1 Haziran 2011 Çarşamba

387-ULUSAL BİLİNÇ

                                                                                        
                        OSMAN TÜRKOĞUZ
                        osmanturkoguz@hotmail.com
                        Çeşmealtı,01 Haziran 2011.
                       
                   Bu küçücük kitabım, Recklinghausen Atatürk Eğitim Ve Kültür Merkezi tarafından yayımlanarak geliri Atatürkçü Düşünce Derneğine bırakılmıştır.
                   Ne Mutlu Türküm Diyene“Bugünden sonra; divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste, meydanda, Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır”Karamanoğlu Mehmet Bey, Oğuz’ların Afşar boyundan.13 Mayıs 1277.23yaşında iken Ermenek’te Moğollar tarafından oklanarak öldürülmüştür. Bakınız Mirliva Mustafa Kemal,1919’da neler yazmış!
                        “Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve refahsın bir ehemmiyeti, bir kutsallığı vardır. Biz bunlardan, ancak yine bu aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus vazifesini yapmak için ayrıldık. Milletin kendi hayatını kurtarmak, kendi meşru hakkını müdafaa etmek için çıkardığı sese iştirak etmek, her kendini bilen vatandaşın vazifesidir. Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa umumi şerefsizliğin yıkıntısı altında, şunun bunun kişisel şerefi de parça, parça olur. Biz, umumi şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla iştirakimize mani olabilecek şahsi rütbeleri, mevkileri de umumi şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğruna feda ettik.”Mustafa Kemal,1919.
                                               SUNU
                        Padişahı, sadrazamı, Şeyhülislamı, Sait Mollası Müslümanı ve Hıristiyan’ı ile tüm devletler, ihanet ve kölelik yarışına çıkmışken; Türk kadını, kızı, erkeği ve oğlu ile büyük bir destanı yazmaya hazırlanıyordu. Yerli ve Osmanlı tebaası Rumlar çete teşkilatlarını kurarak masum ve günahsız Türkleri öldürmeye başlamışlardı. Tabanca, piyade tüfeği, makineli tabanca, hafif ve ağır makineli, top ve cephanelerini Merzifon Amerikan Kolejinin mahzenine depolamışlardı. Bu durumu görerek Kuvayı Milliyecilere bildiren temizlikçi Türk Kadının kişiliğinde iş bu kitapçık tüm Türk Kadınlarımıza sunulur. Osman Türkoğuz, Gazi Mustafa Kemal’in Neferi.
“Ulusal bilinçten yoksun olan uluslar, başka ulusların avı olurlar.”Gazi Mustafa kemal Atatürk.
                        Gazi Mustafa Kemal’in getirmiş olduğu düzende, her şey karşı karşıya düşünülemez. Toplum, kendi çıkarlarını düşünerek alacağı kararlarla bireyin çıkarlarını da gözeterek, onların çıkarlarını da karara bağlamış olur. Birey de, kendi çıkarlarını düşünerek alacağı kararlarda, içinde bulunduğu toplumun ve tüm insanların çıkarlarını düşünmek zorundadır. Gazi Mustafa
Kemal, özel yaşantısında bile bu kuralı aynen uygulamıştır.
                        Gazi Mustafa kemal Atatürk,1937 senesinde, toplumla bireyin çatışır durumda olmadığını, her ikisinin de yan yana olduğunu vurgulamıştır. Devletin kişi ile olan ilişkilerinde kişi ile aynı düzeyde olabilmesini ön görmüştür. Devlette, bireyine karşı patronluk yoktur, olamaz da.
            Devletimiz, düzenlemiş olduğu yasalarla bireylerin geleneklerinin dışına ve üstüne çıkmamıştır. Birey de, tüm yaşamı süresince topluma, toplumun kurallarına uymaya özen göstermiştir. Bunca asırların, bunca acılı ve kanlı deneyimlerinden sonra, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından bu haklar, yetkiler ve sorumluluklar yasal olarak düzenlenmekle kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti Devletince ve Türk Milletince de gelenek olarak kabul görmüştür. Devleti baba olarak görme geleneği, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin Türk Halkına yapmış olduğu haksızlıklara ve şiddetlere karşın, gelenek olarak sürdürülmüştür.”Devlet Baba!”başka hiçbir ulusta bulunmayan bir sıcak yaklaşım, yalınızca Türk Milletine özgüdür.
            Rahmetli Halide Edip Adıvar’ın “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adlı eserinde anlatılan bir yakarış biçimi çok ilginçtir. Sivrihisar tarafında, Yunan zulmüne uğramış Fakir ve Perişan halkımız:”Jandarma zulmüne razıyız, yeter ki Yunanlılar gitsin!”Diye yakarmaktadırlar. Anam Rahmetli Halime Kadın anlatırdı. Yunan işgali sırasında, köyümüzün orta yerindeki taş oturaklara oturan, Kocalarını Balkan Savaşında, Çanakkale’de ve Kanal’da yitirmiş olan yaşlı Kadınlarımız, her Allah’ın günü, ellerini semaya açarak:
            “Ulu Tanrımız; ikindiye kadar Devletimize, ikindiden sonra da kendimize çalışalım. Yeter ki bu zalim düşman ülkemizden gitsin!”Diye yakarırlarmış. Kendilerini kocasız ve ekmeksiz bırakmış, asırlarca ham hayaller uğruna kanlarını dünyanın dört bir tarafında akıtmış olan devlete bu denli bağlılık niye?
            Emekli Jandarma Tümgenerali Rahmetli Kemal Seber anlatmıştı. Bir suçu söyletmek için falakaya yatırdıkları Yaşlı bir adam, tabanına sopa ile vurduklarında şaşkınlık içersinde köyün muhtarına sorar:
            “Bunlar kim? Niye benim tabanıma vuruyorlar? Muhtar:
            “Bunlar devlet!”Deyince; Yaşlı adam, sırtüstü yatırıldığı yerden ellerini semaya açarak:
            “Şükür Devlete, şükür devlete!”Diye dua eder.
            Uşak yöresinde anlatmışlardı. Başkomutanlık Meydan Muharebesinde perişan edilen Yunanistan’ın Küçük Asya Ordusu, İzmir’e ulaşmanın derdine düşer. Murat dağının eteklerinde koyunlarını otlatmakta olan, Kara kuru aç ve sefil bir çobana rastlarlar. Kendilerini Afyon-İzmir demiryoluna götürmelerini teklif ederler. Adı Çeçeli Kara Murat olan bu Türk Genci önde, peşi sıra Yunan askerleri olduğu halde,Murat dağının derinliklerine doğru ilerlerler.Sonunda da bu Türk kılavuzcunun kendilerini yanlış yöne doğru götürdüğünü anlarlar.Yunanlı komutan:
            “Bizi yanlış yöne getirmişsin. Bunun sonucunun ölüm olduğunu bilmiyor musun?”Diye bağırdığında; Çeçe Köylü Kara Murat:
            “Benim görevim bu, seninki de öldürmek’!” Der ve süngülenerek öldürülür.
            Yunanlı Komutan yanındaki Yunanlı subaylara:”Yanlış yere gelmişiz Beyler. Kendisine hiçbir şey verememiş bir devlete bu denli bağlı insanlar oldukça yenilmiş olmamız doğaldır!”Der.
            “Ulusal Bilinç” adlı seri yazım Zonguldak’ta yayımlanan uyanış gazetesinde yayımlanmıştı. Bu yazı çok ilgi çekmiş ve fotokopileri elden ele dolaşmıştı. Yenik Yunan Ordusunun bir birliğini Murat dağının derinliklerine götürdüğü için, Yunanlılarca öldürülmüş olan çeçe köylü kara Murat’tan da söz etmiştim. Nice soytarıların ve hainlerin kahramanlığa yükseltildiği günümüzde, bu Gerçek kahramanımızın saklı kalmasına rastlantıların izin vermediği de bir gerçektir.1992 Yılının Mart ayını soğuk bir gününde, Ankara’da Şampiyon dershanesinin Müdürlük görevimi sürdürürken Uzun boylu, eski fötr şapkalı yaşlı bir Bey’in benimle tanışmak istediğini söylediler. Dershanenin sahibi de benim eski öğrencilerimden Uşaklı Adnan Cengiz Bey idi. Bu yaşlı Uşaklı hastalık hastası olmuş, kendisini ünlü bir Tabibe gönderdik ve ilaçlarını da aldık. Uşak üzerine konuşurken, Çeçe köylü Şehit Kara Murat’tan söz ettiğimde, O yaşlı adam oturmakta olduğu koltuktan havaya sıçrayarak:
            “Albayım! Albayım, o isimsiz kahraman benim dedemdir, ulusal ilgi beklemektedir !”Dedi. Beline sarmış olduğu bir bez çıkından dedesinin adını taşıyan sokağın isim levhasının fotoğrafıyla, Uşak Kaymakamı Fikret Karakoyunlu’nun 1941 yılında yapmış olduğu Şehit Kara Murat ile ilgili konuşmasını verdi.  Uşak İl Jandarma alay Komutanı Jandarma Yarbayı Hamit Sarıkaya’ya güzel bir mektup yazarak konu ile ilgilenmesini istedim. Kendisiyle Zonguldak’ta görev yaptığım sırada tanışıklığımız vardı. Uşak,1954 senesinde il yapılmıştı. Rahmete kavuştuğunu sandığım sayın Fikret Karakoyunlu’nun konuşmasını aynen vermekle yükümlü olduğumun da bilincindeyim:
                                   ÇEÇE KÖYLÜ KARA MURAT.
                                   “Milli Mücadelede Uşak.
            “Hey Efeler diyarı Uşak hey! Ben şimdi senin ebediyetleşmiş kahramanlık destanlarından ancak mütevazı bir yaprağı çeviriyorum. Gözlerimin önünde, aslan yelesi gibi omuzlarını okşayan güzel çıkmaları, güneşten kavrulmuş Mor teni ile yeryüzünün en asil gururunu taşıyan eğilmez başıyla Kara Murat canlanıyor. Bütün bu, adlı ve adsız ilke kahramanları, şimdi Dumlupınar’da granitleşmiş güneş gözleriyle ebediyete bakan Meçhul Asker Abidesi’nin alnında ve göğsünde yaşıyor. Abideler, heykeller olmasa da dünya tarihi yeryüzünün en Bahadır ve Muhteşem Kahramanı olarak daima bizim Mehmetçiği selamlayacaktır. Askerden henüz tebdili havayla dönmüş delikanlı tasavvur ediniz. Bu sırada Türk Milleti mukadderatının en kanlı ve uğursuz günlerini yaşamaktadır. Kara Murat, Uşak-Gediz arasındaki Kursa yamaçlarına yaslanmış derin bir ıstırap içinde düşünürken bir aralık gözleri çok uzaklarda askeri bir yürüyüş koluna takılıp kalıyor. Tertemiz yüreği bunların düşman askeri kuvvetlerine mensup olabileceğine ihtimal vermek istemiyor. İçinde hiç sönmeyen bir ümit meşalesi var sanki.Kol yaklaştıkça Kara Murat’ın sinirleri geriliyor.Nihayet acı hakikatle karşı karşıya gelmiştir.Kara Murat’ı çağırıp,yol soruyorlar.
            “Bizi en kısa yoldan Uşak-Afyon demiryoluna götüreceksin!” Kara Murat, yorgun ve hasta ciğerleriyle soluyor. Karşısındaki acı hakikate rağmen içindeki meşale hâlâ sönmemiştir. Titrek ve heyecanlı bir sesle, adeta homurdanır gibi, şu azimli ve kararlı cevabı veriyor:
            “Peki, gidelim!”
            Bir saat sonra, bir askeri kıta, Kursa deresinin en sarp, en çıkılmaz ve müdafaaya en elverişsiz yerinde bulunuyor. Bu sarp ve çıkılmaz dereye niçin ve hangi maksatla sokulduğunu anlayan Yunan Kumandanının vahşi bir tavırla bağırdığını işitiyoruz:
            “Hain! Alçak!”
            Yine azimli bir cevap, ıstırap dolu ağır bir ses, dünyanın en feragatli ve asil sesi, Kara Murat’ın sesi duyuluyor:
            “Namert Gâvur, istediğini yap, bir Kara Murat’la bu Millet ölmez, ben vazifemi yaptım.”Kara Murat’ın hasta ciğerleri süngülerin namert ucuyla deliniyor. türk Milleti, istiklal ve şerefi uğruna Kahraman evlâtlarından birisini daha bağrına gömüyor. Kara Murat’ın göğsüne Türk Bayrağı gibi yayılan temiz kan, bir kere daha bu topraklara öz cevherini ve vatana olmak vasfını verirken, tepeleri ele geçirmiş olan Türk Kumandanı, Kursa deresine sıkışmış olan düşmandan “teslim” işareti alıyor. Fedai bir Türk çocuğu düşmanı hayatı pahasına ve neticesini bilerek, Kursa deresinin çıkılmaz bir yerinde pusuya düşürmüşken, uzaktan hâdiseyi seyreden Hafız adlı diğer bir Kahraman da bu haberi Uşak’ın Minkirap köyünden Seyfi vasıtasıyla en yakın Türk birliğine ulaştırıyor.
            Pek az zaman sonra müjdeler birbirini kovalıyor. Bedbaht düşman kumandanı civanmert hasmı önünde dizini toprağa değdirerek kılıcını törenle en büyük askere Mustafa kemal’e teslim ediyor.”
            “Türk Milletinin kahraman evlatları makûs giden talihlerini bir kere daha yeniyorlar. Biz bu toprakları, Kara Murat’ların, Halil’lerin, Mehmet’lerin ölçüye ve akla sığmayan fedakârlıklarına borçluyuz. İstiklalimizi onların kanı ve kemikleri üzerine üzerinde kurduk. Kara Murat’ların, Mehmet’lerin büyük hatırası önünde taktis ve tazimle eğilerek yürekten şu hakikati tekrar ediyorum: “NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!”
            Bendeniz; Ankara’dan doğruca Uşak merkezine indim. Afyon-İzmir yolununun Uşak Şehir merkezinden inen yol ile kesişmiş olduğu göbeğe”Farmanın Göbeği” derler! O dört yolun Güneydoğusunda, Doğuya doğru uzanan caddenin adı “ ÇEÇELİ MURAT CADDESİ’”DİR. Mavi zemin üzerine yazılmış bu caddenin levhasını ellerimle okşadım ve öptüm.
                                   MEHMETÇİK!
            Çağları değiştiren yüreğindeki kandır,
            Zaferleri kazanan ruhundaki imandır.
            Hangi görevi alsan ölür, dönmezsin geri,
            Sen çağların en yiğit, en yürekli askeri,
            Sancağındır gönlünde Atatürk’ün İlkesi,
            Ölümsüzdür sayende Türkün şanlı ülkesi.

            Yolunu aydınlatan senin ölmez atandır,
            Uğruna öldüğün şey, ölümsüz bu vatandır.
            Her çağda en öndesin yiğitlikte, mertlikte,
            Senin ölümsüz Pirin Ankara’da yatandır.
            Sancağındır gönlünde Atatürk’ün İlkesi,                                                          Ölümsüzdür sayende Türk’ün şanlı ülkesi.

            Şimşek gibi çakarsın dost ve düşman gözünde,
            Yiğitlik destanlaşır senin yiğit özünde.
            Şüphe yok, yalan da yok verilmiş her sözünde,
            Sen en kutsal varlıksın ulusunun gözünde.
            Sancağındır gönlünde Atatürk’ün İlkesi,
            Ölümsüzdür sayende Türk’ün şanlı ülkesi.

            Sırpsındığı, Kosova Sakarya, Dumlupınar,
            Her meydan savaşında senin ölmez adın var.
            Ortaasya’dan çıkıp, Manş denizine kadar,
            Her kıtada adın var, her destanda yâdın var.
            Sancağındır gönlünde Atatürk’ün İlkesi,
            Ölümsüzdür sayende Türk’ün şanlı ülkesi.

            Fedakârlık kanında ATATÜÜRK’TEN mirastır,
            Ülkene kan bağışın yalnızca sana hastır;
            Sana düşman güçlerin kaderi derttir, yastır;
            İtaat Bayrak gibi Türklükten tek mirastır.
            Sancağındır gönlünde Atatürk’ün İlkesi,
            Ölümsüzdür sayende Türk’ün şanlı ülkesi.
           
. Sakarya Meydan Muharebesinde yendiğimiz Yunanistan’ın Küçük Asya Ordusu başkomutanı Korgeneral Anastasios Papulas’ın Yuna Hükümetine vermiş olduğu raporunda, şöyle bir değerlendirmesi vardır:
            Türk Askeri Komutanına, Peygamberine bağlı olduğu gibi bağlıdır!”
            Divan’ı Lügat’it Türk’ün yazarı, Ünlü ve Büyük Türk Bilgini Rahmetli Kaşkarlı Mahmut, Arap akımının İslamiyet adı altında sürdürüldüğü bir dönemde var gücü ile Türklük Bilincini savunmuştur.1072 yılında; Bağdat’taki Arap Emevi Halifesine taktim ettiği kitabının başına şöyle yazmaktan çekinmemiştir.
            “Yüce Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu, onların ülkeleri üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürdüğünü gördüm. Tanrı, onlara TÜRK adını verdi. Onları yeryüzünde ikbal kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya uluslarının yönetim yularını onların ellerine verdi. Onları herkese üstün eyledi. Karahanlıların devlet dili olan Türkçe ile yazılmış olan bu Ünlü eser, Araplara Türkçe öğretmek amacını taşımaktaydı. Kitabın yazarı Kaşkarlı Mahmut, Bağdat’a kadar giderek kitabını eliyle sunduğu Arap ABBASİ Halifesine de şöyle demiştir:
            “Tanrı, Türkleri yeryüzüne ikbal kıldı. Dünya uluslarının yönetim yularını onların ellerine verdi. Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iş olur.”
            Secere’i Terakime’nin yazarı Ebulgazi Bahadır Han:
            “TÜRK OLARAK DOĞMAM HER TÜRLÜ ÖVÜNMEDEN DE ÜSTÜNDÜR!”Demektedir. Hemi de 17’inci asırda!
            ABBASİ Halifelerinden Memun, Ünlü Harun el Reşit’in üç oğlundan birisidir, Halife olarak   (M.S.813-833) tarihleri arasında saltanat sürmüştür. Sarayına toplamış olduğu çeşitli uluslardan Ozanlara övünmelerini emreder. Arap asıllı Ozan; Hz. Peygamber’in Arap oluşundan, Kur’an’Kerimin Arapça indirilişinden ve Arap Ulusunun soyluluğundan ve büyüklüğünden söz ederek susar.
            Rum ozanı da, Eski Yunanın sanat, bilim ve mimarideki büyüklüğünden söz eder Aristo bizdendir, Sokrat ta bizden diyerek sözünü tamamlar.
            Acem ozanı da; Pers hükümdarlarının saraylarının görkeminden ve zenginliklerinden başlayarak Asur’u ve Mısır’ı dize getirdiklerinden dem vurur ve susar. Sıra Türk ozan’a geldiğinde; Halife Memun, müstehzi bir gülüşle:
            “Haydi, sen de övün bakalım!” Der. Şehzade Mutasım’ın anası Türk olduğu için, Türklere özen gösterirdi. Halife olduğunda da Samarra şehrini kurdurarak oraya taşınmış, muhafız alayını Türklerden oluşturduğu gibi samarra’ya da Türkleri yerleştirmişti. Halife Memun’un Türk asıllı ozanı hafife almasının altındaki neden de bundan olsa gerektir.
            Öteki ozanlar biri birlerine bakarak, bunun övünecek nesi var acep gibisinden dudak büküp, gerdan kırarlar.
            Türk ozanı, şöyle bir gerinir ve eydirir:
            “Benim doğduğum Türk ellerinde, gerçi ne Arap’ın ne Acem’in, ne de Rum’un övündüğü şeyler yoktur. Fakat benim doğmuş olduğum topraklarda Tanrı köle yaratmaz!”Diyerek, dimdik oturuşunu sürdürür.
            Daha sonra Türk’ün ve Türklüğün en büyük hizmetkârı gelir, kendisi, kendisini böyle kabullenmiştir. Mareşal Gazi Mustafa Kemal gelmiş; Türk Türklüğünün bilincine varabilmiştir. Türk Türklük için, Türklük te Türk ve insanlık için çalışmaya koyulmuştur. Başka uluslar, mutluluğu maddi zenginliklerde ararlarken, Türk Türk olmakla mutlululuğunu dünyaya duyurmuştur.
            Zaman gelmiş, zaman geçmiş; sağda vuruşanlar sağdaki devletlerin, solda vuruşanlar da soldaki devletlerin uşağı olmuşlardır. İhanetler ve kölelikler çift yönlü işlerlik kazanmıştır. Babası Türk ordusunun şanlı bir Generali iken, oğul da Melina Merküri’nin ihanet cephesinde Yunanlı bir köle olabilmiştir. Vatan; Millet; Din ve İman diyenlerin kimlerin kulu ve kölesi oldukları da ortaya çıkmıştır.Osmanlının öldürmeye çalışmış olduğu Türklük bilinci,bazıları tarafından Cumhuriyetimiz ve üniter  yapımız aleyhinde kullanılmıştır.
            Ankara’daki SSC Birliği Büyük Elçiliğinde Askeri ataşelik yapan; Küba krizinde Kennedy’ye ajanlık yaptığı suçu ile kurşuna dizilen Kurmay Albay Olegs Penkovsky’nin, biz Türkler hakkında kesin bir yargısı vardı:
            “Türkiye’de Ajan bulmak ne mümkün! Kime ajanlık teklif etseniz soluğu poliste alır!” Diyordu.
            1937 yılında; Cumhuriyet Bayramı gecesi SSC Birliği Büyük Elçiliğine hiddetle gelen Cumhurbaşkanımız ve Başkomutanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal, Komünist Partisi Genel sekreteri Jozef Stalin’in kendisine çekmiş olduğu kutlama telgrafı üzerine Büyük elçi Karahan’a çıkışırken, araya giren NKVD Şefine dönerek:
            “Sen, Türkiye’de kullanılacak köpek olmadığını ne zaman anlayacaksın?” Diye çıkışır.           Büyük Elçi Karahan’a hitaben:
            “Stalin bana Cumhuriyet bayramımızı kutlama telgrafı çekmiş. Telgrafını iade ettim. Bana Sovyetler Birliği Cumhurbaşkanı Kalinin kutlama telgrafı çekebilir. Stalin konumu dolayı ile Başbakan İsmet İnönü’ye kutlama telgrafı çekebilir. Biz, küçük bir coğrafyaya sığınmış büyük bir milletiz. Günümüzde uluslarararası kaderi küçük sanılan devletler tayin edecektir. Stalin bizi küçük görüyorsa, ben bu akşam Kars’a ordularımın başına hareket edeceğim. Stalin de sınıra ordularının başına geçsin, kim küçükmüş görelim!” Der. Büyük Elçi Karahan,”bu benim elçiliğimin sonu olur “,der Jozef Stalin özür dileyerek işi tatlıya bağlar. Büyük Elçi Karahan da Moskova’ya çağırılarak fırınlanır!
            Şimdilerde, ne oluyor Sayın Bayanlarımız ve dahi Beylerimiz? Ulusal Bilincimize neler oluyor? Kimisi din adına, kimisi de ideoloji adına Nasıl oluyor da ulusal Bilinçlerini yitiriyorlar? Anayasamızı koruyup, kollayacaklarına ant içenlere ne oluyor da antlarını tam tersine hareket ediyorlar? Bu durumlarımızın nedeni nedir ve sorumlusu da kimlerdir? Hiç düşündük mü?
            Daha önce de çok yazılmıştı. Ben dahi yazmıştım. Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı vakit, Samsun caddelerinin birisinde, terhis edilmiş bir Türk askerinin ağladığını görür ve sorar:
            “Niye ağlıyorsun hemşerim? Der. Gözyaşlarını elinin tersi ile silen Türk askeri:
            “Niçin ağlamayayım Paşam? Ülkemizin haline bak; bu durumda bir de beni terhis ettiler.!” Der ağlayan Anadolulu.
            Mustafa kemal, Levazım reisine döner ve:
            “Bunu giydiriniz bir de silah vererek benim kapıma nöbetçi dikiniz. Bu, benim ordumun ilk eridir!”Emrini verir.
            Mustafa Kemal, komutanlığına tahsis edilen dairede çalışırken, bir Genç adamın kendisini görmek için ısrar ettiğini duyunca:
            “Bırakın, gelsin bakalım, ne ister?” Emrini verir. Sarışın Genç bir adam, çakı gibi selam verdikten sonra, belinden çıkardığı tabancasını Mustafa kemal’in masasının üstüne koyarak:
            “Sayın Paşam, sizi öldürmem için bu tabancayı bana verdiler. Sizi gördüğümde sizin öldürülemeyecek kadar kıymetli bir komutanımız olduğunuz anladım! Buyurunuz tabancayı.”Der.  Mustafa Kemal emrini verir:
            “ Bunu da giydirerek bir silah veriniz ve kapıma nöbetçi olarak dikiniz. Bu benim ordumun ikinci eridir’” Der.
            Aynı Mustafa Kemal, Erzurum civarında, bir gölgelikte zeytin ve peynirden oluşan öğle yemeğini yerken, öncülüğünü yaşlı bir Türkün çektiği bir kafile çıkagelir. Mustafa Kemal, hemen yaşlı Türk’ün yanına seğirtir, hoş beşten sonra sorar:
            “Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz hemşerim?” Der. Yaşlı Türk:
            “Adana’dan, Adana’dan Erzurum’a gidiyoruz.” Diye cevap verince, Mustafa Kemal ikinci sorusunu da sorar.
            “Adana’da iş yok mu, geçinemediniz mi?”
            “Allah’ıma şükür iş bol; çocuklar da ekmeğini taştan çıkarıyorlar. Ama duydum ki Erzurum’u Ermeni’ye verecekmiş ırzı kırıklar. Kimin malını kime verirler, onu sormaya geldim!” Diye gürler Yaşlı Türk. Bu cevap karşısında Mustafa Kemal pekte keyiflenir.
            Maraş’ı işgal eden Fransızların Ermeni sevgilili Guvernörü Zıpçıktı Kolonel, Maraş caddelerinin birisinde önüne çıkan bir Maraşlıya sorar:
            “İstanbul’daki kırık dölleri, kimin malını kime verirlermiş?”Cevap aynıdır.
            Bugün, o günkü Maraş’ın adı; o Sade, o ulusal bilincimizin doruğundaki adsızlar sayesinde KAHRAMANMARAŞTIR. Öyle de anılır.
            Ayıntap’taki Fransız işgal kuvvetleri komutanı Kolonel de Küçücük Ayıntepli’ lerden dersin alır: Aç ve Sefil öğrencilerin doluşturmuş olduğu ilkokula, çeşitli şekerlemeler ve çukulatalarla giden Kolonel, bunları gülücüklerle öğrencilere dağıtır. Gururlu Fransız Kolonel, daha okulun merdivenlerindeyken dehşetle irkilir. Küçücük Türk çocukları tüm şekerlemeleri ve çukulataları okulun penceresinden sokağa fırlatıp, atmaktadırlar. Küçücük Türk öğrencilerinin ve onların büyüklerinin tutum ve davranışları sonucunda, tüm Fransızlar ve uşakları Ayıntep’ten defediliriler. Bu nedenle de Ayıntep şehri GAZİANTEP olarak anılmaya hak kazanmıştır.
            Çanakkale Muharebelerinde, Suvla cephemize Kanningeser adlı bir Alman Kurmay Yarbayı komuta etmekteydi. Türk askeri bu Alman Komutanının adını Türkçeleştirerek söylerdi: Kalınkeser! Bu Kalınkeser, bir gün bir grup Türk askerinin bir karavananın başında iştahla yemek yediklerini görür. Şaşkınlıktan nutku tutulur! İştahla yenilen yemek iki günlük bulgur pilavıdır. Yemeğine iştahla kaşık sallayan güleç yüzlü ve de çok deneyimli bir kıta Çavuşu:
            “Allah, Devletimize ve Milletimize zeval vermesin, komutan Bey.”Balkan Savaşında”  bunu da bulamıyorduk!” Der.
            “Kötü emsal olmaz !” hükmüne sıkı sıkıya sarılan Osmanlı,soysal adaleti ve sosyal güvenceyi hiç mi hiç düşünmemenin acısını Cumhuriyetimize  de çektirtmişti.Dev gibi büyüyen kötülerin  ve kötülüklerin ulusal değerlerimize zararları sürüp te gitmiştir.”Biri yer,biri bakar,kıyamet ondan kopar!” deyişi sözde kalmıştır.Ulusal bilinç,ümmetleşme palavrası ile kıyasıya törpülenir. Bu hayalî ve çağa aykırı söylemlerin yaratmış olduğu mutsuz insanlar, ya tesbihe ya da tetiğe kolayca yönlendirilir.
            Bu dünyada mutlu edemediklerimize ahreti satan soytarı din bezirgânlarına ve ruh hastalarına ve de kışkırtıcılara meydanlar açılmış olur.
            Bir Ümmetçilik, bir de Müslümanlaşmak düşü sayesinde Türklük ve Türk olmak gerçeği, Mustafa Kemal’e kadar, Türkoğlu Türklerin kurmuş olduğu devletler sayesinde çöle çevrilmiş,”Kavmi Necibi Arap”—Soylu Arap Kavmi—diyerek anmışız Arabî. Sanki Arap tek kavimmiş gibisine! Türk’ü ve Türklüğü en ağır bir aşağılama olarak kullanmış ve de kullandırtmışız
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun İstanbul Büyük Elçiliği Başkâtibi J.Von Hammer’in “Osmanlı Devleti Tarihi “adlı dev eserinin 53’üncü kitabının 9’uncu sahifesinin 15’inci satırını birlikte okuyalım:
“Hatta bir gün, kabalığından dolayı TÜRK Ünvanı verilen Vaiz Ahmet’e..”
Ve Ünlü Arnavut Koçi Bey’in, Osmanlı Türk! Padişahı Dördüncü Murat’a verdiği ünlü Risalesinin Osmanlı devlet Düzeninin ve yeniçeriliğin bozulması ile ilgili görüşlerini de okuyalım:
Her zümreye, adı geçen tarihten beri milleti ve mezhebi bilinmeyen Şehiroğlanı, TÜRK, Çingena, Tatar, Ecnebi, Laz, Yörük, Katırcı, Deveci, Hamal, Ağdacı, Yol Kesen, Yankesici ve diğer çeşitli kimseler katılıp usul ve kaideler bozuldu.kanun ve kaide kalktı..”Ondan sonra bir kanun:”Yeniçeriye TÜRK alınmaya!”Daha önce de verilmiş bir Fermana göre de:”Türk’ten Vezir olmaya! 243 Sadrazam içinde yalınız ve dahi yalınız 10-ON-Türk asıllı Sadrazam vardır. İnanmayanlara adlarını teker ve dahi teker verebilirim! Hiç bir kimesne kalkıp ta:”Hop! Hop Koç’im, ne diyorsun sen?” Diyen çıkmamış ve çıkmamaktadır.
İngilizlerin ulusal Kurtuluş Savaşımıza ait gizli belgelerinde dikkatimizi çeken bir değerlendirme vardır:
YÖRÜKLERVE EFELER KORKU NEDİR BİLMEMEKTEDİRLER!”Osmanlıda, bunlar hamam tellakları ile ayni sıralamadalar!
Devlet’i ÂLİOsmanın resmi tarihçisi Vakanüvis Naima ünlü tarihinin birçok yerinde:”Etrab’ı bi idrak!”—Anlayıştan yoksun Türk—diye yazarak ol eserini Türk Padişahına da taktim etmektedir! Seyitlik, Şeriflik ve de Salahatı Nisvan unvanları parayı verenlere Ceylan derisine yazılarak satılmaktadır.
20’inci asrın başında ve İstanbul’da Şehzade başında bir anne ağlayan çocuğunu herkesin içersinde, bağırarak:
“Kaba Türk! Geri Türk!”Diye azarlayabilmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğunu unsurları olan Milletler ve aşiretle kendi dillerinde yayın yaparlarken Türkoğlu Türkler:”Elhamdülillah Müslümanım, Osmanlıyım!” diyorlardı.
            Bursa valisi Ünlü Ahmet Vefik Paşa’yı ağlatan bir olay bugün çok kimselerimize, hem de devlet katındakilere çok basit gelmektedir.Sonra bu ağlatama olayından kimlerimizin haberleri vardır;Osmanlı rüyası ile hâlâ uyuyan Beyler ve Türk erkeklerine  İslam dinine dayanarak dört kadın armağan eden Bayanlar!Bursa’nın bir ilçesinde denetleme yapan Ahmet Vefik Paşa,kendisini karşılayanlara  milliyetlerini sorar.Herkes göğsünü gere,gere “Ben Arnavut’um”,”Ben  Boşnak’ım,Ben Rum’um..ilh.  Diye bağıra, bağıra Milliyetini Söyler. Sıra bir kenarda duran yaşlı ve soluk benizli, partal elbiseler içersindeki kimseye geldiğinde; bu yaşlı ihtiyar, korka, korka:
            “Türk’üm Paşa Hazretleri,”der. Rahmetli Ahmet Vefik Paşa:
            “Niçin sıkılıyorsun öyle? Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türküm” der. Yaşlı
            “Sahi mi Paşa, sen de Türk müsün? Demek Türk’ten de Paşa olurmuş ha..! “Deyince; Paşa, gözleri dolu, dolu:
            “Paşa da kim oluyor! Türklerden Padişah çıkar, Padişah, anladın mı?” Dedikten sonra, rahatça ağlayabilmek için tenha bir köşeye çekilir.
            Sene 1911;Osmanlı harp Okulunda öğretim görmekte olan öğrencilerin çoğu TÜRK olduklarından habersizdirler.1956 yılında Ankara’da vefat eden Yüzbaşı Selahattin Yurtoğlu’nun anılarından bir bölümü okuyalım:
            Bir gece Selanik Kahvehanesinde Rahmi bana sordu:
            “Sen nesin?”
            “Harbiye Talebesiyim.”
            “Başka?”
            “Bilmem!”
            “Düşün bakalım?”
            “Osmanlıyım!”
            “Başka?”
            “Müslümanım!”
            Sonunda Rahmi bana: “Hayır, sen her şeyden ÖNCE TÜRKSÜN.” Dedi.
            O vakte kadar biz yalnız köylülere “Türk” derdik. Rahminin sözü üzerine ben:
            “Bilemem, şimdilik Osmanlıyım;” dedim.
            Bu ünlü Yüzbaşı Selahattin’dir. Türk ordusu Azerbaycancı boşaltırken en arkada bu komutanın birliği kalır. Azerbaycan Harbiye Bakanı, Teğmen Selahattin’i huzuruna çağırarak:
            “Osmanlının burada 3.000.000Altın Liralık benzini var. İstediğiniz bir yabancı bankasına sizin adınıza bu parayı yatıralım da siz bu benzini bize devredin”,dediğinde, oturduğu yerden ayağa kalkan Rahmetli Teğmen Selahattin:
            “Bizim savaşmakta olduğumuz Rusya ile siz de savaştığınızdan, Rusya aynı ortak düşmanımızdır. Burada en büyük rütbeli Osmanlı komutanı benim. Bir protokolla bu benzini Azerbaycan Savunma Bakanlığına devredeyim!”Dediğinde, makamından ayağa fırlayan Harbiye Bakanı, Teğmen Selahattin’in boynuna sarılarak:
            “Size öldü diyorlar; sizin gibi subayları olan bir millet ölmez!” Der.
            Selçuklu ve döneminde Ulemanın ve Sultanların Acemci tutum ve yönlendirmesine Yunus Emre bir Türk halk tokatı ile engel olmaya çalışmıştı. Osmanlıda Araplaşma dilimizde ve sosyal yapımızda hızla yayıldı ve de edebiyatta da gelişti. Özellikle Alevi ve Türkmen Halk ozanlarımızın soluğu Sarayı ve Arap hayranı Aydın geçinen döneklere erişip, onları etkileyemedi. Türkçemiz, Türklüğümüz ve ulusal bilincimiz, asırlarca ağır bir yönetici-Ulema baskısı altında inletildi.
            “Avam”  görülen Türk, ezile, kırıla Mustafa Kemal Ummanına gelip, dayandı. Anadolu kıyamında Türk halkını Mustafa Kemal; Aydınları ve Din adamlarını da Türk Halkı uyandırıp, şaha kaldırdı. Bir Ankara Müftüsü Hoca Rıfat Börekçi, bir Denizli Müftüsü ve Saray Müftüsü Rahmetli Ahmet Efendi dışında birçok din adamlarımız da “Müdafaayı HUKUK Cemiyetlerinde görev almışlardı. Hatta Isparta’da ve Afyon^da iki din adamı birer gönüllü alayı bile kurmuşlardı. Rahmetli Saray Müftüsü:
            “Cihada karar vermek, Padişaha isyan değildir. Cihadın güzel oluşu İslamlığın şerefini yükseltmesindendir.”Diyerek gümbür, gümbür bağırırken, haince çatlak sesler de çıkmıyor değildi. Bir Osmanlı Mülkiye Mektebi mezunu, Edirne İstatistik müdürü Neyyir Bey:
            “Cenk etmek, Padişahımızın emir ve iradesine bağlıdır. Sakın haaa!”Diye böğürüyordu.
            Asırlarca tecavüze uğramış, itilmiş ve kakılmış olan ulusal bilincimiz bugün de tecavüzlere uğramaktadır. Millici geçinen vatan hainlerimiz, Avrupa’da olduğu gibi, ülkemizde de gürül, gürül ihanetler kusabilmektedirler. Osmanlının masalları ile sayıklayan gelişmemiş kelleler de Mustafa Kemal’in getirmiş olduğu çağdaş ve insan haklarına dayalı düzenine sövebilmektedirler.”Milli Görüş!”masalının dayanmış olduğu mantığı da anlamak isteyenlerimiz hiç yok gibidir. Milli=Bir dine ve bir mezhebe inanan kimseler demektir. Millet=Aynı dine inananlar demektir.19’uncu asrın sonunda, Osmanlı Aydınları!”Madem ki halkımızın %99’u müslümandır,”Millet” kelimesini ulus anlamında kullanalım!” Demişlerdir. Nihat Sami Önon, Osmanlıca-Türkçe Sözlük. Milli Görüş=Dini Görüş demektir, ey benim Aydınlılarım!
            Osmanlının ayıbını, Osmanlının adam yerine koymadığı bu Türk halkı ile temizleyenin de Mustafa Kemal olduğunu hiş bir kimesne görememektedir. Osmanlının 12 Eylül 1683’ten sonra içine düşmüş olduğu utançlı durum 15 ve16’ıncı asırlarda Anadolu’muz için de aynen varitti. Aydın geçinen Abdülhamitçiler, Vahdettinciler, Sait Mollacılar, Sait’i Nurcular  ve Ümmetçi Osmanlıcılar, yeriniz bugünkü Türkiye Cumhuriyeti değildir. Lütfen Türk Milletinin ayağına bağlı olmaktan vazgeçerek, tarikat şeyhlerinizin Afsunlu nefesleriyle nereye gitmek isterseniz oraya gidiniz. Lütfen, karmakarışık aklınızla ve dıştan kurmalı kişiliğinizle ulusal değerlerimizi mistik rüyalarınızla daha fazla kirletmeyiniz.
            1975 ve 1977 yılları arasında, Kızıltepe’deki 117’inci Seyyar jandarma Alay Komutanlığı görevinde bulunmuştum. Soğuk bir kış günü, Nusaybin seyyar jandarma tabur Komutanlığına bağlı bulunan kantar Jandarma bölüğüne gitmiştim. saat, gecenin 02.30’uydu,bölük merkezinin dışında görevlilerden başka, tüm bölük personeli, bu tipili, çamurlu, buzlu ve çok soğuk gecede sınırlarındaki mevzilerindeydiler. Hudutta görevli jandarma bölüklerimizde, her bölüğün kendisine özgü konuk ağırlama geleneği vardır. Bu gelenek aynen dönemlerinde de sürdürülmektedir. Bu bölüğümüzde, içinde kütüphanesi de olan çok güzel bir gazino da vardır. Bölük merkezindeki görevli Jandarma erleri, emir verilmeden meyve, çerez ve sucuklu yumurtadan olan bir hoş geldiniz yemeğini masama koydular.Onlar,komutanlarının aç mı,tok mu olduğunu mutlaka bildikleri gibi,hangi Türküyü ve Şarkıyı sevdiklerini de bilirler.Tüm alay personelimin sınırımızda,çamur deryasında ve bıçak gibi esen rüzgâra karşın çakı gibi görev yaptığını da biliyor ve hissediyordum.Önümdeki masanın üstünde bir kaset gözüme ilişti,O kasetin bir kopyasını almadığıma hâlâ yanmaktayım.Kaseti teybe taktım.Kaset,kantar bölüğünde görev yaparak terhis olup İzmir’e memleketine giden bir jandarma erinin arkadaşına duygularını iletmesine aitti:
            “Mehmet kardeşim,canım,canımdan,anamdan ve babamdan daha yakın askerlik arkadaşım.bizi bu derece biri birimize  yakın kılan şey,içersinde geceler boyunca vatan nöbeti tuttuğumuz o çamur deryası ve vatanımız dediğimiz mevzilerdir.Canım kardeşim,senin şimdi içinde bulunduğun,benim de içinde bulunmak için can attığım o çamur deryası,vatanımız dediğimiz şeydir.Benim İzmir’de ;tüm vatandaşlarımızın da evlerinde  rahat ve huzur içinde olmamızı ,senin o çamurlu mevzilerde geçirmekte olduğun uykusuz geceler sağlamaktadır…”
            Yok, yok! Bundan daha güzel ve şiirsel sözler söylüyordu o adsız jandarma askerimiz. Bendeniz, aczimden ve budalalığımdan bunları saklayarak olanca güzelliğimle aktaramadığıma yanmaktayım.
            Bir akşamüzeri alay karargâhımda çalışırken, telefonumun çok acı çalan sesi ile irkilmiştim. Komşu Seyyar jandarma Alayından Nusaybin’e gelmekte olan bir Unimog aracımıza, Nusaybin Belediyesinde görevli bir kişinin ruhsatsız kullanmakta olduğu kamyonet’i çarparak, aracımızı devirmiş; aracın içersinde bulunan üç Jandarma erimizin de yaralanmasına sebep olmuştu. Tabur Komutanımız J.Önyüzbaşı Sayın Orhan Çağlargil’e yaralı erlerimizin, çeşitli kan gurubu taşıyan erlerimizle birlikte Suriye’nin Kamışlı Hastanesine sevk edilmesini emretmiştim. Alay Merkezin çağırmış olduğum helikopterlerimizin gece uçuş yeteneği olmadığını anlayınca da, yıldırım gibi Nusaybin’e yetiştim. Tabur Komutanımızın Suriye’deki Kamışlı Hastanesinde olduğunu öğrenince; sınır kapımızdan yanıma aldığım Suriyeli bir Onbaşı ile sınırımızı geçtim. Tam Kamışlı yolunun yarısına gelmişken, aniden yolumuzun üstüne fırlayan bir Suriye askeri, elindeki Kaleşnikof makineli tüfeğini bize doğrulttu. Aracımın Şoförü Kamanlı Onbaşı Bekir’in aracı ne zaman durdurup, ne zaman Suriyeli askerin elindeki tüfeğini alarak, sille ve tokat aracımızın arkasına attığını izleyemedim. Direksiyonun başına geçen Onbaşı Bekir, hâlâ bağırıyordu:
            “Ulan Salak, sen nasıl bir Türk subayına silah doğrultursun!” Diye. O asker,aracımızın arkasında baygın yatıyordu.Yanımda oturmakta olan Kılavuz Suriyeli Onbaşı da panik içersinde:
            “Cahil, Cahil Kumandanım. Cahil olmasaydı Türk’e silah çekilmeyeceğini bilirdi!” Diyordu.
            Kamışlı hastanesine vardığımızda, erlerimizden birisinin kan kaybından vefat etmiş olduğunu öğrenmekle yıkılmıştık. Hastahanenin giriş salonunda öyle bir manzara vardı ki, hâlâ tüylerimi diken, diken etmektedir. Yaralı erlerimizden birisini bir masaya upuzun yatırmışlar,Ak saçlı bir doktor,çenesindeki yarasına çatır,çatır dikiş atmakta.Çok sayıdaki stajyer doktor da bu manzarayı seyretmekte.Yaralı Jandarma erimizin canı çok yanmış olmalı ki,elleri ve ayaklarını gererek tepki vermekteydi.ama kendisinde değildi Elimle,sağ dizini çok sıkı bir biçimde kavrayarak:
            Mehmet! Ben 117’inci Seyyar Jandarma alay Komutanı Jandarma Albayı Osman Türkoğuz’um, alay subaylarımla beraber geldim. Kamışlı hastanesindesin!”Dedim. Upuzun yatmakta olan o adsız jandarma erinin yüzüne bir pembelik geldi. Çıtırtısını duyduğumuz yarasını dikiş olayına da hiçbir tepki göstermedi. On kişiye yakın Arap asıllı doktor adayları, Ak şaçlı doktora, Arapça bir şeyler sordular. Ak saçlı doktor:
            “C’est un Soldat Turque”, dedi ve bana dönerek:
            “Ben Ermeni asıllı bir tabibim. Bu Arap asıllı stajyerler benden bu olayın tıbbi açıklamasını istediler. Ben, onlara bu durumun açıklamasını anlatamam, onlar sizi bilemezler. Duymuş olduğunuz gibi, ”O BİR TÜRK ASKERİDİR!”Dedim dedi. Bedellerini hemen ödediğimiz ilaçlar getirildi, yarayı dikiş işlemi ilaçlar verildikten sonra sürdürüldü. Hastanede bizi gösterilmiş olan yakınlık orada bulunan herkesi de çok etkilemişti. Hemşireler, Bayanlar ve Baylar, askerimize söylemiş olduğun Türkçe bir cümle üzerine askerimizin tavrına hayran olmuşlardı. O adsız Jandarma erimizin o görkemli davranışı, gönlümde altından bir heykel gibi yatmaktadır. Okutamadığımız,”Vasıfsız Er” diye rahatça nitelendirdiğimiz o erlerimizin Yüce özelliklerinden bir parçacık vasıflı geçinenlerimizde bulunsaydı ne olurdu!      Bendenizin,”Sınırlarda Mehmed’im”adını vermiş olduğum bir şiirim,200TL.Telif hakkı verilerek, jandarma Dergisinde yayımlanmıştı. Bu şiirimi, o adsız Kahramanlarımıza ithaf ediyorum.
                                                    SINIRLARDA MEHMEDİM!
                                             Yüreğini yastık yapmış ta arkasına
                                          Gözleri ellerinde dürbün;
                                          Yağmurla, rüzgârla, karla beraber
                                          Gecelerin arkasında, mevzidedir MEHMEDİM.
                                          Kaçakçı kurşunları gelir ziyaretine,
                                         Katık yapar da kuru ekmeğine,
                                          Ulusunun tüm sevgisini katar;
                                          Geceler boyunca sınırdadır MEHMEDİM,
                                          Ayla beraber, güneşle yatağına yatar.

                                          Silah sesleri böler geceyi,
                                          Bazan üçe, bazan da dörde.
                                          Kırk milyon olur da MEHMEDİM—O zaman kırk milyonduk--
                                          Öyle vurulur, öyle de ölür;
                                         Öyle düşer, düşerse derde.

                                          Ne bir Ana bulunur, ne de bir Bacı yanında;
                                          Kırk milyon Türk uyur geceleri
                                          Mışıl, mışıl
                                          Uykusuz MEHMEDİMİN ardında.
                                         Vurulur MEHMEDİM, kış ortasında, yaz ortasında vurulur,
                                          Vurulur MEHMEDİM yıldızların ve ayın tanığında;
                                         Geceler aydınlanır kanında,
                                          Toprak vatan olur canında.

                                           Bir sigara gibi tüttürür uzun kış gecelerini,
                                           Yalnızlık ta çekilir mi hiç;
                                           Kar olmasa, yağmur olmasa
                                           Kaçakçı kurşunları da olmasa.
                                          Tesbih yapar da çeker MEHMEDİM,
                                           Ya teskeresini ya da yar mektuplarını.

                                          Vurulur, ölür MEHMEDİM,
                                            Bazan gecenin ortasında;
                                           Bilir ama bilir MEHMEDİM,
                                           Kırk milyon Türk var arkasında.

                                            Su uyur, taş uyur, DÜŞMAN UYUR DA;
                                           Uyumaz sınırda benim MEHMEDİM.
                                           Vurulur ölür de benim MEHMEDİM,
                                           Selam, selam, selam diye,
                                            Ak güvercinler gibi ruhunu ulusuna gönderir.
            1935 senesi yılbaşını Atatürk Orman Çiftliğindeki Marmara köşkünde geçiren Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yanındakilerle beraber Ankara şehir merkezine dönerlerken, Beştepeler Jandarma Karakolunun yanına gelirler, Gökyüzü bulutsuzdur ve masmavi derinliğin içersinde yıldızlar ışıldamaktadır. Jandarma Karakol nöbetçisinin resmi ufka düşmüştür. Atatürk, nöbetçi jandarma erini yanına çağırır. Jandarma eri Alay komutanına tekmilini verdikten sonra dimdik dikilir. Atatürk, aracında bulunan Ankara il jandarma alay komutanını, Muhafız alay komutanını ve Ankara İl emniyet müdürünü göster ek, bunlar sivil olsaydılar, bunları yenip yenemeyeceğini sorar. Nöbetçi Jandarma eri, her birisi için:
            “Bir çelmede yenerim!”Kararını söyleyince,Atatürk:
            “Beni de yener misin?” diye sorduğunda şu cevabı alır:
            De gidi Atatürk’üm de. Yedi düvelin yenemediği seni ben nasıl yenerim!”
            Onu yenmeye çalışan dış ve tarikat destekli yalancı pehlivanlara benden selam olsun!
            Bendeniz, Jandarma hakkında yazmış olduğum bir şiirimi daha bu Kahraman Türk Jandarmasına armağan ediyorum.
                                ATATÜRK JANDARMASI
                                                                           
            Anafartalar senin, Conk bayırları senin,
         Namususun ulusun, namususun ülkemin.
         Tarihlerde şan senin, zaferlerde kan senin;
         Namusluya dostsun sen, kötüye kelepçesin.
         Ülkem seninle mutlu, ulus senle ileri
         Meşalendir gönlünde Atatürk İlkeleri.

         Kanun, nizam yolunda nice Şehitlerin var,
         Barışa egemensin, savaşlarda adın var.
         Anafartadan çıkıp Beşparmaklara kadar,
         Kanınla çizilmiştir bu kutsal haritalar.
         Ülkem seninle mutlu, ülkem senle ileri;
         Meşalendir gönlünde Atatürk İlkeleri.

         Sınırlara dikmişsin bedenden kaleleri,
         Kitabında durmak yok, ileri hep ileri.
         Kanınla suluyorsun dağları, dereleri
         Sen Türk’ün destanısın Atatürk’ün askeri,
         Ülkem seninle mutlu, ulus senle ileri,
         Meşalendir gönlünde Atatürk İlkeleri.

         Nöbetin var denizde, ovalarda ve dağda,
         Barışta savaşın var kötülerle her çağda.
         Vatan, Türklük denince ırmaklar gibi çağla,
         İnancında durmak yok, ileri hep ileri.
         Ülkem seninle güçlü, Türklük senle ileri,
         Meşalendir gönlünde Atatürk İlkeleri.
Ulusal Bilinç sahibi Türkler saymakla bitmez. Gaziantep-Kilis yolu üzerinde, yanındaki iki askeriyle Fransız ordusuna direnirken süngülenerek öldürülen Teğmen Mehmet Şahin Bey ve yanındaki Şehit adsızlar. Mudanya’da İngiliz savaş gemilerine 7,9 çaplı Mavzeyile karşı koyarken şehit düşen Uzman Jandarma Çavuşumuz. Hangi birisini anlatsam!
         Sene 1912 Osmanlı İmparatorluğunu sadrazamı Bağdatlı Mahmut Şevket Paşadır. Sonradan sadrazam olacak Hakkı Paşa da Roma Büyük Elçisidir. Her iki Paşa derin uykularından uyanamayarak, Trablusgarp’taki silah ve cephanemizi Arabistan gönderirler. İtalyanlar da Bingazi ve Trablusgarp’a asker çıkarırlar. Kurmay Binbaşı Enver’in ve Kurmay Kolağası Mutafa Kemal’in gayretlerine rağmen Osmanlı yenilgiyi kabul eder. Topçu Yüzbaşısı Yenbahçeli Şükrü, toplarını ve askerlerini İtalyanlara teslim etmez. Mısır-İskenderiye üzerinden onları ülkemize getirir. Osmanlının dünkü uyrukları Osmanlıya karşı birleşmişken, bu defada Osmanlı tüm yetişkin askerlerini terhis eder. Bunu fırsat bilen, Yunanistan, Bulgaristan ve Karadağ Osmanlıya savaş ilan ederek, Edirne’yi ele geçirip, Çatalca’ya kadar ilerlerler. Cephe gerisinde 100.000Karavana kavurma kokmuşken, Osmanlı ordusu başkomutanı Abdullah paşa ordusu ile birlikte ot yerler. Bulgarlarla yapılan bir muharebede, Niğdeli Onbaşı Şahin,250 kişilik bir Bulgar bölüğünü tek başına durdurtur. Çeşitli yerlerinden yara alarak kendisini kaybeder. Bulgar askerleri yanına geldiğinde,”SU! SU!” Diye sayıklamaktadır. Bulgar bölük komutanı Yüzbaşı, bir marta su uzattığında baygın gözlerini açmış olan Yaralı Onbaşımız Şahin, dehşetle tiksinerek:
         “Siz düşmansınız, düşmanımın suyunu içemem!”Der ve su diye sayıklayarak ölür. Bulgar yüzbaşısı askerlerini saygı duruşuna geçirir ve askerlerine:
         “İşte Türk askeri böyledir!” Der.                                                Dostlara düşman, düşmanlara da kahraman gibi davranmakta olan büyüklerimize Şehit Onbaşı Şahinimizden selam!
         MÖ.491 yılında, Pers Kralı Kserkhes—Serhas—o tarihe kadar görülmemiş bir milyonluk ordusu ile Yunan yarımadasına Atina ve Isparta şehir devletlerini cezalandırmak için girer. Atina ve Isparta, Isparta Kralının komutasında birleşirler. Isparta Kralı Leonidas, emrindeki 300 kişilik bir Isparta birliği ile Termopil boğazını kapatır. Pers ordusu 20.000 askerini kaybederek üç gün uğraşmasına karşın boğazı geçemez. Bir vatan haini Atinalı, Termopilin gizli bir geçidini göstererek Pers Ordusunu, Kral Leonidas’ın arkasına geçirtir ve onu çembere aldırtır. Isparta Kralı Leonidas, kaçmayı, çekilmeyi ve teslim olmayı gururuna yediremiyerek üçyüz askeriyle birlikte muharebe meydanında ölür. Isparta Kralı Leonidas’ın mezarı termopil geçidindedir ve mezar taşında şöyle bir yazı vardır:
         “LAKEDOMYALILAR—ISPARTALILARDEMEKTİR—BURADA KANUNLARINIZA SAYGIMIZIN ESERİ OLARAK YATMAKTAYIZ.”
         Fransız ihtilalının şiddet, terör ve baskı yaratıcısı Robesse Piyere, Fransız parlamentosunda çenesinden tabanca kurşunu ile vurulduktan sonra, tüm dostlarını ve düşmanlarını yollamış olduğu Giyotinde hayatını noktalamıştı. Bunun mezar taşındaki yazıyı çok diktatörlerin ve diktatör özentilerinin mezar taşlarına da yazmak gerekir diye düşünüyorum:
         “Ey yolcu, burada ben yatmasaydım şimdi sen yatıyor olacaktın!”
                              OSMAN NEVRES’E BİN ŞÜKRAN!
         1969-1972 yıllarında, Uşak Ticaret Lisesinde Milli Güvenlik dersleri veriyordum. Öğrencilerimle”Hasan Tahsin Heykelini yaptırtma Komitesi” kurmuştuk. Bu heykeli yaptırtmak İzmir gazeteciler Cemiyeti Başkanı Rahmetli Gazeteci Ali Sivri’ye kısmet olmuştu. Ayakları bükük, Türk Bayrağını eğik bir vaziyette ürkekçe tutmuş, Hasan Tahsin’i simgelemeyecek tarzda bir heykel gibi görürüm işbu heykeli. Dimdik, sol kolu sola doğru gerilerek Türk Bayrağını tutmuş, sağ elindeki Rovelver karalı bir biçimde ileri doğru uzatılmış bir heykel olmalıydı demekteyim.
         Rahmetli Hasan Tahsin’i en sona yazmaya karar vermiştim. Küçük Kardeşim E.Hv. Kd. Albay İrfan Konur Türkoğuz ile yayımladığımız ortak bir şiir kitabımız vardır.”Yüz Yıllık Öykü Atatürk’ten”.Bizler o kitapta Hasan Tahsin’i işlemiştik. Rahmetli Şehidimiz Hasan Tahsin, borç para ile satın aldığı bir tabanca ile, Konak Meydanında Yunan sancaktarını vurmuştu.14/15 Mayıs 1919 gecesi Bahri Baba Parkında—Maşatlık idi—alınmış olan REDDİ İLHAKKARARININ infazını yapmıştı. Yahudi Mezarlığını taşları ile İzmir Kız Lisesi inşa edilmişti. Kimliği belirsiz yaşlı bir adamın denizden çıkarılan cesedinin gömüldüğü bu yere Bahri Baba adı verilmişti. Yediyüzelli mısralık bu destanımızı bilgisayarıma aktararak huzurlarınıza getireceğime söz vermek durumundayım:
                             SAMSUN’A DOĞRU.
         Dünya dönüyor, geçiyor evrende zaman,
         Yıl 1919,Aylardan Mayıs,                                                            Güneş yok gökyüzümüzde.
         Yayılmış Anadolu ufuklarına kapkara bir duman.
         Bir kol uzanıyor batıdan,
         Bir haber ulaşıyor ulusuma, acı mı acı;
         Yunan ayak basmış İzmir’imize;
         Saplandı Türklük bağrımıza bıçak gibi bir sancı.
         Onbeş mayıs sabahı sisli bir hava,
         Tanrı bilmez mi,karartmaz mı gökyüzümüzü.
         Yeni bir gün doğacaksa sonunda;
         Eskisine ne gerek?
         Bize sevinç, yıkılacak saltanata dert.
         Efsun adımlarıyla patladı Hasan Tahsin’in silahı,
         Konak Meydanının orta yerinde,
         Dimdik, bayrak direğimiz gibi
         Bir genç, gözleri Yunanlıda,
         Yanındaki Yaşlı Kadına sesleniyordu:
         “Mermim bitti,gidiyorum,
         Yarın Mahşerde tanığım ol; “diyordu.
         İzmir, kurtuluş bayrağımızda dalgalanıyordu”
         Bu konuda en geniş eserler, Rahmetli Osman Zeki Gençosman’ın TRT’de de program olarak verilenen on ciltlik”Atatürk Ansiklopedisi” ile Sayın Türkmen Parlak Bey’in İki ciltlik,”Yunan Ege’ye Nasıl geldi?” ve “Yunan Ege’den Nasıl Gitti” adlı eserleridir. Sayın Türkmen Parlak’ın eserinin 34N 346 sahifesinden sonrası bu konuya aittir. Buradan yaralanmak istiyorum. Ne kadar üzülsek çok azdır, Amerikalıların bilinmeyen bir yere kaldırdıkları şehit Hasan Tahsin’in cesedi çok uzun süre Konak meydanında kalmıştır. Mezarının yeri de belli değildir. Eski İzmir otobüs garajına Yağhaneden giderken; sağda Ulusal Kurtuluş Savaşımızda, İzmir’e girerken Şehit edilmiş dört askerimizin mezarları bulunmaktadır. Buraya Şehit Hasan Tahsin için sembolik bir mezar yapılamaz mı?
         Asıl adı Osman Nevres olan Şehidimizin Teşkilat’ı Mahsusa’daki adı, babasının adı olan Hasan Tahsin idi.15 Mayıs 1919 günü konak Meydanına çıkan yunan Kuvvetlerine Birinci İnönü Muharebesinde Şehit düşen Üsteğmen Germencikli İbrahim ile komiser Cemal Bey da bomba atmışlardı.
                              İLK KURŞUN.
         “Yerli Rum ve yunanlılar o kadar büyük patırtı çıkarmışlardı ki, bu sırada patlayan tabancanın sesini ancak çok az kişi işitebilmişti. Ama at sırtındaki iri yarı bir Milis Subayının sopası yere kadar uzanan bayrağıyla birlikte yuvarlanmasının ardından da”Efzon Alayının sancaktarını öldürecek”silah sesinin meydanda çınlaması, sadece yerli Rum ve Yunanlı sivilleri değil, Milis Kuvvetleri Efzon Alayını da çil yavrusu gibi dağıtmıştı.”
         Sayın Nurdoğan Taçalan,”EGE’DE Kurtuluş savaşı Başlarken” adlı kitabında, öldürülen Yunanlının İzmirli bir Rum meyhanecinin oğlu Milis Subayı Yani olduğunu yazmıştı. Rahmetli Ömer Sami Coşar da”İstiklal Harbi Gazetesinde”Jorj Papakostas ile Brasile Deloris olduğunu yazmıştı. Yunan sancaktarı, Hasan Tahsin’in tabancasından çıkan kurşunlar alnına değince”Ana Muv!”Diyerek yere serilmişti.
         Anadolu’dan kovulan azınlıklar ve özellikle de Rum ve Ermeniler için”Mozaik bozuldu, renkler de kayboldu!”Diyerek ağlaşanlar; Girit’te, Adalar’da, Yunanistan’da ve Bulgaristan’da ve dahi Ermenistan’da ve Anadolu’da öldürülen ve oralardan kovulan Türkler için, neden “oraların mozaiği de bozuldu” türküleri çığırmıyorlar? Bendeniz yayımlanmış olan kitabıma İzmir’in işgal planını yapan Albay Zafiryos’un emrini de eklemiştim. İşgal alaylarına kılavuzluğu,Osmanlı vatandaşı Rumlar ve Ermeniler yapmaktadır.
         Osman Nevres, İlkokula Şemsi Efendi mektebinde başlamıştı. Okul Müdürü olan ve Osmanlı Devletinin Maliye Nazırlığına kadar yükselen, Eski Cumhuriyet Savcısı Şiar Yalçın’ın babası Cavit Bey kendisine çok destek olmuştu.16 yaşında İstanbul Darülfünununa kaydolmuştu. Burasını bitirdikten sonra da Paris’e giderek Sorbon üniversitesine kaydını yaptırtmıştı.
Hasan Tahsin’in gitmiş olduğu “Olimpia” sinemasında gösterilen ve İtalyanları yücelterek Osmanlıları küçülten bir filmin oynatılmasını kabullenememiştir. Oturduğu sandalyeyi sahneye fırlatarak sinema perdesini boydan, boya yırtmıştı. Işıkları yaktırarak avazı çıktığı kadar:
         “Ben bir Türk’üm ve Sorbonda okumaktayım. Türkler de sizin kadar uygardır!” Diye bağırmıştı. Kendisini “Vatanperver” kabul edenler olduğu kadar, Katolik kesim de aleyhinde bulunmuştu.
         İstanbul’a döndükten sonra; Anadili gibi Fransızça ve balkan dillerini bildiği için Teşkilat’ı Mahsusa’nın önemli kişilerinden birisi olmuştu. İngiliz Ajanları Boxton kardeşler Türkler aleyhinde propagandaya soyunmuşlardı. Bükreş’e konferans vermeye gelecekleri öğrenilerek, bir taka ile ve dahi gizlice özel görevle Romanya sahillerine bırakılmıştı.”balkan cemiyet merkezinde” konferansları biten bu iki Boxton’a yaylım ateşi açan Hasan Tahsin, onları bir daha konuşamayacak hale sokmuştu.02 Ekim 1914 günü tutuklanarak,15yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı.1916 senesinde; Türk ve Alman ordularının Bükreş’e yaklaşması nedeniyle, başka hapishanelere nakledilmek istenen Hasan Tahsin, trenden firar etmiş, bir Alman birliğine durumunu anlatarak,trenle İstanbul’a gönderilmişti.Bükreş cezaevinde verem olduğu için 1917 senesinde İsviçre’deki bir sanatoryuma yatırılmıştı.
         İzmir’de sonunda Hıristiyan olarak kendisinin ve karısının adlarını değiştiren ve Atina’ya kaçan bir vatan haini İzmir’de “Köylü” adlı bir gazete çıkarmaktaydı. Bu gazete 17 Kasım 1918tarihinde,Hasan Tahin’in Talat Paşa tarafından İzmir’e gönderildiğini yazmıştı. İzmir ve havalisini Yunanlılara verileceği duyumu, Hasan Tahsin’i çok tedirgin etmişti. Çıkarmakta olduğu “Hukuk’u Beşer adlı gazetesinin14 Şubat 1919 tarihli sayısında İzmirlilere şöyle seslenmişti:
         “İtilaf ve lakaydiyi bırakalım. Cihan bize düşmanken, biz ne İngilizlerden ve ne de Fransa’dan ve ne sairden kendimize ufak bir yardım ve muhabbet beklemeyelim. Bizi kurtaracak kendi ruhumuzun derinliklerinden doğan samimiyetle, birbirimizin ellerinden sıkmak, bünye’i millimizi ezen canileri şiddetle cezalandırmak, bu bapta da yalınız biz Türklerin mahvolmaması için propaganda isyan, her şey evet her şey meşru olacaktır. İşte bu son fırsatları da kaçıracak olursak zavallı bizler, zavallı bizler. Dövüşmekten başka çare kalmayacak. Felaketi metin Türk ruhu ile yumruklarıyla karşılayalım, gözlerimizi açalım.”                                        Hasan Tahsin’ini her yazısı günümüzü de analiz etmektedir. Hepsini vermeme de sahifelerim izin vermemektedir.
“19 Şubat 1919 tarihli yazısı:
         “1912’den beri, üzerinde masum kanların izi kaybolmayan süngüleriyle ve gürültülerinden yetimlerin, yavrusuz kalmış anaların, sakat ihtiyarların ıstırap yankıları dalgalanan toplarıyla geleceklermiş. Korkmuyoruz, gelsinler. Hatta masum Türk’e kastı olan bütün dünya gelsin. Süngüleriyle zaten kanayan kalbimizi deşsinler. Toplarıyla evlerimizi, kuvvetlerimizi yıksınlar; alt üst etsinler, parçalasınlar. O Yunan gelsin, yabancı eli değmemiş limanlarımıza askeri gücüyle sokamadığı teknelerinde zulmü, sonsuz düşmanlığı en eski kinleri temsil eden Mavi-Beyaz bayraklarını dalgalandırsınlar. Gelsinler silahlarımızı tıpalasınlar. Evlatlarına silah dağıtsınlar.
         Fakat asla unutmasınlar ki, Türk ölmedi yaşıyor.”Hasan Tahsin’imizin tüm yazıları bu tarzda destansıdır.
         Hasan Tahsin’in makineli tüfeklerle delik,,deşik edilmiş cesedinin başına gelen Efzon askerleri,belki ölmemiştir diyerek,bu sessiz ve özgürlük âşığı vücuda önce süngülerini sokup,çıkarıyorlar,sonrada mermilerini üst,üste boşaltıyor Bir kaç yerli Rum da cesedi bulunduğu yerden birkaç yüz metre ileriye sürükleyerek,parça,parça etmişlerdi”
                               KAYNAKÇA,
         1*H.Edip Adıvar                   Türk’ün Ateşle İmtihanı.
         2*Uşak Kay. F.Karakoyunlu 1941 Söylevi.      
          3* Kaşkarlı Mahmut               Divan’ı Lügat’it Türkî.
         4*Ebu’l Gazi Bahadır Han Secere’i Terakime.
         5*Mahmut Esat Bozkurt Atatürk İhtilalı
         6*Olegs Penkovsky                 anıları.
         7*Ş.Süreyya Aydemir Tek adam.
         8*J.Von Hammer                     Osmanlı Tarihi.
         9*İç İşleri B.Yayını                Meşhur Valiler.
         10*İlhan Selçuk               Yzb. Selahattin’in Romanı.
         11*Osman Türkoğuz             Anılar.
         12* Osman Türkoğuz Şiirler(4)  
         13*Türk illerinde Arap Zulmü çeşitli kaynaklar.
            14*Koçi Bey risalesi                     Zuhuri Danişment
            15*Kenan Esengin             İhanet Yarışı.
         16*Besim Atalay             Türk Dili İle İbadet
            17*Türkmen parlak Yunan EGE’YE Nasıl Geldi ve GİTTİ(2 Cilt)
            18*Osman Zeki Genç Osman Atatürk Ansiklopedisi(10cilt)
                                              

                                   ÇEÇE KÖYLÜ KARA MURATIN ANIT MEZARININ  
                                       VE CADDESİNİN RESMİNİ YERLEŞTİREMADİM.
                                                           AŞAĞIDALAR.
                                                                                                                                                                                                       












                                  
















Hiç yorum yok:

İzleyiciler

Blog Arşivi