi okuyucularına ulaştırmıştı:
“HZ.NUH’U BULDULAR!”
“NUH’UN
GEMİSİ’NİN arandığı Karadeniz sularında 7bin 500 yıllık insan iskeleti bulundu.
Alman Bild Gazetesi, iskeletin Nuh Peygamber’e ait olabileceğini yazdı!”
“”NUH’UN
FİLOSU!””Sinop açıklarında 1500 yıl öncesinden kalma tahta parçalarının
dördüncüsü de bulundu. Ve Robert Ballardın bir fotoğrafı!”
“NUH’UN GEMİSİ SİNOP’TA OLAMAZ”
“Karadeniz
Teknik Üniversitesi’nden Prof.Dr. İsmet Gedik, Karadeniz’de tufan olduğu ve
Nuh’un Gemisiyle bu tufandan kaçtığı iddialarının gerçeğe dayanmadığını
belirterek;”Sinop’ta 10–12 bin yıl öncesinin coğrafik haritası incelendiğinde,
deniz seviyesinin yaklaşık 100
metre daha düşük olduğu görülür. Dolayısıyla
Karadeniz’de dere ve ırmak ağızlarında 100 metreye kadar inildiği zaman bir
yerleşim yerine rastlanabilir. Bu doğal bir olaydır. Adada yaşamayan
insanların, bir tufandan gemiyle kurtulması söz konusu olur mu? Deniz suları
yükseldikçe, kaçakları bir kara hep yanlarında buluyor.”Demiştir. Karşı sütunda
da: “BERLİN AA.”
“Alman
Bild Gazetesi, Türkiye’nin Karadeniz sahilinde bulunan 7bin 500 yıllık bir
iskeletin Nuh Peygamber’e ait olabileceğini yazdı.”Karadeniz’de olağanüstü
bulgu-Burada Nuh’un iskeleti mi bulunuyor?”başlığıyla verilen haberde,
Titanıc’i bulan 59 yaşındaki Robert Ballardın, Northern Horizon(Kuzey Ufku)
adlı araştırma gemisiyle bölgede 2 yıldır büyük tufanla ilgili deliller aradığı
da hatırlatıldı. Haberde, denizin dibinde yaptığı araştırmalarda eski yerleşim
merkezlerine ve batık gemilere ait parçalar bulan Ballardın, Nuh’un Gemisi’nin
de yaklaşık 100’
metre derinlikte olduğunu tahmin ettiği belirtildi.”
“Tarihi aydınlatacak”
“Haberde
Ballardın,”son buzul devrinde, buzullar eriyerek denizleri taşırdı. Akdenizin
suları Marmara denizini aşarak Karadeniz havzasını doldurdu. Suyun Karadeniz’e
dökülüşü, Niagara Şelalesi’nde olduğundan 200 kat şiddetliydi”, sözlerine de
yer verildi. Haberde ayrıca, Nuh’un Gemisinin, karadenizde bulunması durumunda,
denizin dibindeki zehirli çamur nedeniyle iyi korunmuş şekilde ortaya çıkacağı
ve bunun tarihe ışık tutacak önemli bir gelişme olacağı ifade edildi.”
Ballardın
Kuzey Ufku adlı araştırma gemisi, Rus ve Bulgar Bilim adamlarının da yardımıyla
Karadenizin dip tabakasının kesitlerini çıkartarak, katmanlarda tatlı su
kabuklularına rastladılar. Bizler, Türkiye Cumhuriyeti olarak, bu araştırma
ekibine sadece ve dahi sadece Yüzbaşı rütbesinde bir deniz subayı verebildik.
Sonunda da Dev bir kitap yayımladılar:”NUH TUFANI”.
Profesör Dr. Sayın Muazzez İlmiye Çığ’ı yeniden dinleyelim:
“Tufan
oluşumu hakkında yeni bir varsayım “Cumhuriyet Bilim Ve Teknik dergisinde
yayımlandı. Aynı konuyu birkaç yıl önce İstanbul Üniversitesi’nde konferans
olarak dinlemiştim. Jeologlara göre, Nuh Tufanı Karadeniz’de olmuştu. Buzullar
erimeden önce Karadeniz, Boğazın tabanından 85 metre derinlikteymiş ve
Marmara’nın suyu Karadeniz’e akıyormuş.11 bin yıl önce buzullar eriyince
denizler birdenbire yükselmiş ve sular, Boğaz’dan büyük şelaleler halinde
denize boşalmış. Bu boşalma ile deniz kıyısında olan yerler su altında kalmış.
Bundan kurtulan veya felaketi görenler Mezopotamya’ya göç ediyorlar. Yazı icat
edildikten sonra da ağızdan ağza ulaşan bu olay yazıya geçiriliyor diye
varsayıyor jeologlar” S.G.E. S.51 Dipnotu.
Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan Prof.Dr. Sayın Süleyman
Ateş,15 Ekim 2010 tarihli Vatan Gazetesindeki bir yazısında, bir tek cümle
olarak Nuh tufanından söz etmiştir:”
“Yazar—Sayın Turhan Utku—Nuh Tufanı’nın evrensel değil, bölgesel
olduğu kanısındadır. Kuran’dan da Tufanın bölgesel olduğu anlaşılmaktadır” Buyurmuştur.
Din adamlarımız için; Sümerler, Gılgamış Destanı, Mezopotamya
uygarlıkları hiçbir anlam taşımamaktadır. Mısır uygarlığı da önemli değildir.
Hz. Musa ve Karısı Müslüman’dır! Firavunla savaşırlar! Musa Firavun Birinci
Seti’nin kızından olma bir Yahudi oğluymuş ve İkinci Ramses’in Muhafız Alayı Komutanı ve Amon-Ra Rahibiymiş; bunların önemi
de yoktur.27 Firavun sülalesini tek bir Firavuna indirgerler. Hz. Âdem Müslüman
olduğu gibi; Hz. İbrahim de Müslüman’dır!”O
zaman, Hz. Muhammed’e neden İslam’ın peygamberi
deriz?”Dediniz mi yandığınızın resmidir.
Bizler bu kafayla mı
Ağrı Dağımızı koruyabileceğiz? Tarihimizde yazılı üç önemli kişinin Türk
ulusuna yapmış olduğu kötülükleri kaçımız bilmekteyiz?
İngiliz kadın Ajanı
Gertruda Bell,1916 ve sonrası; Irak’a Arkeolog kimliği ile giren en büyük
casuslardan birisidir. Ünlü Casus Thomas Edward Lawrence’ın de hocasıdır.
Lawrence ile birlikte, Müslüman Arap aşiretlerini ve Hz. Muhammed’in torunlarını
Osmanlı devleti aleyhine kışkırtarak isyan etmelerini sağlamıştır. Kurulacak
olan ırak Krallığının sınırlarını belirleyen haritayı da bu Kadın Casus
çizmiştir. Irak ulusal Müzesinin de kurucusudur. Sevgilisi olan İngiliz
Binbaşısının Çanakkale’de ölümü üzerine, içine düşmüş olduğu bunalım sonucunda
intihar etmiştir.
Thomas Edward Lawrence,
Irak’a arkeolog olarak girmiş ve 1916–1918 yıllarında Mekke Şerifi Hüseyin’i;
sonunda ırak Kralı olan Osmanlı ordusunun albayı Faysalı ve Ürdün Kralıyken
öldürülen Abdullah’ı Osmanlı aleyhine isyan ettirmiştir. Bu iki casus Osmanlı
devletini yenmişlerdir. Lawrence ve Gertruda Bell, Afganistan’da da büyük işler
başarmışlardır. Lawrence 1931 senesinde bir motosiklet kazasında ölmüştür.
Bu konuda Fransızlar da
bir Arkeologu, Louis Massignon’u Bağdat’ta görevlendirmişlerdir. Louis
Massignon 1909 senesinde casusluk suçundan tutuklanarak Bağdat cezaevine
kapatılmıştır. Bir kırık çömlek parçası üzerinde Hallac’ı Mansur’un iki
dizesini okuyarak, ömrünü Hallac’ı Mansur’u araştırmaya adamış ve dört ciltlik
ünlü kitabını (70) sene sonra yayımlayabilmiştir. Kırık çömlek parçasında şu
beyit yazılıymış:
“İnsanın
Tanrıyı görmesi mümkündür/
Yeter ki, kendi kanıyla aldığı abdestle iki
rekât namaz kılsın!”
Batı âlemi Petrolun
peşine düşmüşken Osmanlı ne ile mi meşgul idi! Almanların telkiniyle ilan etmiş
oldukları Mukaddes Cihata önce; Osmanlı’nın Arap asıllı Bağdat Müftüsü itiraz
etmişti:
“Halife Arap asıllı ve Kureyşli olmadığından mukaddes cihat ilan etme
yetkisi de yoktur!”
Fazilet Takvimi’nin 19
Nisan 2002 sayılı yaprağının arkasına bir göz atarsak, Nuh Tufanı ile ilgili
Kuran ayetlerinin sıralanmış olduğunu görürüz: Hûd Suresinin 42 ve 43’üncü
ayetleri yorumlanarak verilmiş.”Nuh, kendisine inanmayan oğlunu bir kenara
çekerek: “Oğulcağızım!(Sen de) bizimle beraber bin, KÂFİRLERLE beraber
olma!”diye seslendi ”S.Hûd,42 fakat bu asi
evlat...”
Zamanının
peygamberlerine inanmayanlara KÂFİR denildiğine aklımız yatıyor da, yeni
peygambere inanmayan eski peygamber ümmetlerine de KÂFİR denilmesine aklımız
nedense bir türlü ermemektedir!
Hz. İsa’ya inanmayanlar
KÂFİR!
Hz. Muhammed’e
inanmayanlar da KÂFİR.
Hz. Nuh’a inanmayanlar
da KÂFİR!
Hz. İsa’ya ve diğer
peygamberlere inanmış olanlar da Hz. Muhammed’e inanmış olanlara göre KÜFFAR!
Bu Nuh tufanı
öyküsünün her üç Semavi dine yansıması biraz tuhaf değil midir?
“Nuh’un tanrısına”
inanmayanlar Kâfir. Nuh—Utnapiştim—dönemi çok tanrılı bir dönem. Bu dönemde,
bir Tufan öyküsü manzum olarak düzenleniyor. Çok tanrılı dinlerin, tanrılarının
görevleri ve bunlara nasıl uyulacağı da pratik olarak o toplumlarca
uygulanıyor. Sümerlerde, ibadethanelerde faaliyet gösteren kutsal fahişelerin,
sokağa çıktıklarında saygı görmeleri için, başlarına Türban takma
zorunlulukları da var.
Babil’de de daha ilginç
bir uygulama vardı: Evli kadınlarda,”senede bir gün, ibadethaneye giderek,
kendileriyle ve parayla birleşecek erkekleri beklerlerdi. Kazanacakları bu
parayı da ol ibadethaneye bağışlarlardı. İbadethane önünde, günlerce
kendilerini beğenecek erkek bekleyen kadınlar olduğunu öğrenmekteyiz. Halkımız
arasında dolaşan bir hurafeye göre de; Ulu Tanrımız Babil’e iki melek
göndermişmiş. Bunlar Dünya Nimetlerinden tattıklarında meleklikle ilgili
görevlerini de unutmuşlarmış. Bendeniz de geçliğimde bunu şiirleştirmiştim:
KAMBUR FELEK!
Bir
tatsaydın Dünya Nimetlerinden;
Babil’e inen melekler gibi.
Viskiden, Rakıdan, Meyden
içseydin;
Sorardım kederden, kaderden
yana,
Çakırkeyif bir elime
geçseydin.
Tatsaydın bir parça aşktan,
nefretten;
Bir parça da insani
merhametten.
Bencileyin yalınayak
gezseydin,
Yağdırmazdın kar, felaket,
sel gökten.
Bencileyin bir güzeli
sevseydin, Bir tatsaydın Dünya nimetlerinden.
Şarkı söyleyip, şiir okusaydın,
Mest olup ta çalsaydın uttan, tamburdan;
Utanırdın sen bile sırtındaki kamburdan.
Nuh’a
inanmayanlar, diğer peygamberlere inanmayanlar; Tanrı’ya da inanmamış
sayılmaktadır.”Nuh’un tanrısına nasıl inanılacaktır! Bunun da ne kuralı ve ne
de tanımı yoktur! Peygamberler, Tanrı adını kullanarak ve Tanrı’yı konuşturarak
kendilerine itaat edilmesini isterler. Nuh Tufanı öyküsünde de bu taktik
vardır. Bu öğreti sistemiyle Din ve Tanrı ile aldatanların bireyleri ve
toplumları masallarla kandırmalarını da sağlamaktadır!
Bu
şekilde tek tanrıdan bile habersiz bir toplumun yaratmış olduğu bir öykünün,
tek Tanrıya inanan dinlerce de kabul edilmesini nasıl yorumlarsınız!
Dikkat
edersek; ilk başlarda, tüm sosyal düzen kurallarının yöresel olduğunu görürüz.
Bu kuralar bir toplumun içersinde kaldığında KÜLTÜR oluşmaktadır. Sosyal düzen
kuralları bir toplumun dışına çıkarak, su baskınları gibi, öteki toplumları da
etkisi altına aldığında UYGARLIK oluşmaktadır. Günümüzde en çok diğer
toplumları da etkileyen MODA ve MÜZİKTİR. Tevrat’ta olan Kur’anda da vardır.
Yöresel gelenek, görenek, örf ve efsaneler. Neden Amerika’daki, kutuplardaki ve
Avustralya’dakiler yoklar! “Oruç bir gün boyu tutulur!”Greönland adasında bir
gün üç ay sürmektedir. Kutuplarda ise, altı ay gece ve altı ay gündüz vardır!
Elimizdeki kutsal metinlere bakarak burada yaşayan insanları dini vecibelerini
yerine getirmedikleri için sorgulayabilir miyiz? Kurallar, bilinen şeylere göre
konulmuştur.”Tanrılar, yeryüzündeki tüm nefes alanların öldürüleceğine hüküm
vermişlerdir!”Bu Tufan öyküsü yazıldığı zamanda bilinen yeryüzü parçasına
bakmak gerekmektedir. İlkel insanların dünyaları çevrelerinden ibaret değil
midir? Bizim Yobazlarımızın dünyaları da Yahudi ve Arap masallarından ve
Mekke’den ve dahi Türbandan ibaret değil midir?
Tanrı
inancı, bir otokontrol sistemi yaratmaya yönelik değil midir? Çok tanrılı
dinlere mensup yöre insanının bu amaca yönelik yaratmış olduğu efsanelerden
diğer yöresel dinler de neden yararlanmış olmasınlar?
Tevrat’ta tehlikeli iki kavim: Gog ve Magog.
Kur’anı Kerim’de de Yecüc-Mecüc. Arap din bilginleri! Bunları Türkler ve
Çinliler olarak yorumlamaktadırlar. Çok tanrılı dinlerin efsanelerine Tek
Tanrılı dinlerin kucak açmalarının başkaca dayanakları da vardır. Burada bu
konu yazıyı uzatır.
İnsanlar aynı inanç
kuyusunda bocalamaktadırlar. Napolyon’un çok güzel bir saptaması vardır:
“Zaferin babası çoktur. Yenilgi kimsesiz bir yetimdir!”
Ölümün nedenini,
ayrılıkları, ömürlerin senelerle sınırlı olmasını hep dünyanın sırtına
yüklerler:”Yalancı dünya!”
Dünya kime ve ne biçimde
yalan söylemiş!”Benim bir senemde dört mevsim var!”Dediği halde üç mevsimle mi
geciktirmiş bir senesini!
“Her can
ölümü tadacaktır!”Demişte; bazılarını ölümden uzak mı
tutmuş. Üzerinde can bulan tüm yaratıkları aç mı koymuş! Yalancı olan biz
insanlar değil miyiz? Doğmasını biliyoruz da ölmenin nedenini neden dünyamıza
yüklüyoruz? Dünya yaşantısı ile insanoğlunun yaşamdan beklentisi biri birine
uymamaktadır. Aslolan, belirli sınırlarla sınırlı olan yaşamak denilen bu
mucizeyi adam gibi kullanabilmektir. Bu dünyada iyi bir örnek vererek yaşayana
armağan olarak cennet vaat edildiğine göre, Aslolan burada yaşamak olmuyor mu?
Asıl armağandan büyük değil midir?”Kuşumu bulana 100 altın!”Burada kıymetli
olan kuş olmuyor mu?
Şapka giymemek için Mısır’a kaçan Büyük bir şairimiz:
“Bir zevki yok gecesinde, gündüzünde,
Neyleyeyim
ben bu yeryüzünde?”Diye dert yandığında,
yanıtını da almıştı:
“Bir zevk alamadıysan yaşamdan/Bu senin kendi
noksanın!”
“Hem okudum, hemi de yazdım,
Yalan dünya senden bezdim!”Bu
isyanlarımızın nedeni hayalî bir yaşam masalı olan öteki dünya öyküleri olsa
gerektir diyorum.
Karıncalar, Arılar,
Yarasalar, Sığırcıklar, Balıkların çoğu, Şempanzeler, Goriller ve Orangutanlar
toplu halde yaşarlar. Yeryüzündeki hayvanların çoğu sosyal yaratıklardır.
Bunlar neden böyle yaşarlar diyerek bir sözleşmeden söz etmeyiz. İnsanların
toplu yaşamalarını da bir sözleşmeye bağlamışızdır:”Contrat Sociale.”Toplumsal
Sözleşme!”Bu sözleşme nerede yapılmıştır? Yazıyı bilmeyen, biri birini yiyen,
sığınmış oldukları kovuklardan da dışarı çıkamayan insanoğulları, kimlerin
çağrısıyla, kimin uçağı ve kimin gemisiyle bir araya getirilmiştir. Bu sözleşme
hangi dilde düzenlenmiş, oturumları, komisyonları ve alt komisyonları kimler
yönetmiştir! Kızılcahamam’da ya da Abant’ta mı ya da Bonanza çiftliğinde, CİA
desteğinde mi bu sözleşme onaylanmıştır!
“Homo homini lupus!”—İnsan, insanın
kurdudur!—Diyen filozof bunu nasıl kıvırmıştır!
Bunların hepsi de palavradır, Filozofların fantezileridir, yutturmamalardır.
Umudun ve çarelerin bittiği yerde başlayan mucizenin sancılarıdır tüm bunlar.
Mucize gelmeyince de, insanoğlu kendi mucizesini kendisi yaratmıştır. Haa!
Şöyle olmuştur diyebilir miyiz?
Patladığı kesin olan
beşinci yıldızdan kaçmak için uzay araçlarına binen kimselere bir AKİL adam:
“Arkadaşlar beni dinler
misiniz? Büyük sözü dinlemediniz ve biri birinizi yok etmek için nükleer savaşa
bile başlayarak güzelim yıldızımızın patlamasına neden oldunuz. Gideceğimiz
dünya’da; kavgasız, gürültüsüz ve savaşsız bir mutlu yaşam için bir sözleşme
yapalım mı? Uğultu halinde:
“Yapalım mm! Siz ne derseniz öyle olsunnn!”
“Bu sözleşmeye
uyacağınıza Ananızın; Bacınızın namusu ve şerefleri üzerine yemin içer
misiniz?”
“Hemi vallahi,
hemi de billahi, anamız avurdumuza fursun ki içtik gittiii!”
“Tamam! Bu
Toplumsal Sözleşmemiz CD’YE kaydedilmiştir. Bu sözleşmeye de uymazsanız
gideceğimiz dünyayı da patlatırsınız. O dünyadan öteki yıldızlara gitme
olanağımız da olmayacağından, bu bizim neslimizin sonu demek olur!”
İnsanlar arasındaki kavga gemiye biner
binmez başladığından, gemiyi yöneten ol Akil Adam, renklerine ve dahi
inançlarına göre insanları başka, başka yörelere indirmiştir. İnsanlar, karşı
toplulukları kolayca öldürerek mallarını ve dahi kadınlarını almak için kendi
aralarında, kavgası ve gürültüsü eksik olmayan, bir gruplaşma yaratmışlardır.
Bunları da kutsal saydıkları metinlere yazdırmışlardır. Kavganın nedeni inanç
meselesine bağlanmıştır. Günümüzde bu yağma işi daha ince ve daha insani bir
şekle sokulmuştur:
“Demokrasiyi ve insan
haklarını geri getirmek, insanların biri birlerini boğazlamalarına engel olmak
için, Afganistan’a ve Irak’a ve Türkiye’ye yardım elimizi uzatacağız!”yani:
Yer altı ve yerüstü
servetlerine el koyacağız, karşı gelenleri acımadan öldüreceğiz, kadınlarının
ve kızlarının ırzlarına ibretiâlem için, çaktırmadan zevkle ve sürekli olarak
geçeceğiz. Dünya devletlerini, demokrasi ve insan hakları için, site
devletlerine böleceğiz ve Dâhili yardımcılarımızın iktidara gelmelerini ve
halklarını bir kilo bulgura evet dedirtecek hale sokmalarını da sağlayacağız.”İşte sizlere her satılmışın vicdanında saklamış olduğu
“İctimayiMukavele!” Önce Tevrat’a bir göz atalım da İsrailoğullarının Toplumsal
Sözleşmelerini bir görelim:
(Tevrat, Tekvin 27.16–11.)”ve babası İzaak ona
dedi: Şimdi yaklaş ve beni öp oğlum. Ve yaklaşıp onu öptü ve esvabının kokusunu
kokladı ve onu mübarek kılıp dedi:
“Bak oğlumun kokusu
Rabbin
mübarek kıldığı kırın kokusu gibidir,
Ve tanrı sana
göklerin çiyinden,
Ve yerin
semizliğinden,
Buğdayın ve
şarabın çokluğunu versin;
Kavimler sana
baş eğsinler,
Kardeşlerine
efendi ol.
Ve ananın
oğulları sana baş eğsinle;
Sana Lânet
edenler lânetli olsunlar,
Ve seni mübarek kılanlar mübarek
olsunlar.”Hayrullah Örs, Musa ve
Yahudilik, s.63.
“İsrail
oğulları midyani’lere karşı amansızdılar.”ve Rabbin Musa’ya emrettiği gibi
Midyana karşı cenk ettiler ve her erkeği öldürdüler… İsrail oğulları Midyan
kadınlarını ve onların çocuklarını esir aldılar ve bütün hayvanlarını, bütün
sürülerini ve bütün mallarını çapul ettiler ve içinde oturdukları bütün
şehirleri ve bütün obaları yaktılar.
Savaş sonunda savaşçılar
aldıkları ganimetleri ve esirleri getirince Musa’nın tepkisi çok korkunç olur:
Musa onlara dedi: Bütün kadınları sağ mı bıraktınız? Ve böylece rabbin cemaati
arasında veba oldu. Ve şimdi çocuklar arasındaki her erkeği öldürün ve erkekle
yatmış olarak erkek bilen her kadını öldürün. Ve erkekle yatmış olmayarak
bilmeyen kadın ve çocukları, kendiniz için sağ bırakınız.”Tevrat,
Sayılar,31,7–19.”
“Nitekim Davud’un Hitit
subayı! Uria’nın karısına göz koyup adamı hileyle öldürttüğünü ve karısı Bar-Şeba’yı yanında alıkoyduğunu da Tevrat yazar.”
“Davud Uria’yı yanına
davet etti, yedirdi ve içirerek sarhoş etti. Uria evine inmedi. Sabahleyin vaki
oldu ki; Davud Yoab’a mektup yazdı ve Uria’nın eliyle gönderdi. Ve mektupta:
Uria’yı şiddetli cenkte ön diziye koyun ve onun yanından çekilin ki, vurulsun
da ölsün yazdı.” Yoab dediği gibi yaptı ve Uria da öldü. Böylece Piç Salomon da
dünyaya gelmiş oldu. Tevrat, II Samuel 11,1–27.Öte
tarafta: Zina eden kadınların taşlanarak—Recmedilerek—öldürüleceği de Tevrat’ın
buyruğudur. Hz. Muhammed, zina eden bir hamile Yahudi kadınını doğumundan
sonra, Tevrat’ın hükmüne göre, taşlatarak öldürtmüştü! Ve Yahudilerin Toplumsal
Sözleşmesi olan Tevrat’ta,”bütün kavimlerin insanlarının ve mallarının
Yahudilere tahsis edildiğinden” söz edildiği gibi;”Binbaşıların ve Yüzbaşıların
ganimet altın ve gümüşleri Hahamlara taktim ettiklerinden” de söz edilmektedir.
Arapların—Müslümanların—Toplumsal Sözleşmeleri!
Önceleri
Diğer dinlere uyanlara da kucak açılmıştır: A’raf Suresi(7/39 sure),179 ‘uncu
ayet:”Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları ÜMMİ!
Peygamberlere uyarlar…”
Enfâl
Suresi(8/93);1‘inci ayet:”Sana harp ganimetlerini sorarlar. De ki:”Onlar Allah
ile Resul içindir. O halde Allah’tan korkun ve aranızda barış ve esenliği
kurun. Ve eğer müminler iseniz Allah’a ve O’NUN Resulü’ne itaat edin.”
Şura
Suresi(42’inci sure) 7‘inci ayet:”Ve işte böyle sana—Muhammed’e—Arabî bir
Kur’an vahyetmekteyiz ki Umm’ul Kura’yı(Mekke Şehrini) ve çevresindekileri
sakındırasın ve o toplama gününüm dehşetini haber veresin—Onda şüphe yok; bir
fırka cennet’te, bir fırka sair’de(çılgın ateş içinde).Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’anı Kerim ve İzahlı Meali, s.482.
Hüneyin gazvesinde işler sarpa sardığında, ayet
değiştirilmiştir. Hz. Muhammed’in sütannesi Halime de esir kadınlar
arasındadır. Ahmet Cevdet Paşa’nın “Kısas’ı Enbiya”’sına bir
göz atarsak, Müminler arasındaki ihtilafın GANİMET PAYLAŞIMI nedeniyle meydana
geldiğini de anlamış oluruz. Zira:
44.000 Koyun ve keçi,
24.000 deve,
300 Okka Altın,
600 Okka Gümüş ve 6000.Kadın Esire Ganimet olarak ele geçirilmişti.
GANİMETLERİN paylaştırılmasında büyük bir isyan patlak vermişti. Ebu Süfyan’a
(3000) deve ve (120) Okka Gümüş verilmişti. Ebu Süfyan, Ümeyyeoğullarındandı,
Mekke’nin önceki yöneticilerindendi. Aynı zamanda, Ebu Cehil’in damadı ve Hz.
Muhammed’in de Kayınpederiydi ve Muaviye’nin de babasıydı! İlk defa Muhacirin
ve Ensar arasında çok sert tartışmalar çıkmıştı. Bu sureye eklenmiş olan
(41’inci) ayetle sorun çözülmüş
gibiydi: 41:”Doğru
ile yanlışın ayrılış günü, iki topluluğun karşılaştığı gün, kulumuza indirmiş
olduğumuza inanıyorsanız şunu bilin:
Ganimet
olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah’a, resule, resulün yakınlarına,
yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışa aittir. Allah her şeye kadirdir.”Peki soyup soğana çevrilenler;
O,emeksiz ele geçirilen bu malları ve canları da, bol keseden dağıtan O YARATAN’A
ait değiller midir? Allah’ın Ganimet’ten pay istemesi, O’NUN DA çalışanların
alın terine muhtaç olduğunu mu gösterir! En Büyük Din Bilginiz buyurdular
ki:”Kureyza Yahudi Aşiretinin katliama uğraması Allah’ın emriyledir!”İnanmam ve
Arap Toplumsal Sözleşmesinin bir gereğidir derim.
Bakınız, önce
toplumsal uzlaşı sağlanıyor; liderin fikirleri etrafında uzlaşma oluşunca da
diğer toplumlara saldırılıyor. Yeniden yapılanma, Glasnost gibisine biraz
bakmamız gerekmez mi? Rusya’da ulusal toparlanma ve Petrol’ün cennetinde
yaşadıkları halde bu coğrafyaya ve bu çağa ve üzerinde yaşamakta olduğu bu
dünyaya lâyık olmayan Çeçen dincilerini boyunduruk altına alma.
İnsanoğlunun
kendi aptallıkları yüzünden, içine düşmüş olduğu fenalıklardan ve
felâketlerden, kendi gayretleri, kendi gözyaşları ve kendi kanlarıyla kurtulmuş
oldukları hemen unutulmaktadır. Her türlü masallar, vaatler ve öteki dünya
öyküleri yaşam gerçeğinin önüne geçirilmektedir. Bir liderin yaratmış olduğu
birlik ve beraberlik dağıtılabilmektedir. Bu olgular, insanların insanlıklarını
bilememelerinin eseridir. İnsan olma olgusu doğuştan kazanılmamaktadır. İnsan
ne verilirse onunla ölümüne gitmeye göre programlanmıştır. Yüce Tanrımız en
Büyük devlet adamını ve en gerçekçi lideri Türk ulusuna verdiği halde; dedeleri
ve nineleri o liderin peşinden ölümüne gittiği halde, torunları üçkâğıtçılar
arasında lider aramaktadırlar! Ama diğer canlılarda bu olgu yoktur. Her şeyi
kullanma sevdasında olan insanın kendisi de en çok kullanılanlardandır. Bir
karınca türünün çok ilginç bir eylemi vardır: Başka tür bir karınca kolonisini
basan karıncalar, karınca larvalarını sırtladıkları gibi kendi kolonilerine
taşımaktadırlar. Burada hayata gözlerini açan bu çalıntı karıncalar o koloninin
köleleri olarak programlanıp, ölene kadar kölelik yapmaktadırlar.
Azgelişmişlere uygulanan Demokrasi ve Din masalları; ilkokulu bile bitirememiş,
sakal bırakarak Şıhlaha soyunmuşun altına nice yüksek tahsilli Fadimeleri
yatırdığı gibi, kirli çoraplarını da sevap kazanmak isteyen mensuplarının direksiyon
camlarına astırtmaktadır. Bendeniz iki Toplumsal Sözleşmenin varlığına yürekten
inanmaktayım:
*Ortak
yaşamanın gereği olarak, dünya üzerindeki tüm canlılar arasındaki Toplumsal
Antlaşma. Bu, dünya üzerinde kendiliğinden oluşmuş bir doğal olgudur. Her canlı
kendisini ilgilendiren ve yaşamasını sürdüreceği alanları bulmuş ve buradaki
yaşantısını gelecek kuşaklarına da devredebilmiştir. Kuduz mikrobu canlıların
beynini, Verem mikrobu canlıların akciğerlerini, canlıların sindirimine yardım
eden bakteriler de canlıların bağırsaklarındaki yerini almıştır. İnsanları
Tanrı ile kandıracak olan açıkgözler de Politikada ve dindeki yerlerini
almışlardır.
*İnsan
denilen ne idiği belirsiz yaratığın, kendi dışındakileri ezmek, sömürmek ve yok
etmek için, bilinçli olarak, yapmış olduğu TOPLUMSAL ANTLAŞMA. Antlaşma için:
1*Taraflar
gerektir.
2*Gün, Ay
ve Sene ile belirtilen bir zaman parçası gerektir.
3*Taraflar
gerektir.
Medine
Sözleşmesine bir göz atalım: Hz.Muhammed, Medine’ye
geldiğinde, Yahudi toplumu ile 65 maddelik bir antlaşma imzalamıştı. Ne zaman
ki, Hz.muhammed Medine’de güçlendi, anlaşmaya taraf olan Yahudi aşiretlerinin
felâketi olmadı mıydı? Fransızların konuya dönmeyi belirten güzel bir deyimleri
var:”Revonons a nos moutons!”Biz de koyunlarımızı saymaya devam edelim. Nerede
kalmıştık! Toplumsal Sözleşme!
Dünya üzerinde görmüş olduğumuz hayvanlar ve bitkiler ve dahi
böcekler, neden bir toplumsal sözleşme yapmamış olsunlar! Bizim gözlemlediğimiz
bu yaşamsal olgu, kesintisiz ve birkaç küçük aykırılığın dışında, her sene
aynen işlerliğini kanıtlamaktadır.
Zakkum ağacının yapraklarını yiyen Hz. Muhammed’in develerinin
ölmesi; ısırgan otunun dikenlerinin yakması, acı badem ve acı biberin
yiyenlerin ağızlarını yakması, harabelerde yetişen Cırtlağın—Ebu Cehil
Karpuzunun—kendisine zarar verecek canlılara bir sıvı ile tohumlarını
fışkırtması,120 adet acı bademi yiyen insanın ölmesi, akrebin, Karadulun ve
Yılanın sokması, eşeğin tepmesi, bir savunma sisteminin işlemesi değil midir?
Ama çiçeklerden usare emen böceklerin o çiçeklerin üremelerine yardımcı
olmaları, timsahların dişlerini temizleyen kuşları yememeleri, canlıların
sindirim sistemlerine yerleşerek hazmı kolaylaştıran bakterilerin bu hizmetleri
beslenmeleri karşılığında değil midir? Bu örnekleri çoğaltabildiğimiz kadar da
çoğaltabiliriz. Leş
sineklerini çekebilmek için leş gibi kokan yılancık
çiçeğini neden tenkit edelim! Bu bir doğal yasa halini
alarak saat gibi işleyen bir sistem değil midir?
Mağaralarda
yaşayan ilkeller, maymunlar gibi yiyip, içmiyorlar mıydı? Ne helâları vardı ne
de kanalizasyonları. Biz subaylar, acemi erlerimize helâdan yararlanmayı
öğretmek için çok uğraşmışızdır. Güneydoğuda, tüy dikme olaylarını çok
gözlemlemişimdir! Meyveleri ve böcekleri olduğu gibi yerlerdi; ama ormanları da
yakmazlardı.
1856
senesinde; Almanya’da Duesseldorf yakınlarındaki Neandertal kasabasında yol
yapımı sırasında, bir garip iskelet bulunmuştu. Sonradan, aynı adla anılan bu
iskeletin bir tür insan soyuna ait olduğu anlaşılmıştı. Elleri upuzun, dizlerinin
altına kadar uzayan bu garip yaratıklar, Toplumsal Sözleşmeye uyamadıkları için
bizim soy atalarımız tarafından yenilmiş
olmasınlar!
Önce ve
Avrupa’da “Euro Poid”ırkının varlığını görüyoruz. Fransa’da Kro Manyon adlı bir
mağarada bulunduğu için bu adla anılmıştır. Sonra, Afrika’da Güney Sahra’da ve
Avrupa’da, bugünkü Negroid ırka çok yaklaşan insanımsı iskeletleri de
bulunmuştur.
İnsana çok
benzeyen “Australopitek” maymun iskeletleri bulunmuştu.
Java
adasında Pitekantrop; Çin’de Sinantrop, Cezayir’de de Atlantrop iskeletleri
sıradaki yerlerini aldılar.
En sonunda
da, nereden geldiği ve nasıl geldiği bilinemeyen bugünkü baş belası İNSAN, HOMO
SAPİEN ortaya çıktı. Bu Homo Sapiyenler, yaradılışları gereği öteki
akrabalarını yemiş olmasınlar! Meyvelerin gelişme programlarının
hayvanların davranışlarıyla uyum içersinde olduklarını gözlemlemekteyiz.
İnsanımsıların alet kullanma becerilerini de gözlemlediğimizde, her yöre için
aynı sonuca ulaşmaktayız. En yumuşağından ve en kolayından en zoruna ve en
sertine. Günümüzde de Şempanzeler alet kullanmasını biliyorlar. Taş ve sopaları
savunma aracı gibi kullandıkları gibi, meyveleri dallarından düşürmek ve sert
kabukluları kırmak için de kullanabiliyorlar. İnce çubukları karınca yuvalarına
sokarak, çubuklara yapışan karıncaları afiyetle yiyebiliyorlar.
1951
senesinden beri Japon Makak Maymunları tüm meyveleri yıkayarak yiyorlar ve bu
gelenek yeni nesil Makaklara da geçmektedir.
İlkel
insanların da bu şekilde araç kullanmaya başlamış olduklarını delilleriyle
bilmekteyiz. Çamurdan, kilden, ağaçlardan ve sert taşlardan başlayarak, yumuşak
madenlerin kullanılmasına geçtiler. Bakırı silah ve kullanım eşyası olarak
kullandılar. Bakırın asitik ortamda zehirlediğini görerek kalayla birlikte
kullanmasını öğrendiler. Kurşunu buldular, bunları karıştırarak Tunç’u
yarattılar. Sonra da, demiri, Çeliği ve Kromu kullanım alanına
soktular. Isınma aracı olarak ta otları, çalıları, ağaçları
ve odunu kullandılar. Yakıt sorunu uygarlıkların da sonu oldu. Yakacak
bittiğinde göçler de başlamış oldu. Sonra kömür, taşkömürü ve Fosil yakıtlar
insanlığın ufkunu açmış oldu. Katı madenlerin kullanımı da enerji kullanımına paralel olarak
gelişti. Sanki süper kozmik bir zekâ,
insanoğullarının gelişmişliğine göre kullanacakları madenleri yerin altına
bilerek saklamıştı. Yoksa insan zekâsı aklın emrine girerek, var olanları bulup
kullanım becerisini mi geliştirmiştir! Göktaşlarından ve uydulardan alınan
örnekler ve dahi tayf analizleri, evrendeki maddelerin hep aynı olduğunu
göstermektedir. Bu maddeler, yıldızların ve dahi galaksilerin oluşumlarının baş
etkenleridirler.
SIFIRIN,
TEKERLEĞİN, CAMIN VE KÂĞIDIN BULUNUŞU, İNSAN HAFIZASININ DA GELİŞMESİNİ
SAĞLAMIŞTIR.
Büyük
patlamadan sonraki genişleme ve oluşumlar eşitsayıdakideğişmez maddelerin uyumu
değil midir?
CANLILAR
ARASINDAKİ UYUM, ONLARIN BİREYSEL VE TOPLUMSAL İRADELERİNİN ESERİDİR. Var
olabilme ve varlığını sürdürebilmek için bu uyum gereklidir ve şarttır.
Yaradılıştan beri var olanlardan yararlanmak ayrı şeydir; yaşamanın koşullarına
uyum sağlayabilmek te apayrı bir şeydir.
İnsanoğlu,
Dünya’ya gelişini sağlayan madenlerden ve enerjiden yararlanarak, yıldızlara
geri dönüşünü de sağlayabilecektir. Çünkü ve dahi çünkü yaratılmış olduğu
laboratuar ortamında böyle programlanmıştır. Canlıları köle olarak kullanmaya
programlı insanoğlu, doğal güçleri de köle gibi kullanabilecektir. Ama bir
raddeye kadar: Sonu GÜMMM! Ve yeni bir yıldıza kapağı atmakla sonuçlanacaktır.
Dünya
üzerinde yaşamaya başlamış olan insanımsıların ve insanların gelişmişlik
durumu; ok-yay, avcılık ve toplayıcılık durumuydu. Avrupalı, Altın deliliğine
tutulmuş beyazlar, Amerika kıtasına geldiklerinde, görkemli uygarlıklara
sahibolan İnkaların ve Aztek’lerin yanında çok ilkel topluluklar da vardı.
Oralarda yaşayan insanlar hep ileriye doğru evreler halinde giden bir yaşam
çizgisine sahiptiler. Büyük sanat eserleri yaratmış olan bu Dünyalılar,
Avrupalılar gibi öldürücü silahlara sahip olmaya yönelmemişlerdi. Ok-Yay
ve Mızrakla karşıladıkları beyazlara onların ateşli silahlarıyla da karşı
koymasını bildiler.1876 yılında; Amerika Birleşik Devletleri Ordusundan,7’inci
Süvari Tugay Komutanı General Kuster-Katır-Kızılderili APAÇİ Reisi GERENİMO
tarafından son erine kadar imha edilmişti. Amerikalılar, vatanını savunan bu
büyük askeri 1909 senesine kadar hapiste tutmuşlardı.
Avustralya
ve yeni Zelanda’yı ve dahi Tasmanya’yı keşfeden İngiliz denizci Kaptan James
Cook(1728–1779),bir yerli tarafından mızrakla öldürülmüştü. Aborjinler ateşli
silahları ve insan öldürmeyi de bilmiyorlardı. Kayalar ve ağaç kabukları
üzerine görkemli sanat eserleri yapmasını biliyorlardı. Bir Aborjinli ile
evlenen Amerikalı kadın yazarın”İki Yürek” adlı
eserini okumanızı salık veririm.
Dünya üzerinde; günümüze
kadar gelmiş olan Dünya yerlileri bize en güzel Dünya gerçeklerini
yansıtmışlardır. Bunların yaşamları Dünya şartlarına göre şekillenerek
donmuştur. Amazon yerlileri ve Aborjinler binlerce yıldır nasıllarsa şimdi de
öyledirler. Bu sene pasifik adalarının birisinde ve ormanlar içersinde,150
kelimelik bir dil kullanan ilkel bir Dünyalı topluluğu keşfedilmişti. Neden ve
dahi niçin; Dünya’nın belirli bölgelerindeki insanlar gelişmişlik
gösterirlerken, diğer bölgelerindeki insanların yaşantıları donup ta kalsın!
Gerçek Dünyalıların zekâ ve gelişmişlik düzeyleri bir seviyede ve doğal halde
yaşamaktadırlar. Karıncalar, Arılar veMaymunlar gibi koloniler halinde
yaşamaktadırlar. Dünyaya da bir zararları yoktur. Çünkü Dünyamızın gerçek
sahipleridirler. Dünyamıza sığıntı olarak gelenler, Modern insanoğulları!
Hemcins saydıklarını da öldürmektedirler. İşte Hiroşima, işte Nagazaki, işte
Irak ve Afganistan ve işte savaş alanları.
İnsanoğullarının
Dünyamızın doğasına ve diğer canlılarına ve dahi hemcinslerine yapmış olduğu
akıllara ve vicdanlara sığmayan kötülüklere bakıyorum da Nuh Tufanını ona göre
yorumlama ihtiyacını şiddetle duyuyorum.
Nuh Tufanı ile ilgili
iki resme bakıyorum da ağlayasım geliyor: Dinler
Tarihi Ansiklopedisi, C.1.S.197 ve Aksaray Tarihi, C.1.S.1265.İsmail Hakkı
Konyalı. Dünya üzerinde kurtarılacak canlılar, iki Kaz, üç leylek ve dört
Güvercin mi?
27 Nisan 1997 tarihli
Gazete Pazar’ın 10’uncu sahifesinde resimli bir haber yayımlanmıştı. Rahmetli
Kasım Güdek ile Avustralyalı bir Profesör; daha doğrusu ,”Ağrı dağında Nuh’un
Gemisi var!” Diye iki kişi tarafından dolandırıldığı gerekçesiyle,
Avustralya’da dava açan Profesör Marvin Steaphins. Bu Nuh’un Gemisi işini
alevlendiren Astronot İrvin James olmuştur:
“Tanrı’ya ve kutsal
Kitaba ne kadar inanıyorsam, bu geminin varlığına da o kadar
inanıyorum!”Buyurmuştu. Hele şükür, bizim Astronot Niyazi’den böyle bir yemin
çıkmamıştı!
1980’li
yıllarda; çok satsan bir Büyük gazetemizde, deniz kenarında sere, serpe uzanmış
olarak yatan Helganın fotoğrafının altında bir cümle yayımlanmıştı:
“Nuh’un Gemisini niçin dağ başında arıyorlar, anlayamıyorum! Benim bildiğim
gemi denizde olur. Ben, onu burada arıyorum!”
Sevgili Helga; Ağrı Dağında aranılan Nuh’un gemisi Değildir:
Türkiye
Cumhuriyetinin dağıtılma yollarıdır.
Dördüncü Bölüm.
En sonunda,
olanlar da oldu ve yine de uyanamadık çağdışı uykularımızdan: Ağrı Dağının
tepesinde bir Ermeni bayrağı! Gazetelerimiz mal bulmuş Arap gibi ol resmi
yayımladılar. Ağrı Dağına izin alarak çıkan bir grup Ermeni vatandaşı Genç,
mutlu bir şekilde, Ermeni bayrağını açmışlar. Onlar da mı Nuh’un Gemisini
arıyorlardı! Bunca bedava, düşüncesiz ve aralıksız yapılan propagandaların
sonucu budur! Dünya üzerinde, yalınız savunma yapılarak kazanılmış bir savaş var
mıdır?
1987 senesinde;
Profesör Dr. Sayın Tolga Yarman, Harp Akademisinde,”Ağrı dağında Nuh’un Gemisi
Yoktur” ile noktalanan bir konferans vermişti. Bendeniz de,04 Kasım 1986 Salı
günü, UYANIŞ’TA,”Nuh’un Gemisi Mümkün mü?’Nün bir bölümünü yayımlamaya
başlamıştım. Gazete Pazar da bir Tufan Efsanesi yayımlamıştı:
“Tufan
Efsanesi”
“İNSANLIĞIN bir
tufanla yok edilerek cezalandırılması, eski efsanelerde sık rastlanan bir
tema.Sümer mitolojisinde ve Amerikan Kızılderililerinin efsanelerinde de
bu öykü karşımıza çıkıyor.MÖ..250 yıllarında Babilli bir rahip şunları yazıyor:
“..TanrıCronus,
Sisithros’a tufanı önceden haber verdi.Sisithros,derhal Kuzey Mezopotamya’ya
yelken açtı.Gemi(nice zaman sonra) karaya oturdu.O zamanlar bulunduğu yer,doğu
Anadolu idi.”
Fakat bugün
Nuh’un gemisini bulmaya çalışan “yaradılışçılar” kaynağı, Tevrat’ın Yaradılış
bölümünde sözü edilen olay: “İnsanlık yoldan çıkmıştır. Tanrı(Yehova) Nuh’a bir
tufan yollayacağını bildirir, Nuh gemisini yapar, herkesi davet eder ama bir
avuç insan ve canlı dışında kimse ona inanmaz, ama Nuh haklı çıkar. Kuran’daki
Nuh Suresi’nde de Nuh’un Peygamber oluşu, halkını Allah’ın tekliği inancına
davet edişi, halkın Ved, Suva, Yegus ve Nesr adındaki putlardan vazgeçmesini
anlatır. Nuh Peygamber gemisini yaparken Halkı onunla alay eder, ama sonunda o
gemiye binmeyen tüm canlıları yok olur.”
“Gemiyi arama
çabaları da yüzyıllar önce başladı. MS.380’de Salamis Piskoposu Epiphanus, doğu
Anadolu’yu ziyaret etmiş ve kendisine gemiye ait olduğu ileri sürülen bazı
doğrama örnekleri gösterilmişti. Ermeni tarihçi Hayfan da Ararat’ın—Dikkat! Ermeniler için
bir nirengi ve de başlama noktası!—karla kaplı doruğunda siyah bir nokta
halinde Nuh’un gemisinin görülebileceğini söyler. Yanı sıra tarih de
düşer.1254.Ancak Ağrı’ya ilk ciddi seferler ancak 1829’da düzenlenmiştir.”
Nuh’un gemisiyle gelen üç
oğlu: HAM, SAM, YASEF’TEN tüm dünyadaki insanlar ürerler! Biz Türkler de:
"YASE'F" den inmişiz. Ama ne yazık ki; kan gruplarımız ve DNA profillerimiz çok farklı!
Ya dünya üzerindek(6800) dil tamamen farklı! Bu dillerden (2200) dilin yazılı
şekilleri de vardır.(4600)dil ise sadece konuşulmaktadır. Okyanus adalarında,
(150) kelimelik bir dille konuşan ilkel bir insan topluluğu daha bulunmuştur.
İnsanlar arasındaki
olgular da, atalarının hatalarına bağlanmıştır. Nuh’un üç oğlundan inmiştir tüm
uluslar. Hz.Nuh, takım ve dahi taklavatı meydanda uyurken, Ham Ve Yafes
gülmüşler. Nuh uyandığında bu duruma sinirlenerek:”
“Sizin de soyunuza
gülsünler!”Diyerek beddua etmiş! Bunun üzerine derakap, Sam Zencilerin atası
olmuş. Yafes te, YECÜC-MECÜC denilen ucubelerin atası olmuş! Arap din
bilginleri Tevrat’taki Gok ve Magog’a bakarak bize bu sıfatı lâyık
bulmuşlardır! Bir kenarda sessizce ve dahi gülmeden bekleyen Sam da, Semitik
kavimlerin, Yahudilerin ve Arapların atası olmuş!
Daha sonra da;
Nuh’un pişman olarak, kötü duasını geri alması üzerine, Yafes güzelliklerin
sahibi Türklerin, Rusların, Slavların ve dahi Çinlilerin atası olmuş. Zenciler
de öylece günümüze gelmiş ve USA’YA Başkan bile seçilmiş! Beyaz geçinenlerin
karaları da içlerinde ve dahi yüreklerinde kalmış!
Yafes’ten dört
nesil sonra da Oğuz Han doğmuş. Osman Beyi de Yafes’ten 20 göbek sonraya
indiren Osmanlı Bilginleri, bunu biraz abes bularak,16’ıncı yüzyılda, 52 göbeğe
indirmişlerdir! Bu yola İngiltere de başvurmuştu. Boşanmış bir kahraman olan,
İngiltere Kralının Yaveri Albay Peter Towsent ile evlendirilmeyen Prenses
Margareth, Topal bir sosyete fotoğrafçısı olan, zengin bir avukatın oğlu,
Antony Armstrong-Jones ile evlendirilince İngiliz tarihçilerine iş düşmüştü.
Topal fotoğrafçının ailesinin MS.1230 tarihinde, İngiliz soylu sınıfı ile
bağlantısı bulunarak kendisine “Lord Snowdon” asalet unvanı verilmişti!
Oğuz’un (24)boyunun
inandığı bir egemenlik kuralı vardır: Türk boylarına egemen olabilmek için Oğuz
Han ya da Cengiz Han ile göbek bağı olması gerekir. Aksi halde egemene
başkaldırı bir Tanrısal haktır. Osmanlı, Anadolu’da egemenlik kurmada sıkıştığında
bu kurala dört elle sarılarak,16’ıncı asırda, İkinci Murat tarafından,
Yazıcıoğlu Ali’ye”Osmanlı, Gökhan sulbünden gelen KAYI boyundandır”deyu
yazdırtmıştır. Bu numarayı Aksak Timur da yapmıştır. Cengiz Hanın torunu olan
bir Hanımla evlenerek kökünü Cengiz Han’a dayatmıştır! Gerçekte ise durum başka
türlüdür: Temur—Temir--Timur Han, BARLAS Türk boyundandır! Osmanlı, Türklük
kimliğinden uzaklaştığı halde Temur—Timur—Temir Han, Türklüğüyle övünmüştür:
“Biz ki, Melik’i Turan, Emir’i Türkistan’ız,
Biz
ki, Türkoğlu Türküz;
Biz
ki,milletlerin en kadimi ve ulusu Türk’ün başbuğuyuz..”
Türk şeceresinde
Yafes, Olcay Han, İbiliç Han ve Abulca Han olarak adlandırılmıştır! Asıl Kayı Boyu, Mavera’ün
nehrinin ötesinde yaşayan ve Hindistan’da ”DEVLET’İT TÜRKİYYE”—Türkiye
Devleti—adlı bir devlet kuran Oğuz boyudur. Ayrıca, Oğuzların her sene Mısır’a
sattığı (2000) Genç Oğuz’un, bir darbe ile iktidara gelerek kurmuş oldukları
devletin adı da”DEVLET’İT TÜRKİYYE” idi. Osmanlı, bu devleti küçük göstermek için KÖLEMENLER ve MEMLUKLAR
adı ile anmışlardı. Yavuz Sultan Selimin yıkmış olduğu devlet bu Türkiye
Devletidir. Biz yine de dönelim yorumumuza:
Doğal halde
yaşayanlar, Vahşi, Yamyam ve İlkel olarak nitelendirdiklerimiz, en şiddetle
hareket ettiği zamanlarında bile, dünyamızı felâkete sürükleyecek bir vahşete
neden olmamışlardır. Biribirlerini öldürmüşler, mallarını yağma etmişler; ama
doğaya asla zarar vermemişlerdir. Binlerce yıldan beri Amerika’da yaşayan
Kızılderililer ve Afrika’da yaşayan Karaderililer ve dahi Avustralya’da yaşayan
Aborjinler hangi canlı türünün kökünü kazımışlardır.19’uncu asrın son
çeyreğinde Duwarmish Kızılderili Reisi Seattle, beyazların sonlarını ne güzel
anlatmıştır:
“Son ırmak kuruduğunda,
son balık ve son kuş öldüğünde; Beyaz İnsan paranın yenmeyeceğini
anlayacaktır!”
1620’lerde Nisan Çiçeği
adlı gemi ile Amerika kıtasına ayak basan Avrupalı Beyazlar; dünyaya ayak basan
dedeleri gibi birçok canlı türünün canına okumuştur.19’uncu yüzyılda
(1.000.000) Bizon öldürmüşler, geriye sadece ve dahi sadece(70) Bizon
bırakmışlardır.5 gramlık kelebek kuşlarının, renkli tüyleri için köklerini
kazımışlardır. Daha 18’inci yüzyılda; Ruslar Bering Boğazında yaşayan 7 metre boyundaki Fokları
tamamen bitirmişler; Alaska’da yaşayan çok orijinal bir insan topluluğunu da
ateşli silahları ile yok etmişlerdir. Güney Amerika’ya gelen İspanyollar da
aynı kırımları Tanrı aşkına işlemişlerdir. Avustralya’da daha 1920’li yıllarda,
çizgili Avustralya Kaplanının kökü kurutulmuştur. Dünyamızda her sene uygar
uluslar! Birkaç yüz bin Fok yavrusunun sopalarla öldürülmesine izin
vermektedirler. Norveç’teki her sene tekrar ettirilen Balina katliamına ne
demeli!Duwarmish Kızılderili Reisi SEATTLE’NİN 1854 senesinde, Amerika Birleşik
Devletleri Başkanı Franklin Pierce yazmış olduğu mektuptan bazı parçaları
birlikte okuyalım. Gönül isterdi ki bu mektubun aslı tüm okullarımızda ders
olarak okutulsun. Bu ünlü mektup, bu ünlü Reisini adını taşıyan şehrin
müzesinde saklanmaktadır. Bu şehir, birkaç sene önce de bir ilke imza atmıştı.
Dünyayı soymak için bu şehirde toplanmış olan gelişmiş ülkeleri protesto etmek
için ayaklanmışlardı ve USA tarihinde ilk kez bu şehirde sıkıyönetim ve sokağa
çıkma yasağı ilan edilmişti. Mektubu okuyalım da ağlayalım derim:
“Eğer
topraklarımızı size satarsak, hiçbir zaman unutmayın ve çocuklarınıza da
öğretin ki, nehirler bizim olduğu kadar sizin de kardeşinizdir. Bu nedenle, her
hangi bir kardeşinize göstereceğiniz saygıyı nehirlere de gösteriniz.”
“Suyun mırıltısı
babalarımızın babalarının sesidir. Nehirler ise bizim erkek kardeşlerimizdir.”
“Çayırlarda
çürüyen binlerce Bufalo gördüm! Beyaz adam geçerken dumanlı demir attan-Tiren-
vurup bıraktığı ve ne amaçla öldürdüğünü hâlâ anlayamadığım binlerce Bufalo!
Ben Vahşiyim ve dumanlı demir atın—Tiren-- Bufalo’dan nasıl önemli olabileceğini anlayamıyorum. Ve biz Vahşi
olduğumuzdan Bufalo’yu yalınız aç kalmamak için öldürürüz. Hayvanlar olmadan
insanlar nedir ki? Eğer bütün hayvanlar yok olsaydı, insan ruhu o büyük
yalnızlığa dayanamaz ölürdü.”
“Ayakları
altındaki toprakların, Büyük babalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza
öğretmelisiniz. Toprağın akrabalarımızın yaşamlarıyla dolu olduğunu
çocuklarınıza söyleyiniz. Böylece toprağa saygı duyarlar. Bizim çocuklarımıza
öğrettiğimizi, siz de kendi çocuklarınıza öğretin. Dünya anamızdır. Dünya’ya ne
kötülük olursa oğullarımıza da aynı kötülük olur.”
“Kabileleri
insanlar yapar. İnsanlar gidince, kabileler de olmaz. Kızılderili de yok olur.
Tıpkı denizin dalgaları gibi; insanlar gelir ve insanlar gider .”
“Beyazlar da bir
gün, diğerleri gibi geçip gidecektir. Tıpkı denizin dalgaları gibi”
“yatağına pislik
yığmaya devam eden bir gece kendi pisliğinde boğulacaktır.”
“Vahşi atların
neden tutsak edildiğini, Bufaloların neden katledildiğini biz anlayamıyoruz!
Böyle bir son bize bir şey anlatmıyor. Çalılıklar nereye gitmiş? Kartal nereye
kaybolmuş? Hızlı koşan bir ata ve avlanmaya neden veda edilmiş? Bütün bunlar ne
demek? YAŞAMIN SONU.”
“Hayvanlar,
ağaçlar,insanlar,hep aynı nefesi,aynı havayı paylaşır.” “Bizim ölülerimiz, bu
güzel dünyaya asla veda etmezler. Çünkü o,Kızılderililerin anasıdır. Güzel
kokulu çiçekler bizim kız kardeşimizdir. Geyik, at, büyük kartal bunlar da
bizim erkek kardeşimizdir. Kayalıklar, tepeler, ıslak çayırlardaki damlalar,
atın vücudundan buharlaşan ısı ve insan, hepsi aynı ailedendir. Öyleyse Waşhington’daki
Büyük Şef, topraklarımızı almak isterken bizden çok şey istemiş oluyor!”
Şimdi elimizi cüzdanımıza
koyarak Zavallı Amerikalı Dostlarımızı! Değerlendirmeliyiz:
*Amerikan
yasalarına göre; Ayı, kartal, Akbaba, Puma, Aslan, Kaplan ve Timsah öldürmek
yasaktır.
*Bufalo öldürmek
hepten yasaktır.
*Kızılderili
öldürmek te yasaktır. Vatandaş statüsüne alınmış oy sahibi insanlardır! Balık
vurmak bile sayı ile ve paralıdır. Bir yandan ülke insanlarını müreffeh
yaşatmak için yeni sömürüler, Sömürüler için de yeni silahlar
gerekmektedir. Öte yandan, dünyamızı ve Amerikaları ele geçiren dedelerinden
miras olarak aldıkları öldürme tutkusunun tatmin edilmesi gerektir! Bu nedenle;
Afganistan’da, Irak’ta ve kadınlarına Tanrı adına işkence yapan ülkelerde bu
işleri yapmak gerekmektedir. Kadın, Erkek, Çoluk Çocuk ve dahi Çocuk dinlemeden
öldürmek, ırzlarına geçmek ve dahi yeni silahlarını bunlar üzerinde denemekten
başka çareleri de yoktur! Biraz insaflı olalım! Onlara hiçbir şey olmaz! Sayın Başbakanımızın
duaları, Afganistan’a ve dahi Irak’a çıktıklarından beri, onların üzerindedir!
Birinci Dünya
Savaşı sırasında; Fransız askerlerinin Birecik’te KELAYNAK kuşlarımızı hedef
olarak kullandıklarımızı unutmadım. Ne yapsın Zavallılar! Türk öldürmek
yasaklandıktan kerri!
Günümüzde de, bir
yılda (1.000.000) yılda oluşan petrol tüketilmektedir. Kızılderili Kabile
Başkanı:
“Doğayı yok etmekle
insanoğlu yok olacaktır!” Demişti. İlkel dediğimiz bu insanlar, dünyayı işgal edenlerin
sonlarını görecek kadar yürekli ve soylu dünyamızın gerçek sahipleri ve
yerlileridirler. Göreceksiniz Amerikalılar dedelerinin yapmış olduğu şeyi aynen
yapacaklar ve dünyamızı da patlatacaklardır. Dünyamızın patlatıldığına yanmam!
Bizim dini, sakalı ve cepleri bütünlerimizin kadınlarımızın onurlarıyla
oynayamayacaklarına ve Türban denilen bezle İslam dinini de bir şekle
bağlayamayacaklarına ve Türk toplumunu, dışarıdakilere vermiş oldukları sözler
doğrultusunda oynatamayacaklarına yanarım!
Çarlık Rusya
Başkomutanı Prens Mareşal Baryetinski; 04 Eylül 1859 günü Rahmetli kahraman
Şeyh Şamil’i esir alarak Dağıstan’a egemen olmuştu. Vahşi, ilkel ve gerçek
Tanrıya inanmayan dediğimiz Dünyamızın gerçek sahipleri, birbirlerini yenmek
için ormanlarını yakmamışlardı. Rusların üç gözlü diye övündükleri General
Yevdekimov, kükürde buladığı Dağıstan ormanlarını cayır, cayır yakarak
vatanlarını savunan kahramanları açıkta bırakmıştı. Çünkü Dağıstan ve Dağıstan
ormanları General Yevdekimov’un ve Rus Çarı’nın Öz Vatanları değildi.
Gılgamış
Destanında, Popal Vuhlarda ve üç semavi dinin kutsal kitaplarında sözü edilen
Nuh Tufanı, Dünyamızda yaşanmış bir büyük yıkım değildir. Bu büyük felâket,
Güneşimizin Beşinci uydusunun başına gelmiş olmalıdır. Bu uyduyu eylemleri
sonucu yok eden insanoğlu, oradan Dünyamıza kaçabilmiştir. Ruhsal ve zihinsel
yapısı gereği bozgunculuk, yıkıcılık ve yakıcılık ve dahi kötülük yapmalara
yönelik doyumsuzluk özelliklerini de çocuklarına taşımışlardır. Bilinen
tarihten günümüze kadar—Türban savaşları hariç—(14000) büyük savaşın yapıldığı;
bu savaşlarda altın olarak harcanan parayla, Ekvatora sekiz metrelik bir kuşak
yapılabileceği de hesaplanmıştır. Günümüz insanoğulları Dünyamıza misafir
olarak gelmiş olan dedelerinden almış oldukları bu yetenekleri bol, bol
sergileme olanaklarını yaratmıştır. Öldürücü silahlar, bombalar hasımlarına
karşı kullanılmak için yaratılmıştır. Cenevre Konvansiyonunda bomba
ağırlıklarının sınırlandırılması, bu kararları çiğnemek için konulmuştur. Atom
bombası denenmiş ve çok başarılı sonuçlar alınmıştır! Hidrojen ve halı bombası,
insan, hayvan ve bitki soylarını yok etmek içindir. Hadi hayırlısı!
Nuh Tufanının
böyle olması gerekir. Dünya üzerinde oluştuğu iddia edilen Nuh Tufanı öyküsünün
tutar tarafı yoktur.
Baş tanrı
Zeus’un (23) karısı vardır.(8)’i tanrıça,(15)’i de insandır. Gölde yıkanmakta
olan başkasının karısı olan leta’yı, kuğu şekline girerek, şapar. Hz. Davut
gebe bıraktığı Hititli General Uria’nın karısını gebe bıraktığı için, İsrail
başkomutanına mektup yazarak adı geçen generali öldürtür. Hz.
Muhammet,(6)yaşındaki kızla nişanlanır, kız (9) yaşına bastığında da onunla
gerdeğe girer. Hz.Süleyman’ın (700) karısı ve de (300) cariyesi olduğunu, Hz.
Muhammed’in erkeklik gücünün (30) cennet erkeklik gücüne eşit olduğunu, bir
cennet erkeğinin de erkeklik gücünün (30) Dünya erkek gücüne eşit olduğunu
anlatarak övünürüz.
Tevrat’ın
anlatımına göre; Hz. İbrahim, karısı Sara’yı, kız kardeşim diyerek Mısır kralı
Firavun’a satar. Foyası meydana çıktığında da, Mısır’daki olumsuzlukların
faturası kendisine çıkarılarak Mısır’dan kovulur. Aynı numarayı hayfa
taraflarında oranın Kralına da yapar ve yine kovulur. Tanrımız adına dört
kadınla evlenmek izni çıkmasına karşın Hz.muhammed (24) kadınla evlenir.
Senirkent
Belediye Başkanı;1995 senesinde, Senirkent’te meydana gelen sel felâketinin
nedenini hemencecik bularak dünyayı da bilgilendirmişti:
“İlçede fuhuş
vardı; Tanrı bu felâketi verdi!”Diye demeçler vermişti!
1994 senesinin
Temmuz ve Ağustos aylarında, çok önemli göksel olaylar gözlenmişti. Amerikalı
Karı-Koca iki gökbilimci, Jüpiter gezegenine yedi adet gökcisminin çarpacağını,
aylar öncesinden, saat ve dakikasına kadar hesaplayarak bildirmişti. Günü ve
saatleri geldiğinde; yedi adet gökcisminin Jüpiter’e çarpışlarını
televizyonlardan izlemiştik. Jüpiterde hiçbir yaşamsal belirti de yoktu! Kim,
kimin ya da kimlerin ırzlarına geçmişti! Kimler namazlarını kılmamıştı! Kimler
Kiliseye ya da havraya gitmemişti detantımız onlara kızarak bu büyük felâketi
yaratmıştı! Kimler Allah adını kullanarak din kardeşlerini soymuştu! Kim, kimin
karısını dağa kaldırmıştı! Kimler karılarının ve kızlarının başı açık
gezmelerine izin vermişlerdi! Kimler Tanrımıza küfür etti? Jüpiter’de ağzını
açacak canlılar da yoktu ki!
Patlayan Beşinci
Gezegenden Dünyamıza gelenler; Amerika’ya ayak basanların yerlileri ve
Bufaloları yok ettikleri gibi, Dünyalıları da yok ettiler. Çok ilkel seviyede
gördükleri bir kısım dünyalıları da, Kızılderili ve Yahudi Gettolarına
benzeyen, Gettolara hapsettiler. Ya da Patlayan gezegende gelişmemiş olanları
da Dünyamıza getirerek ayrı bölgelere yerleştirdiler!
Dünyamızdaki
canlılara bir göz atmalıyız. Bütün canlılar birer seri oluşturmuşlardır.
Örneğini yine de bendeniz vereyim:
*Kediyi ve Kedi
Serisini bir sayalım: Çeşitli cinsten Kediler, Vaşaklar, Pumalar, Kaplanlar,
Aslanlar.
*Hortumlu Fareler,
Tapirler, Filler ve Mamutlar.
*Kurlar, Finolar,
Terrierler, Çoban Köpekleri, Dalmaçyalılar, Buldoklar ve diğer cins Köpekler.
Maymunlar, çeşitli
türdeki Minik Maymunlar, Makaklar, Şebekler, Şempanzeler, Goriller ve
Orangutanlar. Pekiyi, insan hangi türün son halkası? Bir Kocaayak masalına mı
inanalım? İnsan vücudunun belirli kısımlarının dışında kıl bulunmaması bir
dünyasal özellik değildir.
İnsan yavrusunun
gelişme çizgisi de, öteki canlı yavrularının, özellikle de maymun yavrularının
gelişme çizgisinden de çok farklıdır. İnsan yavrusu, çok uzun süre bakıma ve
korunmaya muhtaçtır.
İnsanlardan zekâyı
ve aklı kaldırsanız, maymunlardan da aşağı, yeteneksiz ve korumasız bir salak
yaratık çıkar ortaya. Bu yaratığında soyunu sürdürmesi biraz olanaksız olmaz
mı? İnsanoğlunun bu durumu, onun yapay olarak, laboratuarlarda, deney tüplerinde
geliştirilip, yaratıldığını göstermez mi? Dünya yaşamının doğasına hiç te
dayanaklı olmayan, nemne şekil bir yaratık, olsa, olsa, deney tüplerinde
yaratılmıştır derim. Yaşamak için hep korunaklı yerler aramaktadır. Yaratıcısı
tarafından “BİR YARATICIYA İNANMAK” VE bu yaratıcı uğruna ölmek ve dahi göz
kırpmadan öldürmekle programlanmıştır. Öğretilmeden kendi kendisini programlama
yeteneği yoktur. Dünya yaşamındaki canlılar yaşamsal tarzlarını aynen
sürdürmektedirler. İnsanoğlunun Maymun soyunun yaşam tarzı ile hiçbir uyumu
yoktur. Kalıplar içersinde doğmakta, yaşamakta ve programlandığı şekilde de
ölmektedir.
Tannalılar, USA’LI
tanrı Teğmen John Thrum’u geri dönecek diye bekleye dursunlar. Meksika
yerlileri de, ülkelerini istilaya gelen Cortez’i geri dönen tanrı Virakoş’e
sanmadılar mıydı?
Şimdi de
dilerseniz şöyle bir düşünce yönetelim:
Çok büyük bir gezegenin
ayrı bölgelerine, değişik kültürlerde ve aynı uygarlık düzeyinde, başka, başka
toplumlar inseler. Bu topluluklar; yapay dölleme, kopyalama ve dahi canlıların
DNA’ları ile oynayarak, değişik türlerde canlılar yaratma yeteneğinde olsalardı
neler olmazdı? Sonra da; yaratanlar o gezegenden ayrılsalardı o bölgelerde
yaşam, düşünce ve eylemler farklı olmaz mıydı?
Her hangi insan
yapımı bir makine, düşünme yeteneğine kavuşturulsaydı, yaratıcısına ne diye ve
nasıl seslenirdi? İngiltere’de ilk defa kopyalanan DOLLLY, konuşabilseydi o
doktoru nasıl kabul ederdi?Ne sıfatla eğilirdi önünde!
Pekiyi; bu
yetenekli toplumlar farklı zaman dilimlerinde gitselerdi neler olurdu! En
sonunda da Araplar gitselerdi, ötekilerin kurmuş oldukları tüm sistemleri
yıkmazlar mıydı? Şarap içenleri cezalandırarak kadınları ikinci sınıf, zavallı
bir köle durumuna indirgemezler miydi?Onların peşinden gidenler de aynı çizgide
yürümezler miydi?
Beşinci Gezegende
işler karışmaya başladığında, bu gezegenden belirli zaman aralıklarında,
Dünyamızın çeşitli bölgelerine farklı kültürler gelselerdi neler olurdu? Her
gelen topluluk farklı kültüre sahip olamaz diyemezsiniz. Zira çekişerek,
kavgalar ederek Gezegenlerini patlatmadılar mıydı? İsa’ya gelenler Şarabı
serbest bırakırlar. İçebildiğin kadar iç yavrum iç! Hz. Muhammed’e gelenler
önce şarabı içmeyi serbest bırakırlar, Hz. Ali’nin develerinin bacakları
kesilince de şarap içmek yasaklanır. Ama cennette içmek serbesttir! Yasağın
pekte hükmü olmamıştır:”İç bade güzel sev varsa aklı şuurun/Cennet var imiş,
yok imiş senin ne umurun!”Diyen de Müslüman değil miydi?
Hz. İsa’nın ve Hz.
Muhammed’in Tanrıları aynı Tanrı değil mi?”Bir şarap iç!” Desin. Bir de”Şarap
içme!” Desin? Burada da aklım karışıyor. En-Nahl—Hurma—suresinin67’inci ayetini
okuyorum:”Hurma ve üzüm suyundan şarap yapın—Sirk’i Hasen—için! Hemen iki şişe
şarap alıyorum. Maide suresinin 90-91’inci ayetlerini hatırlatıyorlar: Bu
ayetlerde Şarap içmeyi yasaklayan da Tanrımız. Bir uzay gemisinde insanlarla
iletişim kuran insanüstüler olamaz mı?”Peru’daki Nazca düzlüğündeki
kilometrelerce uzayan taş dizileri ve Tevrat’ta Hezekiel, Kur’anda da Zülküfl
adı ile anılan Peygamber’e gelen ve onu Babilden Kudüs’e uçuran dört pilotlu
gökcismi, neyin nesidir!
“Tanrımız şarap içmeyi
denedi!” savunması olamaz. O savunma Tanrı inancına aykırıdır. Ulu Tanrımız Hz.
Muhammed’e gelene kadar, içki içen insanların davranışlarını gözlemlemedi mi!
Üç günlüğüne Müslüman Araplarda denesin de yanılmış olduğunu anlasın!
Kur’anı Kerim
ayetleri içersinde biri birini nakzeden (200) kadar ayet yok mu? İnsanoğlu;
dinde olsun, hukukta olsun, ahlakta, gelenekte ve dahi modada olsun, koymuş
olduğu tüm yasakları dolaylı yollardan aşmak, onlara hiç uymamak ya da uyar
görünerek onları hemcinslerine karşı koz olarak kullanmak yollarındadır.
Bizim Sinop’tan
çok namlı adamlar çıkmıştır! Hz.İsa’yı çarmıha geren Roma’nın Kudüs Valisi
Pontus Pladi Sinopludur. Tarihte ilk kalp parayı, babası ile birlikte bastığı
için Atina’ya sürülen Diyojen de Sinopludur. Ulusal Kurtuluş Savaşı
Kahramanları aleyhine yazmış olduğu kitabını, belirli süre yayımlanmamak
koşuluyla, İngiliz İntellijan Servisine teslim eden Dr. Rıza Nur da Sinopludur.
Unutmadan söyleyeyim, Türkiye Cumhuriyetinin(2000.000.000.000) Lirasını deve
yapan Necmettin Erbakan da 29 Ekimde Sinop’ta doğmuş olan bir Adanalıdır.
Bu Diyojen
denilen Filozofun güzel tanımları vardır. Bir ağaca asılarak idam edilen bir
kadına bakan Diyojen:
“Hiçbir ağaç bu
kadar güzel meyve vermemiştir!” Demiştir. Hele, hele Büyük İskender’e söylemiş
olduğu:
“Gölge etme
başka bir şey istemem!” Sözü mertliğin en güzel anlatımıdır. Yukarıda,
insanların kuralları bozmak için koyduklarını söylemiştim. Bu konuda en ünlü
tanım da Rahmetli Diyojen’e aittir:
“Yasalar, güçlü ve kuvvetli
arıların delip geçtiği; zayıf ve güçsüz sineklerin takıldığı bir örümcek
ağıdır!”Olay, ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
İnsanlar; öldürürken de, çalarken ve dahi soyarken de daima bir
üstünün gölgesine sığınmaktadır. Türkiye Büyük Milletvekilleri Meclisinde bekletilen
650 suç dosyası ve dahi Deniz Feneri Dosyaları bunun en güzel göstergesidir. Ya
30.000 kardeşimizin kanına giren İmralı egemeni kimlerin gölgesindedir!
Müslümanlıkta hırsızlık
el kestiren bir suçtur. Savaşlarda ve cihatlarda, yağma ve soygun tanrısal bir
buyruktur. Bu yağmadan, Tanrı’ya, Peygambere, Gaza savaşçılarına ve dahi Arap
atlarına da pay vardır. At, Arap atıysa binicisine bir pay, ata da iki pay
vardır!
İnsanoğlu; özden çok uzak şekillerle ve kılıflarla akıl dışı
şiddetini sürdürüp gitmektedir!
Fransız Jandarma
subayları, Kriminoloji derslerini Sorbon Üniversitesinde görmektedirler. Bu
kurslara katılan bir jandarma subayımız bana mektup yazarak:”Komutanım,”Suç
toplum içidir!”Konulu bir ödev verdiler. Bana yardım eder misiniz?”Diyerek bu
konuda yardım istemişti. Güzel bir yazı hazırlayarak postalamıştım. Bu ödevden
yalınız o Türk subayı tam not almıştı. Fransız Jandarma Subay Okulu Komutanı,
bizim o subayımızı çağırarak:
“Siz de Müslümansınız. Sizin diğer Müslüman ülkelerin
subaylarından farklı olmanızın nedeni nedir?”O yiğit Jandarma Subayımız bir tek
cümle ile kendisine sorulmuş olan soruyu yanıtlamıştır:
“SAYIN KOLONEL, ONLARIN
ATATÜRKLERİ YOK!”
Suç devletler tarafından yaratılmış sosyal bir olgudur. Sözde ulusal
çıkarlar uğruna devletler biri birleriyle düşmancılık oynamaktadırlar. Bir
Fransız vatandaşı asker ne kadar çok Alman askeri öldürürse o denli büyük bir
ulusal kahramandır; madalyalar ve çeşitli armağanlar ve takdirnamelerle
ödüllendirilir. Birinci dünya Savaşında; en çok Alman öldüren Çavuş York,
Amerikanının ulusal kahramanı kabul edilerek filmlere bile konu olmuştu. İkici
Dünya Savaşında da Roy Rogers bir Alman mangası askeri öldürerek, atı ile
beraber, Holwood’un göz bebeği olmuştu! Bir düşman gemisini batıran, bir düşman
fabrikasına sabotaj düzenleyen de ulusal kahraman olmaktadır. Günümüzde “Harici
Bedhahların” emirlerine uyarak, bebeleri ve dedeleri bile mayınlarla
parçalayanlar da ULUSLAR ARASI HÜRRİYETKAHRAMANI olmaktadırlar. Düşman kabul
edilen ülkeye can ve mal bakımından büyük zararlar verenler de ulusal kahraman
olmaktadırlar. Avustralyalılarla Türklerin hiçbir alıp, veremediği olmadığı
halde, Avustralya askerleri, kapalı mevzilerinde kalan Türk askerlerini öldürmek
için, Türk askeri başına beşer Sterlin ödediğini kendi tarihleri
yazmaktadır.Terhis olan askerler,düşman kabul ettikleri vatandaşlarına da
düşmana yapmış oldukları eylemleri uygulamakta,onları öldürmekte,paralarına el
koymakta ve kadınlarının ırzlarına da geçmektedir.Mallarını,canlarını ve
ırzlarını korumak için oluşturulan devlet,suçları yaratmaktadır..”Uzatmayalım
bu düşüncemizi örneklerle vurgulamıştım.Suç,devletin ve devlet adamlarının yaratmış olduğu bir
acubedir.Sen,Deniz Fenerine göz yumarsan ötekileri de aynı suça yöneltmiş
olursun.
Tevrat; Tekvin bap,6/4:”Tanrı oğulları insan kızlarına
vardıkları ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman; o günlerde hem de
ondan sonra, yeryüzünde NEFİLİM vardı. Bunlar eski zamanlardaki zorbalar,
şöhretli adamlardı.”
NEFİLİM;
İbranice “düşenler”, yani “gökten inenler”anlamına gelmektedir. G.S. S.G.E.
S:156.Tanrı’nın oğulları olduğuna göre; karısı, anası ve babası da olması
gerekmez mi?
Tanrı’nın ve
oğullarının yaşamakta olduğu yeryüzüne gökten inen zorbalar ne demek? Tanrı’nın
ve oğullarının güçleri bu zorbalara yetmiyor muymuş? Bunlar; Tanrı dediğimizle
aynı boyutun öteki kültür düzeyinde olan yaratıklar mıydı? Demek ki, Beşinci
Gezegende yaşayanlar, birbirleriyle geçinemeyip, orasını cehenneme çevirerek
başka yerlerde cennet arayan yaratıklardı. Gelmiş oldukları dünyamıza da,
sonuçlarını hesaplayamadıkları yapay zekâ ürünlerini salıverdiler.
MÖ..(3000) yılında, çömlekçi çıkrığı Mısır’da çok kutsaldı. Bu
kutsallık, çıkrığın gitmiş olduğu her ülkeye çıkrıkla beraber gitmiştir. Lüksor
tapınağının duvarlarında mı; yoksa öteki Mısır tapınaklarının duvarlarında mı
tam hatırlıymıyorum: ilginç bir taş oyması vardır. Mısır’ın yaratıcı Çakal
başlı tanrısı Çömlek Çıkrığının başına oturmuş, çıkrığın tepesine koymuş
olduğu, killi çamurdan habire insancıklar yaratmaktadır. Çıkrığının yanı
başında da, yaratmış olduğu boy, boy Kadın ve Erkek heykelcikleri!
Baştanrı Zeus; Demirciler
tanrısı topal ve dahi boynuzlu! Oğlu Hephaistos’a buyuruyor:
“Namlı, Şanlı
Hephaistos’u çağırdı hemen”
“Bir parça toprak
al, suya karıştır” dedi.
“İçine insan sesi
koy, insan gücü koy,”
“Bir varlık yap ki
yüzü ölümsüz tanrıçalara benzesin.”
“Bedeni de güzelim
genç Kızlara.”İnsanoğlu vardı da, topraktan yapılacak olan yaratık insana
benzetilsin! Hoppala! Enuma Eliş Destanında ve dahi Kur’anı Kerim’de: Bir damla
kandan yaratılmadı mıydı insan!”
İyonya’da, Efes’te
yaşamış Kör bir Filozof olan Ksenefon’un anlatımı da çok ilginçtir:
“Eğer develerin
ve Fillerin de elleri olsaydı, tanrılarını kendi suretlerinde çizerlerdi!”Baş
tanrı Zeus 23 karım var diye hiç te övünmesin: Yahudi Peygamberi Salamon’un
(700) karısı ve (300) cariyesi olduğunu Tevrat yazmaktadır. Bizim Peygamberimizin
yirmi dört Eşinin adları ben de bile yazılıdır.
Doğa halk eder;
öyküleri, hikmetleri anlatılan tanrılar, var olandan var olmayanları
yaratırlar! Bir bölgede suç işleyen bazı insanları cezalandırmak için dünyadaki
canlıları sellere kaptırarak öldürmenin tanrısal mantığı olamaz. Bütün nefes
alan canlılar neden Nuh’un gemisine doldurulsun? Tanrısal bir işaretle
iyiler kurtulup, kötüler öldürülemez miydi? Küfür sahipleri CİHAT çağrıları
üzerine niye insanlarca öldürülsün! Bir yer sarsıntısı, bir yanardağ, bir
yağmur tufanı yeterli olamaz mıydı? Bu durumda; bebekler, hayvanlar, tosbağalar
ve çiçekler ve dahi ağaçlar neden ölsünler!
Birisi Şarap
içer, cırp! Göksel felâket! Ötekisi namaz kıldı ve oruç tuttu, ama halkını
soyup soğana çevirdi, cırp! Cennet, Şarap ırmakları, Huriler ve dahi Gılmanlar!
Yaratan yaratıcı güç; yapım hatalarını yeni hatalarla mı ortadan
kaldırıyor! İki yapım hatalı otomobili kırıp, avsak mı? Yoksa yapım hatalarını
onarsak mı?
Şimdi de Kur’anı
kerime şöyle bir göz atsak. Kaf suresi(50’nci sure)15,16 ve 17’nci ayetler:
“15-“İlk
yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe
içindeler.”
“16.”Andolsun,
insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona
Şahdamarından daha yakınız.”
“17-“İki
(insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadır.”
Bakara(İnek)
suresi-2’nci sure-115’inci ayet:”Doğu da, Batı da Allah’ındır, nereye
dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu; Allah, her yeri kaplar ve her şeyi
bilir.”
Nisa
suresi(4’üncü sure) 128’inci ayet:”Allah, bütün yaptıklarınızdan
haberlidir.”134’üncü ayet: Allah, çok iyi işitir, çok iyi görür.”
Nisa suresi 126’ıncı
ayet:”göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah’ındır. Allah her şeyi kuşatır.”Oto kontrol!
95’inci
sure,5’inci ayet:”Gerçekten biz insanları noksansız bir şekilde mükemmelen
yarattık”.
Semavi dinlerde; yaratan
ve yaratılanlar vardır. Yaratan her şeyi bilir, önsüz ve sonsuzdur. Bektaşi’nin
yorumu kestirmedendir. Bektaşi’nin birisi, Bir Büyük Kavuklu İmama Tanrı’nın
tanımını sorar. İmam Efendi başlar sıralamaya:
“Ne yerdedir, ne
göktedir, ne yer ne de içer, ne doğmuştur, ne de…”Derken, Bektaşi gürler:
“Hoca Efendi;
sen Tanrı yoktur diyeceksin amma, dilin bir türlü varmıyor!” Der.
Yaratmıştır.
Yüce kitapta böyle yazıyor. Döküm ve yapım hatası da yok. O da çok güzel. Her
şeyimizi dinliyor ve biliyor. Her insan için iki de yazıcı melek görevlendirmiş!
Politikacılarımızın halkımıza anlatmış olduğu masalları yazan meleklere çok
acımışımdır. Gılgamış Destanında da bu iki yazıcı melekten söz ediliyor! Hani
tele kulak! Tanrımızın bilgisi ve metotları, onu anlatan çağın bilgisine göre
sınırlıdır!
“Şahdamarından
daha yakın”.Yüce yaradanımız, insanları yaratıp, üremelerini programlarken,
kısa dalga frekanstan yayın yapan bir cipsi ağzımıza ya da gırtlağımıza
yerleştirmiş olmasın! Süper bir bilgisayar, her dediğimizi cırp’Kaydetmesin?
Sayın Ağar’ın ülkemize getirmiş olduğu küçücük bir dinleme çantası vasıtasıyla
(20.000) telefon, anında dinlenebilmektedir. Tanrımıza şükürler olsun ki, hem
BİYO enerjimiz var, hem de elektrik enerjisine sahibiz. İki Zonguldaklı
kardeşin parmaklarını çıtlatarak elektrik ocaklarını yaktıklarını
televizyonlarımız göstermedi mi?
Ha! İşte bu BİYO
enerji işi çok önemli. Artık BİYO enerji ile her aletimizi kullanabiliyor, tüm
müzik aletlerimizi de çalıştırabiliyoruz. Telefon, Telsiz, Teleks ve dahi
Bilgisayar iletişim işi için yaratılmıştır. Elektrikle çalışmayan bir aletimiz
var mıdır? Milletvekilliği; iyi bir maaşın getirmiş olduğu iyi bir yaşam, her
türlü rezaletlerine karşı dokunulmazlık, kıyak emeklilik, bütün bunlar için de
parmak kaldırmak için yaratılmamışlar mıdır?
Sonunda ölecek
olan tüm canlılar ve dahi insanlar niçin yaratılmışlardır? Bilgisayar iletişim
için, Asansör yorulmadan çıkmak ve inmek için, ya tüm canlılar niçin?
“Kurban kesme
olayı”,”tüm canlılar için ölüm olayı”,”kitlesel öldürmeler ve dahi
savaşlar.”Yaradılışımızın nedenleri olmaz mı? Enerjisi biten pil ölmüyor mu?
Enerjisi biten tüm canlılar dahi ölmüyorlar mı? Pekiyi, tüm bu yitik enerjiler
nereye gidiyor, nerede toplanıyor dersiniz? Yaratmış olduklarının BİYO enerjisi
ile yaşayan bir güç olamaz mı? Mevlana Cellalettini Rumi’nin damadı ve
Nostradamus’un hocası kabul edilen Muhyittin’i Arabî’nin çok ünlü bir yaklaşımı
vardır:
“Kul, Tanrı’ya ne kadar
muhtaçsa, Tanrı da kula o kadar muhtaçtır! Gece ile gündüz farkı nasıl Dünya
yüzündense, Tanrı ile kul farkı da dünya yüzündendir. Kaldırırsanız aradan
dünyayı, gece ve gündüz farkı gibi, Tanrı ve kul farkı da ortadan kalkar.
Canlılar içinde tanrıyı idrak eden yalınız İNSANDIR. İnsanı kaldırırsanız
aradan Tanrı kavramı da dünyadan kalkmış olur!”
Kurban kesme
geleneğine bir bakalım: Tüm dinlerde ve tüm inançlarda kurban etme geleneği
vardır. İlk çağlarda insanları tanrılara kurban etmek geleneği vardı.
Meksika’da her sene (20.000) esirin göğüsleri yarılarak yürekleri çıkarılıp,
tanrılara kurban ediliyordu. Arabistan’da her sene milyonlarca koyun, keçi ve
dananın Tanrı adına boğazlanarak Mina çöllerinde, kumlara gömüldüğü yaşanan bir
olay değil mi? Kurban olayı genlerimize işlenmiştir. Bir korkuyu giderme ve bir
ilahi hışmı durdurma gereği olarak ve ibadet kabul edilerek yapılmaktadır.
Yahudilerde de Skopogoat olayı vardır. Her sene, her Yahudi işlemiş olduğu
günahları yazmış oldukları kâğıdı bir oğlağın sırtına iliştirerek ol Masum
oğlağı bir uçurumdan aşağı atarak günahlarından kurtulmuş olmaktadırlar! Bu oğlağa “Günah Keçisi”
denilir.
Yahudilikte ve
dahi Hıristiyanlıkta da cennet vardır. Şimdi de oraya yalınız Müslümanlar
giderler. Hz.Muhamed’in sahabelerinden birisi kendisine sorar:
“İyi ve güzel
amel sayesinde, Allah kulunu cennette yüz derece yükseltir!” Buyurdunuz. O
nedir?”
Hz. Muhammed:
“Allah yolunda
cihat! Allah yolunda cihat!” Der.
Dünyaya yaşamaya mı geldik,
biri birlerimizi öldürmeye mi geldik?
Hz. İsa’nın Tanrısı aynı Tanrı değil mi! Bu karmaşıklık
hep aklımı kurcalamaktadır.
Uzun sözün kısası;
İnsanoğulları başka bir dünyanın malıdır. Ya da başka bir Gezegenden gelen
insanüstülerin Dünyamızın başına sarmış olduğu bir beladır! İş işten geçmeden,
ya insanları yeniden programlamalıyız, ya da bu uygar insanları! Başka bir
gezegene göndererek, Dünyayı diğer canlılar için yaşanabilir bir dünya haline
getirmeliyiz. İnsanoğlu başka bir Gezegenden geldiği gibi de gitmelidir.
Hz.isa’nın Tanrısı başka
bir Tanrı mıdır?
Hz. İsa bir
buçuk—1,5—yıl peygamberlik yapabilmiştir. Bu süre içersinde de Tevrat’ın ancak
bir bölümünü yorumlayabilmiştir. Bu dünya’da kardeşçe yaşamayı önermiştir. Ne
öldürme, ne de CİHAT vardır öğretisinde.”Öldürmeyeceksin!” Demiş, Eski Yahudi
Hahambaşısı yöneticilerle ortak olarak kendisini Çarmıhlayarak öldürmüşlerdir.
Geliniz ve dahi görünüz ki kilise babaları AYDINLIĞA ve BİLİME savaş
açmışlardır. Paganlıktan Hıristiyanlığa geçerek burada Ermiş—Saint—olan ve
sonra da geriye eski inancına dönen Saint Augustinüs “öldürmeyeceksin!” emrine
köklü bir çözüm getirmiştir:”YAKINIZ!”Büyük Bilgin Bürüno Giardano’nun bilimsel
açıklamaları Vatikanı ayağa kaldırmıştı. Londra’ya kaçmak zorunda kalan bu
Büyük Bilgin, bir öğrencisinin tuzağına düşerek gelmiş olduğu Roma’da
yakalanmış, yedi sene zindanlarda tutularak 16 Şubat 1660’de Tanrı adına
yakılmıştı. Rahmetli bu Büyük Bilgine yapılan bu iğrenç ve sapık cinayet tüm
insanların yüzünü kızartmaya yeter. Bu bilginin asırlar geçse de unutulmayacak
olan bir tanımı vardır.Anlatılan bu durum Atatürk’ten sonra ülkemizde de
yaşanmaktadır:
“Tanrı, kendi
iradesini hâkim kılmak için iyi insanları kullanır. Kötü insanlar da kendi
iradelerini üstün kılmak için TANRI’YI kullanırlar.
Dünya’ya sığınmak
zorunda kalan bu insanoğulları Tanrı adını kullanarak işlemiş olduğu bu
cinayetlerinde dur ve durak bilmemektedir. Almanya’da yüz sene içinde,(450.000)
Kadının Cadılık suçlamasıyla yakılmış olduğunu öğrenerek utancımızdan şaşırıp ta
kalakalmaktayız. Bütün bu aşağılık işler, Tanrı adına adaleti uyguladıklarını
savunan bir sürü aşağılık din adamının işidir.
İlk Halife Hz.
Ömer, Hadramutlu kadınların Hz. Muhammed’in birinci ölüm yıldönümünde el
çırptıklarını duyarak, Tanrı adına emrini vermiştir:”Elleri bileklerinden
kesile!”
Oysa Kadınların tepkisi
için sebepler vardır:
“Cehennem ehli Kadınlardan ibarettir!”ve “Namaz kılarken,
seccadenin önünden DOMUZ, EŞEK, KARA KÖPEK VE KADIN GEÇERSE O NAMAZ FASİT
OLUR!”Zinada sopa cezası var iken ikinci Halife Hz. Ömer ”RECM EDİLECEKTİR”
FERMANINI Tanrımız adına İslam Ceza Hukukuna koydurtmuştur. İlk Halife
Hz.Ebubekir de, dinden dönenleri, çukurlarda yaktırmış olduğu ateşlere atarak,
Allah adına, yaktırmıştı.
Ortaasya’yı adım
ve adım gezerek, Biz Türklerin Müslüman olmamızı sağlayan Rahmetli Hallac’ı
Mansur’dur. Asıl adı, Hüseyin bin Mansur,Ebü’l Mugis’tir.M.Ö.858(H.244)’te
İran’da Beyza şehrinde doğmuş;M.S.959’da(H.306) Bağdat’ta elleri ve ayakları ve
dili kesilerek öldürülmüştür.Esterebatlı Fazlullah’ın etkisinde de
kalmıştır,Batinidir.”Vahdet’i Birlik”-Vahdet’i Vücut-- felsefesine yürekten
inanmıştır.Cüneyd’i Bağdadi:
“Suyun rengi kabın
rengidir/Tanrıyı görmek isteyen eşyaya baksın”,diyordu. Daha sonraları dünyaya
gelen Muhyiddin’i Arabî de:
“Tanrı, Evren
toplamından başka bir şey değildir;”diyerek Vahdet’i Vücut’u anlatmışlardı. Bu
inancından dolayı, Hapislere konuldu,100 kırbaç cezası ile cezalandırıldı, yine
de inancından dönmediği için, Tanrımız adına, elleri, ayakları ve dili
kesilerek öldürülerek yakıldı. Külleri de Dicle nehrine serpildi. Kendisine böyle bir
ölümü lâyık gören Abbasi Veziri de aynı yerde öldürülmüştü,
İslam tarihinde,
iki nesimi vardır. İkisi de Vahdet’i Vücutçudur. Birisi Bağdat’ta M.S.1370’te
doğmuş ve 1429’da–1417?-- Şam’da derisi yüzülerek öldürülmüş olan Seyit
Nesimidir. Diğeri de XXII’ inci asırda yaşamış olan Kul Nesimii’dir. İkisi de
biri birine karıştırılmaktadır Derisi yüzülerek öldürülmüş olan Seyit
Nesimi’nin farsça, Arapça ve Türkçe şiirleri vardır. Bestelenmiş bir gazeli de
vardır. Aklımda kaldığına göre şöyledir:
“Ben
Melâmet hırkasını deldim giydim enime,
Arı,
namus şişesini yere çaldım kime ne?
Ham
sofular haram demişler bu aşkın şarabını,
Ben
doldurur ben içerim günah benim kime ne?
Kâh
çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi,
Kâh
inerim yeryüzüne seyreder âlem beni.
Nesimi’ye
sormuşlarkim, sen yar ile hoş musun*
Hoş olayım,
olmayayım o yar benim kime ne?”
Onun derisinin yüzülmesine neden olan şiiri de:
“Söyler
çengi, neyi,DEFİ ENEL-HAK. ŞİİRİDİR.
Derisi yüzülürken, kendisine bu işkenceyi yapanların affı için
Tanrıya dua ettiği:
“Affet Allahım, cahilliklerinden yapıyorlar!” Dediği söylenmektedir.
Kanı aktıkça, yüzünün solmasını korktuğuna vermesinler diye, yüzüne kanını
sıvadığı da gözlemlenmiştir. Kölemen Sultanı Sultan Baypars ya da El Müeyyet
Şeyh tarafından bu şekilde ölüme mahkûm edilmiştir. Devrini hicveden çok güzel
Farsça bir gazeli de vardır:
“Ne zaman ki, Kahpe Felek
cahili ve haddini bilmezi sever oldu,
Artık şüphesiz,
müşterisi bulunmaz,
Fırsatçı Hırsız bütün gerekli şeyleri götürse yeridir.
Çünkü yola koyulan bir kişi bile uyanık değildir.
Halkın işi çığırından çıktı, gönül yakıcılar çoğaldı;
Yaralı bir gönülü tamir edecek bir mimar bile bulunmaz.
Var git, derde katlan ve eziyetlere karşı sabırlı ol;
Çünkü gönlün dileğinin azı da, çoğu da bulunmaz.
İkiyüzlülük ve hilekârlık işte aktı, yürüdü;
Fazileti müşterisiz bıraktı;
İlim sahiplerine parlak bir Pazar kalmadı.
Ey! Nesimi, sen sırrını ayak takımına açma,
Çünkü bugün dünya’da sırdaş bir insan bile bulunmaz.
Ey kendinden habersiz, gel hakkı tanı; zira o sendedir;
Vücudun şehrine girip seyret onu;
Sende olduğunu görürsün.”
Hz. İsa çarmıhtayken:
“ELİ! ELİ!”—HELOİS! HELOİS!—LAMA SABAKTANİ!-Allah’ım! Allah’ım! Beni neden terk
ettin?- Diyerek kendisinden geçmiştir. Tevrat’ın Mezmurlar bölümünde bu
haykırış ayet olarak ta geçmektedir. Bu İsa’dan önce yazılmış bir ayettir!
Filistin’de Kumran köyünde, bir mağarada bulunan yazılardan, Hıristiyanlığın
M.Ö.2’inci asırda mevcut bir Yahudi tarikatı olduğu belirtilmektedir. Bir
papaza (250.000)Dolara satılmış olan bu belgeler, bugün İsrail’in merkezinde
özel bir müzede saklanmaktadır.
İnsanoğlu,
Tanrı’sını göklerde inşa ettirdiği köşklerinde, emrinde binlerce meleklerle,
yaşatmaktadır. Kendi hayallerini Tanrısal gerçekler yapmaktadır.
Günümüzde;
ilkokul öğrencilerinin rahatça anlattığı gerçek göksel bilgilere, bu uğurda
sayısız bilginlerin yakılmış olduğu ateşlerle ulaşılmıştır.
İnsanoğlu, ayakları yere
bastığı, üzerinde yaşamakta olduğu dünyanın ve dünya varlıklarının kıymetini
bildiği, kendisini de bilgi ateşlerinde yaktığı zaman kurtulmuş olacaktır. Yoksa hep başkalarını
kurtarmasını sürdürür ve dünyayı da mahveder.
KAYNAKÇA.
1-Kur’anı Kerim.
Özellikle, Nuh ve Hud sureleri.
2-Ahdi
Atıyk--Tevrat.
3-Ahdi
Cedit-İnciller(6 İncil).
4-Gılgamış
Destanı Sanders Çevirisi.
5-Herodot tarihi,
Perihan Kuturman çevirisi.
6-İlim ve Din,
Bertrant Russell.
67-Günler ve
İşler. Hesiodos, Azra Erhat çevirisi.
8-Bilinmeyenler
Ansiklopedisi, Karacan yayınları.
9-Eric Van
Daniken, Tanrıların Arabaları.
10-Toplumsal
Sözleşme Kavramı, Hobbes, Loc ve J.J.Rousseau.
11-İslami
Kaynaklar göre Peygamberler. Doç.Dr. Abdullah Aydemir.
12-Hürriyet
Pazar, 09 Temmuz 2002- 11 Ağustos 1986.
13-Gazete
Pazar,27 Nisan 1995.
14-Dinler tarihi
Ansiklopedisi, C.i.S.197-C.2,S.305.
15-Aksaray
Tarihi, C.1,S.1265 İsmail Hakkı Konyalı.
16-Uzaydan
Geldiler, S.46–47.Giovanni Scognamillo.
17-Filozoflar
Ansiklopedisi, C.2,S.381,Cemil Sena Ongun.
18-Mitolojik
Sözlük, Azra Erhat.
19-Şeriat ve
Kadın, Profesör Dr. İlhan Arsel.
20-Nasıl Müslüman
Olduk? S.301.Erdoğan Aydın.
21-Tevrat, İncil
ve Kur’anın Sümerdeki Kökleri. S.49–55.Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ.
22-Posta
Gazetesi,22’ Temmuz 2003.
23-Milliyet
gazetesi?
24-Mezhepler ve
Tarikatlar Tarihi, Enver Behnan Şapolyo.
25-Dirina Köprüsü,
İvo Andriç–1962 Nobel ödüllü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder