27 Nisan 2010 Salı

121- şiir ve yazı yazmak- 3


OSMAN TÜRKOĞUZ
Çeşmealtı; 12, Haziran,

           
121- ŞİİR VE YAZI YAZMAK-3  


Bendeniz var ya; bendeniz, bu telefon denilen canavardan çok korkarım. Mesleğim dolayısıyla, hep kötü haberleri iletirdi bana. Onun bulunduğu odaya, ayakucuma basarak girerdim. Siyah başlı bir kedinin başını okşar gibi de, onu okşardım; zırlamasın diye.
Görevimin çoğunu da asayişi bozuk yörelerde geçirdiydim.
Bizlerde; günlük yaşamımızda olsun; özel yaşamımızda olsun, isterse resmi yaşamımızda olsun yatay bilgi akışı yoktur.
Bendeniz; Eşim Sayın Hamret Hanımın, hiçbir işine, nereye ve kimlere gittiğine karışmam. Yeter ki, bana bilgi versin.
Aramam gerektiği zaman, bilgisizce ve boşu, boşuna arayarak komik durumlara düşürmesin beni.
Güneydoğu’da görev yaptığım zaman, en küçük detaydan ve en önemsiz haberlerden haberdar edilmem hususunda görevlileri uyarmıştım.
Bir gece; tamı, tamına saat 03 00’te, jandarma telefonu acı, acı çaldı.
”Eyvah! Dedim, yine bir soygun var!”.
Bu olay; 1965 senesinde; Derik’te geçti. Deli gibi-Pek akıllı sayılmam da-fırladım; ahizeyi kaptım; santralcı erimin huzur dolu sesi beni biraz rahatlattı. “Hayır mı Ahmet?” Diye sorduğumda.”
“Hayırdır, komutanım. Akşamüzeri, Kocatepe muhtarı, size selam söylememi söylediydi. Yani, Kocatepe köyü muhtarının size selamı vardı. Söylemeyi unutmuşum, belki şifredir diye şimdi arz ediyorum, rahatsız ettim mi?” dedi.
Derin bir nefes alarak:
“Ulan Ahmet, sen çok akıllı bir jandarmasın, yarın kantinden iri bir çukulata al, benim hesabıma” dedim.
Ben, bu telefon canavarından çok korkarım dedim. Dinlenebildiği için değil. Keşke dinleseler de:
*Dinletenlere ve dinleyenlere ATATÜRKÇÜLÜĞÜ öğretsem,
*Bursa nutkunu öğretsem;
*06 Mart 1922 tarihinde; TBMM’sinde söylediklerini öğretsem,
*Tam bağımsızlığı öğretsem;
*Evrensel hukuku, Çağdaşlaşmayı ve LAİKLİĞİ öğretsem,
*Ulusun ve Vatanın bölünmezliğini öğretsem,
*Mumya gibi sarmalanan kadınlarımızın Tanrımıza en yakın varlıklar olduklarını öğretsem. Ah! Nerede o günler!
Dün akşam; epeyce geç yattık. Bezik oyununda Hanımıma yine yenilmeyeyim mi!
Tam gece saat 03 00’te, telefon kibar, kibar çaldı.
Rüya görüyormuşum. Hep te askeri rüya görürüm. ”Mayınlı sahadan geçiş mi var? Tel engeller kesilmiş mi!” Diyerek, yataktan fırladım.
Eşim: ”Ne mayını, ne tel engeli? Emekli olduğunuzu hep unutuyorsunuz!” Deyince, uykumdan ve dahi rüyamdan uyandım.
Ahizeyi kaldırdım; ”Ulan Osman,” diye de söylenmedim” değil. ”Ulan Osman, seni Silivri’den aramasınlar!” dediğimde, benim Hanım çok şakacıdır:” Nerede o günler!” dedi.
Telefonun saat 03,00’te ötmesi; beni, taa 1965’e götürdü. Telefonu açan; Sayın Süleyman Sami Türkoğuz idi.
“-Ağabey; benim, ben. Süleyman Sami Türkoğuz; rahatsız ettim mi!” Dedi. ve anlatmaya başladı.
“-Ağabey; o garibin, mezara gömülmesi ricasını, kendi ağzından yazmak için, FETHİ KABİR YAPTIM—Kanuni bir deyimdir—Kendi ağzı ile yürekten söylediğini yazarak, size iletiyorum. Kalem, kâğıt alır mısınız, elinize!” dedi.
Telefonun başındaki kalem ile kâğıdım vardı. O okudu, bendeniz de yazdım.
O gariban ölünün, yürekten söylediği, değişik ağzı da, izlere iletmeyi bir görev saydım:
                       
                          KOYUN BENİ BİR AN ÖNCE KABİRE,
                          TOPRAK ATIN ÜZERİME HABİRE.
                          SEVDİKLERİM OTURSUNLAR SEDİRE,
                          DUALAR OKUSUNLAR, BU KİMSESİZ GARİBE!”

Bu, şiir yazma ukalalığını da böylece geçirmiş oldum.
           

                       

Hiç yorum yok:

İzleyiciler

Blog Arşivi