NUH’UN GEMİSİ MÜMKÜN MÜ?
İKİNCİ BÖLÜM
Besançon Üniversitesinde; bir Fransız Kadın Profesör’ün, Anadolu’ya ait bir
efsaneyi bana sormayıp ta, bir Amerikan Kovboyuna sormasının hıncını almıştım.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in, Büyük Taarruzumuzun geliştiğini görerek:
“Öptüm ananı Hacı Anesti. Hektor’un intikamı alınacaktır!” Dediğini ve Fatih
Sultan Mehmet’in 1’inci Fransuva’ya yazdığı ve Franki Pani ile gönderdiği
mektubu okudum ve Papa 2’nci Pius’a:
“Biz, sizinle akrabayız. Hektor’un ve Truva’nın intikamını Rumlardan almak
isteyen bizlere niçin karşı çıkıyorsunuz?” Diye mektup yazdığını; Etrüsklerin
Anadolu’dan İtalya’ya gitmiş olduklarını, Aineais Destanını yazan Puplius
Vergilius Maro’nun (MÖ.15 Ekim 70–21’ Eylül 19) Etrüsk kökenli bir çiftçinin
oğlu olduğunu ve 632 Puatiye yengisi nedeniyle Fransızca yazılmış olan
“Chansone de Roland’tan ve “Episode de la Bataille de Sedan’dan” manzum parçalarının
aklımda kalanlarını okudum. Bunu nerede mi okumuştum. Beni yemeğe davet eden
Fransız Profesörlerin yemek masasında okumuştum. Sonra da; Anadolu
Efsanelerinden, Hititlerden, Frikyalılardan, Lidyalılardan ve Likyalılardan,
Troya’dan, Priyomos, Hekabe, Hektor, Kassandra’dan ve Güzel Helen’den söz
etmiştim.
Napolyon Bonapart’ın ilk nişanlısı olan Marsilyalı ipek tüccarının 14 yaşındaki
DESİRE adlı kızından da söz etmiştim. Napolyon ordusunun 18 Mareşalinden birisi
olan ve Çavuşluktan Mreşallığa yükselen Mareşal Jean Baptis Bernadot’un, Desire
ile evlenerek İsveç Kırallığına seçildiğini, bugün bile İsveç’te Desire adlı
bir Prenses olduğunu da anlatmıştım.
Sonuç ne mi
olmuştu! Bizlere Üniversitede oda verildiği gibi, Besançon ve Paris ordu evlerinden
yararlanma yetkisi de verilmişti. Şimdi de konumuza dönmek istiyorum.
Doçent Dr. Abdullah Aydemir’in İslami
Kaynaklara Göre Peygamberler, adlı bir kitabı sabah Gazetesinde ek olarak
okuyucularına verilmişti. Bu kitap tamamen rivayetlere dayalı bir eserdir. Öyle
bir yaratılmış biçimleri anlatılmaktadır ki evlerimize şenlik!
“Fareler Nuh’un gemisini kemirmeye başladıklarında, Nuh’u bir telaştır almış!
Bu durumu yukarıdan gören Nuh’un tanrısı Nuh’a emreder:
“Bre Nuh!
Bir Aslan’ın iki gözü arasına sopa ile vur!” Der. İki gözü arasına sopa ile
vurulacak aslan’ın seçimini de Nuh’a bırakır! Asya Aslanı mı; Afrika Aslanı mı,
soyunu tüketmiş olduğumuz Anadolu Aslanı mı, Amerika’nın Dağ Aslanı Puma mı?
Bizim,
nedense, ASLAN SOYUNA tahammülümüz yoktur! Anadolu TÜRK ASLANLARINI DA enterne
etmekteyiz! Ne cins sopa ile vurulacaktır?-Silivri’de, ANADOLU ASLANLARINA
İFTİRA VE HAYALİ İHANET SOPASI ile vurulmaktadır da!- Kızılcık sopası mı,
Zakkum sopası mı, süpürge sopası mı? Zakkum sopası kan işetir de.
Ne ise;
Nuh eline geçirmiş olduğu bir sopa ile ilk gördüğü Aslanın iki gözü arasına
hızla vurur! Kütt! Zavallı Aslan M.G Mayer Film şirketinin amblem Aslanı gibi
hırlar! O saat, Aslan’ın burun deliklerinden birisi dişi birisi de erkek iki
kedi fırlar. Aslanın hangi burun deliğinden Dişi ve hangi burun deliğinden de
erkek kedinin fırladığı belli değildir. Kur’anı Kerime göre; sağ sola göre
hayırlı ve üstündür de! Kendi cinsi böylece yaratılmış olur. (S.49). Sümer
ülkesinde ve Şurrupak şehrinde Fareler mevcut iken kedilerin olmayışı doğa
kanununa aykırıdır. “Her şey zıttı ile kaimdir!”
Hangi cins Kedi
yaratılmıştır! Siyam Kedisi mi, Panter Kedi
mi, Dünyamızda bunca
cinsi bulunan Kedilerimizden hangi cinsi
Yaratılmıştır! Merak bu
ya. Fareyi daha önce yaratan ve gemiye aldırtan tanrı, Kediyi yaratmayı nasıl
unutur! Bir Fare, bir yıl içinde (9820) sayısına ulaşmaktadır.
“Tanrı, Nuh’a”: ”Sen Filin kuyruğunu çimdikleyerek sık!” Diye vahyetti.
Nuh(a.s.), Filin kuyruğunu çimdikleyerek sıkınca, Filin kuyruğundan birer tane
Erkek ve Dişi Domuz düştü. Onlar da
gemideki tezekleri yemeye başladı. S.G.E. S.49.Hemencecik nasıl da büyümüşler!
“Nuh, Tanrı emriyle
diktiği ağacı ,(40) yıl sonra, Tanrı’nın emriyle gemi yapmak için kesti.”
S.G.E. S.47. “Selman, el Farisi’den rivayete göre Nuh (as.) gemisini (400)
Senede yaptı. Gemi yapımında kullanılan Hind ardıcı ağacı (40) yılda büyüdü.
Ağacın uzunluğu (30)Arşını buldu.(Arşı; parmak uçlarından enseye kadar olan
yerdir).”S.G.E. S.47.
İslami kaynaklara göre gemi, Tanrı’nın tanımı ve tasarımına göre yapılmıştır.
Bu demektir ki, o tarihe kadar, insanoğlu gemiden ve gemi yapımından da
habersizdi! Nuh’tan sonra dev boyuttaki gemiler insanoğlunun tasarımına göre
yapılmıştır. İnsan aklı ve insan tasarımı niçin Tavuk iskeletine takılıp ta
kalmadı da Tanrı’nın tasarımını geçti!
Sayın
Doç.Dr. Abdullah Aydemir’e göre, geminin boyutları da şöylece anlatılmaktadır:
“Geminin boyutlarına ait bilgiler çeşitlidir:
A-Uzunluğu (80),eni (50), yüksekliği (30) Arşın.”
B-Uzunluğu (300), eni(50) yüksekliği (30) Arşın. (bazı rivayetlerde bu
ölçülerin Nuh’un büyük babasının arşınına göre hesap edildiği tasrih
edilmiştir.” Büyük Baba niçin gemide değildi!
C-Uzunluğu (1200), eni(600) arşın idi.( Bu rivayetlerde geminin yüksekliği
hakkında bilgi yoktur.”
Aklın
giremediği bir yere, milyonlarca canlı yaratık ve onların yiyecek ve dahi
içecekleri nasıl girer? İki Domuz, tüm canlıların
pisliklerini yiyerek nasıl temizler! Bu durumda, domuzların pisliklerini kim ve
kimler temizler! Darvin’i inkâr edenler, Darvin’i doğrulamaktadırlar.
İki Kedi, tüm Fareleri yiyor! Bizim Antakya şehir merkezinde, kedilerden çok
büyük Jordan denilen fareler kedileri bile yemektedirler. Bunlar da Nuh’un
gemisinde olduğuna göre ol mübarek kedilerin halleri görülmeye değerdi!
Ağrı Dağına
bırakılacak Fareleri kim koruyup kolluyor? İki Domuz, tüm canlıların
pisliklerini yiyerek gemiyi tertemiz ediyorlar! Pekiyi, bu domuzlar nereye
pisliyorlar ve bu pislikleri kimler temizliyor!
Yüce
Tanrımız hep aracı kullanmaktadır. Şıp! Diyerek halk edememektedir. Osman’ı
Anası ile babasının yardımı ile yaratmaktadır. Gemi yapımı için ağaç diktiriyor
ve tavuktan gemi yapımı tanımını ortaya koyuyor. Bu anlatımlarla Tanrımız doğa
altı bir varlık oluyor. Tanrımız, Tufanı biliyor da niçin durduramıyor?
”İnsanlara ceza verecek!” Sümerlerin bir şehrinde insanlar azmışlarsa,
dünyamızın geri kalan kısmındaki insanların ve dahi canlıların günahları neydi?
Onları niçin telef ediyor!
”Yeryüzü”
deyimi genel ve özel bir anlam taşır.” Uzaydan yeryüzü masmavi gözükür!” Burada
Yeryüzü=Tüm dünya demektir.” Uçağımızın penceresinden yeryüzünün görünümüne
dayanılmaz!” burada da yeryüzü görebildiğimiz arazi parçasını anlatmamıza
yarar.
Bir zamanlar; Avustralya’da tavşan sayısı (500.000.000) olunca; Avustralyalı
bilim Adamları, tavşanlara musallat ettikleri bir Virüs ile (200.000.000)
Tavşanı öldürmüşlerdi. O zamanlarda; Tanrımızın Virüslerle bir ülfeti yok
muymuş?
Biz, yine de Tevrat’ın ana kaynağı olan
Gılgamış Destanına dönelim. Gılgamış destanındaki Bilimsel yaklaşım çok ilginç.
Utnapiştim’e: ”Bütün canlı yaratıkların
tohumunu al!” Buyruğu verildiği
halde; ”Bütün yaratıkları ve
nesneleri gemiye yükledim”, demektedir. Güverteleri
kat kabul edersek YİRMİSEKİZ DÖNÜMLÜK BİR GEMİ; TEK KATTA YEDİ GÜVERTE VARSA,
DÖRT DÖNÜMLÜK BİR GEMİ! Yinede büyücek bir gemi.
Nuh’un gemisinin boyutlarını bulmuştuk: 6.75Mx22.25mx13.35 metrelik üç katlı
bir gemicik idi! Bu gemide sadece ve sadece (8) kişi vardı. Bazı dini
metinlerde ve Gılgamış destanında; Başkaptan ve Dümenciden ve gemi yapım
ustalarından söz edilmektedir. Sular gibi şarapları kimler getirmiş ve kaç kişi
içmiş, bunlara ne olmuş?
Sürünenlerden, uçanlardan ve nefes alanların temizlerinden yedişer çift, temiz
olmayanlardan ikişer çift olarak hesap etmiyor; temiz ve temiz olmayan hayvan
tartışmasına da girmek istemiyorum. Gemide, Fare ve Domuz ve Kuzgun da var.
Temizlik ölçüsünü bulmak gerek! Ben, ikişer çanlının gemiye alındığını kabul
ederek ona göre de hesabımı yapıyorum.
Dünya üzerinde bugün (600.000) kınkanatlı var. (1.200.000) adet te, insan
dışında, canlı var. Bir örnek vermek gerekirse; Akrebin (600) türü, bitin (200)
türü, Cırcır böceğinin (1000) türü, geyiklerin (17) cinsi ,(40) türü ve (190)
alt türü var. Bunların her türünden ikişer çift alma zorunluluğu ortadadır.
Çünkü Tevrat’ın yaratılış bölümünde 2’nci bap, 19’uncu ayette:
“19-ve Rab Allah, her kır hayvanını ve
göklerin her kuşunu topraktan yaptı.” Denmektedir. Yani; evrim, mevrim yok
demektir.
Yarasalar ”Chiroptera” memeliler sınıfına
giriyorlar. (19) ana guruptan ve (174) takımdan ve (1000)’in üzerinde alt
türden oluşuyorlar. Afrika’da (100) tür, Amerika’da (30) tür yarasa var.
Yalınız bir adada (1000) çeşit kelebek var!
Bir filin günde (2.500) Kg. Ot, bir devenin (50)kg. Ot, bir aslanında (20) kg.
Et yediğini hesaba katmak zorundayız. Ayrıca, tufan olayı, Arabistan
yarımadasında, Türkiye’nin güneyinde geçmektedir. Beş kıtanın apayrı
özellikteki hayvanlarını toplayarak gemiye kadar getirip, gemiye yüklemek nasıl
mümkün olabilir! Tufandan sonra; her kıtanın apayrı özellik gösteren
hayvanlarını ARARAT/CUDİ/ya da NİSİR dağından bugünkü bulundukları yörelere
göndermek nasıl da mümkün olabilir! Nuh’un
arkasında Amerikan Hava kuvvetleri olsa bile böyle bir operasyonu başarmak
mümkün değildir. Amerika bile, Irak’a demokrasi getirecek hayvanları bin bir
zorlukla; ona, buna ve dahi şuna başvurarak getirmedi miydi?
Yeryüzünde fesatlıklar çıkararak huzuru ve
düzeni bozan insanoğluna mutlaka bir ceza verilecekse; hiçbir günahı ve dahi
kabahati olmayan bunca canlıyı öldürmeyi anlamak ta mümkün değildir Savaşlarda
insanlar biri birlerini öldürürler. Bu savaşlardan niye diğer canlılar da zarar
görsünler.
“En Uzun Gün”
filminde; Normandiya kıyılarına düşen uçak bombaları ve topçu mermileriyle
öldürülen balıklar da gösterime girmiştir. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan Atom
bombalarından, hayvanlar, balıklar, kuşlar, kelebekler ve karıncalar neden
zarar görsünler!
Biz, dünyamızı
hazmedemeyen insanlar, biri birimizi öldürerek dünyayı gerçek sahipleri olan
insanların dışındaki yaratıklara bırakmalıyız!
Benim aklım milyonlarca hayvanı ve bu
hayvanlara (9) ay ve (19) gün yetecek yiyecek ve içeceği taşıyacak bir geminin
bugünün teknolojisi ve olanakları ile de yapılabileceğine yatmıyor. Buradan
başka bir mesaja gittiğimi de ileride açıklamak durumundayım.
Herodot, ünlü tarihinde su baskınlarını önlemek için bir babil Kraliçesinin
ırmağı nasıl kollara ayırdığını, ırmak sularını bir yapay gölde toplayarak
nasıl taş rıhtımlar yaptığını anlatır.
Hesiodos; ünlü İşler ve Günler adlı eserinde--MÖ..600’de Foça’da doğmuştur ve
çok tanrılı dinlerin peygamberidir—Baştanrı Zeus’un oğlu, demirciler tanrısı ve
bir tanrıçanın, Venüs’ün de kocası olan Topal Hefhaistos’a topraktan bir insan
yaparak içine nefes üfleyerek can vermesi buyruğunu anlatır. Topraktan geliriz,
toprak sayesinde beslenir ve yaşarız, sonunda da toprağa döneriz. Mesaj bu.
MÖ..(3000)’li yıllarda; Mısır’da da çıkrıkçılar tanrısının topraktan insancık
bibloları yaptığını da biliyoruz.
Utnapiştim’e tanrı Enlil, ”ırmakların ağzında yaşamasını “emreder. Irmakların
ağzı, Tevrat’ta adı geçen (4) ırmaktan ikisi olan Dicle ve Fırat olsa gerektir.
Acaba burada insanoğullarına bir ileti mevcut
olamaz mı?”Irmakların ağzında oturunuz ki, hem ırmakların hem de denizlerin
nimetlerinden yararlanasınız!”
Ağrı Dağını da aşan bir tufan, yüksekliği (5.165) Metredir; anlatılanlara
bakılırsa Everest’i de aşmaktadır. Tufan Everest tepesini aşmasaydı oraya
sığınmış olan canlılar kurtulurdu! Böyle bir çamur deryasında ölen canlıların
kalıntılarının yoğun bir biçimde bulunması gerekirdi. Bu da olmadı. Bu, yöresel
bir felaketten kurtuluşun öyküsü olmasın. Bu konuya da değinmek gerekecek.
Utnapiştim, gemi yapım ustalarından söz ettiğine göre Sümerlerde o çağda gemi
yapımcılığının olduğunu anlıyoruz.
Dünyamızın çeşitli yörelerinde yaşayan
insanlarda aynı gelişme çizgisinin izlenmiş olduğunu gözlemlemekteyiz. İlkel
insanlar, önce ateşi bulmuşlar, sonra da belirli türdeki hayvanları
ehlileştirmişlerdir.
Ateşin keşfi
insanoğlunu yaratıkların efendisi yapmıştır. Sıfırın, tekerleğin, camın ve
kâğıdın bulunması uygarlaşmanın yolunu açmıştır.
Her ilkel
insan topluluğunun aynı özellikteki yabanıl hayvanları ehlileştirdiklerini
bilmekteyiz.
Statik
enerjiyi kinetik enerjiye çevirmesini de bulmuşlardır. Ok ve yayı
kullanmışlardır.
Güney
Amerika yerlilerinin bir borunun ucuna yerleştirdikleri zehirli çubuklarla
hayvanları avladıkları gibi, düşmanlarını da bu sistemle öldürebilmişlerdir.
Atların evcilleştirilmesi uzakları yakın ettiği gibi yeni savaş taktiklerinin
yaratılmasını sağlamıştır. Koyun ve keçinin ve sığırların evcilleştirilmesi
insanoğluna araç kullanmayı da öğretmiştir. Evcilleştirmiş oldukları yabani
eşeklerle dişi atları çiftleştirmeleri hep bir ileri aşamanın işaretleridir.
İnsanlar, evcilleştirerek yararlanmış oldukları hayvanların huylarından ve
davranışlarından da etkilenmişlerdir. Koyun ve öküz gibi yumuşak; keçi ve eşek
gibi inatçı ve sert olmuşlardır. Ben, bu olguları meslek hayatımda çok
gözlemlemişimdir. Dünyamızın çeşitli yörelerinde yaşayan ilkel topluluklar,
geçiş dönemlerinin aletlerini yaratarak ileriye doğru bir adım atmışlardır.
Mızrağı
yakın dürtü silahı olarak kullandıkları gibi, uzak mesafelerden düşmanlarına ve
avlarına fırlatarak sonuca gidebilmişlerdir
Uhut
gazvesinde; Hz. Hamza, Ebu Süfyan’ın kölesi Vahşi’nin uzaktan fırlatmış olduğu
mızrağı ile öldürülmüştü.
İnsanlar, önce çamuru, sonra ağacı, sonra taşı ve daha sonra da yumuşak
madenleri kullanım alanına sokmuştur. Güneşte kurutulan toprak kaplardan,
ateşte pişirilen toprak kaplara ve tuğlalara geçilmiştir. Mağara kovuklarından
göl evlerine, oradan da, etrafı çalı, çırpı ve taş duvarlarla çevrili sağlam
evlere geçmişlerdir. Dünyamızın çeşitli yörelerindeki mağaralardan ve
Antalya’daki KARAİN mağarasından, dedelerimizin ve ninelerimizin çekmiş
oldukları yaşam çilelerini okuyabilmekteyiz.
Okun, yayın ve mızrağın kullanım alanın sokulması; taşlardan ve madenlerden
balta, kılıç ve bıçakların yapılması, insanları avcılığa, avcılıktan da öte
ASKERİ EYLEMLERE götürmüştür.
Doğada, insanlara örnek oluşturacak bir olgu vardır: Yeter ki iyi bir gözlem ve
deneyim olsun. Evlerini sırtlarında taşıyan Sümüklü Böcekler ve Kaplumbağalar,
vücutları kalın plakalarla kaplı Gergedanlar; insanlara korunmak için iyi birer
örnek oluşturmuşlardır. Doğayı en iyi taklidedebilen ve doğadan en iyi
yararlanabilenler, öteki hemcinslerine egemen olmuşlardır. Denizlerde hidrolik
sistemli kollarla çalışan yengeçler, hidrolik sistemle çalışan araçlarımıza
örnek oluşturmuşlardır. İnsan dâhil, canlı hayvanların erkeklerinin dişisinin
rahmine meni püskürtme olayı, içten yanmalı motorlarda mazot püskürtme aletinin
yaratılmasını sağlamıştır! Düşmanlarına boya fırlatarak gizlenen Ahtopotlar ve
Mürekkep balıkları hep örnek alınmıştır. Yunuslar ve Balinalar kara ve hava
araçlarımız için örnek oluşturmuşlardır. İnsanoğlunun çocukluktan ergenliğe
geçişleri hep aynı yolu izlediği gibi, toplumların gelişmeleri de hep aynı
yolun izlenmesiyle olmuştur.
Kozmik ve süper bir akıl; insanların her ileri evrede kullanabileceği maddeleri
ve enerjileri çeşitli yerlere serpiştirmiştir. Yakıt enerjisi tükenen
toplumlar, yerleşim yerlerindeki kömür ve Petrolu bilemediklerinde büyük göçler
meydana gelmiştir. İnsanoğlu, saklambaç oynar gibi, bu saklanmış olan şeyleri
bulmayı ve bunlardan yararlanmayı öğrenmişti. Çeşitli alanlardaki buluşlar, bir
amaç doğrultusunda birleştirilerek insanlığın hizmetine sunulmuştur.
İnsanoğlunun merakı bilimleri ve her şeyin
kullanım tekniklerini geliştirmişti. Sümer‘lerde ve Babil’de gökyüzünü
gözetlemek ve yıldızların hareketlerini incelemek üzere Ziguratlar yapılmıştı.
Zaman takvimlerle bölünmüş, matematik ve geometri de geliştirilmişti. Taban
çevresinin yüksekliğe bölünmesiyle Pİ sayısı bulunmuştu. Mısır’da ve
Aztek’lerde yapılan piramitlerde bu sayı kullanılmıştı. Aztekler, Pİ sayısını
(10.000)’ler basamağına kadar götürebilmişlerdi.
İnkalar, piramitlerini yaratıcı güneş tanrısı VİRAKOŞA’NIN yaptığına inanmaktadırlar.
VİRAKOŞA, BEYAZ ADAM anlamına gelmektedir. İnka halkı, Virakoşa’nın uçan bir
nesneye binerek kendilerini terk ettiğine ve bir gün mutlaka geri döneceğine
inanmaktadırlar. İspanyollar, İnka ve Aztek ülkelerini zapta geldiklerinde,
buralarda yaşayan yerliler kendilerini terk eden tanrıların geri geldiğine
inanmışlardı! Ve işin en ilginç yönü de şudur: Kahire’nin (30)kilometre
uzağında bulunan SAKKARAH PIRAMİDİ, tıpkı VİRAKOŞA’NIN bir gecede yaptığına
inanılan SUKARA PIRAMİDİ’NİN benzeridir. Aztekler, göktaşlarının düştüğü yere
piramitlerini yapmaktaydılar. Göktaşlarını tanrısal bir işaret mi
saymaktaydılar dersiniz?
Bu ilerlemelerin yanında; insanın doğa olaylarından korkusu, Efsaneleri,
Efsaneler de Din’i yaratmıştı. Basit gözlemler insanı doğaüstü metafizik
güçlerin varlığı inancına götürmüştür. Ormanların yanması, yersarsıntısı ile
dağların ve toprakların kaymaları, yanardağların patlaması, sellerin basması,
canlıların durup, dururken ölümleri ve her türlü doğal olayların, görülmeyen ve
insanların suçları nedeniyle harekete geçen güçler tarafından yapıldığı ve bu
olayları yaratanları “tanrı”olarak kabul etme inancına götürmüştü. İnsanların,
toplum yaşamındaki örgütlenme mantığı tanrılarında bir Baştanrı etrafında
örgütlenmesini doğurmuştu.
Diğer yandan;
Milattan (6000) yıl önce yazının keşfi ile insanlık yeni bir evreye adımını
atmıştır. Önceleri kayalara yazılar yazılmış ve resimler yapılmıştır. Her
toplum, yaşadığı yöredeki doğal maddelerden yararlanmıştır. İspanya’daki
Altemira mağaralarındaki canlı ve renkli hayvan resimleri; Avustralya’da
Aborjin’lerin yaşadığı bölgelerdeki beyaz boyalı resimler, ilkel insanlardaki
sanatsal yönlerin varlığının kanıtlarıdır. Mısır papirüslerden kâğıt üretime
geçerken, Mezopotamya ve Anadolu Hitit uygarlığı da, pişirilmiş kilden
yararlanma yollarını bulmuştur. Çin de bugün kullanmakta olduğumuz kâğıdı
keşfederek insanları kâğıttan hafızaya kavuşturmuştur.
Kâğıdın ve
yazı malzemelerinin keşfi, insanoğluna ve ölümsüz bir yeniliğe de adım
attırtmıştır. Toplum yaşamındaki örgütlenme mantığı ile tanrılar arasında da
bir örgütlenme yaratılmış; Tanrıları da bir Baştanrı ya bağlamışlardır. Yeni
bir edebiyat türü de geliştirilmiştir. Tanrılar arasındaki ilişkileri ve
aralarında geçen olaylar yazın hayatına geçirildikten sonra; sıra insanlara
indirilmiştir.
İnsanların ilgisini
çeken olayları yazmak edebiyat modası olmuştur.
Sümerli Ünlü
Lüdingirra anılarını kil tabletlere yazarak günümüze, Muhteşem Muazzez İlmiye
Çığ’a ulaştırmıştır. Tabletlere ticari mektuplar, şiirler ve Sümer Mahkeme
Kararları ve Destanlar yazılmıştır.
Niğde; Asurluların ticaret
ve At yetiştirme bölgesiydi. Asur şehirlerinde ticaretle uğraşan kadınlar;
Niğde’deki eşlerine ticari mektupların yansıra, Kaynanalarından çekmiş olduğu
çileleri de yazmaktaydılar! Sümer’ler ve Asurlular Hükümdar listelerini de
düzenlemişlerdir. MÖ.. (1383) senesinde; Kadeş’te yapılmış olan Mısır-Hitit
Meydan Muharebesinin antlaşması Gümüş ve Bronz levhalara yazılarak günümüze
gelmiştir. Bu sayede, İkici Ramses’i göklere çıkaran anlatıyı da
okuyabilmekteyiz. Hititlerde Kumarbi Efsanesi ve diğer güzelim eserler günümüze
gelebilmişlerdi
Atina’da ve
Roma’da ve Çin’de kâğıt üzerine yazılmış piyesler ve bilimsel eserler günümüze
ulaşabilmiştir. İnsanlar; insanların gerçek yaşantılarından örnek alarak,
yaratmış oldukları insanların ve tanrıların öykülerini tiyatro oyunu haline
sokarak, topluma yansıtmışlardır.
Kortez, Meksika’yı işgal
ettikten sonra; bir Katolik papazı, İnkaların yeraltında bulunan tek
kitaplığındaki tüm kitapları yaktırtmıştır. Günümüze de İnkaların düğüm
yazıları gelebilmiştir. MS.79 yılında; Vezüv yanardağı patladığında; Pompei
şehrinin kütüphanesindeki tüm kitaplar, lavların sıcaklığından
odunlaşmışlardır. Asıl önemli kitap katliamını da Hz. Ömer yaptırtmıştır.
İskenderiye Kütüphanesinde; fihristleri (10.000) cilt tutan (2.000.000) kitabı
yaktırtmıştır. İki sene müddetle; İskenderiye’deki evlerde ve hamamlarda kitaplar
yakılmıştır! İnka kitaplığında bulunan ve Popal Vuh denilen yazılı belgelerde
Tufan öyküleri de vardı.
Amerikalı
Kızılderililer, günlerce güneşin karalıklar yüzünden görülemediğini anlatırlar.
Afrikan’ın kuzeyinde yaşayan Doganlar,”Sirüs” yıldızından gelmiş olduklarını
söylemektedirler. İşin de en ilginç yönü Sirüs yıldızının yanında başka bir
ikiz yıldızı gösteren kapı perdeleri kullanmalarıdır. Zira çıplak gözle bu
ikinci yıldızı görmek te mümkün değildir. Doganlar çok ilkel olup, dürbün ve teleskop’tan
da haberleri yoktur.
Atina ile Isparta arasındaki Polepenez
savaşları (27) sene sürmüştü. Lir çalarak Atina surlarını yıkan Ispartalılar;
tam Atina kütüphanesindeki tüm kitapları yakacakları sırada; bir Ispartalı
General:
“Kitaplarını yakarsak, onlar da bizim gibi savaşçı olurlar. Kitaplarını
bırakalım ki beyinleri sulansın!”Demesine Ispartalıların aklı da yattığından,
böylece ol kitaplar da günümüze ulaşmış ve insanlığın hizmetine sunulmuştur.
Konuyu çok uzatmak zorunda olduğumu
biliyorum. Günümüzde; eski insanların insan zekâsının yaratmış olduğu eserlere
karşı duyarlılığına erişememiş nice aydınlarımızın! Olduğunu da bilmiyor
değilim. Asurbanipal’a geliniz de Rahmet okuyalım! Bakınız; Gılgamış Destanında
Sümer tanrılarının adları ve vazifeleri de verilmektedir. Doğa’nın çok güzel ve
düzenli olarak korkusuzca yaşantıya izin vermesini ve doğa’daki dehşet
oluşumları İlkel insan kendilerinin edimlerine ve davranışlarına vererek,
tanrıları kızdırıp, sevindirmenin sonucuna bağlamışlardır. Günümüzde bile, bazı
Büyük Din Bilginlerimiz: ”Tanrı kızar!”, ”Tanrımız buna çok sevinir!””Tanrımız
bundan çok hoşlanır!” Diyerek Tanrıyı insanın teessüriyet hallerine
sokmaktadırlar.
Amerikalı Karı-Koca iki gök bilgini; 1994’ün Ağustos ayında, gününü ve satını
da bir sene önceden bildirerek, yedi büyük gök cisminin Jüpiter Gezegenine
düşeceklerini bildirmişlerdi Dedikleri gün ve saatte de yedi gök cismi
Jüpiter’in yüzeyinde patlamışlardı. Sahi orada, fuhuş yapan, insanları Allah
ile kandırarak her türlü ahlaksızlığı yapanlar ve maskeli iftiralarla ulusal
kahramanlarımıza iftira atanlar mı vardı!
Nuh Tufanı bir Sümer öyküsüydü. Tufanın olduğu yeryüzü parçası Sümer
tanrılarına aitti. Bölgesel bir sel felâketi Evrensel yorumlara yol açacak bir
anlatımla ifade edilmişti. Tevrat’ın ve Kuran’ın bu öyküyü Tek Tanrıya mal
ederek anlatmasını yorumlamayı okuyucuların kültürlerine ve anlayışlarına
bırakıyorum!
Tufan öyküsüyle Piramitlerin yapım tarzları
ve biçimleri, iki ayrı yörede olmalarına karşın özdeştirler. Mısır’da mevcut
(108) piramit ile Güney Amerika ‘daki piramitler şekil, yapılış ve ölçü
bakımından biri birlerinin aynısıdırlar. Bu iki farklı ve birbirinden çok uzak
bulunan yörede yaşayan insanlar Pİ sayısını da bulmuşlardır.
Dünyamızın yaşının (4,5) Milyar yıl olduğunu
biliyoruz. Buzul çağı ise dünkü olaydır üçyüzbin yıllık, bilemedik üçyüzellibin
yıllıktır. Sibirya’da elde edilen bozulmamış Mamutlar ve Mamut dişi ticareti
bizlere neyi anlatmaktadır?
Ankara’da
(30) metre toprağın altından çıkarılan Fil ve Zürafa iskeletleri MTA’DA
saklanmaktadır. Kula ilçemiz batısında; 2,5 milyon yıl önce soğumuş iki
yanardağ vardır. Buradan akan lavlar, taşlaşmış bir ırmak gibi Gediz nehrine
doğru akmaktadır. Karayollarının dolgu malzemesi alırken bulmuş olduğu(28)cm.
Boyunda ve (12) cm. enindeki taşlaşmış ayak kalıpları ne insanlara ne de
bildiğimiz maymunlara aittir. İsveçli Bilim adamlarından öğrenerek topladığımız
taşlaşmış örnek kalıplar Salihli Baraj idaresinde sergilenmektedir.
Pekiyi,”Utnapiştim’in”geride kalan insanlar çamurlara gömülmüştü!” Sözü ile
anlatmış olduğu felâketzedelerin kalıntıları neden çıkmamıştır!
İnsanlar, maddi olgulardan yola çıkarak bilime, objektif ölçülere ulaşmıştır.
Matematik, Kimya, Fizik ve Biyoloji hep gözlem ve araştırmaya dayalı olarak
ortaya çıkmıştır. Sonunda da, insanlar değişmez ve değiştirilemez Doğa
yasalarına ulaşmışlar, Nedenselliğe (SEBEP-SONUÇ ilişkilerine) varmışlardır.
Doğa yasalarında değişmezliğin yanı sıra, denenebilirlik ve gözlemlenebilirlik
te vardır. Bu olgular evrenseldir. Ne Asya’da, ne Amerika’da ne de Afrika’da
farklılıklar göstermez. Sonuçları Müslüman ülkelerde nasılsa, Hıristiyan ve
diğer ülkelerde de aynıdır. Bu asırlardır sürdürülen bilimsel çalışmalarca
kanıtlanmış evrensel bir sonuçtur.
Öte yandan, kanıtlanmadan ve dahi kanıtlanması mümkün olmadan doğruluğu ve
geçerliliği her ülkede ayrı, ayrı kabul gören bir inanca dayalı olgu da,
insanoğullarını tutsaklığına almıştır. Doğa yasalarını ve doğa güçlerini
kontrolüne alan insanoğlu, inanca ve körü körüne itaate dayalı metafizik
öykülerin tutsağı olmuştur. İnsanlığın çekmiş olduğu ve hâlen çekmekte olduğu
tüm acıların kaynağı bu körü körüne inanç olmuştur. İnsanlık bu kör inançlar
yüzünden savaşıp durmuşlardır. Bir
yazarımızın vurgulamış olduğu gibi: DİN ve UYKU insanlığı tutsaklığına
almıştır. Ünlü Leon Troçki:
“Din, halkın afyonudur!” sözünü boşuna mı söylemiştir! İslam ülkelerinde DİN ve ALLAH ile
aldatan liderler, ülkeleri içinde KAPLAN’I, ülkeleri dışında da SUSTA DURAN
KEDİ’Yİ oynamaktadırlar!
İsterseniz bu Tufan öyküsünün diğer boyutlarına
da bir göz atalım: 1767 yılında; Alman Gök bilgini Johann Titus, Gezegenlerin
Güneşe uzaklıklarının sayısal oranlarını bulmuştur. Daha sonra da; Johann ve
Bade bu uzaklık oranı teorisini geliştirmişlerdir. Güneş’e yakınlıklarına göre;
Gezegenler şöylece sıralanmışlardır:
GÜNEŞ, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürün, Uranus, Neptün, Plüton.
Plüton, Güneş çapına dik, öteki Gezegenlerse güneş çapına paralel bir yörünge
izlemektedirler. Bu dokuz Gezegen,(179) senede bir aynı çizgi üzerinde bir
araya gelebilmektedirler. Johann ve Bade’ye göre, Gezegenlerin Güneş’e uzaklık
oranları şöyledir:
0.3.6.12.24.48.96.
O.3 dışındakiler birbirlerinin iki katıdırlar. Dünya’nın Güneş’e uzaklığı(10)
birim olarak kabul edilir.OGN….4…..OMr….7…..OVn…..10
Dn….O16Mr….O28yok…52Jü….OSt.100.her sayıya(4) eklenir:
4.7.10.16.28.52 ve 100 sayıları elde edilir.(28) sayısının olduğu yerde bir
gezegen olması gerekirken, yapılmış olan gözlemlerde burada bir Gezegen izine
rastlanamaz.
1800 yılında; bir grup Gökbilimci Almanya’da bir araya gelirler ve kayıp
Gezegeni arama kararı ve 1801 yılında Sicilya’da buluşma kararı da verirler.
Kararlaştırdıkları tarihte Sicilya’da buluşurlar. Gökbilimcileri bir sürpriz
beklemektedir. İtalyan Gökbilimci Guiseppe Piazzi, Kayıp yıldızı bulduğunu ve
adını da CERES koyduğunu söyler. Daha sonra kayıp yıldızın yörüngesi ve ikinci
bir Gökcismi de bulunur. Her iki gökcisminin çaplarının(1000) kilometre olduğu
da hesaplanır. İkinci Gökcismine(Astroit’e) PHAETON adı verilir. Bugün,(28)
sayısının karşısında bulunması gereken Gezegenin yörüngesinde (100.000) Astroit
gözlenebilmekte ve bunların (2000) tanesinin de çapları ve yörüngeleri
bilinmektedir.
Rus Gökbilimci Kazantsev Aleksander daha da ileri giderek Kayıp olduğu
söylenilen beşinci Gezegenin patladığını iddia etmektedir. Ayrıca, bu kayıp
Gezegende yaşamış olan insanların ömürlerinin de (1000) sene olduğunu da
söylemektedir. Rus Gökbilimci K.Aleksander, Tevrat’taki peygamberlerin
yaşlarını akla getirmektedir. Bu peygamberlerin yaşlarını700–800 ve 900 yıl
olduğunu görmüştük.
Rus Gökbilimci
K.Aleksander, Dünya üzerinde, kayıp yıldızdan düşmüş ve (1000.000)C.derecesinde
erimiş madensel parçalar bulduğunu da ileri sürmüştür.
Güney Amerika’da bulunan iç, içe geçirilmiş
iki taş disketteki matematiksel formüllerin çözümlenmesi de ortaya ilginç
sonuçlar koymuştur. Bu bilgiler Ceres’in dönme hızını ve Dünya ile arasındaki
çeşitli konumları yüzlerce yıllara dayalı evreler halinde gözler önüne
sermektedir.
Rus Gökbilimci K.Aleksander; yer kabuğunun çatlaması sonucu bu gezegenin
okyanusunun magmasına dökülerek gezegeni patlatmış olabileceğini ileri sürdüğü
gibi, Nükleer bir patlamanın da bu gezegenin felâketine neden olabileceğini
savunmaktadır.
Buzul çağının başlamasının Dünyamızın 23,5 derece eğik dönmesiyle bir ilgisi
var mıdır? Dünya yörüngesine etki yapan bir çekim gücünün ortadan kalkması ile
Dünya’nın dönüş biçimi ve iklim düzeni değişmiş olamaz mı? Sibirya’da, donmuş
topraklarda, yerin çok altından çıkarılan mamutlara ne demeli? Hiç bozulmadan
kalan bu donmuş Mamutların işkembelerindeki, yemiş oldukları otlar bile
bozulmamış. Ankara’da bulunan Fil ve zürafa iskeletleri, (65.000.000) yıl önce,
aniden yok olan (3000) çeşit Dinozor, bizlere neyi anlatmaktadır?
Gılgamış Destanındaki: ”Her canlının tohumundan al!” Emri, bugün için çok anlam taşımaktadır. Suni döllenme olgusunun o
zamanlarda da bilindiğini anlamaktayız. İlk suni döllenmeye,14’üncü asırda
Arabistanlı bir Aşiret Reisi tarafından başvurulmuş olduğunu kesin olarak
bilmekteyiz. Komşu Aşiret Reisinin cins Aygırının menisini emdirmiş olduğu
pamuğu, kendi kısrağının fercine tıkayarak ol Aygırın cins tayına
sahibolmuştur.
Tevrat’ta, NEFİLİM adlı DEV adamlardan söze
dilmektedir. Güney Amerika’nın fethinde, burada görev yapan bir İspanyol
papazın gördüğünü iddia ettiği (7,5) Metrelik dev adamlara ne demeli?
Benim Köyüm olan Hatundere köyünün Yaman Köy tepesi eteğinde tarla açan Dayım,
eski bir mezarda, kol kemiklerinin normal bir insan boyundan uzun ve
kafatasının da çok büyük kazandan daha büyük bir azman adam iskeleti bulmuş ve
korkusundan bunları dağıtmış. Bilgisizlik ve Dev masalları paniklemesine neden
olmuş!
Sudan’ın kuzeyinde yaşayan ilkel Doganlar’ın Sirüs yıldızıyla ilgili
bilgilerine ne demeli!
Giovanni Scognamillo,”Uzaydan geldiler” adlı eserinin 46’ıncı sahifesinde:
“Agrest! Uzay yaratıkları füzeler kullanarak yeryüzüne indiler ve tanrı
sayıldılar, Dünyamıza kültürlerinden öğeler, özellikle Evrenle ilgili bilgiler
getirdiler. Uzaydan gelen tanrılar hakkında efsaneler O zamandan beri yayıldı.
Yunan, Çin ve çoğunlukla Güney Amerika Mitolojilerinde yer aldılar. Uzay
yaratıkları, Dünyamızı araştırdılar; Dünyamızı üs olarak kullanıp, Güneş
Sistemini taradılar. Dünya’da kaldıkları süre içinde, Nükleer Patlamalara neden
oldular.” Aynı yazar, günümüzde yaşanmış çok ilginç bir öyküyü de
anlatmaktadır. S.71:” Tana Adası, Okyanus’ta küçücük bir adadır. Bu ada
yerlileri; tanrı John Thrum’un dönüşünü beklemektedir. Tanrı John Thrum, uçan
bir kuşla tana adasına gelmiş, halka hiç bilmedikleri yiyecek ve içecekler
vermiş, Buzdolabı ve Jeneratör getirmiş, bu arada bazı yasaklar da koymuş,
Güzel Kızlarla evlenmiş, onlardan çocukları olmuş; günün birinde de uçan kuşuna
binip, gitmiş. Yapılan araştırmalar sonunda; Tanrı John Thrum’un, arızalı C–47
uçağı ile Tana adasına inen bir Amerikalı Pilot teğmen olduğu
anlaşılmıştır.”Asırlardan beri insanoğulları, birer Teğmen John Thrum mu
beklemektedirler dersiniz!
Tevrat’ta: ”Yüzbaşılar, Binbaşılar ve Kâhin
Elezer’in tanrılara ganimet altın ve gümüş sundukları” anlatımı vardır. Ayrıca:
”Tanrıların seçtikleri kadınlarla çiftleşip, onların başkalarıyla çiftleşmesini
engellemek için, onları çöl ortasında korumaya aldıklarının.” Anlatımı da”
vardır.
En ilginci de HEZEKİEL Peygamberin Babil’den helikopter ile Kudüs’e uçuşunun
anlatıldığı bölümdür. Hezekiel Peygamber, Tevrat’ta belirtilen dört büyük
peygamberin üçüncüsüdür. Diğer büyük İsrail peygamberleri; Yeşaya, Yeremya ve
Daniel peygamberlerdir. Hezekiel; İbranice TANRI GÜÇLÜDÜR anlamında bir
deyimdir.Hezekiel Kudüs’deki Yahudi Kıralı YOAHİM ile birlikte,MÖ.:586
yılında,Babil’e sürgün edilmişti. Hezekiel Peygamberin adı, Kur’anı Kerimde,
ZÜLKİFL(a.s.)olarak geçmektedir. Onun en önemli anlatımı dört pilotlu bir
uzay aracı UFO’NUN tanımıdır.
Hezekiel,
Bap–1:
“Ve otuzuncu yılda, dördüncü ayda, ayın beşinci gününde, ben Keber ırmağı
yanında sürgünler arasında iken, vaki oldu ki, gökler açıldı ve Allah’ın
rüyetlerini gördüm.
2-Ayın
beşinci gününde—Kıral Yehoyakin’in sürgünlüğünün beşinci yılı idi.
3-Kildanılar
diyarında, Keber ırmağı yanında, Buzinin oğlu kâhin Hezekiel’e Rabbin eli onun
üzerinde idi.
4-Ve
baktım ve işte, şimalden buran yeli, durmadan ateş saçan büyük bir bulut
geliyordu, çevresinde parıltı ve ortasında, sanki ateş ortasında ışıldayan
madenden.
5-Ve onun
ortasında dört canlı mahlûk beraber çıktı.--- ve her birinin dört yüzü vardı ve
onlardan her birinin dört kanadı vardı.
7-Ve
ayakları doğru ayaklardı ve ayaklarının tabanı buzağı ayağının tabanı gibi idi
ve cilalı tunç gibi pıırıldammakta idiler.
8-Ve dört
yanlarında, kanatları altında insan elleri vardı; dördünün de yüzleri ve
kanatları şöyle idi
9-Kanatları
birbirine bitişmiş idi; yürüdükleri zaman dönmüyorlardı; her biri dosdoğru
olarak ileri yürüyordu.”
10-Yüzlerinin
benzeyişi ise, onlarda insan yüzü, sağda dördünün aslan yüzü ve solda dördünün
öküz yüzü, dördününde kartal yüzü vardı.
Bu şekilde
yüz görünümleri değişik insanlar nasıl olur diyenlere de iki çift sözüm var:
Asıl adı Michel de Nostredame olan(14Aralık 1503–2 Temmuz 1566),Nostradamus’un
ünlü dörtlüklerinin çevirilerini okumamış olanlara çok ayıp etmişsiniz derim.
Nostradamus, ateş saçan uçan makinelerden ve domuz başı görünümlü insanlardan
söz eder. Günümüzde ve dünümüzde, uçak pilotlarının oksijen başlıkları ile
görünümleri neyi andırmaktadır!
Aztek dinleri ve Aztek tanrıları ile ilgilenenlerimiz
hatırlamalıdırlar. Bendeniz unutmadım da! Azteklerin en önemli tanrılarından
birisini ADI ”QUETZALCOATL’—Tüylü yılan-‘DIR. Nahuatl dilinde “Efendimizin
Rahibi) demektir. Quetzalli: Değerli tüy; Coatl=Yılan demektir. Bu tanrı, bir
roket içinde ve oksijen maskesiyle tasarlanmıştır.
11-ve
yüzleri ve kanatları yukarıdan ayrılmıştılar; her birinin iki kanadı biri
birine bitişmişti, iki kanat ta bedenlerini örtüyordu
O uçan
aletten çıkanları tarif ettikten sonra: ”Canlı mahlûklara benzeyişine gelince,
onların görünüşü yanan ateş közleri gibi, meşalelerin görünüşü gibi idi; canlı
mahlûkların arasında o ateş inip çıkıyordu ve ateş parlaktı ve ateşten şimşek
çıkıyordu.
14-Ve
canlı mahlûklar şimşek çakışı görünüşü gibi koşup geri geliyordu.
15-Ben
canlı mahlûklara bakarken, işte, canlı mahlûkların yanında, onların her dört
yüzü için, yerde bir tekerlek vardı.
16-Tekerleklerini
ve yapılarının görünüşü gök Zümrüt gibi idi; ve dördünün benzeyişi birdi; ve
görünüşleri ve yapıları, sanki tekerlek içinde tekerlek.”O aletin tanımı
anlatılmaktadır:
19-Ve
canlı mahlûklar yürüdükçe tekerlekler onların yanında yürüyorlardı ve canlı
mahlûklar yerden yükseldikçe tekerlekler yükseliyordu.
20-Ruh
nereye gitmek istedi ise oraya, ruhun gitmek istediği yere gidiyorlardı ve
tekerlekler onların yanında yükseliyordu; çünkü canlı mahlûkun ruhu
tekerleklerde idi.” Tekerleklerin tanımlanması anlatılmaktadır.
“”22-Ve canlı mahlûkların başları üzerinde gök kubbesi benzeyişi, korkunç
billur gibi, yukarıdan başları üzerine yayılmıştı
23-Ve
kubbe altında kanatları birbirine doğru dümdüzdü;”Burada da Hezekiel peygamber
ömründe hiç görmemiş olduğu bir uçan cismi ve bu cismin özel donanım içindeki
kullanıclarını anlatmaktadır. Bu büyükçe uçan makineye dört küçük makine daha
gelerek onun üzerine binmişler. Hezekiel, bu alete binerek yükselmiş ve
gökyüzünden yerin görünüşünü bir pilotun anlatımı ile anlatmıştır. Bir
Amerikalı, Hezekiel’in tanımladığı uçan makineleri yaparak uçmuştur. Bence
meraklısı bir Tevrat bulur ve Kur’anı Kerimde bile Peygamber olarak adı geçen
Hezekiel Peygamber bölümünü
okur.
Bizler; bir şeyin farkında olamamaktayız.
Tevrat’ta “RAP YEHOVA” adını” ALLAH” olarak tercüme ederek okumaktayız!
Yehova-Yahve-Hz. Musa’nın mensup olduğu Yahudi Kavminin rüzgâr tanrısıdır!
Ünlü Filozof Cemil Sena Ongun;”filozoflar
Ansiklopedisi’nin 2’inci cildinin 381’inci sahifesinde şöyle demektedir:
“Herkes için aynı olan bu âlemi, tanrılardan ve insanlardan hiçbiri yapmadı;
fakat o daima vardı, vardır, daima da ölçüyle tutuşup, ölçüyle sönen ebedi
olacaktır. Bu konuda söylenecek çok şey vardır ve olacaktır. Hz. İsa’nın
çarmıha gerildikten sonra:
“Helois! Helois! Lama Sabaktani!”—Allah’ım! Allah’ım! Beni niçin bıraktın?”Diye
haykırması da çok ilginçtir! Bir Romalı askerin, mızrağının ucuna takmış olduğu
süngerle Hz. İsa’ya koklatmış olduğu şey ne idi ki; Hz. İsa, hemen ölmüştü, ya
da bayılıvermişti! Birileri Hz. İsa’yı yüreklendirmek için:”Dayan İsa!
Arkandayım “mı demişti? Bu birileri, Tur Dağına arkasından dumanlar çıkaran bir
uçan aletle inen ve Hz. Musa’ya o sihirli sandığı veren olmasın?
Hep göklerden bir şeyler beklememiz; Papaz Jean Meslier’i bile
çıldırtmıştı.1732 senesinde; “Aklıselim”—Le Bon Sens-- adlı bir kitap yazarak
insanları uyarmıştı:”Gökten gelen rahmet; yerden yükselen olguların, aslına
dönüşerek, tekrar yere inmesidir”.Gökten düşen bombalar da yeryüzünün eseri
değil midir? Atalarımızın gökten geldiğimizi söylemelerinin bir dayanağı
olmalıdır.”KUT” boş bir söylem olmamalıdır. Dünyayı da yaşanmaz hale getirerek
yaşanabilir hale dönüşen Mars’ta torunlarımız dünyamıza ait, kim bilir ne
öyküler anlatacaklardır!
Beni İsrail kavmi; MÖ..586 tarihinde, Nabukodonosur(Nabukatnezzar) tarafından
Babil’e sürgün edilmişti. Bu tarih, Tevrat ve Beni İsrail Kavmi için bir dönüm
noktası sayılmıştır. Sürgün 40 yıldan fazla sürmüştü. Hz.Musa, MÖ.. XIII’ üncü
yüzyılda yaşadığına inanılan bir mistik kişidir. İbranice adı MOŞE, Suyla gelen
demektir. Hz. Musa’nın adının etrafında oluşturulan mit İsraillileri biri birlerine
kilitli ümmet ulus haline getirmiştir. Beni İsrail Kavminin tarihi Yahudiler
için bir din olmuştur. Çekilen sıkıntılar ve acılar zulmedenleri lanetlerken,
İsrail ulusuna da zulümde örnek olmuştur. Tevrat’ın aslı ve kökeni, Hz.
Musa’nın tanrısının, Yehova’nın, Hz. Musa’ya verdiğine inanılan on ya da onüç
emre dayanır. Bu emirlerin üzerine, İsrail Kavmince İsrail tarihi ve Tevrat
oturtulmuştur. Babil sürgününe kadar yazılmış olan Tevratlarda, tufan öyküsü
yoktur. Babil sürgününden sonra yazılmış Tevratlarda, Nuh Tufanı öyküsü de yer
almıştır.1836’dan sonra; Ninova, Ur ve Uruk’ta yapılmış olan kazılarda,
Gılgamış destanının yazılı olduğu kil tabletler bulunmuştu. Günümüze kadar
(300) dizelik bir destan bölümü bulunmuştur.
Şimdi ilginç olan bir durum da, Güney Amerika’da bulunan ve bir tufanı anlatan
Popal Vuh’lardır. Burada anlatılan tufan ile bizim kıtamızda anlatılan tufan
öyküsü; insanların belleklerinden silinmeyen bir tufan olayını akla
getirmektedir.
Kömür ocaklarının bulunduğu yörelerde Eğrelti otlarını görmekteyiz. Bunların,
kömürün oluşumundan önce (38) metre yüksekliğe varmış oldukları kanıtlanmıştır.
Bu boya nasıl gelmiş, günümüzün iki metrelik otları! Sera etkisi yalınız ve
yalınız güneş enerjisi ile mi olur? Su gereksinimi de önemli değil mi?
Aklımıza başka bir soru da gelmektedir: Bu tufan olayı bizim dünyamızın bir
yöresinde mi olmuştur? Yoksa başka bir Gezegende mi olmuştur. Daha önceki
bölümlerde anlatmış olduğumuz gibi,”her hayvanın tohumundan al!”Anlatımı başka
semavi kitaplarda da yoktur. Suni döllenme tekniğini bizim insanlarımızdan önce
bilen çok ileri bir toplum mu, böylesine çok büyük bir göksel felakete uğramış
mı dersiniz!
Dini kitaplardan ve dini anlatımlardan yola çıktığımızda,”tanrı kavramının”
doğa altı bir durumda anlatıldığını görüyoruz. Tanrımız, yaratmak için hep
aracı kullanmaktadır. Doğal olaylara etki yapabilir.”Aslanın burnuna Şırak!
Diye sopayı vurdurur, kedileri aslanın burnundan çıkartır. Domuzları, Filin
kıçından çıkartır! Fil erkek midir, dişi midir, bunun önemi de yoktur!
Zakkumun yaprağını yiyen Arabın develeri ölürler. Tanrımız, Zakkum ağacını
cehennemde açmakla cezalandırır!
Hz. Muhammed’in iki kızı da Amcası Ebu Lehep’in iki oğlu ile evlidirler. Ebu
Lehep, oğullarını boşatır. Hemen 111’inci Tebbet ya suresi nazil olur.
80 numaralı abese Suresinin 17’nci ayeti de:”Kahrolası insan! Ne
inkârcıdır!”Bunları yorumlamak inanca kalmıştır. Secde suresinin 7’inci
ayeti:”Allah; her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.”Demektedir.95’inci surenin
5’inci ayeti de:”Gerçekten biz insanları mükemmel şekilde yarattık!”
Demektedir. Rahman suresinin 29’uncu ayeti de:”Allah, her an yaratma
halindedir”Diyor. Ve mülk suresi 3-4’üncü ayetlerinde:”Allah’ın yarattıklarında
uyumsuzluk yoktur”,denilmektedir. Tevrat’ta ve Kur’anı Kerimin Nuh Tufanı ile
ilgili ayetlerinde başka türlü değerlendirmeler olduğu da ortadadır.
Benim dikkatimi çeken bir olgu da; Dünya
üzerindeki yaşamın insanoğluna göre programlanmadığı yönündedir.
İnsanoğullarını Dünya üzerindeki yaşam biçimi, diğer canlıların yaşam
biçimlerine hiç uymamaktadır. İnsanoğlunun dünyaya uymayan bu program dışılığı,
Dünya üzerindeki yaşama uyumsuzluğu ve uygunsuzluğu nedeniyle büyük bir doğal
yıkımın belirtileri ortaya çıkmıştır.
Şimdi; isterseniz, Dünya üzerindeki bir armoni gibi, biri birine uyan ve biri birlerini
dengeleyen yaşam biçimleriyle, insanoğlunun salla parti yaşam biçimimine ve
dünya dışılığına bir göz atalım:
İlkbaharda; tüm bitkiler ve tüm ağaçlar çiçek
açıp, sonunda da meyveye yatarlar. Arılar, Kelebekler ve Böcekler, bu
çiçeklerin üzerine konarak, hortumları ile tatlı özsularını emerler,
ayaklarıyla da çiçek tozlarını, çiçek spermlerini alırlar. Bu tozlarla çiçekleri
dölleyerek ağaçların tohumlu meyve vermesini ve hayatın devamını sağlarlar.
İncir ağacının münasip bir yerine, yabani incir kobalakları dizilerek
bağlanmaktadır. Bu kobalakların içersinde yaşayan küçücük incir
sinekleri-ilek-incirin çiçeklerini dölleyerek incir ağacının meyve vermesini,
insanlar dâhil birçok canlının yaşamsal gıda almasını sağlarlar.
Çiçeklerin renk, renk olması; onların üreyebilmelerinin ve yaşamın devam
etmesinin bir gereğidir. Dünya üzerinde tek renk çiçek olsaydı; tüm çiçekler
döllenemeyeceklerinden, çiçeklerin ve canlıların nesli de tehlikeye düşerdi.
Aynı renk Gülden bal alan böcek, öteki aynı renk güle gittiğini sanarak o Gülü
es geçerdi. Tüm aynı renk Güllerden bal aldığını sanırdı.
Hayatlarının
devamı için, aynı cins çiçeklerin ayrı renkte olmaları zorunluydu. Leş
sineklerini üzerine çekerek, üremesini sağlayabilmek için, yılancık çiçeği leş
görümünde ve leş kokusunda olmak zorundadır.
Tüm bu renk
cümbüşü ve böceklerle çiçekler arasındaki uyum bir rastlantının eseri olmaması
gerekmez mi?
Aynı
toprak parçası üzerinde bin bir renkli çiçeklerin açmaları da, yalınız toprağın
özelliği olmaması gerekir.”Rengimi gör ve gel! Balımı da al, yaşamını sürdür.
Çiçek tozumu alarak döllenmemi sağla ki, ben de yaşamamı sürdürebileyim.
”Olgusudur tüm bu olanlar. Bu olgular; ”Almak ve Vermek” doğal yasasının bir
sonucudur.
Bu almak
ve Vermek olgusu, bir miras olarak daha sonraki böceklere, arıya, kelebeklere
ve çiçeklere geçmektedir. Bu bir doğal programın eseridir. Bütün kuşlar, her
meyvenin olgunlaşma mevsiminde olgun meyveleri yiyerek, yavrularına da
taşırlar. Çitlembik ağacının meyvesi kırmızıdan yeşile döndüğünde, çeşitli
türdeki kuşlar çitlembik ağacının sürekli ziyaretçileridirler. Bu olguları
asmada ve incir ağacında da gözlemek mümkündür. Kuşlar, yemiş oldukları
meyvelerin etli kısmını hazmederek çekirdeklerini dışkılarıyla dışarı
atmaktadırlar. Atılan dışkıların yardımıyla da yeni meyve ağaçları ortaya
çıkmaktadır. Bu doğal üretme olgusu her cins tohumlu ürünlerde olmaktadır. Ve
bu olgular, İnsanoğlunun dışında uygulanan bir doğal programın sonucudur!
Antalya; Manavgat ve Akseki yöresindeki dağlarda ki milyonlarca Delice
dediğimiz zeytin fidanı neyin ve kimlerin eserleridir! Ormanlarda yaşamakta
olan sığırcı ve karatavuk gibi kuşlar, ermiş zeytin tanelerini yutarak,
çekirdeklerini dışkıları ile dışarıya atarak yabani zeytin ormanlarını ve dahi
İncir ormanlarını yaratmaktadırlar. Manisa ve Uşak dağlarındaki sahipsiz delice
armut ağaçlarının var oluş nedenleri de bu alış-veriş yasasının bir doğal
sonucudur.
Issız dağ başlarındaki göllerde ve derelerde her çeşit balık mevcuttur. Bu
balıklar buralara nasıl gelmişlerdir!
Benim
doğduğum köyün derelerindeki balıklardan köycek yararlanılmaktadır. Derik
ilçemizin batısındaki derelerden ve gölden, jandarma bölüğüne yetecek kadar,
cins ve cins balık avladığımı hiç unutmadım. Komşumuz Fatma Bacı, kendilerine
verdiğim balıkları yiyemediklerini anlatmıştı. Nedenini öğrendiğimde de
utancımdan mosmor kesilmiştim; hayatlarında hiç balık yemedikleri için,
balıkları pulları ile kızartmışlardı!
Çakal ve
Tilki olmasaydı; Tıpta kullanılan çok önemli bir bitki de var olamazdı. Böyle
söylüyor Tıp Bilginleri. Çakal ve Tilkinin sindirim sistemleri ol bitkinin
kabuğunu örten sert kısmı da sindirerek dışkısı ile tohumun toprakta
yeşermesini sağlıyorlarmış. Doğrudan doğruya toprağa düşen tohum, dış kabuğu
nedeniyle, filizlenemeden çürüyüp gitmekteymiş. Bizler de kör bir
bilinçsizlikle ve acımadan öldürdüğümüz bu hayvanlar sayesinde yaşamsal öneme
haiz bir ilaç üretebiliyoruz. Konya’da helikopterlerle Tilki avına çıkanların
kürkçü dükkânlarına Tilki postlarını sattıklarını bizzat görmüştüm!
Ekolojik
denge, hayvanlarla ağaç ve bitkiler arasında varılan bir anlaşma sonucu
kurulmuştur. Tüm canlılar, hava ve sudan yararlandıkları gibi, aynı enerjiden
de yaralanmaktadırlar. Ağaçların gıdaları ile canlıların gıdaları da hep aynı
değil mi? Ceviz, Badem, Kestane, Buğday, Nohut ve Bakladan hem kendileri
yetişmek için yararlandıkları gibi hayvanlar ve insanlar da yararlanmaktadır.
Yaşamak için tüm boyutlarımız hep aynı! Farklı olan da düşünce boyutumuz. İnsan
hep doğadan alıyor; insan Doğaya ne veriyor! İnsanoğlu, Dünyayı içgüveysi
olarak gelmiş olduğu ev gibi görüyor ve hep kirletiyor, öldürüyor ve yok
ediyor. Amerika’ya ayak basan dinleri bütün Beyazların! Amerikalı yerlilere ve
Bizonlara yaptığını yapıyor.19’uncu asrın sonuna gelindiğinde; Koskoca Amerika
kıtasında(1000.000)Bizon öldürülmüş; geriye sadece ve dahi sadece(70),YETMİŞ
BİZON kalmıştı! O beyazlar nasıl Amerika kıtasına göre programlanmamış birer
haydut iseler; insanlar da bu Dünya yaşamına göre programlanmış bir dış dünya
yaratığıdır.
İnsanoğlunu
eğitmek için açılmış bulunan bunca eğitim kurumları, ancak ve dahi ancak
kaliteli suçlu ve soyguncu yetiştirebilmektedir. İnsanoğlu’nun tahsili
yükseldikçe BEYAZ YAKA SUÇLARI DA TAVANA VURMAKTADIR. İnsanoğlunun ruhundaki
kötülük, zarar verme ve her canlıyı yok etme programı gelmiş olduğu Gezegendeki
halini taşımaktadır. Birisine ve her hangi bir canlıya bir kırıntı vermelerini
”İNSANİYET” sıfatı ile anlatmaktadır insanoğulları. Yuvasına karnı tok olarak
dönen bir Yarasa’nın, hastalık ve sair nedenlerle yuvasında aç kalan Yarasa
hemcinsinin ağzına besinin yarısını kusmasına ne buyurulur! YARASANİYET Mİ?
On senelik
bir binayı yıkan mimarın gördüğüne ne buyurulur! On sene önce; bina yapılırken
ayağına çivi batmış bir kertenkele yaşamaktadır. Mimar, merakla bekler: Biraz
sonra bir ikinci Kertenkele gelerek ayağı çivili Kertenkeleyi doyurur: Buna
neden KERTENKELİYET demiyoruz!
İnsanoğulları,
Dünyayı da gelmiş oldukları Gezegen gibi yok edeceklerinin bilincinde de
değildirler. Kızılderili Kabile Reisi ne güzel söylemiş:
“Son ırmak ve
son ağaç kuruduğunda ve son balık ta öldüğünde, Beyaz insan paranın
yenmeyeceğini anlayacaktır!”
Geçenlerde
gazetelerimize de yansımıştı. İDA-KAZ- dağında, alçak bir haydut tarafından
çifte ile vurularak yaralanmış olan bu Dünya’nın gerçek sahiplerinden bir
GEYİK, yaralı olarak ve can havliyle, JANDARMA KARAKOLUNA SIĞINMIŞTIR!
HAYVANLARIN ZEKÂ VE BİLİNÇLERİ BİZİM ZEKÂ VE BİLİNÇ BOYUTUMUZUN ÇOK ÜSTÜNDE
OLMALIDIR.
Benim
köyüm olan Hatundere Köyünün kuzey ve güneyinden batıya doğru dört adet dere
akmaktadır. Köyümüzün camisinin arkasından akmakta olan dereye, Cami Deresi
denilir. Dereler, çınar ağaçlarının gölgesinden ve etrafında oluşan çeşitli
ağaçların arasından batıya doğru akmaktadır. Cami Deresini iki kıyısında; göz
alabildiğine Karpuz, kavun ve Domates yetişmektedir. Bunları eken de yoktur.
Buralarda yüzen, kuş ve balık avlayan köy çocuklarının, buralara doğal
ihtiyaçlarını gidermiş olmalarıdır! Bu, süper bir aklın canlılara uygulamış
olduğu bir süreklilik programının sonucudur!
Dünya üzerinde;
her canlının kalıtım yolu ile öğrendiği basit bir yaşam biçimi vardır: Her
canlı, doğar, büyür, beslenir ve çiftleşir. İçgüdüsel olarak belirli
davranışları programlandığı gibi sergiler ve ölür. Hayvanlar ve diğer canlılar
otlardan ilaç yapmasını bilemezler. Şempanzeler, bağırsak solucanlarını bir
ağacın yapraklarını çiğneyerek düşürebilmektedirler. Doğadan almış oldukları
besinleri doğal olarak tüketirler, Esrar, Eroin, Kokain ve sigara yaparak hem
cinslerine zarar verme huyları da yoktur. Kürkleri ve sırtlarındaki pulları ile
tabiat olaylarına karşı korunurlar. Yılan ve Ayı gibi hayvanlar da kışın besin
maddesi bulamadıklarından kış uykusuna yatmaktadırlar.
Deve ve
tropikal bitkiler, kuraklığa karşı yağmur ve su mevsimi, su depo ederler.
Kaktüs bitkileri, depo ettikleri suyu çok lezzetli meyvelerini saldırıdan
korumak için, çok ince dikenlerle bezenmiştir. Isırgan otu, acı biber ve acı
badem yenilmelerini önlemek için zehir oluşturmuşlardır. Cırtalak, ya da Ebu
Cehil Karpuzu denilen bitkinin yaşlı meyveleri kendilerine zarar verecek
olanların yüzlerine fışkırarak onları püskürtür. Yılan ve Akrep te, zehirlerini
korunma aracı olarak kullanırlar. Genellikle yılanlar, avlarını ve
saldırganlarını ısırarak zehirler. Bir cins yılan da zehirini avlarının ve
saldırganlarının yüzlerine fışkırtarak zehirlemektedir. Zehirli dikenleri
aracıyla düşmanlarının canlarını yakarak korunan balıklar da vardır.
Dünyanın
en güzel çiçeklerinden birisi olan Gül’de, sapında oluşturmuş olduğu
dikenleriyle olur, olmaz böceklere karşı kendisini korumaktadır. Döllenmesine
yardımcı olacak arı ve kelebekler için de en çarpıcı renkleri sergileyerek,
tatlı bir özsuyunu onların yararlanmasına sunmaktadır.
Böcekler
ve çiçekler arasında, her iki tarafın çıkarına dayalı olarak yaratılan program,
onların yeni nesilleri tarafından da uygulanmaktadır.
Yumurtlayarak
çoğalanların bol yumurta yumurtlamaları ve kuluçka sürelerinin çok kısa olması
başka canlıların bunlardan yararlanmalarına yönelik olmasın!
Almak ve
Vermek, insanoğlu dışındaki canlıların yaşamlarının ve üremelerinin bağlı
olduğu bir Dünya programına bağlı olduğu gözlemlenmektedir. Otla beslenen
canlılar, çayırlardan almış oldukları otlara karşın, gübrelerini çayırlara
bırakarak yeni otların büyüyüp te gelişmesini sağlamaktadır.
İnsanoğlunu
ele aldığımızda görürüz ki, insanoğlunun Dünyamıza hiçbir katkısı yoktur.
Yalınız ve dahi yalınız, TÜKETMEK, KİRLETMEK VE YOKETMEYE GÖRE
PROGRAMLANMIŞTIR! Her şeyi, kendi dar görüşü ve doymak bilmeyen çıkarlarına
göre yorumlamaktadır! Dünya üzerinde kendi hemcinsine zarar veren yalınız
İNSANOĞULLARIDIR! Diğer canlılar kendi hemcinslerine zarar vermezler. Yemek
için öldürürler. İnsanoğulları öldürmek için öldürmektedirler. Diğer canlıların
aksine, Dünya üzerindeki, insanoğulları dâhil, tüm canlıları toptan öldürmek
için kitlesel öldürme silahları yaratmanın peşindedirler. İnsanoğlunun bu
programı, Dünyasal bir program olmayıp; Dünya’ya gelmek zorunda kaldıkları ve
kendilerini programlayan Gezegeni de yok ettikleri bir programdır!
İnsanoğulları,
çok tanrılı dinlerde,”tanrılar ya da ZEÜS verdi” söylemleriyle keser, öldürür
ve yerlerdi. Tek Tanrılı dinlerde de bu olguyu ve yetkiyi TEK TANRI’YA
bağlamasını bildiler.”Allah’ın Emri” her suçu örtmeye yetti! Tanrı’yı kullanma
yetkilerini SOMUTTAN SOYUTA taşıdılar! Bu yorum, her insanın ilkel çıkarlarına
ve öldürme programlarına çanak tutacak yetkileri vermiştir. İnsanoğlunun
yalınız kendisi cennete gider; oradaki Huriler ve Gılmanlar da insanoğlunun
seks kölesidir.”İnsanoğlu sonsuza değin
bedava yer ve içer; ellenmemmiş ve dillenmemiş dik memeli bakireler de,
Cennette ve ipek yataklar üstünde, onları beklemektedir!”
Friedrisch
Wilhelm Nietzsche-Nişi-“Zerdüşt Böyle Buyurdu!”Adlı bir kitap yazarak
Manheizm’in peygamberini konuşturmuştu. Ünlü Türk Filozof’u ve Hz. Muhammet’in
Ahfadı Cemil Sena Ongun da, bu dinin tanrısı Ahuramazda’yı konuşturduğu
“Ahuramazda Böyle Dedi” adlı şiirsel ve felsefik bir eser yaratmıştı. Bir grup
insanoğlu tanrıya giderek “GERÇEĞİN” ne olduğunu öğrenmek isterleri Yola çıkan
elli kişinin 46 kişisi geri döner. Altı kişi bir yere vardıklarında, parlak bir
buluttan bir ses duyarak yere kapaklanırlar. Ol ses:
“İnsanoğulları
neye geldiniz?”Diye gürleyince ödleri ısıtır. En genç Bilgin, yattığı yerden:
“Gerçeği
öğrenmek için sana geldik!”Der. Ses, daha da büyük bir hiddetle:
“İnsanoğulları
sizi yarattığıma bin pişmanım. Ben kimseye ne yapacağınız hususunda bir şey
söylemedim. Yaptığınız tüm kötülükleri ve söylemediğim sözleri bana
yüklüyorsunuz. Kuşlardan ve çocuklardan neden ibret almıyorsunuz!”Der ve
kesilir. Bulutun parlaklığı da yok olur, dünyayı da karanlıklar kaplar.
Büyük Alman
Düşünürü Johann Wolfgang von Goethe(26 Ağustos1749-22--- Mart 1832),”Genç
Werther’in Istırapları!” adlı bir roman yazar. Acılarına dayanamayan Genç
Werther intihar eder. Bu roman yüzünden 18’inci asırda;Avrupa’da intiharlar
artınca,Romanın yayımı bir süre yasaklanır.İnsanların ruhsal yönden
çürümüşlüğünü irdeleyen Goethe,bir öneri ortaya atar:
“İnsanlar,
neden KUŞLARI ve ÇOCUKLARI örnek almazlar?” Der.
İnsanoğullarının
Amerika kıtalarına ayak basmaları bu kıtaların canlıları için tam bir felaket
olmuştu. Bütün günahları, kendi vatanlarında yaşamak olan Kızılderililer
vahşice öldürülmüşlerdi, Nice uygarlıklar yıkılmıştı. İnsanoğulları kaçmak
zorunda oldukları Gezegenlerinden Dünyamıza inince de Beyazların Amerika
Kıtaları canlılarına yaptıklarını Dünya canlılarına uygulamıştı. Dünyamızı bir
vatan olarak değil de bir müstemleke olarak görmüşlerdi.
Zora düşen
İnsanoğlunun uyduramayacağı doktrin ve ortaya koyamayacağı kendi çıkarlarını
eksen alan bir düzen yoktur.
İnsanoğlu’nun
yine İnsanoğulları tarafından Canları, malları ve ırzları tehlikeye düştüğünde
Sosyal Sözleşmeye sarılırlar. Alman, İtalyan ve Fransız filozofları bu konuda
yarışa girerler. Habbs ile başlamış olan bu yarış, sonunda Locke ve Jean Jacgue
Rousseau’ya dayanır. J.J.Rousseau, Cenevre ve Fransa’da yaşayan, babası
İstanbul’da Osmanlı padişahının sarayında saatçilik yapan bir Fransız
filozofudur. Dünyayı Cenevre, dünya yüzünde yaşayan insanları da Cenevre’de
yaşayanlardan ibaret saymaktadır. Paris’i ve Londra’yı görünce de nutku
tutulur; Adnan Menderes’i ölüme götürecek olan “Genel İradeyi” daha derinlere
indirir.”Contrat social’i”, yazar.
Locke,
İngiliz Monarşisine karşı, Kuzey Amerika’daki İngiliz sömürgelerini
ayaklandırır.
İnsanlar;
Hayatlarını, mallarını ve Irzlarını korusunlar diye, hak ve yetkilerini
devretmiş oldukları yöneticiler, devralmış oldukları bu hakları kötüye kullanırlarsa,
hak sahiplerini ol Salak yöneticileri devirerek, devretmiş oldukları yetkilerini
geri alma hakları vardır!
Bir taraftan
bu konudaki çok geniş düşünceler insanlara ulaştırılırken bir taraftan Tanrı
adına CİHAT ve GANİMET MEŞRU ilan edilerek insanların biri birlerini
öldürmeleri emredilmektedir. Savaşlar, talanlar, ırza geçerek toplu öldürmeler
sürüp giderken; diğer taraftan dünyanın gerçek sahibi olan hayvanlardan örnek
alınarak düzenli, huzurlu ve kavgasız bir yaşam savaşı verilmektedir. Dünyadaki
tüm canlıların yaşam düzeyleri insanlarınki hariç, hiç farklılık ve iniş çıkış
göstermemektedir. Hem de bu canlıların okulları da yoktur.
Bakınız insan yaşantısındaki insanları farklı etkileme yollarına.
Fransa’da;
16’ıncı yüz yılda, Jean Bodin adlı bir Fransız, Egemenin uşaklığına
soyunmaktadır. İngiliz meslektaşlarından farklı olarak. Birileri,
insanoğullarına dünya yaşamını öğretme savaşında, ötekiler de yok edilen
Gezegendeki karmaşayı meşru kılma savaşında. Bu Jean Bodin;”Cumhuriyet’in Altı
kitabı” adlı eserinde:
“Kıral,
yönetim ve egemenlik hakkını Tanrı’dan almıştır. Bu hak devredilemez,
bölünemez. Bu haktan feragat etmek te mümkün değildir. Egemenlik hakkı, tek ve
mutlak bir haktır.” Der. Böylece, oluşmakta olan yerel otoritelere, feodal
beylerin otoritelerine, karşı Tanrı’yı da kullanarak hukuksal bir kılıf hazırlamıştır.
Topçulukta
ve keşiflerde meydana gelen büyük gelişmeler, merkezi otoritelere dayalı
imparatorluklara ve köleleştirilmeye götürür insanoğullarını. Geride ne
Toplumsal sözleşme ne de bireysel hak ve özgürlükler kalır. Bu arada hukuk ta
egemenin iki dudağı arasından çıkan sözdür. Fransız Kırallarından xıv’üncü
Louvi:
“Je suis
L’etat!” “Devlet benim!” Buyurmuş.
İşte beşinci
yıldızın patlamasına neden olan kafa ve dahi düşünce. Üçüncü bölümde buluşmak
umudu ile.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder