TC.
OSMAN TÜRKOĞUZ
osmanturkoguz@gmail.com
TV. İZMİR,25Mart 2015.
TÜRKİYE
BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDEKİ, HİLAFET TARTIŞMA TUTANAĞININ YENİ YAZIYA AKTARILMIŞ
YAYININI RAHMETLİ DOÇENT BAHRİYE ÜÇOK HANIMDAN TEMİN ETMİŞTİM. ONLARI SAYGI İLE
ANIYOR, HALİFE DİYE TEPİNENLERİ DE LANETLİYORUM. BUYURUNUZ
Hilâfetin ilgası – 1
03 Mart 1924--03 Mart 1340.
“Urfa Mebusu Şeyh
Saffet Efendi ile elli üç Refikinin hilâfetin ilgasına ve Hanedanı Osmanî’nin
Türkiye haricine çıkarılmasına dair teklifi kanunisi:”
Riyaseti Celileye;
“Türkiye Cumhuriyeti
dâhilinde makamı hilâfetin vücudu Türkiye’yi dâhilî, harici siyasetinde iki
başlı olmaktan kurtaramadı İstiklâlinde ve hayatı milliyesinde müşareket kabul
etmiyen Türkiye’nin zahiren ve zımnen bile olsa ikiliğe tahammülü yoktur.
Asırlardan beri Türk Milletinin sebebi felâketi ve ilâ nihaye fiilen ve ahden
bir Türk İmparatorluğunun vasıta i inkırazı olan Hanedanın hilâfet kisvesi altında
Türkiye’nin mevcudiyetine daha müessir bir tehlike olacağı tecarübü
mütehammilâne ile katiyen sabit olmuştur. Bu hanedanın Türk Milletiyle
münasebattar olan her vaziyet ve kuvveti mevcudiyeti milliyemiz için mahzı tehlikedir.
Esasen hilâfet, imarat evaili islâmda Hükümet mâna ve vazifesinde ihdas edilmiş
olduğundan dünyevi ve uhrevi bilcümle vazaifi müteveçciheyi ifa ile mükellef
olan zamanı hazır Hükümatı İslâmiyesinin yanında ayrıca bir hilâfetin sebebi
mevcudiyeti yoktur. Hakikat bundan ibarettir. Türk Milleti selâmeti muhafaza
etmek için hakikate ittibadan başka bir hattıhareket ihtiyar edemez. Teraküm
edegelen teşeyvüşatın vazıh ve katî bir surette halli için mevaddı âtiyenin
bugün derakap ve müstacelen müzakeresi ile kanuniyet kesbetmesini teklif
ederiz.”
3 Mart 1924-3 Mart 1340
“EKREM B. (Rize) — Meşrutiyetin bidayeti idi, henüz mektepten
çıkmıştım. Mektebi Harbiye’nin – biliyorsunuz talimhaneye müteveccih olan
mermer sütunlu mermer merdivenleri vardır. Bunun kapısından bakıyorum mermer
merdivenin aşağısında sadaret mevkiini işgal etmiş vükelamızdan birini ferik
apuletleri ve mehabetli vücudu ile ve arkasında bütün yaverleriyle ve
maiyetiyle iyi talim ve terbiye görmüş bir nefer vaziyetinde gördüm. Bu zat ve
maiyeti mükellef bir arabanın önünde duruyordu. Fakat arabanın içindekini
görmüyordum. Tabiî merak ettim baktım. Bu Sultan Hamidin on dört on beş
yaşındaki şehzadelerinden biri idi. Bu levha bana derhal garip bir tesir
yaptı. Çünkü bu çocuk bir hiçti ve hiç evsafı olmayan bir insancıktı. Düşündüm:
O zaman bu çocuğa eğer o hürmet Sultan Hamid’in oğlu olduğundan dolayı
yapılıyorsa. Sultan Hamit denilen adam o canilerdendir ki, cinayeti yalnız
Mithat Paşa gibi nice insanları mahvetmekten ibaret değil, bir milleti inkıraza
mahkûm etmiştir. Hâlâ onun cezasını çekiyoruz. Sonra haber aldım ki: Meğer
saraylarda beş, altı yaşındaki çocukların önünde vükelâ rical ve ekâbir hepsi
böyle el pençe divan dururlarmış. İnsanların böyle kendi kendilerini esaret
altına sokmalarına karşı o zaman derin bir nefes hissetmiştim. Efendiler bugün
bu mefkûre tamamıyla değişmiştir ve ben bugünü gördüğüm için ölürsem de
gam yemem, ruhum ebediyen istirahat edebilir. Artık kimse beş, altı yaşındaki
çocukların önünde el pençe divan durmayacak ve hiçbir zaman «arzuyu şahanem,
milletime ihsan ettim» sözlerini işitmeyecek. Yalnız milletin sayesinde
yaşadıkları halde onu uşak gibi kullanan bu saltanat devrildiği halde garip
olan şurasıdır ki, hâlâ biz gözümüzün önünde bu ailenin hilâfet kisvesi
altında ayrı debdebeyi sürmesine tahammül etmek ve rıza göstermek
safderunluğunda bulunuyoruz. Bir gün gelecek, istikbalde bugünün tarihini yazan
müverrihler Anadolu’da Türk, istiklâlini kazanmak için boğaz boğaza gelirken
İstanbul’da onun düşmanı ile dans eden bu hanedanı aileyi derhal
tardetmediğimizden dolayı hayret edeceklerdir. Tarih bize gösterir ki, bu zevat her
zaman bu tahta bütün kuvvetleriyle sarılmışlar ve onu elde etmek için icabında
Türk Milletinin boğaz boğaza gelmesini istemişlerdir. (Bravo sesleri) Niçin
bunlar bu tahta bu kadar sarılıyorlar, millete hizmet etmek için mi? Efendiler.
Millete hizmet etmiş tarihimizde birçok sadrazamlar gösterebilirsiniz. Fakat
padişah göstertmek için müşkülât çekeceksiniz. Bunların tahta merbut olmalarını
saik yalnız menfaat, îhtiras, bundan ibarettir. Padişahların yapmış oldukları
bu fenalıklar üzerinde biraz durmak istiiıyoruım. Çünkü ben inliyorum.
Efendiler bugün memleketimin milletimin terakiyatının bu kadar geri
kalmasından dolayı inliyorum. Bir ecnebi ile karşı karşıya geldiğim zaman,
onun memleketiyle kendimi mukayese ettiğim zaman görüyorum ki, onun
memleketindeki şimendiferler kadar benim memleketimde yol yoktur. Bu üstümde
başımda gördüğünüz düğmeleri ve hattâ ve bâzı yerlerde yiyeceğim ekmeğe
varıncaya kadar onlardan satınalmıya mecbur oluyorum. Bundan dolayıdır ki, bir
ecnebi ile karşı karşıya geldiğim zaman yüzüm kızarıyor. O halde kendime
soruyorum Türk Milletinin bu kadar geri kalmasındaki sebep nedir? Yarabbi! Biz
kabiliyetsiz, istidatsız olduğumuz için mi bu kadar geri kaldık? Bütün ecnebi
devletler en yüksek zirvede biz alttayız. Buna sebep din midir? Bu sualime
karşı derhal görüyorum ki, mazide Arap Milletinin, İslâm dini ile mücehhez
olan Arap Milletinin medeniyeti bana ‘gösteriyor ki hiçbir zaman din buna mâni
değildir. O halde kabiliyetsiz olan biz Türkler miyiz? Hayır, Efendiler bunu da
görüyorum. Bir zabit, bir doktor, bir mühendis muhitini bulduğu zaman derhal
orada ferdi tefevvuklar yapıyor. Efendiler, Türk Milletinin bu kadar geri kalmasına
sebep mesul padişahlardır. Padişahlardır. Çünkü onlar milleti kahhar bir idarei
mutlaka altında boğarak ve yalnız kendi menfaatlerini düşünerek onun terakkisi
için hiçbir şey yapmamışlardır. Millet mesul kendisi olurdu, şayet hâkimiyet
kendi elinde olduğu halde bu kadar geri kalsaydı. Şöyle bir bakarsak bu son
inkılâp fikri istisna edilirse Türk Milletinin altıyüz sene evvelki ruhu ile
son zamanlardaki ruhu arasında hiçbir fark yoktur. Hudutlara bakınız.
Aşağı – yukarı altıyüz sene evvelki vaziyete şahidoluruz. Ümran noktasından
yollar, köyler hiç değişmemiştir. Yalnız ormanlar azalmıştır. Bütün bunların
sebebi, mesuller padişahlardır. Bugün İstanbul’da ve memleketin sair tarafında
elleri böğründe kuvvetleri olduğu halde iş bulamamaktan dolayı sefil kalan
binlerce halk bilmelidir ki biz altıyüz senenin biriktirdiği nakâyısın altında
eziliyoruz. Ve bu altıyüz senenin biriktirdiği nakayısa çare bulmak birkaç
senede mümkün değildir. Bu padişahlar, bidayeti saltanatlarında tarihin
kendilerinden evvel vermiş olduğu derslerden hiç ibret almamışlar, düşünmemişler
ki, bir yer işgal etmek o yeri zaptetmek demek değildir: Memleketin ümranı noktai
nazarından çalışmamışlar, hiçbir şey yapmamışlardır. Bana Tarihi Osmanînin
Saltanatı Osmanînin istiklâli Osmaniye temin etti diye tebcil ettiği şeylerden
mi bahsolunacak? Efendiler ben bunu bu efsaneyi on yaşında iken pek tatlı
olarak dinledim. Fakat bugün artık bu masalları dinlemeye tahammülüm yoktur.
Kimi esaretten kurtarmış, kimin istiklâlini temin etmiştir? Şark Türk
Hakanlığını Türkleri bir noktaya toplamak için olan hareketine karşı bâzı
Selçuk sultanlarının yaptığı gibi ona tabi olsa idi bulgun ihtimal ki, merkezi
Asya’da olmak üzere büyük bir şark veya Türk Hakanlığı tesis etmiş olabilirdi.
O zaman bizim ecdadımız ha Şark Türk Hakanlığının idaresi altında bulunmuş ha
Sultan Osmanm idaresi yahut Karaman Beyinin idaresine girmiş. Bugün bu bizim
için müsavi
olurdu.
olurdu.
Hiç düşünmeksizin
yapılacak olan şey derhal bu hanedanın bilaistisna hudut haricine
çıkarılmasıdır. Sair Cumhuriyeti ilân eden milletlerin birçok kanlı tecrübeler
pahasına bulmuş oldukları bu neticeyi elde etmek için aynı tecrübeleri yapmak
ister misiniz? Bunlar çıktıktan sonra bir nokta akla gelebilir. Hilâfet mevkii;
bendeniz hakikaten hayretler içinde kalıyorum. Hilâfetle bir ailenin
münasebeti nedir? Mazisi cinayetlerle dolu ve Türk Milletine hizmet etmemiş
olan bu ailenin hilâfetle münasebeti nedir? Hilâfet. Esasen islâm dininin
hükümetinde mündemiçtir, bundan ibarettir. Bununla beraber ben bu isme de çok
ehemmiyet vermem. Artık bu ismin oynayacağı siyasi rol çoktan geçmiştir. Bugün
pek güzel gördük, Harbi Umumide kanal seferi bize hilâfet kuvvetini hiçbir işe
yaramadığını pek acı ve pek pahalıya oturtarak anlatmıştır. Irak ve Filistin
cephelerinde Hind askerlerinin pek kanlı taarruzlarına bu isim hiçbir zaman
mâni olamamıştır. Son zamanda görüyoruz Yunanistan’ın siyasi bâzı menafii,
Hristiyan olmasında ziyade siyasi bâzı menafi sebebiyle yardım görmüş fakat
Türk ordularının kahhar darbeleri altında ezilince bütün cihan tarafından terk
edilmiştir. Binaenaleyh bu ismin artık oynanacak siyasi rolünü tasavvur
edemiyorum. Binaenaleyh neticeye geliyorum, doğrudan doğruya teklifin
gösterdiği veçhile bilaistisna hanedan ailesinin hudut haricine çıkarılmasından
ibarettir.
ZEKİ B. (Devamla) —
Ben milletin efradındanım, fırkanın değilim. Umdelerden bahsetmeye salâhiyetim
vardır. Burası hür bir kürsüdür. Zatıâlileri de çıkarsınız. Burada noktai
nazarınızı söylersiniz. Acaba bu umdei esasiyeler dâhilinde böyle ananatı
milliyemizi ani surette sarsmak ve yıkmak usulleri de dâhil mi idi? Bu gün
memleketin her hangi bir tarafından mesaili iktisadiyeyi, mesaili siyasiyeyi
ve dâhiliyeyi ve ziraiyeyi hallettik de yalnız bu vaziyetin içerisinde
yapılmak istenilen bu mu kaldı? (Gürültüler) bendenize öyle geliyor ki,
bunun-zamanı henüz gelmemiştir ve gelmediğine kaniim. (Çoktan geçmiştir).
(…ZEKİ B. (Devamla)
— «Hilâfeti Hanedanı Âli Osman’a aidolup Büyük Millet Meclisi tarafından bu
hanedanın ilmen ve ahlâken erşat ve aslâh evlâdı intihabolunur» Heyeti
Celilenizin vermiş olduğu bu kararı kaldırmış olan ayrıca bir lâyihai kanuniye
var mıdır?
MUSTAFA B. (Tokad) —
O karar ile bunun arasında fark var. Ondan sonra neler oldu haberin var mı?
Uyuma!..
ZEKİ B. (Devamla) —
Arkadaşlar bendeniz mutedil liberal ve bununla bir ebedi müthiş bir ittihadı
islâm taraftarıyım (Türkçe söyle sesleri) tarihin bu azametini kendi milletimde
görmek isterim. Benim gayem budur. Bunun içindir ki, memleketimin siyaseti dâhiliye
ve hariciyesi namına hilâfetin ilgasını kabul ederek bugünkü vaziyet dâhilinde
bu müthiş kuvveti düşmanların veyahut diğer hükümetlerin kucağıma atmayalım.
Biz Cumhuriyet, hâkimiyeti milliye ve teceddüde diyoruz. Eğer bunlar halkın
arzusu ise – ki, olduğuma benim imanım var – bununla beraber biz öyle
zannediyoruz ki, bu esasat dairesinde ittifak ettiğimiz takdirde halkın
ihtiyacatı umumiyesine aidolan bu esasatı yine halktan veçhe alarak o veçhe
dairesinde halkın ihtiyacatı umnmiyesini nazarı dikkate alarak o veçhe
üzerine ve Teşkilâtı Esasiyemiz ve fırkamın heyeti umumiyesini bir umdei
esasiye olarak kabul ettiği esasat dairesinde Hükümete bir veçhe vererek o
suretle karar vermemiz icabederdi. Yoksa biz düşündüklerimizi, kendi arzu
ettiklerimizi doğrudan doğruya halka kabul mü ettireceğiz.
ZEKİ B. (Gümüşhane) —
Efendiler biz saltanata düşman değiliz, eşhasa düşmanız. Zira bugünkü günde
gördüğüm vaziyet şudur: Cumhuriyet, devam ettiği halde saltanata doğru
yürüyor. (Gürültüler)!
TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Hilâfetin ilgası deniliyor
arkadaşlar. Ben, hilâfetin ilgasını kabul etmiyorum arkadaşlar. Hilâfet ilga
edilmiyor. Hilâfetin makamı kaldırılıyor. Hâlbuki hilâfet mevcuttur arkadaşlar.
İmamet de burada, hilâfet de burada. (Bravo hayır sesleri)
ŞEYH ŞAFVET Ef.
(Konya) — Dinî mümini islâmm her veçhile ulviyet ve nezahetini muhafaza etmek
için hilâfetin mahiyetini tahlil ve ilân etmekte bir gün bile teehhür etmek
caiz değildir. Öteden beri her hangi bir sülâlenin, bir şahsın makamı
hükümdariye irsen musallat olabilmesiyle halife unvanını ihraz etmesi Dîni
İslâmınn muktaziyatından imiş gibi bundan evvel efkârı âmmede bir terakki
vardı. Fakat hilâfetin ne demek olduğunu hakkiyle bilen hurafayı ümmet Dîni
İslâmın hakayıkı âliyesiyle halkın seviyesini müteakip bulamadıklarından
zevahirin muhafazasiyle idarei maslahat siyasetini takibetmişlerdi. Bugün
mülkün her tarafında canu gönülden hüsnü telâkkiye iktiran eden Cumhuriyet,
halk seviyesinin en âli derecelerde olduğunu ispat eylemiştir. İşte bu sayededir
ki bugün bu meselenin halli ile iştigal ediyoruz.
Binaenaleyh mademki
bugün hak ve adil üzere icrayı Hükümet ancak cumhuriyetle kaimdir ve idarei
hazıranız da hamdolsun bir idarei cumhuriyedir. Hilâfetin mahiyeti aklen ve mantıken
Büyük Millet Meclisinin şahsı mânevisinde tamamıyla tecelli etmiş oluyor. Şu
halde Dini İslâmın kasdeylemiş olduğu hilâfetin hakikati bu Meclisi Muazzamın
şahsı mânevisinde tecelli etmekte iken hilâfet sıfatı mübeccelesini Büyük
Millet Meclisi haricinde hakaiki islâmiye hilâfına bir lâfzı bimânadır ki
sinne düşürmek Cumhuriyetle asla tevafuk etmeyecek bir haleti garibedir.
HALİD B. (Kastamonu) —
(…) Mâlûmuâliniz hilâfet 1300 küsur seneden beri Hulefayı Raşidin, Emeviler,
Abbasiler, sonra Fatımiler Mısır ve saireden geçerek bir silsiledir gidiyoruz.
Binaenaleyh 1300 senelik bir müessesedir. Bunun için bu makamı mülga demek
için her halde uzun boylu düşünmek icabeder kanaatindeyim.
Ciheti şer’iyesinde
hiçbir mahzur yoktur. Bendeniz yalnız siyasi noktai nazardan arz ediyorum.
Arkadaşlar hepimiz biliyoruz ki İstiklâl Mücadelâtı ilân edildiği zaman
halkımızın halife makamına olan merbutiyetini nazarı itibara alarak hepimiz
«halifeyi kurtaracağız. Şöyle yapacağız, böyle yapacağız» diye telkinatta
bulunduk. Hattâ birçok meşarih ve ulemayı Büyük. Millet Meclisine getirdik. Bu,
sırf halkın hissiyatına hürmet içindi. Sonra arkadaşlar, ben bu İstiklâl
Muharebatmda kâmilen bulundum. Askerlere, bütün arkadaşlarla beraber bu
suretle telkinatta bulunduk. «Makamı hilâfeti, bütün vatanla beraber
kurtaracağız» dedik. (Kurtarmadık mı sesleri) Hay, hay hamdolsun kurtardık.
Böyle olmakla beraber bugün halk makamı hilâfet olmazsa Cuma namazı kılınamaz
itikadındadır.. (Hayır, hayır sesleri) Ben de o itikatta değilim.
TUNALI HİLMİ B. — O
itikadı değiştireceğiz. Bundan böyle halkı aldatmak yok.
HALİD B. (Devamla) —
İnşallah! Binaenaleyh bendeniz en ziyade bunun dâhildeki tarzı telâkkisine
işaret ediyorum.
Meselâ bugün hac farzdır.
Haccın hikmeti felsefesi o kadar büyüktür ki acaba bundan siyaseten ne
istifade etmişizdir? Hiç. Sonra Araplar bize karşı şöyle yapmış böyle yapmış
diyoruz. Hâlbuki hep biliyoruz ki bu Arabistan’da takibettiğimiz hatalı siyaset
neticesidir. (Hayır, hayır sesleri) (Başka birinin hatası bize tereddübetmez
sesleri) Bendeniz kanaati vicdaniyemi söylüyorum.
Bendeniz bu son sözü
yani mülgadır sözünü açıkça söylemeyi ve kaydını şer’an değil siyaseten büyük
bir mahzur telâkki ediyorum.
TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak)
— O halda kapalı kaydedelim.
HALİT B. (Devamla) —
Büyük Millet Meclisinin şahsiyeti mâneviyesinde deriz. Doğrudan doğruya
mülgadır demek hatalıdır.
TUNALI HİLMİ B.
(Zonguldak) — Büyük Millet Meclisinin şahsında mündemiçtir.
HALİT B. (Kastamonu)
— Az zaman sonra tesirini görürüz.
VASIF B. (Devamla) —
(…) Dünyada bütün medeni milletlerin medeni varlıkların bir hakikati mehaz
olarak kabul ettiği esaslardan bahsetmiştim ve bu esaslar ve en mühim olarak
Cumhuriyeti ilân eden bir milletin kendi varlığını kurtarmak için
saltanat iddia edebilecek hiçbir kuvvete meydan bırakmamaktır. Cumhuriyeti ilân
eden bir milletin en yüksek vazifesi kendi vatanı için kendi varlığı için kabul
edeceği en büyük esas, kendi mevcudiyetine tehlike iras edebilecek ikiliklere
meydan vermemek, saltanat ihtiraslarına meydan bırakmamaktır. Milletin selâmeti
efkârı için daima sultanlığa timsal olabilecek olan bütün müesseseleri
yıkmaktır. Ancak o zaman Cumhuriyet tamam olabilir, o zaman ancak Cumhuriyetin
temeli esaslı olabilir.
Neşredilen cihad
fetvasına rağmen Türkü Irak’ta, Çanakkale’de, Filistin’de Boğazlıyan
müslümanlardır. (Her tarafta sesleri) Arkadaşlar, varlığımıza bütün kuvveti
ile kasteden Britanya imparatorluğunun en büyük noktai istinadı ve bizi yıkmak
için sevk ettiği orduların en kuvvetli membaları islâm diyarları idi. Nerede o
cihad fetvaları, nerede o Hilafetin haricî siyasetindeki tesirleri, nerede o
Hilâfetin faydaları? Zeki Bey bir tane göstersin.
Fakat Meclisi Âlinin
kıymetli azaları mütehassıs ve mesudolarak bu kararı vermiştir ve o gaye
bilâkaydü şart yürüyecektir ve yürümek için o mevanii ihdas edenlerin
kafalarını ezerek, kırarak yürüyecektir. (Bravo sesleri)!
Diyorlar ki biz bu
zaferi kazanırken makamı hilâfeti kurtaracağız diye propaganda yapmışız, bunu
ilân etmişiz, şimdi nasıl oluyor da geri dönüyoruz. Meclisi Âlinin geri
döndüğünü gösteren ortada hiçbir hadise yoktur. Meclisi Âlinin husule getirdiği
şey vekayiin, hadisatın, zamanın bir zarureti katiyesi olarak tecelli etmiştir.
Cihan bir mecrayı
tekâmül takilbetmektedir. Beşeriyetin bugünkü vaziyeti, şekli idaresi,
telâkkiyatı, zihniyatı müthiş bir suretle daima tahavvül ve inkişaf etmektedir.
Zeki Bey istiyor mu ki, Halid Bey istiyor mu ki, dün söylediğimizi ne kadar
zararlı görsek yerinde sayarak yerinde durarak muhafaza edeceğiz.
Evet, arkadaşlar o
zaman bir sultan vardı ve hattâ o zaman padişahlığın ilga edildiğini bile ilân
etmemiştik. Padişahın bütün ihanetine rağmen padişahın memleketi batırmak için
düşmanla bir olmasına rağmen… Fakat arkadaşlar, o padişah bizi boğmak, bizi
yıkmak, bizi ezmek için silâh olarak hilâfeti kullanmıştır. Sakarya’ya kadar
gelen Yunan Ordusunun hilâfet ordusu olduğuna dair beyannameler neşretmiştir.
Dini kullanmıştır. Bizim mücrim ve kâfir olduğumuza dair fetvalar
neşretmiştir.
Meclisi Âli bu
kararını verdiği zaman varsın arkadaşlardan beş on şahıs, beş on kişi buna
muhalefet edeceğim diye tepinsin ve çırpınsın. Bütün bu tepinmenin ve
çırpınmanın sonu hicrandır, hüsrandır ve anlayacaklardır ki yaptıkları hareket
ayıptır ve günahtır. (Alkışlar)
ADLİYE VEKİLİ SEYİT
B. (İzmir) — (…) Bendeniz de bu meseleye dair uzun senelerden beri icra ettiğim
tetebbuat neticesinde hâsıl olan kanaatimi beyan etmek isterim. Nitekim geçen
sene hilâfet hakkında (Hilafet ve hâkimiyeti milliye) unvanı ile bir de kitap
neşretmiştim.. Dediğim gibi tarihi islâmda azîm bir İnkılâp yapıyoruz.
Diyebilirim ki bundan daha büyük inkılâp olamaz. Bu inkılâbın azametindendir
zihinler bununla pek meşguldür. Kalbler endişe ve tereddüt içindedir. Onun
için cümlemizin vicdan ve izamı arzu ediyor ki mesele tamamıyla tavazzuh etsin.
Yâr ü ağyar ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilsin. Şuurlu bir surette
mi yoksa şuursuz bir haldemi yapıyoruz, anlasın. Meclisi Âli, hilâfet
meselesini maliyeti seriye ve siyasetin bilerek mi ittihazı karar ediyor,
yoksa bilmeyerek mi Bu cihetler tamamıyla tavazzuh etsin. Çünkü tekrar ediyorum
mesele hakikaten gayet mühimdi. Âlemi islâmda daha şimdiye kadar böyle bir
inkılâp vâki olmamıştır. Değil âlemi islâmda belki kürei arzda vâki olan
inkılâbatın en büyüğü en mühimidir.
Muhterem Efendiler,
asıl kanunu din olan Kuranı Kerime müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim
şekli Hilâfet hakkında yani İslâm Hilâfeti hakkında hiçbir âyeti kerîme
yoktur. Kuranı Kerim emri Hükümette yani idarei memleket hususunda bize iki
düstur gösteriyor: Biri; bugün âlemi medeniyette cari olan kaidei meşverettir
ki, bunu Kuran bize bin üçyüz sene evvel vazetmiştir. O da (ve emrühüm şûra
beynehüm) düsturudur. Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür,
demektir.
Kuranda zikrolunan ikinci düstur da ululemre itaat
düsturudur. Kuranı kerimde; «Etiullahe ve etiulresul ve’ ülülemrü minküm»,
âyeti celilesi vardır. Mânayı münifi, Allaha ve Peygambere ve sizin içinizden
emir sahibi olanlara itaat ediniz, demektir. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da
anarşiyi, Hükümetsizliği ref ve def’i etmek içindir. Zapturapt memleketi temin
etmek içindir ki, o emrü Hükümete itaat dînen vacibolduğunu beyan ediyor. Bu
âyet efrada salâhiyettar olan ricalin emrine itaat hususunda bir vazifeyi
diniye tahmil ediyor. İşte idarei memleket hususunda Kuranı kerimde bu iki ayetten
başka bir âyet, yoktur. Vakıa emaneti yani memuriyetleri, vazaifi hükümetleri
ehline tevdi etmek hak ve adle riayet eylemek gibi hususata müteallik âyatı
Kuraniye vardır. Lâkin bunlar doğrudan doğruya usulü idareye müteallik
değildir, ikinci derecededir. Evvelce de söylemiştim.
Hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade dünyevi
ve siyasi bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin kendi işidir. Onun içindir
ki hususu şeriyede bu mesele hakkında tafsilât yoktur. Halife nasıl tâyin ve
nasbolunur? Hilâfetin şeraiti nedir. Her halükarda ve her zamanda bir halife
nasp ve tâyin etmek millet üzerine vacip midir? Gibi meseleler hakkında ne
Kuranı kerimde, ne de hadisi nebeviyede bir sarahat yoktur. Efendiler, nazarı
dikkatinizi celbederim; tırnak kesmek sakal bırakmak gibi en fer’i adap ve
adâta, uımru saniyeye müteallik (meseleler hakkında birçok hadisi şerifler
varidolduğu halde halifenin nasıl nasp ve tâyin edileceği, hilâfetin
şartlarının neden ibaret olduğu ve her zamanda halife nasp ve tâyin etmek vacip
olup olmadığı hakkında sarih ve kati hiçbir hadis yoktur. Bunun hikmeti nedir?
Adap ve adâta dair birçok hadisler varidolsun da niçin hilâfet meseleleri
hakkında sarih bir hadisi şerif vâridolmasm? Bu nazarı dikkati calib değil
midir? Bunun sebebi şudur ki hilâfet öyle zannolunduğu gibi mesaili asliyei
diniyeden değildir. Siyasi bir meseledir. Zamana, örf ve âdâta göre değişir
icabatı zamana tâbidir. Onun içindir ki riyasetpenah Efendimiz demin söylediğim
hilâfet meseleleri hakkında ihtiyari sükût buyurmuşlardır.
Bu hilâfeti hakikiyenin
şartlarına gelince bunlar on kadar şeriatten ibarettir ki, şunlardır: Müslüman
olmak, hür olmak, akıl ve baliğ olmak, erkek olmak, selâmeti havas ve âzava
malik bulunmak, umuru memleket ve masalilhi milleti temsilde rey ve tedbir ve
hüsnü siyaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve kudrete malik
bulunmak, şecaat sahibi olmak, tam mânasivle adalette muttasıf olmak. Kureyş
den olmak. İste hilâfetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa
hilâfet sahih olmaz. Bu şartlardan başka bir de (ilim) şartı vardır.
Efendiler, kendi
kendimizi aldatmayalım. Âlemi islâmı biz hiç aldatamayız. Onların içinde birçok
ulema vardır. Kâffesi bugün bizden âlimdirler. Kütübü İslâmiye ellerindedir.
Onlar hilâfeti islâmiyenin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hind uleması,
Mısır uleması, Yemen uleması, Neced uleması, Kürdistan uleması halifenin
Kureyşten olması lâzım geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin
hiçbir âlimi bizim padişahlarımızın halifeliğini din noktai nazarından kabul
etmez. Mısır’da, Hindistan’da, Kürdistan’da hilâfetten bahsedildiği vakit bunun
ciddî olduğuna inanıyor musunuz? (Bravo sesleri)!
Şimdi burada gayet
kuvvetli bir itiraz vâridolur. Denilebilir ki, Müslümanlar üzerine bir imam
intihap ve nasbetmek vaciptir. Bu bapta icma’ı ümmet vardır. Bütün ulemayı
islâm imam nasbinin vücubunda ittifak etmişlerdir. Buna ne cevap vereceksin?
Bu sual hakikaten pek kuvvetli bir sualdir, işin içine (icma) girince kendi
tarafımızdan ne söylense fayda vermez. Hiç kimse dinlemez. Çünkü icma en
kuvvetli delil addolunur ve tarafınızdan ne denilecek olsa bize cevaben icmaı
akdeden ulema, senden daha iyi bilir denilir. Şu halde buna nasıl cevap
vermelidir? Bunun cevabını Şafii ulemasının en büyük mütehassıslarından Allame
Uddadin vermiştir. Bu zatın (Mevakıf) namında gayet muteber bir kitabı vardır.
Ehlisünnetin itikadiyatına dairdir. Büyük bir kitaptır. İstanbul’da matbaai
âmirede üç cilt üzerine tab’ı edilmiştir. Bütün ulemayı İslâmınn elinde hüccet
gibi tutulur ve münderecatı senet ittihaz olunur. Bu kitabın imamet bahsinde bu
sual kendi tarafından iradolunduktan sonra ona cevaben demin dediğim. gibi
(şeraiti, imameti cami bir zat bulunmadığı surette ehli islâm üzerine imam
nasbetmek vacibolmaz), diye mezkûrdur.
Hilâfeti hakikıyede
halife Rasulü Ekrem Efendimizin eserine iktifa ile peygamberane bir hayat idare
ve pederane bir siyaset takibedecek, elinde Hazreti Kuranmeşali hidayet ve
rehberi hareketi olacak, kalbinde Allah korkusu onu her halûkârında adaletten ayrılmayacak,
mansup ve memuriyetleri birer emaneti ilâhiye addederek ehlini bulup ona
tefavvuz edecek, hukuku müsliminin ziyaına ve emvali beytülmalin zerre kadar
israfına meydan vermeyecek, islâmiyetin inkişaf ve tealisi ve ehli islâmın
saadet ve terakkisi neye mütevakkıf ise onu istihsale bezli mukadderat eyleyecek.
Şimdi zamanımızda böyle bir hilâfeti hakikiye tesisi kabil midir.
Sözlerimin
mukaddemesinde de söylemiştim ki, şerişerif nazarında hilâfetten maksat hükümettir.
Bir Hükümeti âdile tesis etmektir. Kuranı Kerimde Emrü Hükümette usulü idare
olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor.
Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare,
meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ
ettikte. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz,
başımızda heyulâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır?
İşte Efendiler,
hilâfet meselesinin İlmi Kelâm yani itikadiyet noktai nazarından mahiyeti
şeriyesi budur. Bunu bu suretle bilmek, halkı tenvir etmek, hakikati bildirmek
lâzımdır ve böyle bir zamanda bizim için bir farizadır. (Alkışlar)
hakikaten bâzı zatlar var. Meselâ bizim muhterem Gümüşhane Mebusu Zeki Bey,
Muhterem Kastamonu Mebusu Halid Beyefendi Hazretleri gibi. Dâhilde ve hariçte
daha birçok zevat bulunabilir ki bu meselede tereddütleri vardır.
Endişelerinde samimiyet olduğunda hiç şüphem yoktur. Kendilerini takdir ve
tebcil ederim. Sözlerinde başka bir gaye, başka bir maksat yoktur. Endişeler,
pek tabiî bir endişedir. Çünkü mesele pek büyüktür. Azim bir inkılâp
geçiriyoruz. Kendilerini mazur görürüm. Hiç şüphe etmem ki meseleyi olduğu gibi
bildikleri zaman o endişeleri zail olur. Onlar da kemali itidal ile bizim
noktai nazarımıza iştirak ederler.
Muhterem Halid
Beyefendi :«Ben meselenin ciheti şeriyesine karışmam. Ciheti siyasiyesini
düşünüyorum» dediler. Yâni meselenin ciheti siyasiyesinden endişe ettiklerini
söylediler. Bu bapta da bir iki söz söylemek isterim. Kimsenin kanaatini
suiistimal etmek istemem. Söyleyeceğim sözler sırf benim şahsi kanaatimdir.
Bunu yani hilâfet meselesinin ciheti siyasiyesini ben de çok düşündüm. Geçen
seneden beri bâzı matbuat da bundan bahsetti. Zannolunuyor ki biz hilâfeti
lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer islâm memleketlerinde pek fena
tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun âlemi
is’lâmda hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi âlemi islâmın uleması
kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler.
Âlemi islâmın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler
beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası
ısdar olunduğu zaman âlemi islâmdan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi
ve hattâ güya makam hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular
Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir
odaya kapayarak başımda nöbet bakliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve
çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle
nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. İçimiz de şeyhülislâmlık etmiş
olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman âlemi islâmın hiçbir
tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmayalım,
hakikati olduğu gibi görelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet, âlemi islâmm
bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı
islâmiyenin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat
bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye
meselesidir.
İslâmiyet’te
insanlar hakkında kutsiyet yoktur. İslâmiyet’te öyle Hıristiyanlıkta olduğu
gibi ruhaniyet yani Hükümeti ruhaniye yoktur. Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı
diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şeriatı İslâmiye, teşkilâtı diniye
tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiyeye terk etmiştir.
İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak) tır. Mukaddes
olan yalnız hukuktur, (Hak)’tır. Cenabıhakkın isimi de (Hak) tır. Kutsiyet de
ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir.
Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir.
Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir.
Şimdi size sorarım,
böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona
taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur.
İslâmiyet bundan münezzehtir, mütevalidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri
istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit
hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından
ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatından neşet etmiş ve
giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.
Onun için Hind’in,
Mısır’ın. Afgan’ın, Türkistan’ın ve diğer âlemi İslâmm bize ve bizim onlara
irtibatımız hep bu tesanüdü diniyeden mütevellittir. O zavallılar da
kendilerini esaretten kurtarmak için bir mededgâh, bir el arıyorlar. (Bravo
sesleri) işte bunun içindir ki biz Hilâfeti ilga etsek de, etmesek de onlar
daima ellerinden geldiği kadar bize muavenette devam edeceklerdir ve etmeleri
lâzımdır.
Bilirsiniz ki,
Hazreti Peygamber, bir taraftan ahkâmı şeriyeyi vazeder, teşri eder, diğer
taraftan da bizzat o ahkâmı icra ederdi. Etrafa valiler, kadılar, kumandanlar
nasp ve tâyin eylerdi ve muharebelerde bizzat Başkumandanlık vazifesini ifa
ederdi. Hattâ pek güzel bilirsiniz, (Uhud) gazası sırasında yanağından
yaralanmıştı. Bu ahval ise söylemeye hacet yok icrayı Hükümet demektir. Onun
içindir ki, hilâfet de Hükümet demektir. Fakat gerek asrısaadet ‘de ve gerek
sonraları Hükümet tâbiri mustalah olmamıştı. Hükümet kelimesi lügatte hâkim,
olmak, emir ve menetmek, tahakküm etmek demektir. Şeran pek makbul bir şey
değildir. Onun için ol vakitler Hükümet tâbiri kullanılmamış, onun yerine
hilâfet tabiri istimal edilmiştir.
İşte o Kitapta [müsayere – İbn-i Hümam – eklemeyi
ben yaptım] imamet (hiye istihkakı tasarrufu âmme alelmüslimin)
diye tarif olunuyor. Yani imamet, tâbiri «diğerle hilâfet Müslümanlar üzerine
tasarrufu âmme istihkaktır deniyor. İste hilâfetin fıkıh yani ilmi hukuk noktai
nazarından tarifi budur.
Muhterem efendiler,
Hukuku îslâmiyece üç hak vardır ki bu üç hakka her ferd müsavatı tâmme üzere
mâliktir ve üçü de lâyütegayyerdir ve lâyütezelzel haklardır. Birincisi hakkı
hürriyet, ikincisi hakkı ismettir ki biz şimdi buna masuniyeti şahsiye ıtlak
ediyoruz. Nefsin ve arzın masumiyet ve masuniyeti demektir. Üçüncüsü de hakkı
mülkiyettir, iste bu üç hak islâmiyetin hukuku esasiyesindendir. Diğer bütün
hukuk bu üç haktan tevellüdeder. Bu üç hak bütün hukukun anası ve menşeidir.
Zamanımızda mütemeddin memleketlerin hukuku esasiyesi de bu üç hak değil
midir? Evet, öyledir ama biz bu hukuku esasiyevi bugün değil, 1300 sene evvel
öğrenmişiz. Lâkin maatteessüf hilâfet nâmı altında sonra gelen müstebit
hükümetler bu hukuku esasiyeye hakkiyle riayet etmemişlerdir.
İslâmiyet tam manisiyle
demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin imtiyazını kabul etmez. Kuranı Kerim
(İn ekrameküm indellahe ittekaküm) buyuruyor. Yani (Allah indinde sizin en
mükerrem olanınız Allahtan en çok korkanınızdır) diyor. İşte bunun içindir ki
büyük, küçük şerif ve vadi herkes nazarı ilâhide müsavidir. Allahm indinde en
makbul ve mükerrem olan zat, kimin oğlu olursa olsun Allahtan en çok korkan
zattır. Bunun içindir ki islâmiyette hiçbir kimse şahsi imtiyazından
mütevellidolmak üzere diğer bir fert üzerende cebren söz geçirmek, ona emir ve
nehi etmek hakkını haiz değildir.
İslâmiyette yalnız
bir zatın diğeri üzerinde velayeti, cebren söz geçirmek hakkı vardır ki o da
babadır. İşte yalnız babanın evlâdı üzerinde söz geçirmek hakkı vardı ki velayettir.
Baba çocuğun velisidir.
Demek oluyor ki
velayet iki kısımdır. Biri velayeti zâtiyedirki babanın velâyetidir. Diğeri
velayeti tefrizdir ki akil ve baliğ olan her şahsın diğer bir zata vermiş
olduğu velayettir, işte vekilin, vasinin ve mütevellinin ve hâkemlerin haiz
oldukları velayetler hep velayeti tefriz cümlesindendir, işte halifenin haiz
olduğu velayette bu velayeti tefriz revindendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden
veya veraset tarikiyle halife olmak hakkı yoktur. İbni Hümamın yukarıdaki tarihinden
anlamıştık ki halife olmak demek tasarrufu âmme müstahak olmak demektir. Bu
istihkak ise millet tarafından bir şahsa tasarrufu âm salâhiyeti verilmekle
hâsıl olur ki vekâlet demektir. Umuru âmme denilen şey milletin kendi umuru
müşterekesdir. Bir memleketin idaresi demek o memlekette millete aidolan
işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir,
milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse o
hakka malik olamaz, işte bu esasa mebnidir ki fukahayı islâm yani islâm
hukukçuları hilâfeti milletle halife arasında münakit vekâlettir, derler ve bu
hususta tamamen kaidei vekâlet ahkâmını tatbik ederler.
Bunun gibi hilâfette
vekâlet nevinden olduğundan halirfe esnayı intihap ve biatte müvekkil olan
millet tarafından dermeyan edilen kayıt ve şarta riayet etmeye mecburdur. Millet
kendi velayeti âmmesini yani umuru âmmede tasarrufu âm salâhiyetini halifeye
mutlak surette bahşetmişse halifenin bu nevi hilâfeti mutlâkası, hükümeti
mutlaka demek olur. Hulefayı Raşidinin hilafeti gibi. Yok, eğer millet esnayı
biatte halifenin hilâfetini yani velayeti âmmesini bâzı kuyut ve şurta tâbi
tutmuşsa o vakit bu nevi hilafette hükümeti meşruta demek olur. Osmanlı
Meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin
kendi umuru âmmesinde hiçbir kimseye hakkı tasarruf bahşetmemeside esas
itibariyle caiz olmak lâzım gelir. Millet kendi işini kendim göreceğim artık
sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım
gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık
kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle
yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki
millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei
siyasiye ve içtimaiyeyse malik bulunsun. Kuranı Kerimde (Müslümanların işi
kendi aralarından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i
bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu
suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce
de demiştim hilâfet Hükümet demektir. Maksudolan memleket ve milleti adilâne
bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.
Bugün Türkiye’de bu
Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren
söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanunî olur
müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir
kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra,
bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir.
Adalet de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak
bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir
zamanda zulüm olur.
Şu halde bu kaide
hilâfette İde caridir. Mîllet dilerse, Halifeyi sureti mutlakalda intihaibeder.
Onun hiçbir tasarrufunu takyidetmez. Bu surette bu Hükümeti mutlaka demektir.
Dilerse millet Halifenin tasarrufatını bâzı kuyut ve şuruta tabi tutar. Bu
suretle de Hükümeti mukayyide olur. İşte Hükümeti meşruta denilen Hükümet bu
kabildendir. Millet hiçbir zata vekâlet vermez, yani bir halife, bir imaim
intihabetmezse hilâfet yok demektir. O vakit de Cumhuriyet olur. Buna ne mâni
vardır? Millet kendi işini ben yapacağım, neden bana başkası cebren yaptırsın
derse neden caiz olmasın? Millet diyor ki, hayır kendi işimi ben kendim
göreceğim. Ne vakit âciz olursam o vakit halife veya imam namı ile başkasını
vekil tâyin ederim. Fakat şimdi ben elhamdülillah âciz değilim. Rüştümü istihsal
ettim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için en nafi bir şekli Hükümet demek
olan Cumhuriyet ve usulü meşveretle kendi işimi kendim göreceğim. O halde buna
kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Zira hak milletindir. (Alkışlar) Kuranı
Kerim de bunun cevazına sarahat derecesinde işaret ediyor. (Müslümanların işi
kendi aralarında meşveretle görürler) (diyor. (Alkışlar) İşte bakınız mesele
ne kadar basitleşti. Döndü, dolaştı basit bir mesel’i hukukiye oldu. Bu
çocukların bile anlayacağı bir mesele oldu. Bunu îzam etmek, lüzumundan fazla
büyütmek ve buna başka türlü mânalar vermek hurafeye, masallara kadar gitmek
ve korkunç bir hale koymakta ne mâna vardır? Evet bunun bir mânası vardır, o
da görenektir. Efendiler, görenektir. Kafalar alışmış; gözler alışmış,
zihinler alışmış, başka bir şey değil.
Maalesef her türlü
zulümlerine katlanarak alışmışız. Memleketi malikânelerine çevirmişler. Milleti
uşak gibi kullanmışlar. Bir şey dememişiz. Bilirsiniz, vaktiyle her hangi bir
zatın mallarını müsadere ederlerdi. Şuna, buna istedikleri envali, araziyi
peşkeş çekerlerdi. Avrupa’dan utandıkları için meşhur Gülhane Hattı Hümayunu
neşrolunduğu zaman müsadere mülgadır demişler. Medeni bir Devlet haline
gireceğiz, artık müsadere mülgadır demişler ve 93 Kanunu Esasisine de koymuşlardır.
Hâlbuki o vakte kadar bütün zenginlerin mallarına istedikleri gibi tasarruf
ederler. İstedikleri gibi müsadere ederlerdi. Ahali mallarını bundan
kurtarmak için bir çare aramaya başlamış, bir adam büyük bir zengin olursa,
sivrilirse derhal malı müsadere olunur. Bunun önüne geçmenin çaresi nedir diye
ahali kıvranmaya başlamış.
RECEP B. (Kütahya) —
Haydi vakıf.
ADLİYE VEKİLİ SEYİD
B. (Devamla) — Ne yapsınlar tabiî vakıf usulünü iyi bir çare buldular.
Efendiler zanneder misiniz ki, bu vakıflar hayır için yapılmıştır? Hayır!
Vakıfnamelere bakarsanız, görürsünüz, elli bin lira, kıymetinde bir mal,
senede beş, on bin lira varidat, getiren emlâk vakfediliyor. Fakat ciheti hayra
topu, topu yüz lira bir masraf ihtiyar olunuyor. Meselâ falan sebile kırk okka
gaz, falan camie seksen okka zeytinyağı falan mescide otuz, kırk tane mum şart
ediliyor. Üst tarafı evlâdına batman bade batın, neslen badı neslin evlâdının
evlâdına şart ediliyor. (Handeler, alkışlar) Bu neden? Çünkü müsadere ediliyor.
Müsadereden kurtarmak için başka çare yok. Maksadım tezyif değildir. Hakaiki
tarihiyeyi arz etmekti.
TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Bir müşkülüm var hoca efendi
Hazretleri bir insan Cuma namazı kılmak için başkasının iznini almaya
mecburiyet var mıdır?
SEYİD B. (Devamla) —
Evet, bu bapta bir risale gördüm. Geçen devrei intihabiye mebuslarından Hoca
Şükrü Efendinin kitabıdır. Kendisiyle teşerrüf edemedim. Kendisini görmediğim
için hali hazırda ne kanaatte olduğunu bilmiyorum. O kitapta (Mezhebimiz
muktezasınca Cuma ve Bayram namazlarının sıhhati izni imama mütevakkıf olmakla
hutabatın makamı hilâfetten tevcihi muktezidir), deniyor. Görülüyor ki, Hoca Şükrü
Efendi, bu makamda iki şeyden bahsediyor. Biri Cuma ve Bayram namazlarının
sahih olması için izni imamın şart olması, diğeri de hatiplerin halife
tarafından tâyininin lüzumudur.. Bu iki meselenin ikisi de yanlıştır. Hatayı
fahiştir. Kastamonu Mebusu Muhteremi Halit Beyefendi Hazretleri de «ahalice
öyle telâkki olunuyor. Halife olmazsa Cuma namazı sahih olmaz deniyor.»
buyurdular. Bir kere şunu arz edeyim ki, Efendiler, Dini İslâmda Allah ile kul
arasına girecek bir vasıta yoktur. Bu bir hakikati İslâmiyedir. Ne şeyh, ne
mürşit, ne müçtehit, ne imam, ne de bilmem kim asla vasıta olamaz. İslâmiyette
ruhaniyet, teşkilâtı diniye yoktur. Papa, Hazreti İsa’nın lâyuhti vekilidir.
Hazreti İsa namına emir ve nehyeder. İslâmiyette böyle bir şey yoktur.
Hiçbir kimse Hazreti Peygamberin teşrii ahkâmda vekili değildir. Teşride
niyabet cari olmaz. İslâmiyette Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında
açık bir yol vardır. Herkes o yolda gidebilir. Hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur.
Ne Kuran’da ne de hadiste böyle bir şey bulamazsınız. Bilâkis aksini
bulursunuz.
Hafta mezhebi Şafi iye
göre Cuma namazının sıhhatinde böyle bir şart yoktur. Fukahayı Hanefiyede
Sultan olmayan yerlerde hatibi ve imamı ahali kendisi intihap ve tâyin eder,
derler. İşte meselenin mahiyeti hakikiyesi budur. Fakat nasılsa maatteessüf bu
mesele zihinlerde pek çok yanlış olarak takarrür etmiştir. Bu suretle tashihi
lâzımdır. Efendiler bir seneden beri memleketimizde hatipler yalnız Şer’iye
Vekili tarafından tâyin olunuyor. Şimdi bir seneden beri memleketimizde kılınan
Cuma ve bayram namazları sahih değildir mi denilecek? Bu, hatayı azîm olur.
Lâzım olan hatibin, Cuma ve bayram namazlarını kıldıracak imamın Hükümet
tarafından tâyin edilmesidir. Bu hâsıl olduktan sonra başka bir şeye lüzum yoktur.
İzni imam meselesine gelince; efendiler, bu da yanlıştır. (İzni imam
tâbirindeki imam lâfzı elifle imam değil ayın ile âmdır). Yani terkibi izafi
ile izni imam değil, terkibi tarsifile (İzmi âm) demek lâzımdır. İşte doğrusu
budur. Yani Cuma namazı sahih olmak için izni âm şarttır. Bu izni âmdan maksat
da cami veya kale kapıları herkese açık bulunması, herkesin o cami ve kale
derununda Cuma namazını kılmaya mezun olunmasıdır. Çünkü Cuma ve Bayram namazları
şeairi Islâmiyedendir. Onların alenen izharı lâzımedendir. İşte Cuma ve bayram
namazlarının sıhhatinde izni âmin şart olması bu hikmete müstenittir.
Binaenaleyh bir halife, bir padişah, bir vali veya bir kumandan yalnız kendi
mahiyetiyle Cuma namazını kılmak isteyip de cami veyahut kale kapılarını
kapattırarak halkı duhulden meneylerse o namaz sahih olmaz. İşte bu meseleyi
de bu suretle tashih etmek lâzımdır. Teessüf olunur ki, âlim geçinen birçok
zevat bu meseleleri pek basit oldukları halde yine yanlış bellemişlerdir. Bu
meseleler kütübü fıkhıyenîn cümlesinde bu suretle muharrer olduğu halde bilmem
nasıl olmuş da bunlar pek yanlış, pek açık hata olarak bellenilmiştir. Buna bir
türlü aklım ermedi. Ben kütübü fıkhiye içinde şu söylediklerimin aksini iddia
eden bir kitap, bir ibare görmedim.
Hutbelerde
halifelerin, padişahların isimlerinin zikredilmesi keyfiyetine gelince; bu
artık büsbütün sonradan ihdas olunmuş bir keyfiyettir. Hutbenin katiyen
şeraitinden değildir. Ve hutbe ile dinî olmak üzere hiçbir münasebeti yoktur.
Sırf siyasi ve idari bir keyfiyettir. Hülâfayı Raşidin zamanında hutbelerde
hiçbir kimsenin ismi zikrolunmazdı. Biraz evvel söylemiştim. Hutbe, nutuk
demektir. Onda zikri lâzım olan şeyler siyasi, içtimai, itikadı, ahlâki
nasihatler, meselelerdir. Hutbe, halkı ikaz ve irşat için iradolunur. Yoksa
bir zatın ismini zikretmek için iradolunmaz. Devleti Emeviyede hatipler
hutbelerde Hazret; İmamı Ali’ye lanet ederlerdi. Bunu sırf bir propaganda
olmak, halkı Hazreti Ali’den soğutmak için Muaviye ihdas etmişti. Hazreti
Ali’nin hükümran olduğu yerlerde de hatipler, Emevi hatiplerine mukabele
olmak üzere Hazreti Ali’ye dua ederlerdi. Daha sonraları Tavaifi Melûk zuhur
ettiği zamanlarda her yerde hatip o yere hâkim olan sultanın ismini zikreder
oldu. Bundan maksat da o yerin hangi sultanın, hangi hükümdarın havza i
Hükümeti dâhilinde bulunduğunu göstermektir. Bizde de hatipler esnayı hutbede
Osmanlı padişahlarının isimlerini zikrederken Halife, İbnülhalife demez
(Essultanı İbnüssultan) der; Elhalife İbnülhalife diyen hatip hiç gördünüz mü? Hutbelerde
Hülefayı Raşidînin yani Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin isimlerinin zikredilmesi
de bu kabildendir. Yani bu da sırf siyasi bir meseledir. Şiilere karşı
zikrolunur ve bu hutbenin okunduğu yerdeki ahalinin ehlisünnet olduğunu
bununla ilân edilmiş olur. İran’a giderseniz orada da camilerde hatipler
Ebubekir, Ömer Ve Osman’ın isimlerini zikretmezler. Hulâsa bu gibi şeyler
sonradan ihdas edilmiş şeylerdir. Asıl şeriatı İslâmiyede böyle şeyler yoktur.
İşte efendiler hilâfet ve onun teferruatı hakkında size pek çok izahat verdim.
Bu izahatımla artık hilâfet meselesinin mahiyeti şeriyesi tamamıyla
anlaşılmıştır sanırım. Şimdi de müsaade edin de bir, iki söz de mukaddes dini
yâr ve ağyara karşı îlânedeyim.
Efendiler,
zamanımızda memleketimizde terakkiye mâni olan hal hakikî İslâmiyet değildir,
cehilden körükorüne taklitçilikten neşet eden bugünün nâbemahal zihniyetidir.
Zamanımızda Dini İslâm pek garip kalmış; hurafat ile dolmuştur ve bu hurafat
âlemi İslama edyanı saireden, akvamı saireden sirayet etmiştir. Yoksa hakikî
Dini İslâm hurafatın, efkârı bâtılanın en büyük düşmanıdır. Esasen Dini İslâm
hurafâtı, itikadatı bâtılâyı kökünden yıkmak için gelmiştir. Nitekim vaktiyle
yıkmıştı da. Fakat sonraları şuradan, buradan âlemi islâmın içine birçok
hurafat girdi. Neticede Dini İslâm bütün, bütün garip kaldı.
İste efendiler,
Hilâfet ve İslâmiyet hakkında bildiğimi, anladığımı size söyledim. Bu yirmi,
otuz senelik uzun ve yorucu senelerin mahsulü tetebbüatıdir.
Efendiler ahali bu
hakayıkı anlamazmış, bilmezmiş. Anlatalım, bildirelim; vazifemizdir. Ahali
anlamamış, bilmemiş ise kabahat onlarda değil, anlatmayanlardadır, bildirmeyenlerdedir.
Bundan sonra anlatalım, ikaz edelim, irşat ve tenvir edelim ve bu zavallı
memleketi artık yürütelim. (Bravo, sesleri) Hilâfet, hilâfet diye çökmüş
gitmişiz. Harap ve turabolmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Bütün
memleket yoksulluk içinde kalmış. Yevmi hilâfetin imhasını efendiler? (Bravo,
sesleri) Artık yürüyelim, dirildim. Bütün âlemi medeniyet almış yürümüş,
tariki terakkide dev adımlarıyla gidiyor. Biz bunların arkasından boynu bükük
yetim gibi bakıp, bakıp da (Göçtü kervan, kaldık dağlar başında) mı diyelim?
(Handeler) doğrusu insan müteessir oluyor. Ne yalan söyleyeyim aynı zamanda
insana hiddet de geliyor. Ne acayip şey! Dini İslâm bu kadar âli ve
terakkiperver bir din olsun da biz Müslümanlar milel ve akvam içinde en geride
kalalım. (Handeler ve alkışlar)…
Son söz olarak şu
ciheti de arz edeyim ki ıslahatı adliye namı altında alelacele bir kanun yapmak
doğru olamaz, muzırdır. Almanlar son Kanunu Medenilerini ancak on beş senede
vücuda getirebildiler. Memlekete, milletin örf ve âdetine, milletin bünyei
içtîm’aiyesine uygun kanunlar yapmak kolay bir şey değildir. Muhtelif
Devletlerin muhtelif usul ve kavanini var. Garbın örf ve âdeti ve hukuku olduğu
gibi Şarkın da memleketimizin de örf ve âdeti ve kavaidi hukukiyesi vardır.
Bunları uzun uzadıya tetkik etmek, etüdetmek, düşünmek, hangi kaidelerin, hangi
ahkâmın memleketimize, milletimizin şeraiti içtimaiyesine, ahvali hayatiyesine
uygun olduğunu tesbit eylemek icabeder. Böyle yapılmayıp da alelacele, gelişigüzel
bir kanun yapılacak olursa faide yerine mazarrat hâsıl olur. Sonra sık sık, iki
günde bir tadile mecbur kalırsınız. Ben size bir ayda büyük bir kanun, Devletin
Kanunu Medenisini bile getirebilirim, ne yaparım? Alman veya İsviçre Kanunu
Medenisini tercüme ettirerek Heyeti Âliyenize takdim edebilirim. Lâkin ona
Türkiye Kanunu denmez. Muhterem Saraçoğlu Şükrü Beyin tâbiri veçhile «Türk’ün
ruhundan doğan kanun» denmez, Alman veya İsviçre Kanunu denir. Almanya ve
İsviçre başka, Türkiye başkadır. Türkiye’de Türkiye kanunu lâzımdır. Bu da uzun
uzadıya tetkike muhtaçtır. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım, metin ve sağlam
esaslar üzerinde yürüyelim. Tekrar geriye dönmeyelim. İşte ben bildiklerimi,
kanaatlerimi bütün samimiyetimle en açık bir surette arz ettim. Artık
ötesi size aîttir. Her şey kararınıza vabestedir. Müsaadenizle sözlerime
nihayet vereyim. (Teşekkür ederiz sesleri, alkışlar)!
İSMET PŞ. (Devamla) —
(…) Ufak bir hâtıra olmak üzere bunun tamamen aksini Heyeti Celileye ifade
ederim. En müşkül anlarında toplanmış olan efradı millete, zâbitana, askere biz
tehlikeleri sarahaten söyledik. Arkadaşlar, askerler, zabitler! Biliniz ki bütün
dünya düşmanmızdır, Halife düşmanmızdır. Şu devlet, bu millet, şu millet hepsi
düşmanımızdır. Burasını istilâ etmiş, şurasını istilâ etmiş ve Halife sizi
esir etmek istiyenlerle beraber olmuştur. Bunu açıktan açığa söyledik.
Tehlikeleri (bilerek, düşünerek, görerek, muayyen bir hedefe doğru yürüyen
sahibi idrak adamlar gibi; toplanmış ve yürümüşlerdir. Hakikat bundan ibarettir.
Memleketin dört köşesinde bunu bilen ve bu hatıratı taşıyan yüz binlerce
mücahitler var.
Müslümanlıkta bir
tek Hükümeti İslâmiye vardır ve bütün Müslüman milletler oraya tabi olacaktır.
Efendiler işte bu yüzden bütün Müslüman milletleri mütemadiyen birbirini yemişlerdir.
Her hangi bir milleti îslamiye kendisini müstakil ve kudretli addettikten
sonra, diğer hükümatı îslâmiyenin müstakil ve ayrı bir hükümet olmasına
tahammül etmemiştir. Tarih baştanbaşa bununla doludur. Şimdi bizim
siyasetimizde, bizim telâkkiyatımızda böyle kara bir noktadan eser var mıdır?
İHSAN B. (Cebelibereket) — Ölülerinin kemiklerini bile
mezardan çıkarıp atmak lâzım gelir. [Osmanlı Hanedanını kastediyor – eklemeyi
ben yaptım]
SÜLEYMAN SIRRI B. (Devamla) — Meclisi Âli saltanatı ilga ettiği
vakit dışarı çıktım. Minarede kandilleri gördüm. Esbabını sordum; Mevlûdü
Nebevidir dediler. Kail oldum ki Ruhaniyeti Peygamberi de bizimle beraberdir.
İşte efendiler, bugün de miracı Nebevidir. Bugün de Peygamberin mâneviyeti
bizimle beraberdir. Tereddütsüz bu maddenin kabulü lâzımdır. (Alkışlar, bravo
sesleri) (Müzakere kâfidir sesleri)
MUHTAR B. (Trabzon) —
Filhakika kadınlar siyasette büyük rol oynuyorlar. Tarihi Osmanide birçok
sultanlar rol yapmışlardır, hattâ birçok ricalin karısı da rol oynamıştır,
fakat kadınların siyasette rol oynaması, mutalaka kocasının mevkii iktidarda
bulunmasına mütevakkıftır. Hâlbuki bunların büyük, küçük erkeklerini
çıkardıktan sonra mevkii iktidarda bulunımıyan kimselere mensup kadının kuvveti
kalmaz. Hiçbir rol yapamazlar. Mukadderatı islâmiyenin, yüksek bir hayata
alışmış olan mukadderatı islâmiyenin harice atılması – bendeniz neticesini
düşünüyorum da – iyi görmüyorum. Onları suiahlâka sevk edeceğiz. Bir zamanlar
yüksek saydığımız kadınların öteye beriye, fena ahlâk, sülük etmelerine
sebebolacağız ve bunların memlekette kalmasında bir mahzur yoktur. Tasavvur
edemiyorum. Bunlar hakkında semahatkâr davranınız. Bunların memleketten tardını
şey etmeyiniz. Müttefikan erkekleri bilaistisna tard edelim, memleket haricine
çıkaralım. Lâkin kadınlara dokunmıyalım. İstirhamım budur.
RAGIB B. (Kütahya) —
Bu meyanda o zaman içimizde bulunan bir zat Hanedanı Abbasi’den imiş, kendisi
ben şecerelerle neslimi isbat ederim, vesaikle- isbat ederim, bu hilâfete ben
ehikkim demişti ve bunu birçok arkadaşlarımız bilirler. Görüyorsunuz ki,
efendiler; Hanedanlık ruhu o kadar habis bir ruhtur ki, sekiz yüz sene sonra
onun neslinden – şecere, macera ne arasın. Meşkûk bir surette onun neslinden
olduğuna kendisinde kanaat hâsıl eden bir şahıs sekiz yüz sene sonra iddiayı
Hilâfet eder.
KÂZIM VEHBİ B.
(Ergani) — O Rüştü Bey deli idi, sersem idi.
RAGIB B. (Zonguldak)
— Eğer o akıllı olsa idi, onun etrafında akıllı bir kuvvet bulunsaydı;
muhakkak o kuvvetle biz çarpışmak mecburiyetinde kalacaktık. Çok rica eder; bu
habis ruh ölmez ve bunu şimdiden esasından öldürmek lâzım ve vaciptir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder