“ATATÜK MÜ, O BİZLERDEN BİRİDİR!”
CUMHURBAŞKANI MAREŞAL
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK. Böylesine bir soruya verilen yağdanlıkçıların yanıtlarını
beğenmeyen Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN, bu soruya yanıtıdır. O,herşeyden önce BİR
TÜRK İNSANIDIR.
Rahmetli Reşat Nuri Güntekin’in”
TANRIDAĞI ZİYAFETİ,” çok gerçekçi bir tiyatro oyunudur. Etrafı Yalakalarla
çevrili bir diktatörün bu yalakalarına oynamış olduğu bir oyundur. bu
yalakalarına oynamış olduğu bir oyundur.Yirmi senedir hapiste yatırdığı
Arkadaşı General ERHAN’I ziyafete davet ederek,ziyafet salonunda bulunan
bakanlarına,”Erhan’ın ayaklanarak şehirleri birer,birer ele geçirerek başkente
yaklaştığını duyurur.Başlangıçta,Erhan’ı öldürmek için biri birleriyle kavga
eden Bakanlar,General Erhan saraya yaklaştıkça,Diktatöre yüklenirler,onu eski
hanedanı boş yere yıkarak öldürmekle suçlarlar.General Erhan ziyafet salonuna
girdiğinde de ayaklarına kapanan Başbakan,Diktatör için yazdığı şiiri General
Erhan’a yazılmış gibi okur:”Sen göklerin hâkimisin General Erhan!”Bizleri
yaratan da sensin General Erhan?!”Şaşkınlaşan General Erhan’ı Diktatör
uyandırır:”General Erhan benim arkadaşım olarak bu ziyafete davetlidir,ayaklanma
falan da yoktur?!Der.Başbakan,istifasını sunarak:”bizim ne mal olduğumuzu
anladınız,istifa ediyorum?!”Der,demez;Diktatör:”Ben sizin ne ahlaksız
olduğunuzu Yirmi senedir bilmekteyim,başbakanlıkta kal?!”Der.Jozef Stalin için
şiirler yazılmıştır.”Bizi yaratan gökteki Allah sensin ey babamız Jozef Stalin?!”Jozef Stalinin beyin kanamasından öldüğünü anlayan
NKVD başkanı Beria:”Köhne bir diktatör öldü?!”Diye yüksek sesle memnuniyetini
göstermiştir...
“Sayın Recep Tayyip Erdoğan, SON
PEYGAMBERDİR.”Aydın AKPE il Başkanı.
“Recep Tayyip Erdoğan’ı üzen Allah’ı
üzmüş olur.”Denizlili Götkılı bir kadın.”Allah, Recep Tayyip Erdoğan’ın göğe
yansımasıdır.”AKEPELİ BİR SAPIKYALAKA.”ALLAH, YAĞMUR YAĞDIRMA YETKİSİNİ SAYIN
ERDOĞAN’A VERMİŞTİR. SAYIN ERDOĞAN İSTERSE YAĞMUR YAĞDIRABİLİR.Urfalı bir AKEPE
MV.ADAYI.”TAYYİP ERDOĞAN ANLATILMAZ, YAŞANIR. O,BU ÜMMETE ALLAH’IN BİR
LÜTFUDUR.”Mustafa Ataş, AKEPE GNL. BŞK.YRD. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’E BİNLERCE ŞÜKÜR,
ONUN SAYESİNDE BİZ TÜRK ULUSUYUZ GARİ.
OSMANTÜRKOĞUZ
26
Eylül 2013 Perşembe,
22 Eylül 2011
Perşembe.27 Aralık 2016.
Bizde; Aydın
geçinerek her türlü dönekliği, inkârı ve ihaneti yapmaktan da çekinmeyenlere
örnekler vermek istiyorum. Bence bu eyyamcılık, bir türlü atamadığımız Şark
Kurnazlığının eseridir. Önce; Orhan Seyfi Orhon’dan örnek vermek istiyorum. Bu
Dönek Şairimiz, kendisi gibi Şair olan Rahmetli Yusuf Ziya Ortaç’ın da
Bacanağıydı. “14 Mayıs 1950 tarihinde
yapılan genel seçimlerde, C.H.P’Si seçimleri ve 27 senelik iktidarını da
kaybetti. Tenkitler ve kötüleme rüzgârları, PEMBE KÖŞK’DEKİ MUHALEFET LİDERİ İSMET İNÖNÜ’YE DOĞRU ESMEYE BAŞLADI.
Şair
Orhan Seyfi Orhon;
“Bir duman oldu parti, savruldu,
Ne tavan kaldı bak, ne de dam
kaldı;
Koca şef denilen heyulâdan,
Bir koca ihtiyar adam kaldı!”
Ayni adam, daha önceleri ne methiyeler
düzmüştü: ”.Vakıa bu kolay olmadı. Milli Şefin saçlarındaki ışıklar, ta oradan
geliyor. Bunlar, on altıncı yıldönümünü kutladığımız beyazlardır. Biz, onlara,
ağaran bir fecir gibi bakıyoruz.” Bu politikacı, daha önce de; Rahmetli İsmet
İnönü için ne methiyeler düzmüştü:1
“Bir dağ başısın, ak saçın alnında bulutlar,
Çizmenle çizilmiştir, aşılmaz bu hudutlar;
Gökten Ata’nın ruhu eğilmiş, seni kutlar;
Çizmenle çizilmiştir,
aşılmaz bu hudutlar.”Ş.S.Aydemir; İkinci adam, C.3, s.489.
O’NUN sayesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin
hudutları aşılmadığı halde; insan şeklinde yaratılmış, ikiyüzlü, riyakâr
yaratıkların ruhlarındaki yapmacık sevgi ve saygı aşıldı.
Rahmetli İmran Öktem’in cenaze töreninde
öldürmeye kalkışanlara Polatlı Topçu Okulu Komutanı bir Tuğgeneral engel olmadı
mıydı?
Bu tip, kişiliksiz ve omurgasız insanlara en
güzel yanıtı İngiliz Wellington Dükü vermiştir: Napolyon’u yenen Wellington
Dükü; Londra’ya zaferle döndüğünde; kendisini coşkun alkışlarla karşılayan
kalabalık insan seline,” SABUN KÖPÜKLERİ”, demişti. Başbakan olduktan sonra,
kendisini yuhalayan kalabalıklara da, aynı biçimde ses vermişti: ”SABUN
KÖPÜKLERİ!” Maalesef, bizimkiler sabun köpükleri değil, insanlığın yüz
karasıdırlar!
İkinci Dünya Savaşından sonra; bir grup Alman
bilgini, “Büyük Dünya Olayları”, adında çok kapsamlı bir ansiklopedi yayımladı.
İsmet İnönü’nün dış politikası başlığı altındaki bir bölümde; Hipodromda
yapılan bir geçit töreninde; yerde Alman tanklarının, onların üstünde de
İngiliz uçaklarının fotoğrafları vardı!
1950 genel seçimlerinde ve daha sonraları
yapılan seçim propagandalarında; Rahmetli İsmet İnönü’ye yükletilen en
hayâsızca saldırılardan birisi de; İKİNCİ DÜNYA
SAVAŞINA GİRMEYEREK, HALKIMIZIN ERKEKLİK DUYGUSUNU ZAYIFLATTI!”Töhmeti olmuştur.”
Necib Fazıl Kısakürek te çok ünlü bir
şairimizdi. 24 yaşında yazmış olduğu “Kaldırımlar” adlı şiiri ile de çok
ünlenmişti.”Sokaktayım kimsesiz, bir sokak ortasında/Yürüyorum, arkama bakmadan
yürüyorum/Yolumun karanlığa saplanan noktasında/Sanki beni bekleyen bir hayal
görüyorum!”Dörtlüğü ile başlayan bu şiir Türk şiirinin en görkemli
örneklerinden birisi olmuştu. Kumar oynamaya tutkundu.”Namı diğer Parmaksız
Salih” adlı romanı da kumar tutkusunu irdelemekteydi.”Büyük Doğu” adlı bir
dergi çıkarmış, örtülü ödenekten yararlanmak için Adnan Menderes’e yaklaşmıştı.
Adnan Menderes’in ölümü üzerine de,”Bir Efenin Ölümü” adlı bir şiir yazmıştı.
Sonraları tam bir Türk, Türklük ve Atatürk düşmanı Arap hayranı olup
çıkmıştı.1968’de başlatılan Atatürk devrimine karşı saldırıların odak
noktasında bulunmuştu. İçinde bulunduğu THY uçağının kapısını havada açılması
sırasında, ortalığı ayağa kaldırmıştı:”Bu, bana yapılmış olan bir suikast
olayıdır!”Diyerek ayılıp, bayılmıştı. ”Bu ülke 500 senedir şehit vermemiştir.
Çünkü din uğruna savaşılmamıştır!” Sayıklaması da onundur. Şimdi Onun Mustafa
Kemal’in ölümü üzerine yazmış olduğu yazıya bir bakalım.”Atatürk’ten sonra
Atatürk”,s.211 ve devamı.26 Kasım 1938.
“Son Onbeş gündür her sabah yatağımdan kalkıp
Dolmabahçe sarayını yerinde bulduktan sonra ona varlık ve mana izafe
eden(bağlayan) unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaman bir idrak işkencesi.
Atatürk’ten bir parça halinde kalan birçok şey arasında onun yokluğu, merkezi
olmayan bir daire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal (olamazlık) hissi
veriyor. Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasile
ölüm, Atatürk’ü, hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı
götürdü. Ölüm, her insanda basit bir tezahür farkile aynı marifeti
tekrarlamasına rağmen bu son misalde bulduğu müeyyide kudretini, bütün tarih
boyunca sık, sık ele geçirebilmiş değildir. Yaratıcının bir defa bile
şaşırmamağa memur işçisi, bu misalde kudretinin her zamanki mevzu ile mevzuunun
bu defaki kudretini bir araya getirdi.”
“Mahalleden bir ölü çıktığı zaman
o semt ister istemez kendisine bir alâka düştüğünü kabul eder.Ölümün
mücerret(soyut) sirayet ve ihtarı küçük bir mesafe yakınlığını bir nevi
akrabalık haline getirir.Fakat ne de olsa kimse,ölünün evindekiler kadar davaya
muhatap değildir.Ölen ne kadar içtimai ve herkese aid bir hüviyet taşırsa
taşısın bu bağ,kan ve his yakınlıkları karşısında sadece yapma bir zihin telaşı
uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz.Bütün dünyada,kralına anası kadar yanacak
kimse yoktur..bu zalim ruh kanununa rağmen bu defaki ölüm,vatanın her evinden
çıkmış kadar göze büyük göründü.Evimizdeki bir kahve fincanının çatlaması,bize
Yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde bu defaki ölümü
hepimiz,fiili ve Şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk.İçtimai ölüler
arasında her evin ölüsü olabilmiş Kahramanlar,tek eldeki parmak sayısından
daha azdır.”
“Hiçbir Türk kendi devlet reisine
bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümid edemezdi. Osmanlı
İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama
hedef olabilmiş hükümdar yoktu. Avrupa’nın bize en yabancı milletlerine kadar
heyetlerle, askeri kıtalarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması
gösteriyor ki Garp, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık
inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan milli kahraman’ın ölüsü
karşısında da hiçbir protokol kaidesinin almadığı ve hiçbir Garplının bir
yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkarmaktadır. Atatürk’ün
gözleriyle görmediği bu manzarayı biz yalınız gözlerimizde bırakmayarak keskin
bir delalet halinde şuurumuza sindirmekle mükellefiz: O Türke hem Türkü, hem de
Avrupalıyı inandırmıştı.
“Tarihte büyük bedbinlerle büyük
nikbinlerden oluşan iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık gören,
aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde, aydınlık gören de öldürücü şartlar
karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir. Bence bu fakültelerin ikisi de,
dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartı ile, kurtarıcılara mahsus
vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata
erdirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu gördüğümüz ölüm tehlikesinden kaçırmağa
memurdur. Atatürk’ün ruhi maktalardan(kesitlerden) en alakalısı, O’NUN yılmaz
ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk, bu eşsiz nikbinliği, başta ve
sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı.
Birinci vesika: Bir millet için esaret ve mahkûmiyet anının bir vakıa halinde
teslim edildiği hengâmede bu vakıaya inanmayan tek adam O idi. Bütün dünya ile
birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit O inanmadı. Bütün dünya ile
birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit O inanmadı. Bu, Atatürk’ün
millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin tecellisidir. İkinci vesika: Milli kahraman hasta
döşeğinde günden güne fenalaşırken yakınlarından itibaren bütün Türk milletine
kadar herkes ağır bir Ümitsizlik içinde boğuluyor, fakat kendisi bir çocuk gibi
saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı
bekliyor, ölebileceğine bir an bile mümkün gözile bakamıyordu. Bu sonuncu
teselli. Atatürk, başlangıçta milletinin, sonunda da kendisinin ölümüne
inanmadı. bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı.
Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı
olamayacağı için O’NU ikinci tecellide de haksız bulamayacağız.”
“Benim gözümde birbirine bağlı
iki işin sahibi olarak iki Atatürk var. Zaman tasnifile bunlardan biri düşmanın
denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer. Biri, ölüm hükmü giydirilmiş
bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir barışla madde ve askerlik planında
muzaffer kıldı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine
karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına
girişti. Bu tarife göre birine asker, öbürüne inkılâpçı Atatürk demek hatıra
gelecektir. Atatürk’ün iki iş merhalesini temsil eden cepheleri arasında bence,
mefkûreci ve hudutsuz şahsiyet asker Atatürk’tedir. Asker sıfatı da O’NU
ifadeye kifayetsizdir. Zira bu merhalede askerlik O’NUN sadece aletiydi. Bu
merhalede O,en büyük asker olmak kıymetinin çok üstünde bir değer taşıdı. Koca
bir milletin diriliş iradesini temsil eden mefkûrevi insan olmak değeri. Bu
değerile Atatürk, beşer tarihinde sayısı birkaçı geçmeyen hakiki millet
kurtarıcılardan bir tanesidir. Dehasının sırrı da ne askeri, ne içtimai, ne de aklidir.
Aksine, laboratuar ilimlerinin çerçeveleyemediği ve aleladelikler serisinin
yanaşamadığı bir heyette ve tamamıyla ferdi ve insiyakidir. Zaten kahraman
dediğimiz meçhul yaratılış ve bünyenin bütün farikası, bu ferdi ve insiyaki
cevherde değil midir? Yoksa herhangi bir ihtilalcı başlangıçta milleti Atatürk
gibi ayaklandırabilir, herhangi bir asker kurtuluş mücadelesini Atatürk kadar
iyi idare edebilir ve herhangi bir idareci Atatürk’ün kurduğu teşekkülleri
kurabilirdi. Fakat kimse, Samsun’a çıkışından, İzmir’e girişine kadar, O’NUN
taşıdığı iş kıymet ve imanını taşıyamazdı. Bütün bu melekelerin atalet ve
felakete battığı dakikada hepsini birden yerinden fırlatacak bir ruhi adale
işidir. Kahraman dediğimiz meçhul yaratılış ve bünyenin herkesten farklı olarak
sahip olduğu hususi ve harikulâde unsur da, işte bu ruhi adaledir.”
“İnkılâpçı Atatürk’e bütün talih
ve salahiyetine asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesiyle iki
Atatürk’ten her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk. İnkılâpçı
Atatürk. Tanzimat’tan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine
kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz
randımanlı hamleler haline getirdi. Türk cemiyetinin, Tanzimat’tan beri alev,
alev yanan kafası ve ruhu ile bir türlü kararını bulamadığı, hududunu
çizemediği, mevcutlardan neyi verip, neyi veremeyeceğini, neyi alıp neyi
alamayacağını kestiremediği medenileşme davasını, bütün Şarkı topyekûn vermek
ve yerine bütün Garbı topyekûn almak şeklinde topyekûn halletti. O’NUN bu
cüretli iradesinde d,taşıdığı ruhi adalenin bir ihtizazına(titreşimine) şahid
oluyoruz. Tanzimat tabii seyrinde devam etseydi belki daha asırlarca,
Atatürk’ün vardığı bu telakki ve cesaret merhalesine ulaştıramayacaktı.
Filhakika bütün müesseseleriyle Türk cemiyetine aşılanan Garp, Türk toprakları
üzerinde ve iktisadi, ilmi, içtimai sahalarda büyük muvaffakiyetlerle yemişini
vermeye başladı. Kurtuluş zaferini takibeden merhalede Garp; kanun, şapka,
harf, yol, fabrika, banka, mektep, ordu, bütün aletleriyle vatana tatbik
edilebilmiştir. Şu kadar ki yalınız müspet bilgiler ve maddi aletler manzumesi
telakki eden ve ruhi planda Garbın da bizzat kendi kendisini aradığını bilen
bir fikir adamı gözünde bu hareket, kıymet hükmünü sarsan bin bir çetin davaya karşı,
nihayet madde çerçevesinde büyük bir ıslahçılık hareketi olmaktan ileriye geçemez.
Fikir, ahlak ve sanat cephelerile yepyeni, istiklâlli ve şahsi bir cemiyet
binası işile de bir tutulamaz. İkinci merhalenin Atatürk’ü,ıslahçılık
tarihimizin en büyük çehresidir.Fakat ilk merhalenin Atatürk’ü,aynı soydan
hâdiseler arasında,bütün beşer tarihinin en ulvi ifadesini taşır.”
“Milli
kahraman’ın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusile
teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran soylu Türk milletinin, için,
için tekeyyünleri(çoğalmaları) aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı
emniyeti.”(26.11.1938).Bu yazısından sonra; Necip Fazıl Kısakürek, çok aşağılık
bir seyir takibetmiştir. Döneklerin Şeyhi sayılabilir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder