22 Şubat 2013 Cuma

996/TÜM İNSANLIĞI KUCAKLAMAK!


                OSMAN TÜRKOĞUZ.
                osmanturkoguz@hotmailcom
               Çeşmealtı;18 Eylül 2008/Eklemeli olarak 21 Şubat 2013.                                          

            TÜM İNSANLARI KUCAKLAMAK.
 BİR DİNİ, BİR ULUSU, BİR GRUBU
                                                            VE
TÜM İNSANLIĞI KUCAKLAMAK
             
“Ulusal kurtuluş Savaşını yapan Türkiye halkına, Türk Ulusu denir.”
 “Ne mutlu Türküm diyene.”
               Yurt’ta Sulh, Cihan’da Sulh,Mustafa Kemal ATATÜRK
SUNAY AKIN'DAN."Ve Atatürk İstanbul'dan ayrılıyor, Ankara'ya götürülecek.
 İnsanlar üzüntülü, hüzün var her yerde...
 Karaköy'en geçerken birdenbire,
 'Çıt' diye bir ses..
 Çıt ! Çıt ! Çıt !
 Aa !
 Gökyüzünden düğme yağdı biliyor musunuz?!!
 Düğme yağdı gökyüzünden !
 .
 Atatürk'ün o bayrağa sarılı tabutuna düğme yağdı..
 Rengarenk düğmeler !
 Düğme yağıyor ! Çıt ! Çıt ! Düğme yağıyor !
 .
 Herkes yukarı baktı!
 O caddedeki dükkanlardan bürolardan
 Türkiye Cumhuriyeti'nin Yahudi vatandaşları var (pencerelerde)...
 .
 Ve Yahudi kardeşlerimiz, ülkenin Yahudi vatandaşları, Liderlerini, bu güzel
 insanı kendi (Matem) geleneklerine göre "gömleklerinin ceketlerinin
 düğmelerini kopararak" uğurluyorlar..
.
 Nasıl bir görüntü,
 .
 Atların çektiği top arabasında Mustafa Kemal Atatürk'ün tabutu, ve üstüne
 rengarenk düğmeler yağıyor, pencerede gözyaşlı insanlar...


NOT: GÖMLEKLERIN, CEKETLERIN DÜĞMELERI KOPARTILARAK UĞURLAMA NE DEMEKMİŞ ?BİLİYOR MUSUNUZ?"BEN SENDEN SONRA EKSİĞİM"  DEMEKMIŞ SEVGİLİ ARKADAŞLAR.

Duydun mu okudun mu? Düz saçlı beyaz tenli, ince sesli, badem bıyıklı, yalancı,dinci,üçkağıtçı Atatürk düşmanı öküz duydun mu?
Şahin Erkenez"                      

Ben,aşağıdaki yazımı,18 Eylül 2008 tarihinde yazarak adreslerime de iletmiştim.Mustafa Kemal'in tabutunun Karaköyden geçerken gökten düğme yağmuru yağdıranların Yahudi asıllı Türk vatandaşları olduğunu okuyunca çok hoşlandım.Bugünlerde lanetler yağdıran Hainlerimize bu yazımı yeniden hatırlatmak için eklemeli olarak yeniden  yayımlamaya karar verdim. Saygılarımla.                                                             Kemal’in ölümünden dört gün sonra; 13 Kasım.1938’de, Rahmetli Muhittin BİRGÜN,Son Posta gazetesinde, ilginç bir makale yayımladı:
“Dördüncü Gün.”
      “ATATÜRK VE DÜNYA.”
“Gözle görülmedikçe inanılmayacak bir şey: Beyoğlu, matem içinde. Beyoğlu cemiyetinin, akşamları en mühim eğlencesini oluşturan poker, briç ve bezik oyunlarına kimsenin el sürdüğü yok. Sokaklar tenha ve sessiz. Beyoğlu, somurtkan, kederli, dalgın. Demek oluyor ki, Beyoğlu Atatürk’ü seviyordu. Ermeni, Rum, Yahudi, yerli, yabancı; bütün o Türk olmayan Beyoğlu, şimdiye kadar bütün tarihinde, Türklüğün  derdine de, sevincine de ilgisiz kalan kozmopolit âlem, Atatürk’ün matemini tutuyor. Hâlbuki bu âlem, bundan yirmi sene önce, Müttefiklerin İstanbul’a girişini ne kadar candan alkışlamış; Atatürk’ün Anadolu’da uyandırdığı harekete ne kadar kötü gözle bakmıştı!
Aynı Beyoğlu, aynı kozmopolit âlem, yirmi sene sonra bu Türk Kahramanının arkasından gözyaşı döküyor.!
İşte; Atatürk’ün yaptığı ve bizim şimdiye kadar farkına varamadığımız bir devrim olayı budur. Eğer, Beyoğlu’nun manzarasını kendi gözümle görmesem bu hale inanmazdım. Gördüm ve anladım ki, Atatürk bu sahada da büyük bir devrim yapmıştır.
Beyoğlu, asırlardan beri Türk dünyası içinde yaşamış ve buna rağmen kendisini Türklüğün hayatına tam bağlamaya bir türlü razı olmamış bir âlem olmakla beraber küçük ve bizim yanımızda, yirmi seneden beri, yirmi seneden beri bizimle birlikte aynı milli havayı huzur ve sükûn içinde teneffüs etmiş bir muhittir. Halbuki, bugün sade Beyoğlu ve Türkiye değil, bütün dünya Atatürk’ün ölümü karşısında matem tutuyor. Hem de resmi bir matem değil, samimi bir matem…
Hâlbuki Türkiye’nin büyük matemine iştirak eden bu dünya’nın hiç olmazsa yarısı, vaktiyle, Atatürk’ten önce Türkiye’yi taksime heves etmiş, öldürüldüğü zannedilen Türk Vatanının geniş servet hazineleri karşısında ağızları sulanmış milletlerden oluşmaktadır.
Gene bu âlem değil miydi; başını çevirip, bize bakmaya bile tenezzül etmeyen?
Demek oluyor ki, Atatürk kendisini sade bize, Türk halkına değil, bütün dünyaya sevdirmişti. Bu dünya isterse Türk’ün dostu olmasın, hatta isterse Türk’ün düşmanı olsun, Atatürk’ü sevdi ve onumla birlikte Türk milletine karşı hürmet duydu. ”Türk” denildiği zaman başını çevirip bakmaya tenezzül etmeyen bu dünya, bugün, Türk’ü yüksek bir insan numunesi olarak tanıyor. ”Gür yayınları, Atatürk’ten sonra Atatürk, s.64.”Bugün;Türk milliyetçiliğini ayakları altına alanlardan en büyüğü de Türk Başbakanıdır.Haklıdır,Ergun Poyraz bu haklılığını yazdığı için Beş senedir Silivri esir kampında tutulmaktadır.Türk ulusu canını vererek,kanını dökerek başının üstüne çıkamış olduğu,Türk Başbakanı,Kürt milliyetçiliğini yaratmak uğruna Türkçülüğü ayakları altına alıyor,hem de mardin il merkezinde.Attan düşen elbetteki başbakanlıktan da sırt üstü düşürülecektir.Ben nice Usta Pehlivanlar bilirim ki kendi oyunları ile tuşa gelmişlerdir.
Vatan Gazetesi, “Atatürk’ün Anlatımıyla Ulusal Kurtuluş Savaşı,” adlı, ört ciltlik bir kitabı kuponla dağıttı. Kitabın birinci cildi, ”İşgâl Yılları”, başlığıyla yayımlandı. Birinci cildin kapağında; Selanik’ten İstanbul’daki Fransız işgâl ordusu komutanlığına atanan Fransız Mareşal’i Franchet D’esperey’in karşılama töreninin fotoğrafı vardı.
Burada bulunan bir Osmanlı subayının üzüntülü yüz ifadesi unutulur gibi değildir. Bu Aptal Mareşal’i İngiliz işgâl kuvvetleri komutanı Korgeneral  Harrington karşılamıştı.
İşte bu Densiz Mareşal Franchet D’Esperey, İstiklal caddesinden, yularını iki Fransız askerinin tuttuğu, gemsiz ve kantarmasız bir beyaz at’ın üzerinde, Yabancıların ve Osmanlı vatandaşı Azınlıkların coşkun alkışları arasından , iki tarafı İngiliz, Fransız, Yunan ve Bizans bayrakları ile donatılmış İstiklal caddesinden geçerek, karargâhına gitmişti.
Bu, bir İngiliz oyunuydu..1866 yılında; Avusturya - Macaristan İmparatorluğunu yenen Prusya Şansölyesi Prens Bismark; komutanlarının tüm ısrarlarına karşın, Prusya ordusunu Viyana’ya sokturmamıştı: ”Alman birliğini kurmam için, bana bir zafer yeter. Avusturyalı Aydınların ve Avusturya halkının düşmanlığını istemem!”Diyerek, büyük bir devlet adamı olduğunu göstermiştir.
Azınlıkların ve Yabancıların çılgınlıkları; Türkleri can evinden vurmuştu. Gördüğü  manzara karşısında, bu Ebleh Fransız Mareşal’i şişindikçe şişinmişti.
O gün, İstanbul, tam bir yabancı şehri, Beyoğlu ise karmakarışık bir insan güruhunun odaklandığı bir yer olmuştu.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in ölümünden tam dört gün sonra; o elem dolu günlerden tam (18) sene sonra; işgal kuvvetlerine güvenerek her türlü çılgınlığı yapan bu Yabancılara ve Azınlıklara ne olmuştu? Ortada ve görünürlerde; Beyoğlu sakinlerini sindirecek ne bir askeri güç, ne bir polis gücü ne de bir tehdit vardı. Bu insanları bu denli sessizliğe ve üzüntüye gömen ne idi? Bu ruhsal ve eylemsel değişikliği  kim ve nasıl sağlamıştı?
Yukarıda anlattığım iki olayın fotoğraflarını önünüze koyarak düşünmelisiniz. Bu önerim, düşünmesini bilenleredir. Arap bülbüllerine ve yabancı uşaklarına değildir. Salaklara, Solaklara ve dahi Malaklara sözüm yoktur.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in Ankara’da yapılan cenaze töreni çok görkemli olmuştu.
Avrupa devletleri askeri güç gösterisine girişmişlerdi. İngilizler, Çanakkale Muharebelerinde, bir Türk topçu mermiyle bir ayağını yitiren yaşlı bir Mareşal olan Mareşal Birwood’u temsilci olarak göndermişlerdi. Sağlam ayağındaki ayakkabısının içine Gelibolu toprağı koyan Mareşal Birwood, cenaze törenini ayakta ve dimdik izlemişti.
Türk ulusunun dostunu ve düşmanını bu denli büyüleyen şey ne idi? Gerçekleri gören gözler ve tarihin akışını irdeleyen beyinler için bunun bir tek yanıtı vardır.
Bendeniz, bu yazımla bu yanıtı açıklamaya çalışacağım.
Önce, diğer ulusların tarihlerinden kesitler vermek istiyorum. İlk sırayı Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in Çağdaşı olan devlet adamları, daha doğru bir ifade ile politikacılara vermek istiyorum. 350 şehir devletinden oluşan Almanya, (1618-1648) yılları arasında süre ve Avrupa’yı kasıp, kavuran, Otuz Sene Savaşlarından, Yedi Sene Savaşlarından ve Napolyon istilalarından harap olmuştu. Mezhep Savaşları nedeniyle de, çok Alman öldürülmüştü

XV111’inci yüzyılda yıldızı parlayan Prusya; 1864’te Danimarka’yı, 1866’da Avusturya-Macaristan imparatorluğunu, 1870-1871 yılında da Fransa’yı yenerek Alman birliğini kurmuştu.
Prusya, kendi örf ve adetlerinden yararlanarak, Medeni Kanunu’nu, Ceza Kanunu’nu, Ceza yargılama Usulü Kanunu’nu ve diğer kanunlarını meydana getirmişti. Ortak olarak işletilen Alman dili, Alman edebiyatını yaratmıştır. Özgün bir müziği ve evrensel boyutlarda güzel sanatları ortaya konulmuştur.
Bunlar ve özellikle Alman dili, Alman birliğinin meydana getirilmesine en büyük katkıyı sağlamıştır.
X1X ‘uncu yüzyıldaki sanayi devrimi, Almanya’yı süper güç haline getirmiştir. Alman birliğinin iki Büyük mimarı vardır. Birisi Prusya Şansölyesi Prens Bismark, diğeri de Mareşal J.Bernhart Helmut Von Moltke’dir.
Alman İmparatoru –Aptal- ikinci Wilhelm’in beceriksizliği, Almanya’yı, sonu yenilgi ve sosyal karmaşa ile biten Birinci Dünya Savaşına itmiştir.
Savaş tazminatı sosyal yıkıntıyı meydana getirmiş, Weimar Cumhuriyeti de bir yarar sağlayamamıştır.
Bu karmaşada, Onbaşı Adolf Hitler’in kurmuş olduğu Nasyonal Sosyalist Partisi iktidarı ele geçirdi. (3-19). Hitler olayı, TOPLUMSAL ŞİZOFRENİ’NİN EN GÜZEL ÖRNEKLERİNDEN BİRİSİDİR.
Onbaşı Adolf Hitler, ezici bir parlamento çoğunluğu sağlayınca; İşçi sendikalarını, Alman Silahlı Kuvvetlerini ve Alman polis teşkilatını ekarte ederek, kendi Polis Teşkilatını, GESTAPO’YU kurdu. Almanya’nın tüm kurum ve kuruluşlarını, ÖZELLİKLE DE ALMAN ADALET MEKANİZMASINI NAZİ PARTİSİ’NİN EMİR VE DENETİMİNE SOKTU. Aynı oyun ülkemizde de başarı ile oynanmakta,Eşeği aday gösterseler,üst mahkemeler için seçeceğini alenen söyleyen hakimleryükselebilmektedir.
S.A. Örgütü başkanı Yüzbaşı  Ernest RÖHM’Ü, yatağındaki şoförü ile birlikte öldürerek, (400.000) kişilik S.A. Mensubunu da, kendisine ait S.S’LERE kattı. Yahudilere ait iş yerleri kundaklandı. ”Uzun Bıçaklar gecesinde”, yakılan kitapların alevleriyle, Alman şehirlerinin gökyüzü kızıllıklara büründü. Yahudi asıllı bilginler, Almanya dışına kaçtılar. İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde yapılan reformlar, Türkiye’ye gelen Alman bilginlerinin yardımlarıyla gerçekleştirildi. Türk Ticaret Hukukunu Profesör Dr. HİRŞ yazdı.
Onbaşı Adolf Hitler, “İNSAN HARALARI” KURARAK, SAF-Ari- Alman ırkı yaratma deneylerine girişti.
NAZİ PARTİSİNE, SS’LERE, GESTAPO’YA, TEK TARAFLI BASINA VE NAZİLERİN EMRİNDEKİ ALMAN ADALETİNE GÜVENEREK, dünya’ya savaş açtı. (6.000.000) Yahudi’yi, gaz odalarında öldürttü. 20Temmuz.1944 yılında girişilen bir suikast teşebbüsü nedeniyle, birçok mareşal’i, subayı ve (5000) kişiyi boğarak öldürttü. Ünlü Felt Mareşal Erwink Rommel’i zehir içmeye zorlayarak öldürtüp, cenazesini de devlet töreni ile kaldırttı.
Sonunda, Almanya yenilerek, A.B.D.’LERİ, İngiltere, Fransa ve S:S:C: Birliği arasında paylaşıldı.
Hitler ve biraz önce nikahlandığı eşi Eva Braun, 30 Nisan  1945’te, Berlindeki sığınaklarında intihar ettiler. Propaganda Bakanı Dr. Göbels te, eşi ve (6) erkek çocuğu ile birlikte, aynı sığınakta intihar etti.
İkiye ayrılan Almanya’nın ortasına çekilmiş olan Berlin Duvarı, 1989’da yıkıldı. Batı Alman Cumhuriyet, S.S.C.Birliğine (7.000.000.000) Mark ödeyerek, Sovyet işgalini kaldırttı. Diğer Alman savaş suçluları da, Uluslar arası bir mahkemede yargılanarak asıldılar.
Emekli Yüzbaşılıktan Hava Mareşalliğine atlayan Göring ‘de intihar etti. (60.000.000.) insanın ölümüne ve trilyonlarca dolar maddi kayba  neden olan İkinci Dünya Savaşı da böylece, yerini çıkar savaşlarına bırakarak kapanmış oldu.
İtalya, Garibaldi’nin gayreti, Piyemento Krallığının Akıllı Politikacısı Başbakan Kont Kavur ve dahi Aptal Üçüncü Napolyon’un yardımıyla, 1870’lere, ulusal birliğini kurmuştur.
İtalya, sömürge savaşlarında geç kaldığı için, 1911’de, Trablusgarp’e ve Bingazi’ye saldırdı.
1912 yılında yapılan Uşi anlaşmasıyla da, Trablusgarp’ı, Bingazi’yi ve oniki adaları kendi topraklarına kattı.
Birinci Dünya Savaşından yağma payını alamadığı için de; Anadolu’nun çeşitli yerlerinden pay almağa kalkıştı.
Yunanlıların gözetilmesine sinirlenerek ve Anadolu başkaldırısının hışmına uğramamak için Anadolu’da bulunduğu yerleri, EFENDİ! EFENDİ! Boşalttı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, sosyal karmaşaya uğrayarak bir hayli çalkantılı bir politika içersinde bocaladıktan sonra; İlkokul Öğretmeni Benito Mussolini, ünlü Roma yürüyüşü ve güçlü çenesi sayesinde, politika dünyasında ön sıralara çıktı. Faşist Partisini kurarak ve dahi politik hasımlarını öldürterek, Onbaşı Adolf Hitlerin yoluna girmiştir.
Kara gömleklileri İtalya’nın tek söz sahibi yaptı. Sanayiyi güçlendirdi, ilkokul öğrencilerini bile asker eğitimine soktu. Antalya’ya saldırmak için hazırlık yaptı, Türklerden korktuğu için, Habeşistan’a saldırdı. Habeş savunmasını bir Türk Paşası, Vehip Paşa üstlenmiştir. Bu Vehip Paşa, Çanakkale’de, Mustafa Kemal’in kolordu Komutanı Esat Paşa’nın kardeşiydi.
İtalyanlar, Habeş savunmasını kıramayınca, tarihte ilk defa, İPERİT GAZI KULLANMIŞLARDIR.
İkinci Dünya Savaşında; Almanya’nın askeri gücüne güvenerek, Almanya safında savaşa girdi. Arnavutluk’u işgal ederek Yunanistan’a saldırdı. İtalyan ordusu, Yunan ordusu karşısında kepaze olunca, devreye Almanya girdi. Benito Mussolini, boyuna ve dahi postuna bakmadan, Fransa’dan toprak isteğinin kabul edilmemesi üzerine;  İtalyan delegesi, fiyakalı bir ses tonu ile: ”O zaman ,ordularımız Fransız sınırını  geçerler,” tehdidini savurunca, Hınzır Fransız delegesi, ayağa kalkarak:
“-Bu mümkün değildir Ekselans; çünkü sınırlarımızda gümrükçülerimiz vardır!” demiştir.
Müttefikler, Sicilya’ya çıktıklarında, İtalya Kıralı Üçüncü Viktor Emanuel, Benito Mussolini’yi tutuklatıp, Kuzey İtalya’da bulunan bir otele hapsettirmiştir. Ünlü Von Papen’in Damadı, kendisi kadar ünlü Yüzbaşı Otta Skorzeni, bir komando baskını ile Benito Mussolini’yi kurtarıp, Berlin’e götürmüştür.
Onbaşı Adolf Hitlerin yardım ve desteğiyle, Kuzey İtalya’da Faşist bir hükümet kuran Benito Mussolini, Damadı Kont Ciano’yu, Mareşal Bodoglio’yu ve bir sürü muhalifini kurşuna dizdirmiştir.
Almanlar da, tüm İtalya’yı işgal etmişlerdir. Müttefik orduları İtalya’da ilerlemeye başlayınca; Alman askeri üniformasıyla, İtalyan askerleri arasında kaçmaya kalkan Benito Mussolini, İtalyan komünist militanlarınca yakalanarak, Milano’da, Metresi Klana Pettaçi ile birlikte, kurşuna dizilerek, bacaklarından tepesi aşağıya asılmışlardır. Atatürk'ün bir kehaneti daha gerçekleşmişti:"Roma'daki Palyaço olarak tanımladığı Benito Mussolini için İtalyan halkı onu bacaklarından asacaktır!"Demişti.
Benito Mussolini, muhaliflerini öldürtmüş, Kara gömleklileri Faşist militanlarına, Almanlara ve bir sürü şakşakçısına yaslanmıştı. Hukuk düzenini de bu mantıkla kurmuştu. Şan ve şöhret sahibi olarak, ününün doruğundayken; Yugoslav Kralını Marsilya’da öldürtmüştü. ”Duce! Duce”, diye meydanları inleten İtalyan halkı, bu sefer de ölümünü çılgınca alkışlamıştı. Başı göklerde gezinen VE O’NU GÖKLERE ÇIKARANLAR, BU SEFERDE TABANLARINI GÖKLERE ÇIKARMIŞLARDI.
İtalya, ulusal birliğini çok geç kurmasına karşın; dili, müziği, resim sanatı, heykeltıraşlığı ve operası ile ön sıralara gelip oturmuştu. Köklü bir imparatorluğun mirasına ve köklü bir hukuka da sahipti.
İstanbul’un Türkler tarafından işgâli üzerine, İtalya’ya kaçan Bizanslı  Bilginler; RÖNESANSIN  İTALYA’DA DOĞUMUNU SAĞLAMIŞLARDI.
Komünistler ve bizim Tatlı Su Solcuları, ESKİ S.S.C.BİRLİĞİ DIŞINDKİ DEVLETLERİ FAŞİSTLİKLE SUÇLARLARDI. Aslına bakarsanız, Kominizim, Nazizim ve Faşizm aynı karakterde olan üç kardeş sistemlerdir.
Siyasi partiler, iktidarı almak için mücadele ederler. Bir ülkenin siyasi partileri, o ülkenin anayasasına ve siyasi partiler yasasına göre kurulur ve işlevini bu yasaların güvencesi altında sürdürür.
Silahlı kuvvetler, Polis, Adalet mekanizması, İstihbarat, devletin işlevinin yürütülmesini kurum ve kuruluşlar, devlete ait birimlerdir. Bu kurum ve kuruluşlar, anayasa ve yasaları çerçevesinde görevlerini yerine getirirler.
Siyasi partiler, anayasa’ya ve yasalara dayanarak iktidarı elde ettiklerinde, kendilerinin varoluşunu sağlayan sistemi kökünden değiştirmek hakkını nereden bulurlar?
Siyasi partiler, uygulayacaklarını söyledikleri plan ve programlarına göre, halktan oy alırlar. % de bilmem kaç oy almak, bir siyasi partiye vaat etmediği sistem değiştirme hakkını veremez.
Demokrasi trenine binenler, çıkmaz demiryolu sapağına saparak, demokrasi treninden inemezler. İnmeye kalkarlarsa sonunu da hesaba katmak zorundadırlar. Demokrasi treninin durakları bellidir. Her isteyeni, her istediği yerde trenden indirmezler.
Sistem meşru müdafaa hakkını kullanarak, bu gibilere hadlerini bildirmekten aciz değildir.
Yukarıda sıraladığım bu üç siyasi parti, iktidar olunca DEVLET’İ ELEGEÇİRİRLER. Her şey, iktidarı alan siyasi partinin malı olur. Tüm devlet kurum ve kuruluşları, iktidar partisine hizmet eder. İktidar partisi dışındakilerin yaşama hakları bile garanti altında değildir. Tüm sosyal haklar ve yaşama hakkı, iktidar partisinin kararına göre düzenlenir.
Çarlık Rusya, Deli Petro’dan sonra gittikçe büyümüş, güçlenmiş ve genişlemiştir. 1774’ten sonra, Kara deniz’e açılmış Doğu’da ve Kuzey’de, büyük denizlere çıkmıştır. Bolşoy tiyatrosu, 1773’te kurulmuş, edebiyat ve müzik gelişmiş, ünlü yazarlar, Rus Edebiyatını Batı edebiyatı seviyesine çıkarmışlardır.
Çarlık Rusya; soylular, toprak sahipleri, din adamları ve askerler üzerine kurulmuştu. Köylülerin ve işçilerin, Rus yönetiminde yerleri yok gibiydi. X1X’uncu yüzyılda; sanayideki kıpırtı, Rus işçi sınıfını yaratmış; umutsuz ve mutsuz Rus Aydınları bu sınıfa önayak olmuştur. Asilzadeler, genellikle asker ve toprak sahibidirler. Köylüler, hak ve hukuku olmayan toprak işçileridirler. Çarlık Rusya’da orta sınıf yoktur. Okuryazar oranı arttıkça, Aydınlar örgütlü hale gelmişlerdir.
1905, Rus-Japon savaşında, Japonlara feci bir şekilde yenilen Rusya’nın donanması da yok edilmişti. İlk ayaklanma, Katerina’nın sevgilisi ve Kırım Fatihi General Prens Potemkin’in adını taşıyan savaş gemisinde patlak vermiştir. Ohrana Ajanı Papaz Gabon’un Çar İkinci Nikola’ya dilekçe vermek için götürdüğü  kalabalığın  üstüne Çarın Muhafız Alayının ateş açması, sosyal patlamayı hızlandırmıştır.
Çarlık Rusya; sosyal çalkantıyı yatıştırmak için, Sırbistan’ın yanında, Birinci Dünya Savaşına girmiştir. Mareşal Hindenburg ve Kurmay Başkanı General Lüdendorf, Fransız asıllı General Fransuva’nın savaş planını uygulayarak, Tannenberk’te, iki Rus Ordusunu imha etmişlerdir.
Bu yenilgiler ve Batılı müttefiklerin Çanakkale Boğazını aşarak Rusya’nın yardımına gelememeleri, Rusya’yı iç savaşa itmiştir.
Çarlığı bırakan İkinci Nikola; karısı, üç kızı ve bir oğlu ile, komünist militanlarca kurşuna dizilerek öldürülmüştür. GÖMÜLDÜKLERİ YERLERDEN KEMİKLERİ ÇIKARTILARAK DEVLET TÖRENİ İLE ÖZEL KABİRLERİNE GÖMÜLMÜŞTÜR.
Leon Troçki’nin kurmuş olduğu Kızılordu, beş sene süren iç savaştan zaferle çıkmıştır.
Lenin; 1924 senesinde, Frengiden ölmüştür. Komünist Partisi sekreterliğine gelen Jozef Stalin, önceden tasfiye ettiği Leon Troçki’yi, Meksiko Sitideki, kale gibi evinde öldürtmüştür.
Jozef Stalin, (1198) arkadaşından (1130)’unu öldürtmüş; 1937 temizliğinde de, 3 Mareşal, 13 orgeneral, 210 general, 208 amiral ve (30.000) subay kurşuna dizilmiştir.
1932 senesindeki tarımın Sovkoz ve Kolhoz’lara taşınması olaylarında da, (8.000.000) köylü, açlıktan ölmüştür. Gizli Polis ÇEKA, ad değiştirerek MVD VE NKVD olmuştur. Genelkurmay haber alma örgütü GRU’ DAN  başka, Kızılordu içersinde, “Casuslara ÖLÜM ”SMERKS adlı bir örgüt kurulmuştur.
Hürriyeti seçtim, 1949 basımı(4-18).Paul Carell, Barbaros’sa Harekâtı, üç cilt. (5).
Sözde işçi cenneti yaratmak için yola çıkan komünist hareketi, işçileri öteki âlemdeki cennet’e göndererek, vermiş olduğu sözü yerine getirmiştir.
Papaz okulu kaçkını Jozef Stalin. Gizli polise, Polibüro’ya, Kızılordu’ya, Komünist partisi’ne kayıtlı olanlara ve GULAG TAKIM ADALARINA KUCAK AÇMIŞTIR.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, S..C’LER BİRLİĞİNİ, DEMİRPERDE GERİSİNE HAPSETMİŞTİR.
Öldürülemeyen mutsuzlar ve yazarlar akıl hastanelerine doldurulmuştur. Resmi dil Rusça olmuş;  Gürcü asıllı Jozef Stalin: ”RUS KÜLTÜRÜ ÜZERİNE, DEVLETİ YENİDEN KURACAĞIZ”, direktifini vermiştir.Mareşal Sthemenko'nun anıları.
Sovyetler birliğinde bulunan (111) millet, dilleri, dinleri ve gelenekleri göz ardı edilerek, halklaştırılmışlardır. Kilit görevlerde ve yönetim kadrolarında, hep Ruslar vardır. Türk soyundan olanlar pasif görevlere getirilmiştir. Jozef Stalinden sonrada, bu yöntem sürdürülmüştür.
Anayasaları gereği, mülkiyet ve miras hakkı yoktur. Sonraları, Miras hakkı verilmiş; her aileye de (200) metre kare toprağın kullanılma hakkı verilmiştir. Bu, Sovyetlerin işlenebilir topraklarının %4’ünü oluşturmuştur. Buralardan elde edilen sebze, meyve, tavuk ve yumurta, %96 oranındaki Sovkoz ve Kolhozlardan elde edilenlerden fazlaydı.
Tanrı tanımazlık resmi ideoloji olmuş; Hıristiyanların, Müslümanların ve Yahudilerin dini ibadetleri de yasaklanmıştır.
Mihail Gorbaçov’un getirdiği yeniden yapılanma politikası üzerine Lenin’in ve Stalin’in heykelleri yıkılmıştır. Daha, Nikita Kuruçef zamanında, Stalin’in zulmü lanetlenmiş, haksız yere öldürülenlerin ve hüküm giyenlerin itibarları, bin türlü özürle birlikte, iade edilmiştir.
Katledilen Rus Çarı İkinci Nikola’nın ve ailesinin kemikleri bulunarak ,Petersburg’da, dini ve devlet töreniyle toprağa verilmiştir. Bir grubu kucaklayan yöneticilere halk kucak açmamıştır.
İkinci Ramses’in muhafız alay komutanı, yeğeni ve AMON-RA rahibi olan Hz. Musa; Yahudi kavmini kucaklamış, diğer kavimleri de Yahudi kavminin kölesi saymıştır.
Bir zafer dönüşü, sayısız esirlerle ve sayısız ganimetlerle dönen İsrail ordusunu karşılamış, BAKİRE OLMAYAN ESİR KADINLARIN HEMEN ÖLDÜRÜLMELERİNİ EMRETMİŞ, EMİR HEMEN YERİNE GETİRİLMİŞTİR Hz. Musa, böylece sayısız kadın besleme külfetinden İsrail’i kurtarmıştır. Yahudi olmayanların kemiklerinin taşla kırılmasında da hiçbir sakınca görülmemiştir.
Hz.İsa, Yahudi olmasına rağmen, Tevrat’ın ve Kabala’nın katılığından uzaklaşmış, bireylerin kurtuluşu yolunda verdiği mücadele sonunda öldürülmüştür.
Mekke dönemi ayetleri ve sureleri incelendiğinde; Hz. Muhammed’in, bireylerin terbiyesi ve kurtuluşları yönünde mesajlar aldığı görülür.
Medine döneminde; Beni Nadir ve beni Luka Yahudi Kavimlerinin Medine’den sürülüşü ve Beni Kureyza Yahudi kavminin ergin erkeklerinin boyunları vurularak topluca çukurlara gömülmesi, hep Hz. Muhammed’in kararları ve yaş kontrolü ile olmuştur.
Hayber Yahudi kavminin uğradığı felakette ortadadır.
Hadis kitaplarına geçen çok ilginç hadisler de vardır.  ”Baban bile olsa, TÜRK’Ü ÖLDÜR.” Cennette Arapça konuşulduğundan ve benimde Arapça konuşmam nedeniyle TÜM MÜSLÜMANLAR ARAPÇA KONUŞMAK ZORUNDADIRLAR.” ”TÜM DÜNYADAKİ MÜSLÜMANLARI, Kureyşli Arap Müslümanlar yöneteceği gibi; Müslüman olmayanları da Müslüman olmayan Kureyşliler yönetecektir.” Buhari, Menakıp1;Müslim imaret2,(1818)den aktaran Dr. İbrahim Candan c.6. s.405(10)
“İnsanlar bu işte  Kureyş’e  tâbidirler, Müslümanları Müslüman olanlarına; kafirleri kafir olanlarına tabidirler.” Şakir Keçeli, Şeriat Nedir, s.228.. Mekke döneminde düzenlenen  42’inciŞÛAR’A Suresinin 7’inci ayeti:”Ve işte böyle Sana-Hz.Muhammed’e- Arabî bir Kur’an vahyetmekteyiz ki Umm’ul Kura’yı ( Mekke Şehrini) ve çevresindekileri sakındırasın ve o toplama gününün dehşetini haber veresin…: ”-Bu Kur’an, şehirlerin anası olan Mekke ve civarında oturanları uyarmak için indirilmiştir.- diyordu.
. Sonradan inen ayetlerde de: 12’inci Yusuf  Suresi, 2-3;14’üncü İbrahim Suresi, 37’inci, 16’ıncı En-Nahl-Hurma- Suresi, 03’üncü; 20’inci Taha  Suresi, 113’üncü; 39’uncu Zümer Suresinin 28’inci ayetiyle daha 3 ayette,” anlayasınız diye, bu Kur’an Arapça olarak indirilmiştir”, diyordu.
İslam’ın ilk kucaklaması, Arap kavmine ve Kureyş’e idi.
Sayın Profesör Dr. Yaşar Nuri Öztürk, 02 Ağustos 2001 tarihinde, Star gazetesinde, “İslamiyet ve Urübe” başlıklı çok ilginç bir makale yayımlamıştır. ”Yıllardır hep söyledik. İslam olanla, Arabi olanı birbirinden ayırmadıkça, İslam’ın bir Arap dini olmadığını insanlığa kabul ettiremezsiniz.!”Demişti.
Biz Türkler, Müslüman olalım derken, Arabın yağmaya dayalı baskın gazalarını Çanakkale Muharebelerine eşdeğer yaparak, Arabın iktidar kavgalarına birde Tanrısallık eklemekten çekinmedik.
İlkel ve Çağdışı Çöl Arabı’na”, KAVMİ NECİBİ ARAP” demekten dinsel bir zevk alır hale getirildik. TÜRKLÜK VE TÜRKÇÜLÜK KIPIRDANMALARINA DA, ”TÜRKİ BASİDİ”, DEYİP ÇIKTIK.
Hz. Muhammed’in Kureyş’i Haşimoğullarıyle Medinelileri üstün tutması, YALINIZ ON KİŞİYİ- AŞEREYİ MÜBEŞŞEREYİ- SAĞLIKLARINDA CENNETLE MÜJDELEMESİ, Müslümanlığın tüm Arapları kucaklamasına engel olmuştur.
Tüm milletleri Müslüman yapma  propagandası altında yürütülen yağmalar ve kırımlar da, İlkel Arabın tüm vahşetini ortaya çıkardığından İslam'ın yayılmasını kılıç zoruna bırakmıştır.
 İkinci Halife Hz. Ömer, Irandaki soygunları ve Arabın doymak bilmeyen yağma hırsını görünce: ”Keşke, Iranla aramızda ateşten dağlar olsaydı da bu haller olmasaydı” diyerek dert yanmıştır.
Mukaddime’nin yazarı Ünlü İbni Haldun da: ”Araplar bir sarayda düzgün bir ağaç görmesinler; çadırlarına direk yapmak amacıyla, o direği almak için o sarayı yıkarlar”, diyerek, tarihe not düşmüştür.
Müslümanlık, Arap âlemindeki iktidar kavgalarının asırlarca sürmesini önleyemediği gibi, bu kavgalar nedeniyle kendisi de paramparça olmuştur.
Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Hulâgu ve Yavuz Sultan Selim, bu iktidar kavgalarına son verebilmiştir.
En sonunda, ihanet, Müslüman Osmanlıya karşı HAÇLA BİRLEŞMEKTEN ÇEKİNMEMİŞTİR.
Baas Partisi ve çeşitli siyasi akımlar, Müslüman Arapları kucaklayamadığı gibi; Saddam Hüseyin’in TİKRİT CUMHURİYETİ DE. BÖLÜNMEYİ DERİNLEŞTİRMEKTEN ÖTE GİDEMEMİŞ HIRİSTİYAN GÜÇLERİN İŞGALİNE ZEMİN HAZIRLAMIŞTIR. Saddam Hüseyin, muhalefetin sesi ve soluğunu kestiği gibi, ŞİİLERİ VE ÖTEKİ AZINLIKLARA DA YAŞAMA VE NEFES ALMA HAKKINI BİLE ÇOK GÖRMESİNİN CEZASINI, ÜLKESİ İLE BİRLİKTE, ÇEKMİŞTİR. Kendisine: ”Halkına güvenmedin mi, gidersin ha!”Diyen de olmadı.
Gelmiş geçmiş kanlı diktatörlerin öykülerinden ders almadığı gibi; Mareşal Gazi Mustafa Kemal’i görmeye ve anlamaya da kültürü, zekâsı ve öngörüsü yetmedi.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in, Bandırma vapurunu aramak isteyen İşgalci subaylar için söylediği: ”Hep madde’ye  ve çeliğe tapan Budalalar; bizim bir Ülkü taşıdığımızı anlayamazlar.”
Profesör Dr. Andrew Mango, sekiz dil bilen, İstanbul doğumlu bir İngiliz Profesörüdür. Atatürk üzerine çok kapsamlı bir kitap yazmıştır. 10 Kasım 2006 tarihinde; Harp Akademisinde vermiş olduğu konferansın özetini de, Cumhuriyet gazetesinde yayımlamıştır. Bu yazının kısacık özeti şöyledir: ”Bu yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 125’inci yıldönümünü kutluyoruz. Bir devlet adamını değerlendirdiğimizde, içinde bulunduğu koşulları hesaba katarak, yapmak istedikleri yle yapabildiklerini karşılaştırdıktan sonra, miras olarak bıraktığı yapıtına bakıyoruz. Atatürk doğduğu zaman, tebaası bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu açık çözülme ile karşı karşıyaydı. Etrafında büyük devletler ise, sağlam bir kale görünümündeydi. Oysa bugün geriye baktığımızda, görüyoruz ki, Osmanlının “düveli muazzama “dedikleri imparatorluklar da son çağını yaşıyordu. Bir, iki kuşak sonra, onlar da, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi çözülmeye mahkûmdu.”
ULUS DEVLET VE DEMOKRASİ başlığı altında, çok derin bir görüş ortaya koyuyordu. Büyük devletlerin yerini, ulus devletlerinin aldığını söyledikten sonra: Güvenliğimize yönelen tehditler daha çok, bu üçüncü dünya’nın içinde oluşuyor. Kimisine göre, bu tehditler, bağımsızlıklarını yeni kazanmış olan ülkelerin demokratik rejimine sahip olamamalarından kaynaklanıyor.
Ne var ki, demokrasi, ancak bütünleşmiş, uluslaşmış işlevsel toplumlarda iyi sonuç verir. Aksi halde; serbest seçimler, etnik grup, aşiret, din, mezhep farkını sadece yansıtmakla kalmıyor, bunları tırmandırıyor da..” Dedikten sonra: ” Mustafa Kemal Atatürk te, bütünleşmemiş, geri kalmış bir toplumun başına geçmişti. Durumu gerçekçi bir gözle gören Mustafa Kemal, seçtiği hedefe ulaşmak için, önceliklerini birer, birer saptadı. Hedef, ”muasır medeniyet seviyesine ulaşıp, üstüne çıkmaktır.”diyordu.
LAİKLİK VE ÇAĞDAŞ TOPLUM başlığı altında.da, çok önemli sözler söylüyordu: ”Laiklik, hem çağdaş toplum düzeninin, hem de çağdaş bilgi edinmenin vazgeçilmez şartıydı. Dinler muhtelif, uygarlık ise tek ve evrenseldi.
Bilgi, dine göre parçalanamaz ve sınırlandırılamaz.  Bilgi ile donatılan toplumun bütünleşmesi için ortak bir dille ifade edilen, ortak bir kültürü geliştirmek şart.” diyor
“Yurtta sulh, cihanda sulh,” “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”, parolaları boş sözler değildir.” dedikten sonra, Atatürk’ün dehasını yargılıyor.
A.B.Devletleri, demokrasi söylemleriyle nerelere girdiyse, oralarını bölmedi miydi? İşte Kore, işte Vietnam, işte Yugoslavya. Son olarak ta Irak ve Lübnan. Irak’ta ve Lübnan’da işgalden hemen sonra, etnik ve dini gruplar birbirlerine girmedi mi?
Bir ülkede, köklü bir kültüre ve genel kabul’e dayalı bir idari rejim ve ulusal bütünlük varsa, demokrasi mutluluk ve güzel günler getirir. Gerisi ve aksi, o bir ülkeyi parçalayıp, dağıtmaya yönelik taktiklerdir.
Kim ne derse desin; ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI, TÜRKİYE CUMHURİYETİ, ÇAĞDAŞLAŞMA VE DEVRİMLER, GAZİ MUSTAFA KEMAL TARAFINDAN DÜŞÜNÜLÜP, ADIM, ADIM İLERLETİLEREK BAŞARI İLE TAMAMLANMIŞTIR.
Bendeniz, burada uzun bir anlatımla anlatmaya kalkışmayacağım. Onbir sene süren bir savaşın yükünü çeken, Birinci Dünya Savaşından (3.159.200) şehit ve (130.000) yaralı ile yenilmiş ve parçalanmış olarak çıkan, yıkık ve sefil bir ülke. (13.000.000) yaşlı, yorgun, aç ve acılarla sarsılmış, %3’ü okur, yazar bir ülke. Tüm yüksek okul mezunları, Çanakkale’de, Kanal’da, Irak’ta, Galiçya’da, Arabistan’da, Allah’ı Ekber dağlarında ve Ulusal Kurtuluş Savaşında yitirilmiş bir ülke.
Yunan Hayranı İngiliz Başbakanı Lloyd George: ”Türklerin üç yüz senede yetiştirdiği nesilleri, Çanakkale’de yok ettik;” diyebilmiştir.
Limanlar, tren yolları, iç ve dış ticaretimiz tamamen yabancıların ve büyük devletlerin koruması altında olan azınlıkların ellerindeydi.
Fransız Elçisi, yalınız İstanbul’da (75.000) kişiye koruma kartı vererek onlara vergi muafiyeti sağlamıştı.
Tüm ülke genelinde, yabancılara ait okullar ve misyonerler, büyük bir güven ve rahatlık içersinde, faaliyet gösteriyordu.
Sultan İkinci Abdülhamit’in yaptırmış olduğu bir araştırma sonucunda, Osmanlı imparatorluğu sınırları içersinde (384) yabancı okulun varlığı saptanmıştı. Gırtlağına kadar borca ve gericiliğe batırılmış olan ülkemizdeki Müslüman ahali; din bezirgânlarının, tarikat şeyhlerinin, cehaletin, sefaletin ve her türlü hastalığın pençesinde inlemekteydi. Müslümanlar için yol yoktu, okul yoktu, hastane bile yeter sayıda değildi.
İzmir İl merkezinde, (21) gayrimüslim doktora karşılık (3) Müslüman doktor  mevcuttu. Zonguldak’ta faaliyet gösteren (216) esnafın sadece ve dahi sadece (1)’isi Müslüman’dı.
Lozan’da, Birinci Dünya Savaşı galipleriyle ringe çık, Osmanlının  asırlık hesaplarının altından yüz akı ile çık; sonra da iftiralara uğra. İlkokul öğretmeni Benito Mussolini, asker üniforması içinde, DUCE, Başkomutan! Onbaşı Adolf
Hitler, FÜHRER-BAŞBUĞ-ve dahi, Cermen ırkının aklı, gururu, her şeyi,
Papaz okulu kaçkını Jozef Stalin, Mareşal ve  astığı astık, kestiği de kestik BAŞKOMUTAN İDİ..
Kör cehaletle, iç ve dış hainlerle, her türlü tertip ve tuzaklarla savaşacak olan ve DEVRİM YAPMAĞA KARARLI, MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL, ÜNİFORMASINI, ÇİZMESİNİ VE HER TÜRLÜ SİLAH VE ÜNVANLARINI ÇIKARIP ATMIŞ, SİVİL.
Bu hareketi, Kurtuluş Hareketinin örgütlenmesi aşamasında, Erzurum’da da yapmıştı. En yakınlarıyla, aralarında çağlar farkı var. (13.000.000) içinde yapaysalınız ve (13.000,000) ‘u tek başına kucaklamış.
Bir sürü ümmetçi, Hilafetçi Padişahı Ruy’u Zeminci ve dahi Kavm’i Necib’i Arapçı arasında yapaysalınız, ırkçı olmayan bir idealist TÜRK. Halk Mektepleri,  Millet  Mektepleri, Ankara Hukuk Fakültesi, Opera, Tiyatro, Müzik ve Tiyatro okulu, Konservatuar.
Devrim süreci, altyapı çalışmalarıyla birlikte tüm hızı ile sürdürülmektedir. İÇ VE DIŞ DÜŞMANLARIN çıkardığı olaylar acımasızca bastırılmıştır. Suikast girişimcileri lâyık oldukları cezalara çarptırılmıştır. Polis aynı polis, Jandarma aynı jandarma, Ordu aynı ordudur. Teşkilat’ı Mahsusa dağıtılmış, 1925 yılında, yeni bir Haber alma örgütü kurulmuştur. Milli Emniyet adı verilen bu yeni örgütün eylemsel olarak hiçbir yetkisi de yoktur. Ne ÇEKA’YA, NE MVD’YE; NE DE NKVD’YE benzememektedir.
DEVRİM, MEVCUT EMNİYET VE ASKERİ TEŞKİLATLARCA KORUNUP, GÖZETLENECEKTİR. Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yasası’nın ünlü (35)’inci maddesi bile bazı hürriyet âşıklarına(!) çok kalın gelmektedir.
Tüm bu büyük ve köklü işleri yapan adam, Çankaya’da, altında bir salon, bulunan, iki odalı bir bağ evinde oturmaktadır.
ATATÜRK DEVRİMİ, diğer devrimler gibi; gizli polis, ölüm mangaları ve jenositle desteklenen HÜKÜMET KARARNAMELERİYLE yapılmamıştır.
1922 yılı’nın Kasım ayı başında; SALTANAT VE HİLAFET birbirlerinden ayrılmış ve Saltanat kaldırılmıştır. Daha sonra da; Halifelik ve Şer’i ye mahkemeleri kaldırılmış, EĞİTİM VE ÖĞRETİM BİRLİĞİ YASASI YÜRÜRLÜĞE SOKULMUŞ, BU YASAYA GÖRE DÜZENLEMELER YAPILMIŞTIR.
1934 Genel seçimlerinde; (18) Kadın milletvekili T.B.M.Meclisine girmiştir.1924 anayasası, doğal hukuka göre düzenlenmiş; (35)’inci maddesine göre: ”Mülkiyet, Türklerin doğal hakkı ,” sayılmıştır. Miras hukuku da düzenlenmiştir.
04 Nisan  1926 tarihinde kabul edilen Medeni Kanunumuz, 04 Ekim  1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Mecelle ve 1876 anayasası, ekleriyle birlikte, yürürlükten kaldırılmıştır.
Atatürk İlkeleri,1937 senesinde anayasamıza girmiştir.
“Kürsü Anarşisti” diye;  ünlenen Profesör Dr.Maurice Düverger, Fransa Cumhurbaşkanları için: ”Seçimle gelen krallar”, deyimini kullanmıştır. O ünlü Maurice  Düverger, Ünlü eseri “ Siyasi partiler”,  isimli kitabında, Atatürk Türkiye’si için, şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: ”Tek partili Türkiye Cumhuriyetinde, Mustafa Kemal, demokrasiyi hedeflemiştir.” demiştir.
Sayın Kemal Kara’nın, bir zamanlar, liselerde ders kitabı olarak okutulan “liseler için Atatürk Devrimi”, adlı ders kitabında, Atatürk’ün şöyle bir değerlendirmesi vardı: ”DEMOKRASİ NİÇİN İYİ BİR REJİMDİR? Seçilen Milletvekilleri ve hatta Cumhurbaşkanı hırsız çıkarsa, değiştirme olanakları vardır.” demiştir.
Gel gelelim, günümüzde, HIRSIZLAR, RÜŞVETÇİLER, SAHTEKÂRLAR, SOYGUNCULAR, DOLANDIRICILAR VE ATATÜRK DÜŞMANLARI, KAPAĞI T.B.M.MECLİSİNE ATTIKLARINDA; MEKSİKAYA KAÇAN A.B.D. ‘LERİ SUÇLULARI GİBİ, TERTEMİZ OLARAK MİLLİ İRADEYİ TEMSİL ETMEKTEDİRLER. E.General Kazım Karabekir’in ve E. Başbakan Fethi Okyar’ın kurmuş oldukları siyasi partiler,  Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in önerileri ve özendirmeleriyle olmuştur.
           Kasım 2004 tarihinde, Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanmış bir makalesi,
mutlaka okunmalı:
             Kişinev’de toplanan uluslar arası bir konferans’ta, ”AZINLIK HAKLARI VE FEDERATİF BİR DEVLETTE BULUNAN ETNİK GRUPLARIN AYRI BİR DEVLET KURUP, KURAMAYACAKLARI, tartışılarak, karara bağlanmıştır.
Bu konferansta, “ETNİK VE DİNİ TEMELLERE DAYANARAK, FEDERE DEVLETLER KURULAMAZ”, kararı alınmıştır.
İsviçre delegelerine, ”kantonların, self determinasyon hakkını kullanarak, ayrı bir devlet kurup, kuramayacakları sorulduğunda, şu yanıt verilmiştir: ”İsviçre’deki Kantonlar, tüm İsviçrelilerin iradeleri  ile kurulmuştur. Bir kanton’un birlikten ayrılma kararı, tüm İsviçrelilerin iradeleriyle gerçekleşir.” ”Milli bir uzlaşma ile kurulan bir devletin yapısı, ancak,  yeni bir milli uzlaşma ile bozulabilir.
Dünya İnsan hakları konferansı (1993) Viyana bildirgesinde:” Kendi kaderini tayin hakkının”;” eşit haklar “ ilkesine uygun olarak, din ve renk ayırımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir hükümete sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini kısmen ya da bütüncül biçimde parçalayacak her hangi bir eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanamayacağı belirtilmiştir. Bülent Acar, Ankara barosu dergisi,1995/3,
Fransa’nın bu konudaki yorumu daha katı bir biçimdedir. ”Irk ayrımcılığı reddi: Fransız hukukunun temel ilkelerinden birisidir. Fransız hukuku, Fransız ulusunun birliği ilkesine dayanır ve bu etnik nitelikli farklılığı reddettiği gibi, hiçbir azınlık kavramını da kabul etmez. ”Fransa’nın ECOSOC’TA yayımlattığı 05 Mart.1991 sayılı belgede şöyle yazılmıştır. ”Fransız toprakları üzerinde; özellikle, ırksal, dinsel, dinsel esaslara dayalı grupların varlığını kabul etmez. Fransa’nın bu konudaki kavramları EVRENSEL bir ilkeye dayanır. Fransa Cumhuriyetinin tüm vatandaşlarının yasa önünde eşit olduğu ilkesinden ilham alır. Fransız halkının birliği ve eşitliği etnik kriterlere dayalı farklılıkları ile ilgili tüm savları yok sayar.” Pulat. YTacar, Terör ve Demokrasi, s.206.
Kişinev’de alınan kararlara, etnik grupların kendi iradeleriyle bir yerlere varamayacaklarının, bu konuda genel iradenin somut iradesine değinen kararlara rağmen; Irak’ta ve Ülkemizde oynanan oyunların yorumunu akıl ve vicdan sahiplerine bırakıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti ULUSAL KONSENSUS-GENEL KABUL- İLE KURULMUŞTUR. Bu konuyu göz ardı etmek, VATANSEVERLİKLE BAĞDAŞAMAZ. Büyük devletlerin; ULUSLAŞAMAMIŞ TOPLUMLARA YAPTIĞI  DEMOKRATİKLEŞME BASKISI İLE, ETNİK GRUPLARDAN YENİ ULUSLAR YARATMAK ARZULARININ VE POLİTİKALARININ GEREĞİDİR.
Mustafa Kemal; daha 1919’larda,din, dil, ırk, inanç ve renk farklılıklarını aşarak TÜM İNSANLARIMIZI KUCAKLAMIŞTIR. Irkçılığın yükselişe geçtiği bir dönemde, bu denli ileri görüşlülük yalınızca Mustafa Kemal’e mahsustur. Mustafa Kemal, Erzurum’da ulusal bir kongre topladıktan sonra, Sivas’a geçerek daha geniş kapsamlı bir kongre toplayarak tüm ulusumuzu kucaklamıştır. Daha önceleri, Alaşehir, Balıkesir, Edirne ve ülkemizin her tarafında yapılan kongrelerle de halkımız Mustafa kemal Paşa’yı kucaklamıştır. Asıl ve en önemli kucaklama 22 Haziran  1919 tarihinde, Amasya’da olmuştur. Amasya Genelgesiyle, GÖKSEL İRADE, YERİNİ BEŞERİ-İNSAN İRADESİNE-İRADEYE BIRAKMIŞTIR. Asırlardır, kurtarıcı beklemeye alıştırılmış Türk Halkı, kurtarıcı olarak beklediklerini de kendisinin kurtaracağını MUSTAFA KEMAL PAŞA SAYESİNDE GÖRMÜŞ VE ÖĞRENMİŞTİR. Mustafa Kemal paşa, ülkemizde var olan farklı grupların hiç birisini öne çıkarmadığı gibi, hiçbir gruba da dayanmamıştır. ”Vatanın ve ulusun birliğini, yine ulusun kendisinin kurtarıp, sağlayacağını dünya’ya ilan etmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın sağladığı uzlaşma ile tüm büyük işler başarıldığı gibi, Avrupa’nın vaatlerine dönüp, bakan da olmamıştır” bu yurdun en gerçek Efendisi, üretken Türk köylüsüdür”, diyerek, boş hayaller uğruna, kemikleri, dünya’nın her tarafına yayılan olan Türk Köylüsünü kucaklamıştır.                        
  Mustafa Kemal’in Türk Ulusunu bir bütün olarak Kucaklaması, asırlık kavgaların ve kinlerin yok olmasına yetmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında, Ankara’dan, doğruca Kırşehir’e Alevi dergâhına gider. Alevi dergâhının başkanı, kendisini, şehrin (13,5) kilometre dışında karşılar.
Enver Paşa’yı dergâhın kapısında karşıladığına göre, Padişah’a ve Halife’ye başkaldırmış Asi ve Emekli bir Paşa ‘ya yapılan bu itibar anlamlıdır.
Alevi dergâhı bir bildiri yayımlamıştır. Bu bildiri, ders kitaplarına niçin konmaz! Bildiri, kısaca şöyledir: ”Asrımızın Hz. Alisi ve Mehdisi Mustafa Kemal Paşadır. O’na yardımcı olmak ve O’nun peşinden gitmek, her Müslüman Türk’e farzdır.”
Mustafa Kemal Paşa; çok hukukçuluğu ve çok sayıdaki farklı mahkemeleri de kaldırarak; ”TEK HUKUKVE TEK YARGILAMA SİSTEMİYLE”,  karmakarışık bir güruh olan Osmanlı toplumundan, aynı haklara ve vecibelere tabi bir ulus; TÜRK ULUSU’NU YARATARAK, bu ulusu oluşturan tüm unsurları da kucaklamıştır.
Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver, Kara Harp Okuluna girerek, Türk ordusunun saflarına subay olarak girdiği gibi, (150)’ liklerden, Eşme Belediye Başkanı’nın oğlu Cemal Madanoğlu da Türk ordusunda korgeneralliğe kadar yükselmiştir.
İzmit’te, Sakallı Nurettin Paşa’nın linç ettirdiği Ali kemal’in Oğlu Zeki Konuralp, Dış İşleri Bakanlığımızın en yetenekli Büyük Elçisi olarak emekliye ayrılmış; O’nun oğlu da, Dış İşleri Bakanlığımızın en başarılı Büyük Elçisi olarak halen görevdedir.
Atatürk Devrimi, bir grubun ve bir zümrenin yararı için yapılmamıştır. İlkeler, birbirlerini kontrol edecek bir şekilde ortaya konulmuştur.
Laiklik ilkesi, tek başına, bir ulusun uygar olmasını sağladığı gibi, İç kavgalarını, Tanrı ve din sömürüsünü ve dahi Ümmet olmayı önlemeye yeter. Gericilerin ve din hokkabazlarının en büyük engeli ve korkulu rüyası bu LAİKLİK KAVRAMIDIR.
Bu ilkeden yoksun olan milletlerin içine düştükleri felaketleri göz ardı eden Sayın R.T.E. ile, Sayın Bülent Arınç Beyefendiler: ”LAİKLİK YENİDEN TANIMLANMALI,” DİYE BİR TÜRKÜ TUTTURMUŞLARDI, BİZ BU MASALLARI UNUTMADIK.
O zamanki Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer, bunlara güzel bir yanıt vermişti.  Bu yanıtı, 06.Şubat.2007 tarihli Takvim Gazetesinden okuyalım:
“SEZER’DEN, LAİKLİK TAŞI.”
“CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer. Laiklik ilkesinin Anayasa’ya girişinin 70. Yılı nedeniyle yayınladığı bilgilendirmede, ”laikliğin tanımı yeniden yapılsın” diyen Meclis Başkanı Bülent Arınç’a yanıt vermiştir. Laikliğin. Anayasa ve Anayasa Mahkemesinin kararlarında açık ve net bir biçimde yorumlandığını belirten Sezer, madde gerekçesinden yola çıkılarak, laikliği tanımlamaya çalışmanın ya da “gerekçedeki tanımı benimsemenin” hiçbir geçerliliği olamayacağını, bunun Anayasa ile bağdaşamayacağın” söyledi.
“Şimdi, bana sormak hakkınızı saklı tutuyorum:”- Niçin bu çekişmelere yer veriyorsunuz?” Anlatayım.
Atatürk Devrimi’ne ve ilkelerine topluca bir saldırı vardır. Politikacılar, din bezirgânları, iç ve dış düşmanlarımızla, kuyruk acısı olanlar ve satılık adamlar!’ da eklenmiştir. Bu doğaldır, ihanet duygusu genlerine işleyenlere dur! Diyemezsiniz.
Atatürk Devrimi, kendi iç dinamikleriyle ve Türk ulusunun benliğine yerleşen  Çağdaş değerleriyle kendisini savunmaya muktedirdir. Bizler, ”Atatürk Sevgisi,” diyerek, konuyu basite indirgiyoruz.
 Nefret’in, Sevgi’ye dönüşmesi nasıl bir olgu ise; Sevgi’nin de gücünü yitirerek, unutulması ve Nefret’e dönüşmesi, psikolojik bir olgudur. Dün çok sevilen bir liderin, başına gelenleri izledik ve izlemekteyiz
            Atatürk, Türk Ulusunun yaşam biçimi haline gelmiştir. Kılık ve kıyafetimizde O vardır;düşünce yapımızda ve yaşayışımızda , yine de O vardır.  Sosyal yaşantımızda, her türlü ihanet odaklarına karşın, bizler O’nu yaşayıp, O’nu solumaktayız.
Kendi özgür irademizle seçtiğimiz bir yaşam biçimi, irademiz dışında, bize egemen olmuştur. Biz O’nu, O da bizi terk edemez.
MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL NASIL HALKTAN BİRİ OLMUŞSA; BİZLER DE, BİRER MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL OLMUŞUZDUR.
06 Şubat 2007 tarihli Milliyet Gazetesi, laiklik tartışmasını çok ilginç bir şekilde verdi. Sayfa’nın başına, Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer’in, ”70. Yıl uyarısı” başlığını koyduktan sonra; daha büyük harflerle, ”LAİKLİK GÜVENCEDİR.” BAŞLIĞINI KOYDU.
Bunların hangi gün söylediklerinin TAKİYYE olduğunu kestirmek mümkün değildir.Sayın Arınç, o gün için şöyle buyurmuştu: ”Laiklik, vatandaşlarımıza  vicdan, dini inanç ve kanaat özgürlükleri konusunda en büyük güvenceyi sağlamıştır.
5 Şubat 1937 ‘de Anayasa hukukumuza giren laiklik ilkesi ile tüm inançlar teminat altına alınmıştır. Laik düzende herkes, dini inanç ve düşünme özgürlüğüne sahiptir. Bu nedenle, laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin vazgeçilmez ilkeleri arasındadır.”
Sayın R.T.E de, şöyle buyurmuştu: ”BİRLEŞTİRİCİ OLSUN.” Mutlulukla söyleyebilirim ki, milletimiz, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş, laiklik gibi hukukun üstünlüğü ilkelerini de içselleştirmiştir. Bütün diğer kurumlarıyla, cumhuriyetimizin de, demokrasimizin de, en büyük güvencesi, işte bu itibarla aziz milletimizdir. Anayasamızda yer almasının 70. Yıldönümünde, bugün laiklik ilkesinin, farklı inanç ve yaşam biçimleri için özgürleştirici bir güvence olarak ne kadar hayati öneme sahip olduğunu çok daha görüyoruz. Laikliği, ayrıştırıcı değil, birleştirici bir ilke olarak yaşatıp, gelecek kuşaklara taşımalıyız.”
Zannedersem, Profesör dr. Maurice Düverger söylemiş: ”POLİTİKACI, GELECEK SEÇİMLERİ DÜŞÜNÜR. DEVLET ADAMI DA, BİR ULUSUN GELECEĞİNİ, YARINLARINI DÜŞÜNÜR.”
Attıkları oyları, milli irade sayılan, evlerinde bir tas çorba kaynatmaktan mahrum bırakılıp, İFTAR ÇADIRLARININ DMİRBAŞI YAPILAN, KENDİLERİNİ BU HALLERE DÜŞÜRENLERİ BAŞTACI YAPAN, MİDESİNİ VE DAHİ TAKIM TAKLAVATINI DÜŞÜNEN KALABALIKLAR DA, BİR KİLO BULGURU, BİR KİLO NOHUDU DÜŞÜNÜRLER.
Sayın Bülent Arınç: ”Anayasamızın ikinci maddesine atıfta bulunarak: ”hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir. laikliğin tanımı dendiği zaman ben bunu anlıyorum.”Demiştir. Daha sonra da bu sözünü ve Anayasayı koruyup kollamak için ettiği andı çiğnemiştir.
Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer de: ”Laiklik, Türkiye’nin ümmetçilikten ulusçuluğa, kulluktan yurttaşlığa, bağnazlıktan çağdaşlığa yönelişini simgeler.” dedikten sonra, laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez ilkeleri arasında yerini aldığını “, vurgulamıştır
23.Aralık.2003 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde; Fransa’nın Eski Cumhurbaşkanlarından Sayın Bay Jacgue Chirac’ın  laiklik ilkesi  ürerine yapmış olduğu konuşması, tam  metin olarak, birinci sayfa’da yayımlandı.. ”LAİKLİK’İN SINIRLARI DEĞİŞTİRİLEMEZ”.
“Kamusal alanda, türban’ın yasaklanmasını destekleyen Chirac: ”Laiklik, cumhuriyetçi kimliğimizin merkezinde yer almaktadır. Artık, laikliğin sınırlarını değiştirmek söz konusu olamaz demiştir. 11
            Hasan Pulur;2 4  Ocak 2002 tarihli Milliyet’teki köşesinde, ”Böyle diyenler de var,” başlığı altında, çok ilginç bir yazı yayımlamıştır:
“Ünlü Fransız Gazeteci Piyer Lazeref, İkinci Cihan Savaşı öncesinin Fransa’sını anlatır: ”1919’a kadar, Fransızlar, cumhuriyete inanıyorlardı. 1918’den sonra,; onları cumhuriyet’ten iğrendirerek  uzaklaştırmak ve yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak ayıbına girişildi. Dışarıdan, düşmanların yönettikleri oyun, ince ve şeytancaydı. Fakat, bu oyuna  içeride paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekemezler ve  alçaklar katıldılar. ”Peki, kimdir bunlar, Lazeref’in sıraladıkları ve Lazeref’in tanımına uyan isimler, her ülke ‘de fazlasıyla vardır. Bunları bulup, çıkarmak satılmayan kalemlerin işidir. İnsan hakları, demokrasi, halkın istek ve arzusu! Bir sürü alçak politikacı ve çıkarcının arkasına sığındığı deyimlerdir.
Türkiye devleti, cumhuriyetle yönetilen, demokrasi ile de kurumlaşan ve teşkilatlanan bir rejime sahiptir. Demokrasi masalları ve yabancıların öğütleriyle cumhuriyet’e saldırılamaz. Bakınız, 3.Ekim 2001-4709/3maddesi ile değiştirilen Anayasamızın 14’üncü maddesi ne diyor: ”Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı, amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz. Anayasa hükümlerinden hiç biri; Devlete veya kişilere ,anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını  amaçlayan bir faaliyette bulunmayı  mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.
Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir. ”cepte kullanılmak üzere hazırlanmış bir anayasa kitapçığının ön sözünü, Sayın Yekta Güngör Özden yazmış: ”Devletler, bilimsel tanımıyla, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insanlık ve hukuk kurumudur. Anayasa, devletin yükümlülüklerini , özgürlüklerini güvenceye bağlayan temel hukuk belgesidir.Demokratik, laik ve sosyal  hukuk devletini ,tüm çağdaş nitelikleriyle  gerçekleştirme çabasının kaynağı ve dayanağıdır. Devletin tekliğini, ülkenin tüm’lüğünü , ulusun bir’liğini ödünsüz korumak bilinciyle..”Bu şu demektir.Bir Ümmetten bir Ulus, Cariyeden Hanımefendi, Kul ve Köle sıfatlı bir Tebaa Erkeğinden Hür bir Beyefendi Yurttaş yaratan  Atatürk’ü, O insanların kucaklaması demektir.Kim ne masal anlatırsa anlatsın; Gazi Mustafa kemal Atatürk’ün Türk Ulusunun tüm bireylerini ve inanç gruplarını kucaklayan devrimini ve İlkelerini; Anayasamız, yasalarımız tüm kurum ve kuruluşlarımız ve çağdaş yaşantımız kucaklamıştır.” Anayasa,1961.154-1982.174 maddeleri.”
14 Şubat 2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde, Profesör Dr. Suna Kili’nin “Ulusçuluk”, başlığı altında çok ilginç bir makalesi yayımlanmıştır: ”Ulusçuluk, ulus devlet kurma, ulusal siyaset gütme, çağdaşlaşmanın ön koşuludur. Batı ülkeleri de, çağdaşlaşma çabalarında geleneksel toplumdan, çağdaş topluma geçerken. Uluslaşma, ulus devlet kurna çabasına girmiştir. Unutmamak gerekir ki,
  bir toplum, çağdaş toplum, bir çağdaş devlet olarak yaşamak istiyorsa;onun siyasi kurumları ve çalışmaları bu gereklere uymak zorundadır…
Osmanlı İmparatorluğu yerine, ulusal Türk devleti, Osmanlılık yerine ulusçuluk, ümmetçilik yerine ulus, dincilik yerine laiklik, benimsenmiş ve gerçekleştirilmiştir. Atatürk Devrimi’nin amacı ulusal Türk devletini kurmak ve çağdaşlaştırmaktır.
Altı ilke de, bu devrimi yönlendiren değerler sistemidir….Atatürk, ulusal kimlik bilincini, yaşanmış ve yaşanmakta olan ” ortak tarih”, ”ortak kültür” ve “Türk milleti mensubiyetine” dayandırmıştır.” Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı, ”hukuki bir kimliktir”. Anayasa’nın 3’üncü maddesi; Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür,” diyor. Anayasa’nın 66’ıncı maddesi: ”Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ”, diyor.
Sayın Ahmet Necdet Sezer’in, 1 Ocak 2006 tarihli yeni yıl mesajında, Anayasamızda yer alan ilkelerin ışığında, şöyle diyorlar: ”Kurucu öğe olarak, tek devlet, tek ülke ve tek ulus söz konusudur; bu öğelerden ve tek dil, tek bayrak ülküsünden vazgeçemeyiz.
Atatürk, “Ne Mutlu Türküm Diyene “demiştir. Ne mutlu Türk olana dememiştir. Bu, ırkçılıktan uzak, birleştirici, bütünleştirici, çağdaş ulusal kimlik bilinci anlayışıdır.
Dil devrimini uygularken, Atatürk’ün seçtiği yardımcılarından biri, Ermeni kökenli, Türk Yurttaşı, Agop Dilaçar!dır. Agop Dilaçar, vefat ettiği 1979 yılına kadar, Türk dil Kurumunda çalışmalarını sürdürmüş ve Cumhuriyetin 50’inci yıldönümü için, ”Kutadgu Bilig” başlıklı kitabını hazırlamıştır…
Örneğin, Fransa’da tek ulus anlayışı, anayasal güvence altındadır Avrupa Konseyi’nin Irkçılık ve Ayrımcılıkla. Mücadele Komitesi’nin (ECRİ),  Fransa’dan etnik kökene dayalı istatistik istemine ,Fransız hükümeti, Şubat.2005’te,  özetle şöyle bir yanıt vermiştir.:” Azınlık kavramı, bölünmezlik ve birlik ilkesine aykırıdır. Fransa, bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir. Etnik köken, ırk ve din ayrımı yapılmaksızın, tüm vatandaşlar yasalar gücünde eşittir. Azınlık kavramı, Fransız hukukuna yabancıdır…”Oysa, Fransa dahil, aynı batılı ülkeler, azınlıklar anlayışı ile ülkemizi bölmeye çalışmaktadırlar.
Bu konuyu, uzun, uzun niçin mi yazıyorum? Mustafa Kemal Atatürk’ün; karmakarışık bir renk ve inanç topluluğundan yarattığı TEK ULUS, TEK BAYRAK, TEK DİL VE TEK VATAN  İLKELERİYLE KURDUĞU CUMHURİYETE  YÖNELTİLEN SALDIRILARIN İHANETİNİ VURGULAMAK İSTİYORUM. Bu sistemi, aynı çizgiler doğrultusunda nasıl koruyup geliştireceğimizi anlatmak istiyorum.
Gazi Mustafa kemal Atatürk, BİLİM VE AKLA DAYALIDEVRİMİYLE, TÜM İNSANLIĞI NASIL KUCAKLAMIŞSA, BİZİM DE BİLİM VE AKLA DAYALI OLARAK ATATÜRK DEVRİMİNE SARILMAMIZ GEREKMEKTEDİR. Türk politikacıları ve Türk milleti de,  Atatürk’ü VE DEVRİMİNİ ÖĞRENMELİDİR.
Merhum İsmet İnönü; Gazi MustafaKemal’in ölümü üzerine yayımladığı bildiride, O’nun için: ”İNSANLIK İDEALİNİN ÂŞIK VE MÜMTAZ TEMSİLCİSİ, EŞSİZ, KAHRAMAN ATATÜRK”, demişti.
TRT: Televizyonunda, bir Türk Profesör ile söyleşi yapan, Genç bir Rus Profesör: “Atatürk’ün, Yurt’ta sulh, Cihan’da da sulh “, özdeyişi, 21’inci yüzyıla yön verecektir. Uluslararası çalışmalar, bu özdeyiş doğrultusundadır”, demiştir.
Bakınız O, bize ve insanlığa yön verecek mirasını nasıl açıklamıştı:
“MANEVİ MİRASIM AKIL VE BİLİMDİR.”
“BEN, MANEVİ MİRAS OLARAK HİÇ BİR AYET, HİÇ BİR DOGMA, HİÇ BİR DONMUŞ VE KALIPLAŞMIŞ KURAL BIRAKMIYORUM. BENİM MANEVİ MİRASIM, BİLİM VE AKIDIR. ZAMAN SÜRATLE İLERLİYOR, MİLLETLERİN, TOPLUMLARIN, KİŞİLERİN MUTLULUK VE MUTSUZLUK ANLAYIŞLARI BİLE DEĞİŞİYOR. BÖYLE BİR DÜNYA’DA, GELİŞİMİNİ İNKÂR ETMEK OLUR. BENİM, TÜRK MİLLETİ İÇİN YAPMAKİSTEDİKLERİM VE BAŞARMAYA ÇALIŞTIKLARIM ORTADADIR. BENDEN SONRA, BENİ BENİMSEMEK İSTEYENLER, BU TEMEL EKSEN ÜZERİNDEKİ AKIL VE İLMİN REHBERLİĞİNİ KABUL EDERLERSE, MANEVİ MİRASÇIM OLURLAR.” MUSTAFA KEMAL.
“1937 senesinde, Ankara’yı ziyaret eden Romanya’nın Dış İşleri Bakanı Antenescu’ya, Ankara palas’ta şöyle demiştir: ”Bugün, bütün dünya milletleri, aşağı- yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla, insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, BÜTÜN CİHAN MİLLETLERİNİN HUZUR VE REFAHINI DÜŞÜNMELİ… Dünya’da ve dünya milletleri arasında SÜKÛN, DÜRÜSTLÜK VE İYİ GEÇİM OLMAZSA, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur. Onun için, sevdiklerime ben, şunu tavsiye ederim. Milletleri sevk ve idare eden adamlar; tabii ilkin kendi milletlerinin varlık ve mutluluğunu isterler. Fakat aynı zamanda, BÜTÜN MİLLETLER İÇİN AYNI ŞEYİ İSTEMELİDİRLER. Bütün dünya olayları, bize, bu durumu açıktan açığa ispat eder; en uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için, insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir uzvu saymak icap eder, bir vücudun parmağının ucundaki acıdan , diğer bütün organlar etkilenir. Dünya’nın filan yerinde bir rahatsızlık var ise, bundan bana ne dememeliyiz; böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla meşgul olmalıyız. Bu olay, ne kadar uzakta olursa olsun, bu esastan şaşmamak lâzımdır. İşte bu DÜŞÜNÜŞ, İNSANLARI, MİLLETLERİ VE HÜKÜMETLERİ BENCİLLİKTEN KURTARIR, bencillik, şahsi olsun, milli olsun daima fena telâkki edilmelidir. O halde, konuştuklarımdan şu neticeyi çıkaracağım; tabii olarak kendimiz için bütün gereken şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız. Bir devlet ve milleti idare vaziyetinde bulunanların daima göz önünde tutmaları lâzım gelen mesele budur.” (21)
Sorbon’da, Yunus Emre için: ” Tüm çağların en büyük filozof halk ozanı”, diyerek, Koca Yunus’un tanıtıldığına tanık olmuştum. O: ”TANRI’DAN, KENDİN İÇİN NE DİLERSEN/GAYRA DA O NU DİLE TANRI'DAN ”. DEMİŞTİR. AYNI ÇAĞDA YAŞAYAN Mevlana da; her dinden, her milletten, her renkten ve her karakterde olan tüm insanlara seslenmişti: GEL! YİNE DE GEL! NE OLURSAN OL, YİNE DE GEL! DİYE. Koca Yunus ondan geri kalır mıydı hiç? O daha yükseklerden ses vermişti: ”YETMİŞİKİ MİLLETİ BİR KABUL ETMEYENLER/ERMİŞ OLSALAR DAHİ KÂFİRDİR.” Onlardan sonra gelen ve Serez’de asılarak öldürülen Simavnalı Şeyh Bedrettin, konuya daha yüksek bir boyuttan bakmıştır: ”Yahudi sini, Müslüman’ını ve Hristiyanını, cümle insanları Tanrı eşit olarak yaratmıştır. Peygamberler ve din büyükleri bunların arasına nifak sokmuştur.”
Mareşal Gazi Mustafa kemal, çok daha yükseklerden, bir insan yüreği ve bir dahi beyninden bakmıştır.
24 nisan1934 tarihinde, Çanakkale muharebelerinin yıl dönümü için gelecek olan Yeni Zelandalı, Avustralyalı ve İngiliz ziyaretçileri için okunacak söylevi, İç işleri Bakanı Şükrü Kaya’ya bizzat yazdırmıştır:
“BU MEMLEKETİN TOPRAKLARI ÜSTÜNDE KANLARINI DÖKEN KAHRAMANLAR! BURADA BİR DOST VATANIN TOPRAĞINDASINIZ. HUZUR VE SÜKÛN İÇİNDE UYUYUNUZ. SİZLER, MEHMETÇİKLERLE, YAN, YANA VE KOYUN KOYUNASINIZ.UZAK DİYARLARDAN EVLATLARINI HARBE GÖNDEREN ANALAR! GÖZYAŞLARINIZI DİNDİRİNİZ. EVLATLARINIZ BİZİM BAĞRIMIZDADIR. HUZUR İÇİNDEDİRLER VE HUZUR İÇİNDE RAHAT UYUYACAKLARDIR.  ONLAR, BU TOPRAKLARDA CANLARINI VERDİKTEN SONRA, ARTIK BİZİM EVLATLARIMIZ OLMUŞLARDIR.”(22)
Mareşal Gazi Mustafa kemal, 19 Ocak 1923 tarihinde, İzmit’te, İzmit sinemasında İzmitlilere güzel bir konuşma yapmıştır: ”İnsanlar, huzur ile vicdan özgürlüğü ile çalışmak ihtiyacındadır. Bu ise Efendiler, toplumu yöneten devlette ve hükümette, adaletin mutlak egemen olmasıyla mümkündür. Bir memlekette, adalet olmazsa, o memlekette anarşiden başka şey yoktur. Orada, hiçbir şeyde yoktur. Adalet, yasaklarla yürütülür(21)…”
Seçimle iktidarı ele geçirenler, öncelikle, devlete ait kurum ve kuruluşları ele geçirip, sonra da devleti ele geçirmektedirler. Bunun için, dipte ve derinde, çok ciddi savaşlar yapıldığı bir olgudur. İktidar sahiplerine dert yananlar, aç olduklarını söyleyenler suçlanırken, Atatürk’e edilen küfürler ve iftiralar, fikir  ve dahi düşünce özgürlüğü kapsamına, hürriyeti kapsamına alınmaktadır. O büyük insanı, çağındaki liderlerle de karşılaştıran yoktur.
Büyük ağaçların gölgesinde ot bitmeyeceğini bilmeyen çalılar. O ulu ağaca sövmektedirler.
“Türk, İslami kabul ettikten sonra; Selçuklu ve Osnanlı dönemlerinde, Allah ve Peygamber uğruna kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş. Sonu alçaklık olan, esaret olan aşağılık bir hedefe sürüklenmiştir.” diyen Mareşal Gazi Mustafa Kemal ne mi yapmış? Tanrıyı, dini ve onun peygamberini, ibadeti ve Kuran’ı Kerim’i yasak mı etmiştir? Camileri, kiliseleri ve havraları mı kapattırmıştır? Türk milletini sonu alçaklık ve esaret olan bir yola sürükleyen hastalığın nedenlerini belirleyip, o hastalıktan kurtulma yollarını göstermiştir. Din, sosyal bir olgudur, bireysel ve toplumsaldır. Dinin, sosyal düzen kurallarındaki yeri değiştirilmiş, aklın kuralları öne çıkarılmış; esareti ve kulluğu kader sayan zihniyet ortadan kaldırılmıştır. O Büyük insan, dinlere musallat olan hastalıkları, aklın neşteriyle temizlemiştir.
O, 1925 senesinde; Balıkesir Paşa Camisinde minbere çıkarak:” daha çok Müslüman olunuz; ananızın, babanızın dizinde öğrendiğiniz gibi Müslüman olunuz”, demedi mi? Dini ve kutsal din duygularını kullanarak halkımızın beynini ve aklını dondurup, onları sömürenler ölürler, Bu sosyal hastalığımız devam ettiği sürece, devirler değişse de,ölen sömürgenlerin yerlerine dış destekli, aşağılık sömürücüler gelirler. Bu sahtekârlar, dinlerini iyi bilmeyen halkımızın baş tacı olurlar.
İngilizlerin kışkırtması üzerine, yunanlılara Anadolu felaketini yaşatan Elefteriyos Venizelos, 9. Eylül.1934 tarihinde, Nobel Ödül Komitesine bir mektup yazarak, Nobel Barış ödülünün Mustafa Kemal Atatürk’e verilmesini tavsiye etmiştir Bu mektup, 20 Mayıs 1981 tarihinde, Sayın Özgen Acar tarafından, Milliyet Gazetesinde yayımlanmıştır. Bendeniz, bu mektubu, ”Türkiye Cumhuriyeti’nin İç ve Dış Politikaları”, başlıklı yazımda kullandığım için, burada yayımlamayacağım.
Anne ve baba, nasıl çocuklarında yaşarlarsa, yaratıcı insanlar da, yarattıkları eserlerinde yaşarlar. Koca Mimar Sinan, yarattığı camilerinde, köprülerinde ve türbelerinde yaşamaktadır. Mişel Anjelo, Davut heykelinde; Leonardo da Vinci de, La jakont adlı tablosunda ve icatlarında yaşamaktadır.
Kadınlarımızı Cariyelikten Hanımefendiliğe; Erkeklerimizi kulluktan ve Tebaalıktan beyefendiliğe, her iki cinsi de özgür yurttaş haline getiren Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk te, yarattığı bu eserlerinde ve insanlık âlemi ile aynı değerlere sahip, Demokratik, laik ve Sosyal Hukuk Devleti olan, Türkiye Cumhuriyetinde yaşamaktadır.
İşte O, aklı, bilimi, tüm insani değerleri, tüm insanları ayırt etmeden, somut bir biçimde kucakladığı için, 13 Kasım 1938’de, Beyoğlu’ndaki ve tüm Türkiye’mizdeki görüntü ortaya konulmuştur.
KAYNAKÇA.
Sıra No.  Yazarın adı                    Kitabın adı.
 Nail Güreli, gür yay.-------Atatürk’ten sonra Atatürk,
Vatan Gazetesi,----------”Atatürk’ün Anlatımıyla,Kurtuluş Savaşı,4 cilt,
Williyams-Shirer----------Nazi İmparatorluğu,4cilt
Victor Andriyeviç Krevçenko----Hürriyeti Seçtim,1949 basımı,
Paul Carrell------------------------Barbarossa harekâtı.3cilt,
Mareşal Semyon Mihailoviç Shtemonko’nun Anıları,
Prof.dr. Süleyman Ateş’in ------Milliyet yay. Sorularla Kuran’ı Kerim,
İslam Ans. C.5.---------Yahudi kavimlerin felaketleri,
Prof.Dr.İlhan Arsel -----Arap Milliyetçiliği ve Türkler,
Şakir Keçeli-------------Şeriat Nedir?Ertuğrul  Aydın----Nasıl Müslüman Olduk?
Besim Atalay-----------Türk Dili ile İbadet,
Prof.dr. Andrew Mango--------- Çağımızda Atatürk, Makale ve Konferans,
Prof.Dr. Maurice Duverger,----------Siyasi Partiler,
 Takvim Gazetesi,06Şubat.2007,
Milliyet gazetesi,06Şubat.2007,
Turgut Özakman-------------Şu Çılgın Türkler,
Türkmen Parlak, Yunan Ege’ye  Nasıl Geldi? Yunan Ege’den Nasıl gitti?
İsaac Deutseher, ---------------------Troçki, 3cilt,
Yener Yay.----------------Birinci Dünya Savaşı,c.3,s.928,
Cumhuriyet Gazetesi------------28Mayıs.2003,
Ender- Mehmet Tiftikçi--------Atatürk ve Hukuk,22-Erol Mütercimler—Gelibolu-1915.

Hiç yorum yok:

İzleyiciler

Blog Arşivi