10 Mart 2010 Çarşamba

10. QUO VADİS DOMİNO? (NEREYE HAZRET?)


OSMAN TÜRKOĞUZ
osmamturkoguz@hotmail.com
İzmir;29.Ekim.2009



QUO VADİS DOMİNO?
(HAZRET NEREYE)

“İktidara gelmek önemli değildir: Seçimle gelinir, darbe ile gelinir, verasetle de gelinir. Önemli olan: İktidarı sürdürme biçimidir!” Prof. Dr. Maurice Duverger.
“Toplumsal Şizofreni”,bunun Atatürk devrimlerine baskısı.”Mustafa Coşturoğlu.
2211Sayılı, Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet Kanunu, made:35”:
“Silahlı Kuvvetlerin Vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ KOLLAMAK ve KORUMAKTIR.”
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası; 2. And içme.
Madde81-Türkiye büyük Millet Meclisi üyeleri, göreve başlarken aşağıdaki şekilde ant içerler:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma, toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; Büyük Türk Milleti önünde, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
“Asker, eli kanlı bir diktatörün emir ve hizmetindeyse, KULDUR. Ulusunun emrinde ve hizmetindeyse BÜYÜKTÜR!”Alfret de Vingy,” Askerin Kulluğu ve Büyüklüğü.”


Karbonhidratlı gıdalarla, dini içerikli öykülerle ve masallarla ve dahi, masal âlimleri ve kahramanları yaratılarak, aklı iyice karıştırılan toplumumuz, Akıl ve Mantık erozyonuna uğratılmıştır.
Dört tabanca; üç tüfek ve onbeş Lav kovanı ile darbe masallarına; her politik çöküşte, hukuka aykırı olarak elde edildiği alenen açıklanan, önce borazan basında yayımlattırılan ihanet belgeleri eklenmiştir.
Ergenekon davası; Mayıs1938’deki Ünlü Moskova duruşmalarına rahmet okutmuştur. Ucu açık, tanıklarının yüzleri kapalı, posta ile gönderilen, “Muhbir’i Sadığı” belirsiz, elde edilmesi ve kullanılması, EVRENSEL HUKUK’A ve Türk Ceza Yasasına göre suç teşkil eden ihanet belgeleri!
Ben; Sıkıyönetim emrinde ve sıkıyönetim görevinde bir jandarma komutanı iken; ”Sıkıyönetim Hukuku” adlı bir kitap yazarak, polis ve jandarma birimlerine ve görevli şahıslara armağan etmiştim.
Bu kitabımda:”İmzasız ihbar mektuplarının arkaları boş ise, müsvette olarak kullanınız. Dopdolu bir imzasız ihbar mektubunu da yakınız!”Emrini vermiştim. Üst makamlara da iletmiş olduğum bu kitabım, teşekkürle karşılanmıştı.
Emekli ve Muvazzaf askerlerden başlayıp; Kurmay Albaylara ve Generallerimize uzanan YARGISIZ İNFAZ EYLEMLERİ!
Tüm bunları; bir gece yarısı çıkartılan bir yasaya bağlamış olma cinliği.
Her politik çöküşte; suçlama çıtasını yüksek seviyedeki ASKERLERİMİZE doğru yükseltmek kurnazlığı.
Ülkemizde; GAFLET, DALALET VE İHANET oyunları ile iktidar olma yetkisini, ÇAĞ VE REJİM DEĞİŞTİRME yetkisizliğine sürükleme kurnazlığı ve işbirliği.
AKP iktidarı; sıkıştıkça yeni belgemsilerle yeni, yeni sanıklar ve suçlar yaratma yeteneğini ortaya koymaktadır.
Bu seferde; ”İRTİCAYA KARŞI MÜCADELE EYLEM PLANI!”İrticaya karşı en güçlü engel olan TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’Nİ çökerterek itibarını yok etme planı!
Akıllara durgunluk veren, bir dış ve iç işbirliği. Varlığımızın nedeni ve sebebi olan, çağdaş ve evrensel bir sistemi linç etme ortaklığı. Osmanlıya ve ortaçağa dönme paranoyası. Onurumuzun ve tarihimizin sembolü olan Türk Silahlı Kuvvetlerine, iflah ve ıslah olmaz bir kin kusması. Mondros sonrası bir karmaşa ve Sevr’in onaylanması sevinci!
Devlet yönetimde bulunanların ve hatta DENİZ FENERİ vurguncularının vurgun eylemlerini, tumturaklı bir biçimde, imzasız mektuplarla SAYIN MÜDDEİUMUMÎLERİMİZE iletseydik; hemencecik ve şıpıdanak işleme koyarlar mıydı?
Türkiye’den de toprak koparmaya yönelik bir Amerikan planı olan(BOP) Büyük Ortadoğu Projesi’nin as başkanıyım diyerek; TCYASASININ 302’inci ve Terörle Mücadele Yasamızın 1,2 ve üçüncü maddelerindeki suçları KAVLEN, İLANEN VE ISRARLA İŞLEYEN Sayın RTE hakkında, Cumhuriyetimizi ve toprak bütünlüğümüzü korumakla yükümlü olan SAYIN MÜDDEİUMUMÎLERİMİZ ne yaptılar? Bu suçun MUHBİR’İ SADIKI DA BENİM!
Her önüne gelen yazıyor. Kinler ve hırslar ortaya çıkınca, akıl da devenin ayağına bukağı olarak tarihi yerini almaktadır! Ben; konuya bir başka boyuttan girmek istiyorum. Çünkü ve dahi çünkü BENİM DE BİR ”İRTİCAYI ÖNLEME MÜCADELE PLANIM“VAR. Ben; bu planımı Teğmenliğinden beri uygulamaktayım. İşbu planımda; silah, iftira, ihanet, vatan hainliği, çağdışılık, para, itibar ve hırs yoktur. Bu nedenle başıma gelmedik işler kalmadı; ben yine de yılmadım ve emekli olduktan sonra da; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini-İzmir’den giderek- bitirdim. Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in Ordusuna, yegâne silahım olan kalemimle girdim. Ben; Mareşal Gazi Mustafa kemal gibi düşünür ve O’NUN gibi davranırım. Çünkü ben de bir Mareşal Gazi Mustafa kemal’im.
Sayın RTE; Said’i Norsi’yi, Türklüğe ve insanlığa hizmet etmiş âlim olarak taktim ettikten sonra; Nurcular, sevinç çığlıkları atarak Risalelerden özetleri kitapçık olarak dağıtmalarını sürdürdüler.
A-Dilimize,
B-Dinimize,
C-Ulusal birliğimize,
D-Çağdaşlığımıza ve Atatürk devrimine en büyük kötülüğü yapmış olan;
İkinci Abdülhamit’in akıl hastanesine kapatmış olduğu bu bölücü başı için, ben de “irtica ile mücadele eylem planımı” yürürlüğe koydum: Uzun senelerden beri uğraşarak yazmış olduğum, NURCULUK adlı kitabımı-545 sahife ve 100 adet belgeli-bilgisayarıma geçirerek, bende adresleri olan dostlarıma ileteceğim. Bu, benim Cumhuriyet Bayramı armağanım olacaktır.
Şimdi; izin verirseniz, şu ünlü 35’inci maddeye bir göz atalım:
Türk silahlı kuvvetlerinin vazifesi:
1-*Türk Yurdunu KOLLAMAK VE KORUMAKTIR!”
2-*Anayasa ile tayin edilmiş OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ KOLLAMAK ve KORUMAKTIR:”Bizler askeriz ve öleceğimizi de bilsek, asker mantığı ile düşünürüz, asker mantığı ile yaşar, asker mantığı ile de ölüme atılırız. TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE yasa ile verilmiş bir VAZİFE vardır. Bu vazifeden GÖREVLER çıkarırız: ”Türk Yurdunu kollamak ve korumak!” Lafla mı olur, eylemlerle mi olur?
Türk yurdunun etrafı; Türkiye Cumhuriyetine dost olmayan gözlerle bakan birçok devletlerce sarılmış durumdadır. Ulusal çıkarları ve ulusal hedeflerini elde etmek için, bu devletlerin her birisi, Türkiye Cumhuriyetine tek, tek; ya da antlaşmalarla birbirlerine bağlı olarak saldırabilirler. Balkan Savaşı unutulmamalı. Birinci Dünya Savaşındaki da Bağlaşık devletlerin saldırıları da unutulmamalıdır. Bunun için; KOLLAMAK ve KORUMAK kelimelerinin anlamlarına bir göz atalım.
“KORUMAK:(csz)1-kendini korumak, sığınmak, sakınmak.
2-Koruma işine konu olmak.”
“KORUYUCU: i.s.-1-Koruma işini yapan, gözetici, hami.
2-i.s.Koruyan kimse, muhafız.”TDK. Türkçe sözlük, c.2; s.901.
“KOLLAMAK: İ,1-Olmasını, ortaya çıkmasını beklemek, gözetmek, fırsat kollamak, uygun bir zamanı kollamak.
2-Gözönünde tutmak, gözetlemek.
3-korumak, gözetlemek.”TDK. Türkçe Sözlük, cilt 2,s.887.
“KORUMAK(-İ-den)1-Bir kimseyi veya bir şeyi dış etkenlerden, tehlikeden veya zor bir durumdan uzak tutmak, muhafaza etmek, vikaye etmek, siyanet etmek.
2-Güçlü bir kimse veya kuruluş, güçsüz birisi veya bir şeyi, her türlü tehlikeden esirgemek, onu desteklemek, himaye etmek.
3-tehlikeye karşı denetim altında bulundurmak, savunmak, muhafaza etmek. Tehlikeli ve zararlı durumları önlemek.” TDK. Türkçe Sözlük, c.2.S.901.
Ülkemizin dört bir yanında bulunan devletlerin Türkiye cumhuriyetine karşı yapacakları eylemleri için ( Askeri açıdan):1-Haberalma;2-Önleme ve3-Müdahale planlarını yapmak ve gelişen durumlara göre yenilemek ve geliştirmek, Türk silahlı Kuvvetlerinin VAZİFESİ ve GÖREVİDİR. Bir Vatanhaini çıksa da; bu planları önce basına, sonra da Silahlı kuvvetlere karşı bir zayıflatma kampanyası yürütenlere iletse; Türk Silahlı Kuvvetleri, dost ve kardeş ülkelere karşı savaş planları yapmış diyerek komutanların şahıslarında bir linç kampanyası yapmaya gerek olur mu?
Bendeniz; toplum olayları alanında uzman sayılırım.1978 senesinde; Genel Kurmay Başkanlığının emirleri üzerine, Silahlı kuvvetlerin üst birliklerinde, kendi yazdığım kitaptan, konferanslar vermiştim: HABERALMA; ÖNLEME VE MÜDAHALE nasıl yapılmalıdır.
Ve ben, itiraf ediyorum; görev yaptığım her kademede, toplumsal olaylar, geleneksel şuçların önlenmesi için de ayrı, ayrı planlar yapmışımdır. Görevlerini plansız ve programsız yürüten ülkelerin hali, Afganistan ve İran olur.
Sayın RTE, İspanya’da irtica kalelerine güç vermek için:”Zamanı geldiğinde laiklikte kalkacaktır!” Derken;
“Demokrasi treninden, istediğimiz istasyona varınca ineceğiz!” Derken;
İnternet sitelerinden, alenen yayımlanan:”Dinsiz Mustafa Kemal rejimini devirip; Kur’an’a dayalı bir şeriat rejimi getirmek için, var gücümle çalışacağıma, namusum ve şerefim üzerine yemin ve kasem ederim!” Derken;
Ülkemiz sathında; Atatürk’e, çağdaş sistemimize ve Anayasamıza aleni saldırılar sürdürülürken;
İdari ve adli makamların sesleri ve solukları çıkmazken;
Türk Silahlı Kuvvetleri de, Haberalma, Önleme ve Müdahale planları yapmasın mı? Anayasamızın ve yasalarımızın vermiş olduğu İKTİDAR OLMA HAKKINI elde eden her siyasi oluşum, seçim takviminde olmayan, üzerinde yemin ettikleri Anayasa’ya rağmen, sistemi değiştirmeye kalktıklarında; sistemi korumakla yükümlü olan kuruluşlarımız seyirci mi olsunlar?
Aleni olarak ve sürekli bir biçimde; ettikleri yemine rağmen; DEMOKRATİK, LAİK, EVRENSEL HUKUK KURALLARINA BAĞLI, SOSYAL HUKUK DEVLETİ OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ YIKACAKLARINI SÖYLEYENLER; BİR İHTİLAL SUÇU İŞLEMİYORLAR MI? Eyleme ve kalkışmaya geçmemiş, kanunsuz bir şekilde elde edilen, kanunsuz ve usulsüz bir biçimde, mahkeme kararı gibi ilan edilen, ne idiği belirsiz kâğıtlarla onurlu kurumları ve onurlu insanları karalayıp, yaralayanlar! Sizlerin hergün işlediğiniz suçları bir gören ve sizlere hesap soracak olan yok mudur? Yok mudur? Sanıyorsunuz?”Tekerleğin daima tam bir devir yaptığı” unutulmasın.
Rahmetli Nazım Hikmet Ran; Türk Dilinin en büyük şairlerinden birisidir.1959 senesinde; yeise kapılarak yazmış olduğu şiirini yayımlamaktan da onur duyduğumu belirtmek isterim:

ŞEHİTLER!
“Şehitler, Kuvâyi Milliye Şehitleri,
Mezardan çıkmanın vaktidir’!
Şehitler, Kuvâyi Milliye Şehitleri
Sakarya’da, inönü’nde, Afyon’dakiler,
Dumlupınar’dakiler de elbet
Ve de Aydın’da, Antep’te vurulup, düşenler,
Siz, toprak altında Ulu köklerimizsiniz,
Yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvâyi Milliye Şehitleri,
Siz, toprak altında derin uykudayken,
Düşmanı çağırdılar, satıldık, uyanın!
Biz, toprak üstünde derin uykulardayız,
Kalkıp, uyandırın bizi.
Şehitler, Kuvâyi Milliye Şehitleri! Biz, uyandık! Uyuyanlar utansınlar.
OSMAN TÜRKOĞUZ
E.J.KD. Alb.-Hukukçu
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in Askeri








9. İSTANBUL'U ANKARA'YA TAŞIMIŞLAR 2. BÖLÜM

OSMAN TÜRKOĞUZ
İzmir

11 Şubat 2010


İSTANBUL’U ANKARA’YA TAŞIMIŞLAR!
(İKİNCİ BÖLÜM)

İlgi:
1- 07 Ocak 2010 tarihli Birinci Bölüm.
2- Vatan Hainliği Suçları,
3- Bir Dini ve Bir Ulusu Bölen fetvalar.


BİR ŞEYE DİKKATİNİZİ ÇEKMEK DURUMUNDAYIM: Sayın RTE’NİN beyanları bir feveran değildir. Kendisine inanlara, ”Bu şekilde davranınız; korkmayınız!” Demektir.

-“Elimden gelseydi; bu milletini dilini Arapça yapardım!”
Abdülhamit’i Sani.
-“O zamanda, bir Arap aşiret Reisi olurdunuz, Hakanım!”
Eğinli Küçük Said Paşa.
“Kavmi Necibi Arap!” Osmanlı Meclis tutanakları. Ve Arapların sıfatları.
“Osmanlı da SÜBYAN MEKTEPLERİ!”
“DEMOKRATİK, LAİK TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE, Tarikat okulları, her yaştaki çocuklara Kur’an kursları VE TARİKATLAR YÖNETİMİ.
“Osmanlı Ümmetçiliğin potasında eritilmişti!”
“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!” MAREŞAL Gazi Mustafa Kemal.
“Dağlara ve taşlara, ”NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!” Basitliğini yazdılar. Abdullah Gül; RP, Kayseri Milletvekili Şimdi de akp’nin 864 rakımlı tepedeki Noteri!”
“Sen ’NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE DERSEN!” Onun da da”ne mutlu kürdüm deme hakkı vardır!”! RTE.*ÖYLE DEYİN DEMEKTİR!*Ostüzü.
“Yahu bu milletin bütünlüğü ‘NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE’ ifadesiyle sağlanır mı? 600 sene Osmanlı 30’u aşkın etnik gurubu! Ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de öyle yapacağız! 600sene. Buyurun! Şu anda 70 senedir tutabildiler mi?” RTE:
”Yalınız Anadolu’da ve Balkanlarda 135 ayaklanma çıkmıştır! Diğer ulusçu ayaklanmalar hariçtir. Ayni dine ve aynı peygambere inanmış olduğumuz Kürtler (29) ayaklanma çıkarmışlardır Sayın RTE?” Ostüzü.
“ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞINI YAPAN TÜRKİYE HALKINA TÜRK MİLLETİ DENİLİR!” Mareşal Gazi Mustafa Kemal.
“TÜRKİYE CUMHURİYETİ, ATATÜRK DEVRİMLERİNE VE ÇAĞDAŞ, DEMOKRATİK, LAİK VE EVRENSEL HUKUK KURALLARINA BAĞLI BİR HUKUK DEVLETİDİR!” Anayasamız.
“Referansımız İslam’dır, tek hedefimiz İslam devletidir!” RTE-
“Cumhuriyet ve laiklik karın doyurmaz!”RTE.
“Sadece imamlar resmi nikâh kıysın!” Ben, Millet Meclisinin dua ile açılmasından yanayım!” RTE.*öylece eylem yapınız! Demektir*Ostüzü.
“EGEMENLİK, KAYITSIZ KOŞULSUZ MİLLETİNDİR!” Mustafa Kemal ATATÜRK.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir lafı koskoca bir yalan, Egemenlik kayıtsız, şartsız Allah’ındır!” RTE.” KİM kullanacaktır?” Ostüzü.
“İstanbul’u ikinci bir MEKKE, Eyüp Sultan camisini de ikinci bir KÂBE yapacağız!” 1957; Ödemiş’te Adnan Menderes’in seçim konuşması!
“İstanbul’u MEDİNE yapacağız! Bütün okullar, İmam-Hatip yapılacak!” RTE.

Bendeniz böylece yazımın özünü özetlerken; omzuma Sayın Hamret Hanımın eli dokundu:
“Sen ne yapıyorsun Komutanım!” Diyerek bendenizi uyardı. Ne diyebilirdim; kem ve küm:
“Efendim, İstanbul yine de yerli yerindedir. Türkiye Cumhuriyetinden önceki pislikleri ve utanılacak durumları, özet olarak, anlatmak istiyordum!” Diyebildim.
“Uzun boylu yazmana gerek var mı? Temelin öyküsünden ders almalısın: Temel’e; pirinçten 191 türlü yemek yapılıyor. Patlıcandan da ha keza. Hamsiden kaç türlü yemek yapılıyor? Diye sormuşlar. Temel bu; hiç düşünmeden ve dahi kafasını kaşımadan:
“33 çeşit yemek yapayruk!” Demiş ve saymaya başlamış:
“Hamsi tatlısı!”
Soranlar:
“Yeter anladık, gerisini saymana gerek te kalmadı!” Demişler.
“Bu gericilerin, Atatürk ve çağ düşmanlarının her sözleri ve her davranışları suç.
Bereket versin ki, Müddei umumiler Ergenekon masallarından darbe planları çıkarmakla meşgûller. BİR TEK ÖRNEK VERSEN YETERDİ!” Dediler!
Hiç düşünmeden kararımı hemen verdim: Bu yazımın sonunda; Türk halkının karakteristik yapısını oluşturan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bunlar hakkında vermiş olduğu tarihi kararlarını örnek olarak vereceğim.
İstanbul’da bulunan islam dinin en büyük makamı, Kuvayı Milliye ve Mustafa kemal hakkında vermiş olduğu fetvaya karşı; Ankara Müftüsü Cennetmekân Rahmetli Uşaklı Rifat Börekçi ve 153 Müftü de, karşı fetvalarını vermişlerdi.
Şimdi de; işin en iğrenç ve utanılacak tarafı da Mutafa Kemal ve kahramanlarımız hakkında en ağır iftiralar ve hakaretler pervasızca ve uluorta yapılabilinmektedir!
Bunlara; sözlü ve yazılı basınları da, casusluğa varan davranışları ile destek çıkmaktadırlar.
Arap'tan ”Kavmi Necibi Arap” diye söz eden Osmanlının İstanbul’u, 375 yıl SÜRRE ALAYI ile Mekke ve Medine’ye:
*200,000Düka altını,
*100,000 Kat elbise, cepken, camadan,
*20,000 ton buğday,
*100,000 çift ayakkabı gönderiyordu.
Mustafa Kemal’in, Türkiye Büyük Millet Meclisinin vermiş olduğu yetkiye dayanarak çıkarmış olduğu “TEKÂLİFİ MİLLİYE” kanununa uyan Anadolu Türk Halkı da, Türk Ordusu için varını ve yoğunu Tekâlifi Milliye Komisyonlarına veriyordu.
Saraylarda oturan Padişahı Ruyu zeminin, toplamış olduğu meclisinin adları: Ayan Meclisi ve Mebusan Meclisi iken; Ankara’da İttihat ve Terakki’nin parti binasında, ülkemizi ve TÜRKLÜK onurunu kurtarmak için toplanmış olan Meslisin adı da: TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ OLUYORDU. Okul sıralarında toplanıyorlar, öğrenci koğuşlarında yatıp, kalkıyorlar, Taşhan’da kiralık odalarda ya da öğrenci yatakhanelerinde geceliyorlardı. Yemekleri en çok iki türlü olmak üzere asker karavanalarında veriliyordu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları Başkomutanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümet Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal, Çankaya’da basit bir bağ evinde, bazen da Ankara İstasyonunda banyosu benzin bidonlu bir yerde kalıyordu. En lüks yemeği de iki kaptan ibaretti. Ekseriya pirinç pilavı ve kuru fasulyeydi. Odun sobası ile ısınarak, öğrenci nizamında yaşıyorlardı!
Sonra; Milletvekillerinin maaşları, kendileri tarafından, sürekli olarak yükseltildi. Milletvekilleri kooperatifleri kuruldu; yazlık ve dahi kışlık lüks binalara taşındılar. Bir sarayı çok görüp te kovduğumuz bir tek padişah yerine, önce 450, sonra da 550 padişah gelip te oturdu. İstanbul aynen Ankara’ya taşınmış oldu. Voltair’in bir demokrasi tanımı vardı; bilmem hatırlayanınız var mıdır?”Bir aslanın yediğini dört yüz fareye mundar ettirmek!”
İstanbul’da; vurgun, soygun, rüşvet ve talanlarla elde edilen servetlerle Boğazda saraylar yaptırılmıştı. Yıldız sarayının haftalık masrafını galata gümrüğü zor karşılıyordu ve 17,000 altındı.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinde de, örtülü ödenekten sarf edilen 2000 TL. İçin kavgalar oluyordu Şimdi de; Ankara’da vurgundan pay kapma savaşlarının verilmekte olduğunu duyuyor ve kahroluyoruz.
Ankara’da da 550.000.000,000 TL. Bir gece içinde sırra kadem basıyordu!
İstanbul’daki Fransız elçisi 75,000 kişiye himaye kartı dağıtmıştı.
1881 Muharrem kararnamesiyle Osmanlı devleti iflasını ilan etmişti.
Fransız, İngiliz ve İtalyanlardan oluşan Duyunu umumiye Komisyonu kurulmuştu. Gümrük, tuz, tütün gibi önemli gelirlerimize el konulmuş; DUYUNU UMUMİYE İDARESİ ÖZEL KOLCU TEŞKİLATI KURMUŞTU.
1901 SENESİNDE; TÜTÜN KAÇAKÇILIĞINDAN DA (20,000) Osmanlı vatandaşı öldürülmüştü.
Duyunu umumiye idaresi emrinde çalışan, Hüseyin Cahit (Yalçın)'in aylık maaşı (2000) TL. İdi.
Türkiye Cumhuriyeti,1954 senesine kadar, Osmanlının Duyunu umumiye borçlarını ödemek zorunda kalmıştı.
Başbakan Süleyman Demirel: ”Devlet 70 sente muhtaçtır!” Demişti.
Duyunu umumiye yerine, AY EM EF, DÜNYA BANKASI VE KONSERSİYUM gelmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonunda; savaş alanlarında kalan savaş araç ve gereçlerinin sorunu tartışılırken; Rokefeller’in bir önerisi oybirliği ile kabul edilmiştir:
“Savaş alanlarındaki kullanılmış olan savaş araç ve gereçlerimizi, bizim gemilerimizle taşımaları koşulu ile Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere hibe edelim. OLTAYA TAKILAN BALIĞA YEM GEREKMEZ!”
Sevr antlaşmasının 231’inci maddesinden sonrasını okuyalım:
“Osmanlı devletinin parlamentoya sunacakları bütçe kanun tasarıları, İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerinin onayından geçecektir. Parlamento tarafından yapılacak değişikliklerle onaylanacak bütçe kanununu adı geçen komisyon uygulamaya bilecek
Türkiye Cumhuriyeti Maliyesi AY EM EF ve DÜNYA BANKASINA teslim edilmiştir.
İSTANBUL, ANKARA’YA GETİRİLMİŞTİR!
İttihat ve Terakki’nin devamı olduğunu savlayan bir sağ partinin; Tavşanlı Sosyal Sigorta Hastanesi Başhekimliğinden gelen, Meclis Başkanı da; İstanbul’a özeniyordu: TBMM’ inin koltukları İtalyan yapımı, yüz kızartıcı ceylan derisi koltuklara kavuşurken, ol Doçent Dr. Meclis Başkanı da bir “etik hata“ yaparak, kendisine ve dahi Kızına yüklenici firmadan, tanesi 260,000 Dolara birer daire ve Çeşme’de bir yazlık alabiliyordu!
İstanbul’un devri saltanatı döneminde; Merhum Mahmut Şevket Paşa taa! Solingen’e giderek, 550,000 Mavzer piyade tüfeğini, tek, tek kontrol ederek satın alıyordu.
Şimdi mezarında ”Sevr’i imzalamayan Harbiye Nazırı Topçu Ferik”i de, her Mavzer başına üç altın rüşvet alıyordu!
İstanbul’da vatansever subaylar, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Dramalı Rıza ve BİR DEFA BERAAT EDEN, BİR DEFA DA-AYNI SUÇTAN-ÜÇ SENE HAPİS CEZASI ALMIŞ OLAN, YEDİ YAŞINDAKİ BİR ERMENİ ÇOCUĞUNUN, TANIK SIFATI İLE DİNLENMİŞ OLDUĞU KÜRT MUSTAFA DİVAN HARBİNDE, HERKESİN NUSRET BEY OLARAK BİLMİŞ OLDUĞU ADININ BAŞINA NÜFUSTA YAZILI MEHMET ADINI DA EKLEMESİ ÜZERİNE URFA Mutasarrıfı Mehmet Nusret Bey Vatan haini olarak asıyorlardı.
Nemrut Mustafa Divanı Harbi Örfisi, dış devletlerin istekleri ve Sevr antlaşmasının hükümlerine göre kurulmuştu.
Ergenekon’un, kimlerin istek ve emirleri doğrultusunda kurulmuş olduğunu bilmeyen varsa, sağır sultana sorsunlar derim ve onların gözlemelerinden de öperim!
Günümüze bir bakalım: Adları ve sanları saklı, yüzleri ve kişilikleri gizli, bol ikramiyeli ve teminatlı tanıkların ifadeleri ile kahramanlarımız ve vatanseverlerimiz, yargılamalar sona ermeden, mahkûm edilmektedirler.
Ankara’da da İngiliz Casusu Mustafa Sagir’in foyası meydana çıkartılarak yargılanıp, asılıyordu.
Şişli randevu evlerinde; bazı asaletli Türk kadınları, işgalci subaylarla buluşurken; Anadolu’daki Türk Kadınları da ölümlerle randevulaşarak cephelere mermi taşıyorlar, bebeleri ve kağnı arabaları öküzleri ile donuyordu.
İstanbul’da medrese talebeleri askere gitmeyerek Medreselerinde, vakıf malları ile ense yaparlarken, Anadolu Gençleri yalınayak, süngüsüz düşmana süngü hücumu yapıyordu.
İstanbul; tüm silah ve araç gereç depolarını düşmana teslim etmişken, Ankara o depoları boşaltarak Anadoluya taşıyordu.
İstanbul’da savaşın kör böğründe, bedel verenler askere gitmezken; Gazi Mustafa Kemal’in bir emri üzerine Medrese talebeleri askere alınıyordu. Daha sonra da bedelli askerlik ve kısa dönem askerlik te Ankara’ya İstanbul gibi inmiş oldu.
Ve unutulan bir türkü de yeniden söylenir oldu:
“YEMEN YOLU ÇUKURDANDIR;
KARAVANAMIZ BAKIRDANDIR,
ZENGİNLER BEDEL ÖDER;
ŞEHİDİMİZ FAKIRDANDIR!”

Ankara’ya bedelini ödeyenler, iki ay Burdur kampı ile kısa dönem askerlikten yararlananlar, televizyon kameraları önünde, 28 günlük hizmetleri onurlu vatan hizmeti sayılıyor! Güneydoğu’da, Bosna-Hersek’te, Somali’de Lübnan’da ve Afganistan’da ve Somali açıklarında hizmet yapanlarla da bir sayılıyor.
Anayasamız da:” Askerlik hizmeti, her Türkün hakkı ve görevidir!” Yazıyor.
Hani işlemde eşitlik?
Alman Ordusunda; süvari sınıfında en büyük general rütbesi TÜM GENERAL İKEN; Emekli Süvari Tüm Generali LİMAN VON SANDERS, Mareşal rütbesi ile Çanakkaleyi savunacak 5’inci Osmanlı ordusunun başkomutanlığına getiriliyordu.
İşin daha da vahim ve utanç verici tarafı; Osmanlı ordusunda görev yapacak Alman subayları bir üst rütbede olacaklardı.
Bir de Ankara’ya, Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal olan, TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ORDULARINA BİR GÖZ ATALIM.
Afganistan ile yapılan bir anlaşmaya göre: “AFGAN ORDUSUNU EĞİTMEK İÇİN, AFGANİSTAN’DA GÖREV YAPACAK TÜRK SUBAYLARI BİR ÜST RÜTBE İLE GÖREV YAPACAKLARDIR!”
1950’DEN SONRA TANIK OLDUĞUM OLAYLARI YAZMAYA ONURUM ELVERMİYOR!
“At, Avrat, Vatan ve Silah!” Diyenlerin Oğuz Kaan’dan bir örnek verdiklerini çok dinlemişsinizdir.
1870’li yıllarda; Sultan Abdülaziz tarafından; İzmir limanını kapatan UZUNADA’NIN tapısının bir İngiliz’e verilmiş olduğunu hiç duydunuz mu?
Gizliliği nedeni ile bu UZUNADA’NIN yeteneklerini yazamayacağım. Ama ve lâkin bir durumu yazmadan da edemeyeceğim: Bu İngiliz’in mirasçıları, ellerindeki evraklarla, İzmir’de açmış oldukları, UZUNADA’NIN KENDİLERİNE VERİLMESİ DAVASI HALEN DERDESTİR!
Fransız Başbakanlarından Henry Balladur’un, Çandarlı’da 1500 dönüm çiftliği ortaya çıkmıştır.
Bugüne dönersek: Alanya’dan Karaburun’a kadar, binlerce dönüm arsa ve arazi yabancılara satıldığı gibi, bazı belediyelerin elektrik ve su faturaları da; İngilizce yazılmaktadır.
Mütekabiliyet! Masalı çok revaçtadır. Mütekabiliyet; eşitler arasında olursa savunulur!
51 kiloda güreşen güreşçi ile 130 kiloda güreşen güreşçi arasında mütekabiliyet olur mu Sayın Seyircilerimiz!
“Türkiye kendine din olarak Kemalizmi almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak, kitlelere zorla dikte ettirmiştir. Türkiye’nin yarınında artık Kemalizme ve Kemalizm benzeri rejimlere yer yoktur.” RTE.”Sakın ola ki uymayasınız demektir!”Ostüzü.
Başkentimiz İstanbul’a taşındığı takdirde: ”Anıtkabir’de sap gibi durmaktan kurtulacaklar!’ RTE
Eyübiye Camisinde kılıç kuşanarak, Cuma selamlıklarına çıkacaklar.
İMAMLAR, ÖĞRETMENLERİ YENMİŞTİR. AĞIZLARINI SULANDIRARAK SAFLARINA ÇEKMEK GEREKLİDİR!
Konuyu uzatmakta yarar yoktur.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’e ve onun eserlerine karşı açıkça yürütülen ihanetler de ortadadır:
Ben; derim ki: ”İSTANBUL’U 19’UNCU ASIR İLE VE “URABİ” İLE ANKARA’YA GETİRMİŞLER.

PS: Birinci bölümün sonundaki duruma bir çözüm bulunabilindi miydi?
YANIT: 23 Nisan 1920’de kurulmuş olan TBM MECLİSİ, 29 Nisan 1920 tarihinde, 2 numara İLE HIYANETİ VATANİYE KANUNUNU ÇIKARMIŞ VE 07 Nisan 1920 Tarihli ve (1) sayılı Resmi gazete ile de yürürlüğe koymuştur.
“Madde- DİNİ KULLANARAK DEVLETİN ŞEKLİN DEĞİŞTİRMEK VE BOZMAK İSTEYENLER VATAN HAİNİ SAYILIR!” hareket teşebbüs halinde kalmış olsa bile, cezası idamdır!

8. İSTANBUL'U ANKARA'YA TAŞIMIŞLAR- 1. BÖLÜM

OSMAN TÜRKOĞUZ
İzmir

07 Şubat 2010



İSTANBUL’U ANKARA’YA TAŞIMIŞLAR.
(BİRİNCİ BÖLÜM)

Yaşı biraz ileride olanlar ve Lorel-Hardi filmlerini seyretmiş olanlar hatırlarlar; Lorel ve Hardy, bir piyanoyu gökdelenin 88’inci katına çıkarmak isterler. Ikına, sıkına 88’inci kata ulaştıklarında, piyano kayarak tekrar birinci kata iner. Bu uğraş sürüp, gider. 88’inci kat ve birinci kat arasında bir savaştır sürüp te giden.
Ne zaman başkentimizi tekrar İstanbul’a taşımak fikri ortaya atılsa ve Türklük düşüncesini yok eden ÜMMETÇİLİK söz konusu edilse, yukarıda anlatmış olduğum sahne aklıma gelir.
Her sağ siyasi iktidar, işleri sarpa sardırdığında bu konuları gündeme getirerek tartışmaya açar.
Sayın RTE, doğup büyüdüğü Rize’ye doymuş, İstanbul’a doyamamıştır. Dolmabahçe sarayına geçer, Ankara’da karargâhı bulunan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı Huzuru Hümayununa çağırır, ”iki devlet adamı baş başa ülke sorunlarını görüşürler!”
Ünlü Davos dönüşünde İstanbul’a inerler ve ”Padişahı Zülcelâl!” Olarak karşılanırlar! Ne acıdır ki, Sayın RTE’ NİN “Padişahı Cihan” ilan edilmiş olduğu İstanbul şehri DASİTANE değildir!
Bir Atatürk’ten korkanlar partili; parti kademelerinde yükselebilmek için, verilen akşam yemeğinde:
“BİZ, BAŞBAKANIMIZIN AŞIĞIYIZ. BAŞBAKANIMIZ, BİZİM İÇİN ADETA İKİNCİ PEYGAMBER GİBİDİR!” DİYEREK PEYGAMBERLER TARİHİNE AÇIKLIK GETİRİR.
ŞİMDİ; NEDEN SAYIN RTE HAKKINDA MÜDDEİUMUMÎLER TAHKİKAT AÇAMAZLAR ANLAMIŞ BULUNMAKTAYIZ!”
PEYGAMBERLER HER TÜRLÜ SUÇTAN MÜNEZZEHTİR, BERİDİRLER!
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının İstanbul’a taşınma fikri ortaya atılır; bölüm, bölüm taşınması da karara bağlanır! Yine piyanoyu birinci kattan yukarı çıkarma fikri sahnelenir.
Bendeniz bunları yüksek sesle düşünürken, Sayın Hamret Hanım, yerel bir gazetede yayımlanmış olan yazımı ortaya koydu.
Sayın Tansu Hanımefendi de, “devri saltanatlarında” başkentimizi İstanbul’a taşımaya çok sıcak bakmışlar!
Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmenlerinden istifa ettirilmiş bulunan Sayın Ertuğrul Özkök te 27Nisan 1996 Çarşamba günkü Hürriyet’te, bu konuda destekleyici, bir makale yazmış: ”ÇİLLER’İN BAŞKENTİ İSTANBUL’A TAŞIMA FİKRİ!”
Sayın Başbayanımız Çiller, bu konuda çok derin araştırmalar yaptırtmış!
Araştırmacılar huzurlarına çıkarak, Başbayanımızın masasının sağ tarafında, sürekli ve açılmadan duran, Anayasamızı işaret ederek:
“Efendimiz; bu Kenan Evren Anayasasının 3’üncü maddesi:”
“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünemez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı albayraktır.
Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır.
Başkenti, Ankara’dır.” Yazıyormuş derler.
Rivayet olunur ki; Sayın Başbayanımız, askerlere ve Alacakapta’a çok kızmışlar!
“Bu şekilde detaylı anayasa mı olurmuş! Elimizi ve dahi kolumuzu bağlamışlar!” Diyesiymiş. Gençten bir araştırmacı, 1924 tarihli anayasamızı açarak:
“Saygı değer Hanımefendimiz, izninizle, okuyabilir miyim?” diye sormuş, bir el işareti le de, okumaya başlamış:
“20 Nisan 1340 tarihli ve 491 sayılı TEŞKİLÂTIESASİYE KANUNU”
“Birinci fasıl”
“Ahkâmı esasiye”
“Madde1- Türkiye devleti bir cumhuriyettir.”
“Madde2- Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmi dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.”
Sayın Başbayanımız hiddetle yerinden kalkarak:
“Ne demek bu makarna mı, Makara mı? Koskoca Profesör Doktor olarak bunu ben bile anlayamıyorum. Hemen bunu yeni Türkçeye çevirsinler de öyle kullanılsın. Vatandaşlarımız bunu anlayamadıktan sonra neye yarar!” Deyu sözünü bitirmiş. O genç araştırmacı, izin, mizin almadan:
Sayın Hanımefendimiz;
Bu anayasamız üç kere değişti. 1945’te, 4695 sayıl yasa ile Öztürkçeye çevrildi. Cennetmekân Adnan Menderes devrinde de 5997 sayılı kanun ile de bu elimdeki 491 sayılı kanunla kabul edilen anayasa yürürlüğe girdi. Sonra Efendim; 27 Mayıs 1960 büyük devrimi ile de, şu masanızın sağında duran anayasamız kabul edilerek, halk oylamasının da kabul etmesiyle yürürlüğe girmiş oldu, arzederim!” Deyince; Sayın Başbayanımızın:
“Yürürlükten kaldırılan anayasalarımızı kullanamıyor muyuz?” Demiş olduğu rivayeti ta bana kadar da gelmişti!
Ve yine; Ulemadan Cafer Hoca’nın anlattığına göre:
”İstanbul’dan sonra payitaht Konya olacaktı. Konya; Delibaş ve Bozkır isyanları bu hakkını Konya’nın elinden almış oldular.
Rivayete göre;
İki trilyon Türk Lirasını sahte imzalarla deve yapan Mücahid’ i Eflani Sani Erbakan Hazretleri de, 1980 senesi öncesi MSP Genel Başkanı olarak Konya rüyalarını sürdürmüştü.
Daha sonra da; Takunyalı Biraderlerin Büyüğü bu işe gönül vermişti. Bir türlü bu hayalleri gerçekleşememişti!
Önce; Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in Konya’dan çekmiş olduğu bir telgrafı okuyalım: (7.1.1925) ”Konya, 7 kanunisâni 1341”
“Gazetelerin Tenkit görevleri”
“Bazı İstanbul gazetelerinin, zaman, zaman ortaya attıkları münakaşa zeminleri dikkati celbetmekten hali kalmıyor. Her hükümetin, hükümet ricalinden her birinin münakaşa ve tenkit edilebilecek işleri bulunabilir. Bir fırkanın, bir fırka mensuplarının ise her şeyi. Her şeyden evvel mevcudiyetleri mahzurlu görülür ve bihakkın tenkit edilebilir. Fakat işaret etmek istediğim gazetelerin münakaşa ve tenkitlerindeki mana esas itibariyle başka mahiyet arz ediyor. Bir İstanbul - Anadolu meselesine vücut veriliyor gibidir. Bunu çok tehlikeli görüyorum. Böyle bir mesele bütün vatandaşlar tarafından anlaşılır şekle getirildiği takdirde, camiamızda büyük bir rahnenin açılmasına sebebiyet verilmiş olacaktır.
Anadolu’dan ziyade, İstanbul’un zararlı çıkacağı şüphesizdir. Anadolu’nun zararı, İstanbul’un zarardide olmasından neşet etmiş olacaktır.
Bir ‘İstanbul- Anadolu’ meselesi yaratmak isteyen mühim amilleri dâhilden ziyade hariçte aramak lâzımdır.
Bilerek veya bilmeyerek yabancı membaların ilhamına kapılanlar vardır. Bunların fikirleriyle, sözleriyle vahdet’i içtimaiyemizi zaafa düşürebilecek faaliyette bulunuyorlar.
Vatandaşlar bu gibileri tanımalı ve onların sözlerindeki hakiki manayı bulmaya çalışmalıdırlar.
Merkez’i hükümet İstanbul’da olmalıdır davası ‘İstanbul-Anadolu’ meselesinin mühim noktalarından biridir.
Bütün irfan müessesatının İstanbul’da mütekâsif bırakılması temayülü aynı mesele icabatındandır.
‘ANKARA MERKEZ’İ HÜKÜMETTİR VE EBEDİYEN MERKEZ’İ HÜKÜMET KALACAKTIR.”
GAZİ MUSTAFA KEMAL
“Vakit,15.12.1925 s.1’deki otantik belge klişesinden.”

Bendeniz bu telgrafın fotokopisinin üst tarafına 0.212,5156706 faks numarasını yazdıktan sonra; Sayın Ertuğrul Özkök, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni adresini yazdım. Ve telgraf metninin alt tarafına da:
“Sayın Özkök; MSP’NİN gönlü Konya’daydı. Amaç ATATÜRK’Ü yalınız bırakmaktı. Ulusal Kurtuluş Savaşı, İstanbul’a ve Konya’ya rağmen kazanıldı. Bayan Çiller’in Kuşadası’nda da evi var. SAYGILARIMLA. Osman Türkoğuz/E.J.KD. ALB.-Hukukçu.
Ankara’nın başkent seçilmesi kararını irdeleyip duruyordum. Aklıma da bir sıfat takılmıştı: ”Hakan”!
Ankara şehrinin Osmanlı tarihinde yönetim yönünden bir ayrıcalığı vardı. Ankara şehrinin yöneticisini seçme yöntemine hayranlıkla bakıyordum. Heyeti Temsiliye Başkanı Gazi Mustafa Kemal, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya gelmişti. Ankara defterdarı Yahya Galip Efendi de, Ankara valiliğine seçilerek valilik makamına oturmuştu. “Hakan” sıfatını da bunun için kullanıyordu.
Gazi Mustafa Kemal’in, Ankaralıların bu meziyetlerini bilmiş olmasına da çok sevinmiştim.
Sonra da, çok önemli bir şey daha öğrenmiştim: 1920 senesinde; Gazi Mustafa Kemal; seçilecek Başkent’in özellikleri üzerine, Genel Kurmay Başkanlığına bir araştırma yaptırtmıştı. Efendim; Ankara öyle, yok Delibaş isyanı, yok Konya ve Bozkır isyanları nedeni ile başkentliği kaptı masalları ile başkent olmamıştı.
Bizans’ın entrikalarına bulaşmış bir İstanbul’un ardından; Şelçuklu ve Karaman oğulları entrikalarına bulaşmış; Rahip Frew ve Sait Molla’nın ihanetine, Yunan silahları ve Yunan atları ile ayak uyduran bir Konya tüm şanslarını zaten yitirmişti.
Genelkurmay Başkanlığının hazırlamış olduğu rapor; ülkemizin jeopolitik yapısına, coğrafyasına, her türlü siyasi durumlarımıza çok olumlu katkılar sağlayabilecek pozitif bir mantığın ürünüdür. Ankara; kara ve demir yolu ulaşımının kilit mevkisindedir. Her tarafa yetişmek her zaman mümkündür. İç ve dış tehlikelere karşı korunaklıdır. Ülkemizin göbek bağıdır.
1999 senesinin bir bahar gününde; Zonguldak Cumhuriyet Başsavcısı, ziyaret etmek için randevu isteğimi olumlu karşılamıştı. Kararlaştırdığız saatte; tam saat 13,30’da makamında buluşmuştuk. Adliye sarayı; 12 Eylül 1980 darbesinde; ilk icraatım olarak yerle bir ettiğim kum depolarının gerisine inşaa edilmişti. Kum depolarının olduğu yerde çok güzel bir parka dönüştürülmüştü.
Şehir içindeki benzin istasyonlarını, arsalarını temin ederek, 15 Ağustos 1981 tarihinde, şehir dışına taşıtmıştım.
Gerçek bir Cumhuriyet Başsavcısı ve bilgili bir hukuk adamı ile konuşmak; bende yeni fikir ufukları açmıştı ve beni yepyeni şafaklara da götürmüştü.
Uyanış adlı haftalık gazetede yayımlanmış olan iki yazımı okumuşlardı. Bu iki yazımın adları; ”Soyuttan Somuta Mustafa Kemal”, “Tıkanan Sistem mi, Sistem Dışı Koşanlar mı?” İdi.
İrticanın da, soyuttan somuta geçmiş olduğunu bilenlerdendi. Çok nefis bir analiz yaptı; İstanbul’un; çürümüş bir devletin tüm olumsuzluklarını yaşatmış bir şehir olduğunu anlattıktan sonra; bir söz söyledi ki, kulaklarım çınladı:
“İSTANBUL’U ANKARA’YA GETİRDİLER!”
Mustafa Kemal Atatürk ve Mustafa İsmet İnönü devirlerini aradan çıkartırsanız, Osmanlı’nın son dönemlerine ulaşmış bir yönetim biçimi ile karşılaşırsınız. 19’uncu asırı yaşamış olan Osmanlı’nın ve dolayısı ile “bu şehri İstanbul’un” içine düşürülmüş olduğu utanılacak durumları bilmeyen boşuna maval okuyor demektir!
Sayın Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın ”En uzun Yüzyıl” adlı eserini okumamış olanlar; İstanbul ve Osmanlı masalları ile bu halkı uyuturlar!
Özer Uçuran Çiller; saygıdeğer Başbayanımızın—Karısının soyadını almış olmakla yaşayan—eşleridir.
Paris Büyük Elçiliğimizden; Filiz Akın adlı kadınımızı, ikinci eşi bir Yahudinin elinden alarak, MİT BAŞKANLIĞI’NA getirilmiş olan arkadaşından, karısı adına, brifing almıştır! Bakınız bu Eniştemizin anlayışına:
“SALTANAT HAKKI EŞİM TANSU ÇİLLER’İNDİR!”
Bir de 18’inci asıra dönelim: Rus tahtında; 2’inci Katerina adlı ve Alman menşeli bir Çariçe oturmaktadır. Büyük Frederik’in: ”Avrupa’da tek erkek hükümdar, İkinci Katerina’dır!” demiş olduğu bu Çariçenin de birçok sevgilileri vardır. Bunların en ünlüleri, Varşova Büyük Arşidükü Alexsandr Punyatowsky ve General Potemkin’dir.
A. Punyatowsky Çariçe’yi kollarının arasına alarak:
“Bütün Rusya kollarımın arasındadır!” Der.
Ve şamar gibi yanıtını da alır! Bu yanıtın henüz ülkemize gelmemiş olduğu da bellidir:
“Hayır Ekselans! Kollarınızın arasında yalınız ben varım!” Anlatabildim mi, İstanbul’a taşınma düşlerinin altında yatan özlemleri!
Saygı değer Cumhuriyet Başsavcısının yanından ayrıldıktan sonra, ayak seslerimin kulaklarında attığını duyarak yürüdüm.
Sayın Cumhuriyet Başsavcıma bu konuda bir yazı yazarak yayımlayacağıma da söz vermiştim.
Atatürk’ü, içeriğini bilmedikleri bir dua haline sokarak Atatürk devriminin ve Türkiye Cumhuriyetinin içinin boşaltıldığını gören de yoktu.
Ankara; yenilen, tükenen, içte ve dışta teslimiyetçi ve çıkarcı bir politika izleyen İstanbul’un ve tüm dünyanın karşısına bir onur kalesi olarak dikilmesini bilmişti.
İstanbul’da onaylanmış olan Sevr paçavrası, Ankara’da ulusal güçlerimizin silahlarını temizlemekte kullanılan bir bez parçasına dönüştürülmüştü.
ATATÜRK’TEN VE İNÖNÜ’DEN sonra; sağcı politikacılarımız Ankara’yı İstanbul yönetiminin onursuzluğuna itmişlerdi. Egemenliğimiz, içeride ve dışarıda çok yaralar almıştı. Önce; Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in, Rahmetli Yunus Nadi’ye vermiş oldukları mülakatı, özetleyerek, verdikten sonra asıl söylemek istediklerime dönmek istiyorum:
“Ben, Ankara’dan İstanbul’a gitmekte olduğum için ilk sözler dört sene evvel geldiğimiz Ankara ile dört sene evvel bıraktığımız İstanbul üzerine ve bu iki şehrin şimdiki vaziyetleri üzerine cereyan etmişti. Bu bahiste, Gazinin sözlerini aslına çok mutabık olabilmesine bilhassa itina ederek işte kaydediyorum.”
“Doğrudur, az zamanda çok merhale şüphe yok. İstanbul’umuz güzeldir, fakat Ankara’nın bütün noksanlarına rağmen, daha az güzel değildir. O’nu bilhassa bizler biliriz değil mi? Hususiyle fazla olarak, şimdi Ankara devletimizin merkezidir de. Filhakika Ankara, vaziyeti itibariyle memleketimizde merkez’i idare olmak nokta’i nazarından çok cazip ve emniyet Baha bir noktadadır. Bu sebeple benim kararlarım, harekât ve teşebbüsatım üzerinde tabii olarak tesirlerini göstermiştir. Hakikaten işe memleketin şarkında, şark hududundan başladım. Sonra, daha garbe gelmek zaruretini hissettim. Nihayet Ankara’da durdum ve memleket işlerini, milletin arzusu veçhile sevk ve idare etmek için başka yere gitmeye lüzum hissetmedim. Türkiye’nin ve Türk milletinin ve Türk milleti menafinin en emim müdafaası da ancak Ankara’dan olabileceği hadiselerle sabit olmuştur. En müşkül şerait içinde, en hazırlıklı olduğunuz halden en büyük darbelerin beraber yapılabilmesinin en kuvvetli amilleri sabit meyanında Ankara’nın mevki’i coğrafisi dâhildir. “
“Ankara’nın mevki’i tabii ve coğrafisine kıymet ilave eden bir cihet daha vardır: Ankaralılar en acı ve felaketli millet her taraftan muhtelif vasıtalarla temsim olunurken; Ankaralılar, memleket ve milletin halâs’ı hakikikisine müteveccih teşebbüs hakkındaki iman ve itikatlarını bir an bile sarsmamışlardır.”
“Ankara’ya ilk kabul olunduğum gün sadece bir vatandaş, bir fer’di millet idim. Hiçbir sıfatım, salahiyetim ve unvanım yoktu. Böyle olmakla beraber, Ankara ve havalisi kâmilen çocuklarıyla, kadınlarıyla, ihtiyarlarıyla beraber Ankara şehrinin dikmen tepesine kadar bütün sahrayı doldurmuş ve beni istikbal etmiştir. İstasyondan hükümet dairesine kadar uzayan caddenin iki tarafı eski Türk kıyafetine girmiş, bıçaklar ve tabancaları ellerinde Ankara gençleriyle dolmuştu. Bu gençler ve onlarla beraber bütün halk:
”VATANI VE MİLLETİ DÜŞMANDAN KURTARMAK İÇİN ÖLMEYE HAZIRIZ, EMRİNİZİ BEKLİYORUZ!” Diye bağırıyorlardı!”
“Ben, Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihte öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim.
Hakikaten, Selçuklu idaresinin inkisamı üzerine, Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken, bir takım beylikler meyanında bir de Ankara Cumhuriyetini görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir CUMHURİYET MERKEZİ olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim gün de gördüm ki, orada geçen asırlara rağmen, Ankara’da hâlâ o CUMHURİYET kabiliyeti devam ediyor!”
“Meclis’i Mebusanın İstanbul’da inikadının mucibi felaket olacağı hakikatini İstanbul Bahriye Nazırı teslim etmiştir!”
“Beni, Türkiye’ye en münasip merkez Ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile çok eski ve fennidir!”
“Mütareke günlerinde, İstanbul sokaklarını dolduran düşman süngüleri, Boğaziçi sularını karartan düşman zırhlıları bu mülâhazatımı fikri sabit hale getirdi.”

İkinci bölüme geçmeden önce: Bir soru soracağım:
İstanbul hükümet merkezi yapılmış olsa; tüm devlet organları, Türkiye Büyük Milletvekilleri Meclisi ve 864 rakımlı tepede oturanlar da İstanbul’a taşınmış olsalar: Kabine toplantısı Dolmabahçe sarayında iken; atom silahları ile yüklü denizaltı ve ticaret gemileri yönlerini İstanbul’a çevirerek: ”Yarım saat içinde hükümet çekilerek bir Talabani hükümeti kurulmazsa İstanbul’u yakacağız. Hayırsız ada nasıl yok ediliyor görünüz! Deseydi!
Ne yapardınız!
Sayın Seyircilerimiz!






7. DİYELİM Kİ 35'NCİ MADDE DE YOKTUR!


OSMAN TÜRKOĞUZ
İzmir
15 Kasım 2009


DİYELİM Kİ; 35’İNCİ MADDE DE YOKTUR!

“Halkın oylarıyla seçilmiş bazı kişileri gördükçe, sürüngenlere saygım artıyor. Bu arada, İT-KÖPEK sevgisi de başladı bende!”
Mark Twain( Sayın Vural Savaş’tan)
“Kanun devleti, Mülk ve Polis devleti ile ideolojik ve dinsel doktrine göre kurulmuş devletlerin almış olduğu kararların ve çıkarmış olduğu yasaların, HUKUK DEVLETİ KURALLARINA UYMA ZORUNLUĞU YOKTUR!” Ostüzü
“Dünya üzerinde; hükümetlerin ulusal çıkarlara aykırı olarak almış olduğu kararlara lakayt kalan toplumlar da mesuldürler. “Mustafa Kemal.
“ASIL ÖNEMLİ OLAN VE MEMLEKETİ TEMELİNDEN YIKAN, HALKINI ESİREDEN, İŞERİDEKİ CEPHENİN SUSKUNLUĞUDUR”ATATÜRK


Bendeniz; “Quo Vadis Domino?” Nereye Hazret- başlıklı bir yazı yayımlamıştım.
Urla’da yayımlanan Demokrat Urla adlı yerel bir gazetemiz, benim sürekli olarak yayımlanan bir yazımı keserek, işbu yazımı yayıma sokmuş. Çok beğeni alan işbu yazımın çıktısını alarak, hukuk bilgisi olduğunu beyan edenlere ilettim. ,
Konak’taki subay orduevine, sınıf arkadaşları toplantısına da götürdüm. Yazı ile ilgilenen olmadı.
Bulunduğu meclislerde, hiçbir kimseye konuşma fırsatı vermeyen ve hep aynı şeyleri ve kendisini anlatan bir devre arkadaşımdan da iyi bir fırça yediğimi saklamamam gerek:
-“Ne bu yahu; üçyüz ileti göndermişsin. Kısa, kısa yazsan olmaz mı? Upuzun yazılar ve 545 sayfalık bir kitap!”
Özür diledim; “ben, kaynaklarını da göstererek araştırmalarımı yazıyorum; haklısın!” Dedim, eve dönünce de adresini bilgisayarımdan sildim.
Bu tip konuşkanlara Fransızlar bir cümle ile yanıt verirler: ”C’est toujoures la meme gitar!”- “Hep aynı şarkı!”-
Benim merakım; ”kanun devleti ile hukuk devleti kavramından ne haber Osman Bey?” Diye soran olur mu acabadaydı.
Tanrımıza çok şükür! Bu soruyu soran da olmadı. Herkes yapılan eylemlerin umursamazlığı içersinde!
Birkaç arkadaşıma; kanun devleti ile hukuk devleti arasındaki farkı soracak oldum; aldığım yanıtlar umutsuzluğumu iyicene pekiştirdi.
Bugünkü siyasi iktidarın, her eylemini, parlamentodan çıkarttığı yasalara göre yaptığını, tedirgin olmak için neden olmadığını söyleyenler de oldu.
Kadın ve erkeklerin tümünün de, Türk Silahlı Kuvvetlerinin pasif davrandığı ve tüm hatanın da Genelkurmay Başkanında olduğu görüşünü paylaştıklarını gördüm.
Kimsenin de, ne Anayasadan ne de yeni çıkartılan yasalardan ve hukuk devleti kurallarına aykırı olarak yapılanlardan haberleri olmadığını üzülerek öğrendim.
Tüm dinlediklerim; okudukları gazetenin ve seyrettiği televizyonun ağzı ile konuşmaktaydılar.
Huzursuz olanlar; halkımıza mensup olanlardı. Herkesin; kurtuluşu bir başkasından beklentisi, beni çok şaşırttı!
Bendeniz; önce ve özetle;
A- DEVLET;
B- MÜLK DEVLETİ,
C- POLİS DEVLETİ,
D- HUKUK DEVLETİ
E. KANUN DEVLETİ. Kavramlarından söz etmek istiyorum.
A- Devlet: Bir coğrafya parçası üzerinde, örgütlenmiş ulustur. O coğrafyaya; VATAN VE ÜLKE denilir.
Ülke:
-Kara ülkesi,
-Hava ülkesi,
-Deniz ülkesinden oluşur.
Devlet; ülkesinin altına ve üstüne sahiptir. Bir devletin, iki türlü egemenliği vardır:
1-Dış egemenliği,
2-İç egemenliği.
Uzun, uzadıya devletten söz edecek değilim. Devletleri, kuruluş amaçlarına göre:
1- Mülk devleti oluşturmak amacına göre,
2- Polis devleti oluşturmak amacına göre,
3- Şeriat ve ideoloji devleti oluşturmak amacına göre,
3- Kanun devleti oluşturmak amacına göre,
4- HUKUK DEVLETİNİ OLUŞTURMAK AMACINA GÖRE, tasnif edebiliriz.

B- MÜLK DEVLETİ: Mülk devletinde, tam bir keyfi rejim vardır. Ortaçağda derebeylik sistemine dayanan devlet anlayışında; devlet onun başında bulunan ve egemenliği temsil edenin malı ve mülkü sayılırdı.
İktidar yetkileri, topun kullanılmasına ve derebeylik güçlerinin merkezi krallık güçlerine yenilmesine kadar, iktidarı kullanma yetkileri hükümdarla derebeyleri arasında paylaşılmıştı. Hükümdar ve derebeyi, kendi yetkilerini kendileri sağlarlardı. Hükümdar ve derebeylerini bağlayıcı hiçbir kural da yoktu.
Osmanlı Hükümdarlarından söz edilirken: ”Mülkün sahibi!” Denilirdi. Bu, devleti kendi mülkü sanma alışkanlığı günümüze kadar da gelmiştir.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal: ”Benim memurum işini bilir!” Benim polisim, benim hâkimim, benim savcım, benim kaymakamım ve benim—kömür dağıtan- valim!- “Ben bu davanın SAVCISIYIM!” Boşuna söylenmiş bir söz de değildir.
Ortaçağda ve daha önceleri, bir kimse egemen tarafından suçlanırdı. Ülkeler genişledikçe, sosyal hayat geliştikçe, Hükümdar-kral- her yere yetişemez olduğundan, ”KRALIN SAVCISI” makamı yaratılmıştır. Bizde de bu kurumu cumhuriyet savcısı olarak kabul edilmişti.
Ergenekon davasında, iddia makamını bizzat egemenin aldığının başka bir kanıtı da vardır: Askeri Ceza Kanunun vermiş olduğu bir yetkiye dayanarak, askeri savcı, her yerden, adliye yargılama kurumlarından bile, her türlü belgeyi isteyebilirler. Ergenekon müddei özelleri, dört isteme de yanıt vermediği gazete ve televizyon haberleri. Neden yanıt vermediler, yasal dayanağı olan bir yetkili talebe?
Sayın Başsavcı! Sıkılmadan: ”Adli Tıp Raporu ile iktifa etsinler!” Emrini, açık olarak verdi. Bu emir; mülki devlette ve polis devletinde geçerlidir. Çünkü egemenin emri kanundan da üstündür!
Bıyıkları, kaşındaki üç beyaz kıl ve Sarıkamış Felaketi ve damadı şehriyarı olmakla ünlü Enver Paşa’nın da bir kanun tarifi vardır: ”Emredersem kanundur, emretmezsem kanun değildir!”
Roma imparatoru Theodosius, MS: 395 tarihinde, Roma İmparatorluğunu Doğu Roma-Batı Roma diye, ikiye bölerek oğullarına tahsis etmiştir. Çünkü imparatorluk onun mülküdür.
Deli İbrahim; bir gece, halvet olduğu cariyesinden bir erotik öykü dinler. Kilolu bir cariye ile sevişmenin güzelliği anlatılır kendisine.
Sabahleyin; Veziriazamını huzuru Hümayunlarına çağırtır ve :”Bire lala; tiz bana bir okkalı Hatun bulasız, bu uğurda da kafayı hümayunumu bozmayasız!” Fermanı Hümayununu verir.
Derhal araştırma başlatılır ve Üsküdar’da 107 okkalık bir Ermeni Dudusu bulunur. Ol avrat, saray arabalarının kapusına sığmayınca da, ol arabaların kapuları genişletilir. Saray hamamına sokulan ol Hatun, güzelce de yıkanır ve ibrişimlenir.
O gece; ol Hatunla vuslata eren ol Padişahı Zülcelâl, memnuniyetinden, ŞAM VİLAYETİNİ ol hatunu mest edene verir.
Üsküdar da oturan Emekli Köprülü Mehmet Ağa da bu kadının sevgilisidir. Ol Hatun, Şam vilayetinin yönetimini bu Mehmet Ağaya verir.
Ünlü Köprülü Mehmet Paşanın Osmanlı tarihine çıkışı da bir gecelik aşkın eseridir.
Osmanlı İmparatorluğu padişahların mülkü sayıldığından, bu bir gecelik aşk hediyesi de; ŞERAN VE HUKUKEN GEÇERLİDİR!
Ol Padişahı Zülcelâl, Zillullahi Ruyu Zemin Hazretleri; Tokat ilinin senelik gelirini Şeyhülislam EBU SUUT Hazretlerine verir. Neye vermesin ki; mülk onun, kesilecek kellelerin şeriata uydurulması da Şeyhülislam Hazretlerinin.
Şeyhülislam Hazretlerinden birisinin; Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’ya, boş yere: ”Babanızdan korkumdan ölüm fetvalarını verdim!” Dediğini mi sanıyorsunuz!
Kıbrıs adası fethedilir ve bir Yahudi tüccara verilir. Bu veriliş te; şeran ve hukuken geçerlidir.
TÜRKİYE MÜLK DEVLETİNİN SAHİBİ ASLİSİ; Sayın RTE; Susurluk şeker fabrikasını-Arsaları ile birlikte-,(BİR TL! YE)TÜRBANDAŞINA satar. Fabrikayı, vergileriyle yaptıran ve İFTAR ÇADIRLARI sekenesi haline konulanlar da, aval ve dahi aval,aval, ol malikin ağzına bakar!
ADALETTEN KAÇANLAR PARTİSİ; İKTİDAR OLDUKTAN SONRA; ALİAĞA Petkiminin %14 hissesini; BİRADERİM dedikleri Musevi Sami OF_ER’E verirler. Danıştay devreye girerek bu devredişliği onaylamaz.
OF_ER= Ballı işleri kapmada usta demektir.
Türkiye Cumhuriyeti Sayın RTE’NİN mülk devleti olduğundan; İstanbul Limanını da bu ünlü BİRADERLERİ OF_ER’E devrederler. Danıştay devreye girerek ülke menfaatlerinin heba edilmesini bir kere daha önler.
Burada; iki doğru vardır: Mülk devleti kullanımı ve Hukuk devleti kavramının kararı! Mülk devletinde; egemen uygulamaya koymak istediği karara kendisi varır ve bu kararını da korkmadan ve hiçbir engelle karşılaşmadan uygulamaya koyar.
Şimdi; anlatabildim mi yüksek yargı organlarına ve hukuk devleti organlarına düşmanlığın nedenini!
Ünlü Rus Çar’ı Büyük Petro; Danimarka’da gezide iken; Kopenhag’da yüksekçe bir kuleye Danimarka Kralı ile birlikte çıkarlar. Deli Petro; bir adamına: kuleden atla!” komutunu verir, vermez, adamcağız kuleden kendisini taşların üzerine atarak ölür. Deli Petro; göğsünü kabartarak:
“-Benim arkamda, bir emrimle, kendisini ölüme atacak 20.000.000 insan vardır!” Der.
Danimarka Kralının yanıtı çok ünlü ve görkemlidir:
-“Tanrımıza şükürler olsun ki, benim arkamda böyle eylem yapacak hiçbir kimse yoktur!”
İran Şahı Nadir Şah-1896-Paris’i ziyaretinde; giyotinle bir kafanın kesilme gösterisini ister. ”Kafası kesilmeye hükümlü yoktur MAJESTE!” Yanıtını alınca da çok bozulur ve:
-“Benim adamlarından birisinin kafasını kesebilirsiniz! Fermanını verir. Aldığı yanıtın da anlamını bir türlü kavrayamaz:
“- Majeste; Fransa’da, Giyotinle ölüme hükümlü olmadan hiçbir kimsenin başı kesilemez!” İki taraf ta haklıdır: Birisi Mülk devletinin hükümdarıdır, diğeri de hukuk devletinin görevlisidir!
Ünlü Rus Çarı Korkunç İvan; asilzade subayları ile atlı olarak bir yere giderken; karşılarına çok sayıda köylü kadınlar çıktığında; eyerinin üstünden, geriye doğru kaykılarak:
-“İşte size canlı hedefler; tabancalarınızı ve atıcılığınızı deneyin!” Emrini verir. Kadınlar, can havli ile ormana kaçarak mutlak bir ölümden kendilerini kurtarmışlardır.
Mülk, içersindeki her şeyi ile Korkunç İvana’a ait olduğundan, ÖLDÜRTMEK VE YAŞATMAK TA ONUN HAKKIDIR!
Güneydoğu Anadolu’da, içlerindeki insanlarla satılan çok köyler görmüşümdür!

C- POLİS DEVLETİ.
Ortaçağda; barutun ve topun sürekli ve etkili bir biçimde kullanılması ve Okyanuslar ötesi soygunların artması sonucu; derebeylikler merkezi krallığın sultası altına girmişlerdi. En tepede KRAL vardı; alta doğru da:
1- Asilzadeler,
2- Askerler,
3- Kilise mensupları,
4- Köylüler,
5- Serfler- toprağa bağlı köleler-
Derebeyi şatosunun etrafında sitelerin oluşumu, yeni bir sınıfın yaratılmasına öncülük etmiştir. Hükümdarın mutlak otoritesi ve dokunulmazlığı Mülk devletinde olduğu gibidir. Hükümdar, çıkardığı yasalardan ne sorumludur, ne de o yasalar kendisine uygulanır. Halk bu yasaların mutlak hâkimiyeti altındadır.
İngiltere’de; 1215 tarihinde yayımlanan “MAĞNA KARTA LİBERTATUM”, İLE KRALIN MUTLAK OTERİTESİ ENGELLENMİŞTİR. Kral yurtsuz John’un başı da kesilmiştir.
14 Temmuz 1789 tarihinde insanlık için bir aydınlık kapısı açılmıştır. XVI’INCI LUVİ’NİN BAŞI KESİLMİŞTİR. Kilise mallarına el konulmuş; ölümden kurtulan papazlar, soluğu ülke dışında almışlardır. 12.000 asilzadeden 8.000’inin başları giyotinle kesilmiştir.
Hukuk devleti başını ufuktan kaldırmıştır. ”İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”, Hukuk Devleti yolunda atılmış ilk pozitif, somut ve ilkeler bütünüdür.
Çok ilginçtir; XIV’ üncü Lüvi:” Je suıs L’etat-Devlet benim!- Diyordu.
Polis devletinde, bireylerin ve toplumun hiçbir hakları teminat altında değildi. Vatandaşlar her vakit ve her yerde yakalanır ve işkenceden geçirilerek öldürülürdü.
Ünlü İtalyan Baccaria; 1763 senesinde; SUÇLAR VE CEZALAR” adını verdiği kitabı ile suça ve suç sanığına yaklaşmanın insani boyutunu tüm Avrupa’ya göstermiştir.
Jak London’un, ”İki Şehrin Öyküsü” adlı eseri okunduğunda; Büyük İhtilalın neden Fransa’da çıkmış olduğu iyice anlaşılır!
Bendeniz, AKP’lilerin durumlarına bakarak; iş bu partinin harflerini onlar gibi yorumlayamıyorum.
Anayasa mahkemesinin, bu partinin eylemlerine ve ortaya koymuş olduğu çağdışı söylemlerine ve icraatlarına bakarak vermiş olduğu karar gereği, ATATÜRK’TEN KORKANLAR PARTİSİ diyebiliyorum.

D- HUKUK DEVLETİ. Hukuk devletinin tanımını yaptıktan sonra, Kanun devletinin görüntüsüne hemencecik varmak çok ta kolay olacaktır.
Hukuk devleti kavramı; 18’inci yüzyılın sonunda, Fransa’da ortaya çıkmış; I9’uncu yılın başında da Almanya’da geliştirilmiştir. 20’inci yüzyılın baskıcı ve ideolojik devlet yapılarının ortaya çıkması ile de, HUKUK DEVLETİ bir tepki olarak parlamıştır. Günümüzde; hemen, hemen tüm hukuk devletlerinin özellikleri aynı olduğu için, hukuk devleti kavramını tanımlamakta güçlük çekmeyiz.
Hukuk devleti: Hukukun, devlet üzerindeki üstünlüğünü, bireylerin eşitliğini, İnsanların doğuştan sahip oldukları TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN vazgeçilmezliğini, tüm bu değerleri kabul ederek koruyan, bu hakları korumak ve geliştirmek için üstün bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmek için kendini yükümlü sayan, hukuk kurallarına ve anayasaya uygun davranan, bütün eylem ve işlemleri YARGI DENETİME BAĞLI OLAN DEVLETE, HUKUK DEVLETİ DENİLİR!
Hukuk devletinin temel görevi; sistemin tüm organlarını insanın emrine sunmaktır. Bu bağlamda; bürokrasi, silahlı kuvvetler, dernekler, siyasi partiler, kanunlar, ekonomik yaşam; kısacası; sistem tüm kurumları ile bireylerin hizmetine girmektedir.
Birey; bu sistem içersinde; ulus, devlet, vatan ve cemaat gibi tüm kolektif değerlerden önce gelir. Denilebilir ki, bu varlıkların üzerindedir.
Bu sistemde; YÖNETİCİLERİN, DEVLET OTORİTESİNE SAHİP OLMAKTAN KAYNAKLANAN HER HANGİ BİR ÜSTÜNLÜKLERİ DE YOKTUR!
Hukuk devletinde, yasalar yaptırıcı değil, yapıcıdır. Hukuk devleti ilkesine göre işleyen bir toplumda, doğal hukukun bir gereği olarak, temel hak ve hürriyetlere aykırı olarak yasa çıkarılamaz.
Hukuk devletinde temel ilke: ÖZGÜRLÜKLERİN ESAS, SINIRLAMALARIN DA İSTİSNAİ OLMASIDIR.
Hukuk devletinde; doğal hukuka göre, insanların vazgeçilmez, temel ve evrensel haklarla dünyaya geldiği ilkesi göz ardı edilemez.
1924 Anayasamız doğal hukuk prensiplerine göre hazırlanmıştır. “Miras, her Türk’ün tabii hakkıdır! Hükmü konulduğunda; S.S.C.Birliğinde miras hakkı kaldırılmıştı.
Kısaca toparlarsak:
*Bireylerin, insan olarak eşitliği,
*Hukukun devlet üzerindeki üstünlüğü,
*Temel hak ve hürriyetlerin vazgeçilmezliği ilkelerine göre hareket etmeyen devlet, nasıl ve ne şekilde yasalar çıkarsa bile, o devlet hukuk devleti vasfını kazanamaz.

BİR HUKUK DEVLETİNDE:
*Hukuka uygun olmayan yasalar meşru değildir, olay suçsa önceden belirlenmiş olan şuçsa kuralı uygulanır,
*Polis devletinde, olaya göre kural konulur, hukuk devletinde suçlar ve cezaları önceden belirtilir,
*Özgürlüklere idare tarafından gelebilecek müdahalelerin önlenmesi, anayasa’nın güvencesi altındadır,
*Temel hak ve özgürlükler, anayasa’nın güvencesi altına alınır,
*İdarenin her türlü eylem ve işlemlerinin yasalara uygun olması ve hukukun üstünlüğü anayasa’nın güvencesi altına alınır,
*Mahkemelerin bağımsızlığı, yargıçların güvencesi, yargı kararlarına tüm kurum ve kuruluşlarla, gerçek ve tüzel kişilerin uyacakları da, anayasa’nın ve uluslar arası kuruluşların güvencesi altına alınır,
*İdarenin mali sorumluluğu, yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan, yönetilenleri de bağlı sayan hukuk kurallarına yönetenlerin de uyması zorunluluğu anayasa’nın güvencesi altına alınır,
*Hiçbir emredici kuralın anayasa’ya aykırı olmaması ve erkler ayrımı (YASAMA, YÜRÜTME VE YARGI) sistemi de, anayasa’nın güvencesi altına alınır. İdarenin yasama ve yargı erklerini sultası altına alması, anayasa ile ve Anayasal bir kurum olan ANAYASA MAHKEMESİNCE kesinlikle önlenir.
Hiç bir yönetici de; yüksek yargı organlarının kararlarını itirazsız kabul etmek yönünde anayasal bir hüküm olduğu halde; televizyonlara çıkarak, anayasamızın 102’ inci maddesini yorumlayan Anayasa Mahkememizin kararına:” Bu yüz karası karar !” Diyemez!
Ama Sayın RTE der!

E- KANUN DEVLETİ: Kanun devletini bir tek tanıma sığdıracak evrensel bir ölçü de yoktur. Kanun devletinde, ideal bir modelden söz etmek mümkün değildir.
Kanun devletinde; yöneticilerin toplum üzerindeki keyfi yönetimine dayandığı için, her toplumda başka, başka modeller ortaya konulmaktadır.
Hukuk devleti dışında kalan devlet modellerine, KANUN DEVLETİ demek te pek yanlış sayılmaktadır.
SOSYALİSTREJİMLERLE TEOKRATİK REJİMLERDE; devlet bir çeşit HUKUK VE İDEOLOJİ GİBİ ÜST DEĞERLER SİSTEMİNİN İÇİNDE KALMAKTADIR.
Kesin ve önceden kabul edilmiş bir inanç sistemi, kişinin doğuştan kazanmış olduğunu kabul eden doğal hukuk sistemine uymamaktadır. İnsan denilen en kutsal varlık, bir hayalî inanca kurban edilmektedir.
İnsan, kabul edilen sistem içindir düşüncesi, bireyi ve toplumu köle durumuna düşürmektedir. Hâlbuki kabul edilen evrensel görüş; her şey insanın mutluluğu içindir görüşüdür. Temel hak ve hürriyetler bazında bir analiz yapıldığında:
1* DEVLETİ, temel hak ve hürriyetlerin hizmetine sokan devlet modeli;
2* DEVLETİ, bir ideoloji ya da dini inancın emrine sokan devlet modeli,
3* DEVLETİ, yöneticilerin hizmetine sokan devlet modeli ortaya çıkmaktadır.
*Hukuk devleti; İLKELERE DAYALI, bir model;
*Kanun devleti de KEYFİLİĞE DAYALI bir model olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hukuk devleti dışındaki devlet modellerini; hukuk devleti olmaktan çıkaran en önemli kıstas, devleti insanın değil de, belli bir ideolojinin ya da dini doktrinin hizmetine sokmuş olmalarıdır.
Kanun devleti tamamen yöneticilerin üstlerine bina edilmiştir.
Kanun devletinde; yöneticiler, güçlerini ve meşruiyetini, ne ideolojik devletlerde olduğu gibi ne bir ideolojiden, ne halkın iradesinden ve rızasından alırlar. Dini bir referans olarak kullanırlar.
Yönetenlerle yönetilenler arasında iki önemli bağ vardır:
1- Korku;
2- Zora dayanmak!
Bu tür devletlerde, yönetimin en çok ürettiği şey korkudur. Bir yandan, iç ve dış düşman korkusu; bir yandan da yönetimin yaratmış olduğu azamet ve kuvvet korkusu yönetilenleri sindirir ve kendi otoritesini yargının ve yasamanın üstüne çıkararak boyun eyen bir toplum yaratır.
Kanun devletinde; en üst değer devlettir; devlet ve devletle özdeşleşmiş olan yönetenlerin iradesidir. Bu devletin, aslında, devleti yönetenlerin dostları ve düşmanları vardır; bu inandırılış, muazzam bir ayrıcalık sağlar.
Devlet, yani yönetenler, devletin kaynaklarını bu inançları doğrultusunda, utanmadan ve korkmadan dağıtmaktan da çekinmez.
Bu sistemde, devlet yöneticileri, birer ölümlü tanrıdırlar. Bu bakımdan devlet yöneticilerin önerileri, beyanları, buyrukları kanun yapımında en büyük ve en etkili referanstır. Kanunlar, toplumun temsilcileri tarafından, usulüne uygun olarak yapılsa bile, KANUN DEVLETİ’NİN TAYİN ETMİŞ OLDUĞU ÇERÇEVENİN DIŞINA ASLA ÇIKAMAZLAR! Kanunlar, yöneticilere, dolayısı ile devlete bir kutsallık vererek, yönetilenleri bu kutsallığın kölesi yapmak için kullanılırlar.
Hukuk Devleti kurallarını benimsemediği halde; Anayasanın ve bu ana yasaya göre çıkartılmış bulunan yasaların teminatı ile Parlamento’da çoğunluğu almış olan bir siyasi parti, ÇOĞULCULUĞU katletmekle işe başlar. Milletvekilleri maaşlarını yükseltir. Siyasi partinin başındaki, parlamentoya da egemen olur. Ülkede yaşayanları böler ve kendisine bağlı gruplar oluşturur. Seçilmek ve dış Bedhahlara yaranmak amacı ile üniter yapıyı ve toprak bütünlüğünü bozmaktan çekinmez. İç egemenliği tarikatlara ve çıkar çevrelerine bırakır.Ülkeyi,hukuk devleti kurulmadan önceki duruma getirir.
Ülkemizdeki uygulamaları birer, birer hatırlamakta yarar vardır.
Kombasan, Avrupa’daki işçilerimizi camilerde kandırarak para toplamaktadır.
Deniz feneri de aynı metotları, dini referans olarak kullanarak, Avrupa daki camilerde, dindar işçilerimizi dolandırmakta; kanun devleti yöneticilerimiz tarafından korunmaktadırlar.
Alman yargı kararları hiç hükmünde sayılmaktadır.
Kanun devletinde; hukuk devletinin yapmış olduğu anayasalar ve evrensel hukuk kuralları değiştirilmese bile metruk halde bırakılmaktadır.
Dini referansta; ”DARÜLHARP!”, MENSUP OLDUĞUMUZ HUKUK DEVLETİNİN HİÇ BİR KURALINA İŞLERLİK KAZANDIRMAMAKTADIR. Şimdi, anayasamızdan örnekler verme sırasının geldiğine inanıyorum:
1- Anayasamızın Başlangıç Bölümü, anayasamıza dâhildir:
(değişik: 27.7.1995.1,md) Türk vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’NUN inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda: ”Dinsiz ve laik Kemal paşa rejimini yıkarak, yerine Kur’an’a dayalı bir şeriat devleti kurmak için, var kuvvetimle çalışacağıma, namusum ve şerefim üzerine yemin ve kasem ederim!” Bu yeminden sonradır ki: ”Atatürk’ten korkanlar partisi, laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiştir!”
Bu odağı oluşturan Adaletten kaçanlar partisi milletvekilleri; anayasamızı koruyup kollamak için, şu andı içmişlerdi:
“Madde81-Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri, göreve başlarken aşağıdaki şekilde and içerler:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma…”
“Tutturmuşlar LAİKLİK giderse diye; halk isterse tabi’i ki gidecek kardeşim’” RTE, İspanya rüyası!
“Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icapları ile belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı.”
“Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;”
“Bir homoseksüelin, kıçına cop sokularak alındığını iddia ettiği ifadesi üzerine açılan ve imzasız mektuplar ve maskeli tanıklarla yürütülen bir korku soruşturması üzerine:”
“Bu davanın savcısı benim!” Sayın RTE.
“Bütün Türkiye ve cümle âlem, o’nu yürütmenin ikinci başı sanıyordu! Hani kuvvetler ayırımı! Sahi O, değiştirmek için can attıkları kitapta yazıyordu!
II. Cumhuriyetin nitelikleri, (maddeler anayasamızdan alınmıştır)
“Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
Bu hukuk devletinin anayasa metnidir ve %92,7 oyla kabul edilmiştir. ADALET ANLAYIŞI, kanun anlayış anlamına gelmez. Kanun anlayışı olsaydı; geceyarısı ekspresi olarak çıkartılan kanun meşru ve anayasal olurdu. Olaylar, fiil ve eylemler, önceden belirlenmiş hukuk kurallarına göre değerlendirilirdi. Kanunda açıkça belirtilmemiş fiil ve eylemleri suç kabul ederek, bu ülkeye hizmet etmiş insanların şerefleri ile oynamak, hukuk devleti dışındaki, özellikle İDEOLOJİK, TEOKRATİK ve KANUN DEVLETİNDE MÜMKÜNDÜR.
Madde 11-Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
“Kanunlar anayasaya aykırı olamaz.”
Bu, hukuk devletinin anayasa hükmüdür. Öteki sistemlerde bal gibi oluyor nitekim!
“Madde 22 (Değişik: 3.10.2001-4709/7md) Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır. ”Avrupa insan hakları sözleşmesi:” “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir”.
“Madde 25- Herkes düşünce ve kanar hürriyetine sahiptir.”
Madde 26- Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir…”
Bu anlattıklarım, hukuk devleti anayasasının teminatlarıdır.
Efendim; izin alınarak telefon dinlemek; paldır, küldür, bir bölük GENÇ POLİSLE, hiçbir itham yok iken, Emekli Generallerin, profesörlerin ve Yargıtay Onursal Savcılarının evlerini aramak, ancak ve dahi ancak, kanun devletinde ve mülk devletinde yasal ve meşrudur.
Hukuk devletinde, böyle bir şeyden söz etmek hukuku anlamamışlığı ortaya koyar. Yüksek yargı organlarını bir yargıç kararı ile dinlemek, çok komik bir savunmanın eseri olsa gerektir.
Tüm yargıçlarımızın kararlarının doğruluğuna karar verecek organları, Adalet bakanının tasarrufuna terk etmek, hukuk devletinde asla ve katha olamaz. Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kuruluna da, hukuk devletinde Adalet bakanı ve müsteşarı asla katılamazlar.
Madde 27- Üçüncü fıkra: ”yayma hakkı, anayasanın 1’inci, 2’inci ve 3’üncü maddeleri hükümlerinin değiştirilmelerini sağlamak amacıyla kullanılamaz.”
Bu hüküm, HUKUK DEVLETİ anayasasının hükmüdür. Hukuk devleti dışındaki devletlerde bu fıkra yazılı ve sözlü basında “KEENLEM YEKÛNDUR!” Müddei hususilerimiz onun için seslenemezler, sanıyorum!
2211 sayılı Ordu Dâhili Hizmet Kanunun ünlü 35’inci maddesi olmasaydı ne olurdu!
Değişen hiçbir şey de olmazdı ve olamazdı. Bazıları; 35’inci maddeyi kaldırırlarsa, Atatürk devrimi, çağdaşlık, insan ve uygar olma durumları boşlukta kalacağını, dört kadın alabileceklerini ve insanları asırlarca uyuttukları gibi uyutacaklarını da sanırlar.
”Zaman değiştikçe hükümlerin de değişebileceğini” hiç te hesaba katmazlar. Zaman, sürekli olarak ileriye doğru akmaktadır. İleriye doğru akan zamanı geriye doğru akıtmak sevdalıları, uyanan insanı ve insanlığı ilkelliğe götürme aşkı ile yanmaktadırlar.
Yunanistan; Avrupa devletleri, Arap âlemi ve hatta USA da Türkiye Cumhuriyetini dağıtma ve Atatürk’ü silme sevdasındadırlar. Onlar dahi düşmanımızdırlar.
İçeride de bu Cumhuriyeti yıkma aşkı ile meydanlarda nutuk atanlar da mevcuttur. Türk Silahlı Kuvvetlerinin elinden 35’inci madde alındığında, DÜŞMAN’A KARŞI seyirci mi kalacaktır. Önce şu düşman denilen, dost kılıklı yılanların tanımını görelim:
Prof. Dr. Sayın Pars Tuğlacının Okyanusuna bir dalalım:
DÜŞMAN: is.s. Far. Duşmân:
1- Birinin kötülüğünü isteyen, ondan nefret eden, ona zarar vermeye çalışan.
2- Birbirleri ile savaşan devletler ve bu devletlerin asker, sivil bütün uyrukları.
3- Aralarında, birbirleri ile çatışmaya varacak ölçüde anlaşmazlık olan taraflardan her biri.
4- Bir şeyin yaşamasına, barınmasına engel olan güç ve tavır. Okyanus, c.1.s.122.
Yunanlılar İzmir’e çıktıklarında; Çanakkale muharebelerinde, Anzavur ve diğer vatan hainlerinin isyanlarında; bu 35’inci maddeye göre mi Türk Ordusu savaşmıştır?
Her kurum ve kuruluşun, toplum ve devlet hayatında, tarihten gelen bir geleneği mevcuttur. Silahlı kuvvetler, iç ve dış BEDHAHLARA karşı, ülkemizi ve cumhuriyetimizi korumak ve kollamak için kurulmuştur.
Cumhuriyetimizin kurucusu ve Türk ulusunun yaratıcısının emirlerine bir göz atalım:
“İrtica fikirleri güdenler, muayyen bir sınıfa dayanacaklarını sanıyorlar. Bu, katiyyen bir vehimdir, zandır.
Terakki yolumuzun üstüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenilik vadisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir cereyanla ilerliyor. Biz, bu ahengin dışında kalabilir miyiz?” Mustafa Kemal Atatürk.
“Bizi yanlış yola sürükleyen kötülükler, din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleri ile aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunca görürsünüz ki, ulusu gerileten, tutsaklaştıran, çürüten kötülükler hep din örtüsü altındaki geriliklerden, bayağılıklardan ve alçaklıklardan gelmiştir!” Mustafa Kemal Atatürk.
“İnanıp bağlanmakla mutlu olduğumuz islam dinini yüzyıllardan beri alışılageldiği siyaset aracı olmaktan kurtarıp, yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini de görüyor ve biliyoruz.” Mustafa Kemal Atatürk.
“Bizim dinimiz, milletimize miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez.”
“Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdurlar.”
“Efendiler ve ey millet: Biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti Şeyhler, Dervişler, Müritler ve Meczuplar memleketi olamaz. En doğru tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiği yapmak, insan olmak için şarttır.”
“Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz; derim ki; ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları her adım, yalınız benim kişisel inanıma değil; o adım, benim ulusumun hayatıyla ilgili; o adım, ulusumun hayatına karşı bir kasıt; o adım, ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı düşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adım atanı tepelemektir.
Sizlere bunun üstünde de bir şey söyleyeyim:
Eğer bunu sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma, yalınız kalsam yine tepeler ve yine öldürürüm. (1923) Mareşal Gazi Mustafa Kemal.
İşte benim anayasal dayanaklarım. Var mı bunun ötesi!
Son olarak yalakalara bir sözüm var: “Türk Silahlı Kuvvetleri, darbe yapamaz değil, darbe yapmaz.
Bu badireden kurtulmamızın tek yolunu da ATATÜRK göstermiştir: ”En iyi yönetim şekli Cumhuriyettir. Milletvekillerini ve hatta cumhurbaşkanını değiştirmek olanağı vardır!”
Ey! Oyları ile getirenler; ağlaşacağınıza ve iftar çadırlarına doluşacağınıza, bu gibileri seçim sandıklarına gömmelisiniz!

6. DELİ SARMAŞIK


OSMAN TÜRKOĞUZ
25 Temmuz 2009



DELİ ŞARMAŞIK


Ben; öyle sık, sık rüya falan görmem. O gece, kanter içersinde kalmışım. Üniversiteden sınıf arkadaşım iLHAN, Antalya’da, özel bir dershanede edebiyat öğretmenliği yapıyordu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın açmış olduğu seçme sınavını da kazanmıştı.

Rüyamda, simsiyah bir yaratığın, O’nun boynuna sarıldığını, hiçbir kimsenin de kendisine yardım etmediğini, canım arkadaşımın boğulmak üzere olduğunu gördüm. Telefonun acı, acı çalmasıyla de uyanmam bir oldu.
Deli gibi telefona sarıldım. Telefondaki ses İLHAN’IN sesiydi. Hıçkırıklar içersinde:
-“Ben İLHAN; gecenin bu satında; seni rahatsız ettiğim için kusurumu bağışla... Gerisini getiremedi. Ahizeden, başkalarının da hıçkırıklar içersinde ağladıkları duyuluyordu. Ahizeyi, Babası Şeref Bey aldı;
“-Sana haber veremezlik edemezdik. İlhan’ın nişanlısı Teğmen Orhan; dün sabah, silahlı bir çatışmada, Hakkâri’de şehit düşmüş. Cenazesi, yarın özel bir askeri uçakla Antalya’ya getirilecek. Ertesi günü de defin işleri yapılacak. Havanın kötü olması, gelmenizi engellerse, sakın ola ki, kendinizi tehlikeye atmayın!” Dedi.
Feryadımla, apartman çınladı. Düşmüş, bayılmışım. Benim canım Ablam, acele ile bir taksi çağırmış; dünyalar tatlısı Annem de, burnuma yanık kumaş koklatarak beni ayılttı.
Bütün aile fertlerim, hıçkırıklar içersindeydi. Seyahat valizim hazırlandı; Ablamla birlikte, en yakın otobüs yazıhanesine ulaştık. Otobüste, boş koltuk ta yokmuş.

Bizim, hıçkıra, hıçkıra ağlamamızın nedenini öğrenen genç bir çift:
“Biz, yarın gitsek ya da hiç gitmesek te önemli değildir. Lütfen; biletlerimizi, hiç para ödemeden kabul eder misiniz? Siz, çok zor bir durumdasınız, iki kişilik koltukta rahatça da seyahat edebilirsiniz. Bizler de, yeni nişanlı öğretmen çiftiz, Şehidimize Tanrımızdan rahmet, size de sabırlar dileriz; “dediler.
Hıçkırıklar içersinde, koltuğa gömüldüm. Bir yandan, deliler gibi ağlıyordum, bir yandan da geçmiş, sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu.

Uludağ Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinde okumuştuk. İkinci sınıfa geçtiğimizde, İLHAN, Rahmetli Orhan ve ben, en ideal arkadaşlar olarak seçilmiştik. İLHAN’IN Rahmetli Orhan’ı sevdiğini hissetmiştim.”

Neden, hiç olmazsa, sözleşmiyorsunuz? Dediğimde:
“Senden saklım ve gizlim olamaz. Konya’da görevli Albay Amcamın bir önerisi var. Ben, onu emir olarak kabul ediyorum:
*İŞ,*Aş,*Aşk,* Eş!
Sayın Orhan’la Son sınıfa geldiğimizde, ailemize de haber vererek, sade bir nişan yapmayı düşünüyorum, O’NUN kabul etmesi şartı ile.” Demişti.
Birisinin, omzumdan tutarak, sarstığını hissettim. Bir rüya görüyormuşum. Yaşlı bir Beyefendi:
“-Uyanınız güzel kızım; hem gülüyordunuz, hem de el çırparak tempo tutuyordunuz. Bizleri korkuttunuz. Hayırdır inşallah;” dedi
Kendimi toparladım ve yanıma oturmasını rica ettim. Asker emeklisiymiş, onun da tek oğlu, kanserden ölmüş. Rüyamı anlattım.
Orduevinde; Rahmetli Orhan ile arkadaşım İlhan’ın düğünü oluyormuş. İlhan’ın başındaki duvağı kırmızı; Rahmetli Orhan’ın da üniforması kırmızıydı. Çift sıra olarak dizilmiş, pırıl, pırıl subayların kılıçlarından yapmış oldukları çatının altından geçerken, bağırarak, alkış tutuyordum. Siz, beni uyandırdınız.

“Bakınız Kızım; karşılıksız hiçbir şey yoktur yaşadığımız bu dünya’da. Almak ve vermek vardır. Toprağımız bize verir, bizi besler ve sonunda da bizleri koynuna alır. Yaşamımızın bedeli çok yüksektir. Bu bedeli ödemek ve bu bedele katlanmak zorundayız.

Ben, bedel olarak oğlumu verdim, sizin kız arkadaşınız da sevgili nişanlısını verdi. Siz, aklı başında bir genç kızsınız, her evde kaynayan tencere değil, dertlerdir güzel kızım!” Dedi. Kalktı, ellerimi elleri arasına alarak:
“-Uyumalısınız, yarın sizi yorucu ve üzüntü verici işler bekliyor” Dedi. Beynimde mi; ruhumda mı; kestiremiyorum, çakan bir şimşek, bütün benliğimi sardı. Rahmetli Orhan; tüm sevdiklerine karşın, en büyük sevgilisi saydığı VATAN’I için, seve, seve canını vermişti.
Ben de, ölünceye kadar, Rahmetli Teğmen ORHAN’IN sevgilisi olarak kalmaya yemin ettim.
Antalya’da, arkadaşım İlhan, bütün yakınları ile beni otogarda karşıladılar. Öpüştük, uzun süre, öylece sarılı kaldık. Benim can arkadaşım, beyazlar giyinmişti.

Ertesi günü; Rahmetli TEĞMEN ORHAN’IN cenazesi, uçaktan alınarak, en yakın camiye getirildi. Hepimizin gözyaşları, içimize akmıştı. O zaman, doya, doya ağlayamayan BEN; bu satırları gözyaşlarımı sel gibi akıtarak yazıyorum.
Cenaze törenini, büyük bir gurur içersinde bulunan askerlerimiz düzenledi. Şeref Bey Amca, benim ve İlhan için, Garnizon Komutanlığından, birer kat, komando elbisesi almış; onları giyinerek, cenaze namazını, ön safta kıldık.

Bizim yanımızda, saf tutan, Sarışın, duru beyaz tenli ve yemyeşil gözlü bir genç Hanım dikkatimi çekti.

Cenaze, top arabasından sonra, cenaze arabasına alındığında; bizler de özel bir araçla cenazeyi takib ediyorduk. O, Sarışın, gözleri hep uzaklara bakan Hanım da, bizimle aynı araçtaydı. İlhan’a, bu Hanımın kim olduğunu sorduğumda; ”çok garip birisi, her Allahın günü mezarlığa gelerek, Sarı güllerle süslenmiş bir mezarın başında gününü geçirir. Çantasından çıkararak, başına takmış olduğu beyaz gelinliği, mezarlığı terk ederken, yine çantasına koyar.
Adına, biraz garip gelecek amma, ”DELİ SARMAŞIK DERLER!” Dedi.

Bizleri upuzun uzatan cenaze törenini upuzun anlatamayacağım.
İlhan’larda kaldığım günler, Rahmetli Orhan’ın mezarına koştuk. O, DELİ SARMAŞIK TA, SARIGÜLLÜ mezarın başındaydı. O’NUN öyküsü, beni adeta sarmıştı. İlhan ile tüm acımıza karşın, O’NUN acıklı olduğuna inandığımız, öyküsünü de kendi acılarımıza katmaya karar verdik.

Ertesi günü; birer buket Sarıgül yaptırarak; mezarlığın yolunu tuttuk. ORHANIMIZI ziyaret edip, O’NUNLA konuştuktan sonra, DELİ SARMAŞIĞ’IN yanına gittik. Bizi, büyük bir tevazu ile karşıladı.
“-Acının acıları çekeceğine inanırım. Acılar çeken sizi, buraya benim acım getirdi. Hayat öyle bir güzellikler ve acılarla ve dahi rastlantılarla doludur ki, bir Yüce Varlığın varlığını yadsımak olası değildir.
On gün önce, BENİM ORHAN’IMIN babası Mersin’den geldi. Otobüste tanık olduğu bir olay ve SİZİN ORHANINIZIN cenazesini getiren uçak nedeniyle kalp spazmı geçirerek hastaneye kaldırıldı. SİZİ, ikindi çayına beklerim;” dedi ve ev adresini verdi.

Tam saatinde, verilen adresteki evin zilini çaldık; Adının Ayşen olduğunu öğrendiğimiz, o görkemli ve esrarlı Hanım, bizi güler yüzle karşıladı. Elimizdeki beş SARIGÜL’Ü takdim ettik. ”Sizi, Benim Orhan Türkdoğan’ımın odasına alayım!” Dedi.
Sarı ışıkla aydınlatılmış bir odaya girdik. Kapının tam karşısında, çok yakışıklı bir Jandarma yüzbaşısıyla, dünya güzeli bir kızın fotoğrafı duruyordu. Fotoğrafın derinliğinde de Manavgat Şelalesi görülüyordu. Fotoğrafın altında da; çok güzel bir elyazısı ile yazılmış olan şu şiir göze çarpıyordu:

“Ezanlar okunurken, SENİNLE duadayım;
Ezanlar okunurken, dilimde dua adın.
Geçmek nedir bilmiyor, uzağında zamanlar,
SENLİ olan boyutta bir başka zamandayım.”

Duvarlar çeşitli fotoğraflarla ve şiirlerle dopdoluydu. İlk gördüğüm fotoğrafın sağında, çöl ortasında, sarmaşıklarla kaplı, üzerine kuşların tünediği görüntülenen bir ağaç dikkatimi çekti. Nefesimi kesen şiiri, bir solukta okudum ve ruhumda şimşekler çaktı, başım döndü, kulaklarıma bir uğultu çöktü.

“Deli Sarmaşık ve Yaşlı Ağaç!”

“Yaprakları dökülmüş, dalları kurumuş,
Issız bir çölde yaşlı bir ağaç;
Ne kuş cıvıltısı, ne kelebekler,
Anılarını götürmüş, dallarından rüzgârlar.
Bir yalnız kuru ağaç, anıları kuru yapraklar,
Bir yalnız yaşlı ağaç, geçmişi kuru dallar.
Yaşlı gönlü geleceğe özlemli,
Yaşlı gönlü sevdalarla yaralı,
Yaşlı gönlü yaşamla kavgalı ve suskun...
Bir sarmaşık getirmiş rüzgâr,
Kuru ağaçlara sevdalı.
Ağaca yapışır sarmaşık, kupkuru dallara sevdalı.
Yaşlı ağacın dallarında, yeşil yapraklar ve mor salkımlar,
Ve bitmeyen bir sonsuz bahar...
Kuşlar gelir yuva kurar, rüzgârda savrulur kelebekler.
Sarmaşıkla bütünleşir ağaç,
Sarmaşık mutlu mu, mutlu, ağaç şimdi gepegenç,
Sarmaşık şimdi ihtiyar.”

Her tarafta şiir ve dizeler:
”Ateş olsam, ormanını yakardım/
Tanrı olsam, yine sana tapardım/.

Bir şiir, beni kendimden geçirdi:

”Sensiz kalan çiçekler, nasıl hasretse suya/
Öyle hasretim SANA, öyle hasretim suya/
Sevdan dönmüş gönlümde, sınırsız bir tutkuya/
Nasıl hasretse çiçek, nasıl hasretse suya/
Öyle hasretim SANA, gönüldür bu, gönül ya!”

Yan gözümle İlhan’a baktım; sessiz, sessiz ağlıyordu. Biz, sonu gelmeyen bir sevda dramının içine dalmıştık. İlhan’ın ağladığı tarafa baktım; bu örnek sevdanın sonucunu da gördüm:

“Tanrı ile kul utansın!”
“Tanrı ile kul utansın, çok gördü sevgimizi,
Kaderimiz de yansın, ayırdı yaktı BİZİ.
Aramızda engeller, engeller dizi, dizi,
Kaderimiz de yansın, ayırdı, yaktı BİZİ.

Bir benzeri bulunmaz bu SEVDANIN bilesin,
Kötü yazgıya düştük, GÖZYAŞINI silesin;
Çilemizdir bu bizim, çekmesini bilesin,
Gözyaşım YANAĞIMI YAKIYOR DİZİ, DİZİ,
Kaderimiz utansın, ayırdı yaktı BİZİ.

Geçmedi bir günümüz, adımızı anmadan,
Deymediği dudağımız birbirine yanmadan,
Tanrı adın anmazdım, SENİN ADIN anmadan,
Gözyaşın yanağımı yakıyor dizi, dizi,
ALIN YAZIM UTANSIN; AYIRDI; YAKTI BİZİ:”

Şaşırdık ve kalakaldık. Bize servis yapan, DELİ SARMAŞIK:

“-İşte böyle; anlatmamı ister misiniz?” Diye sordu. Ellerine kapandık, üçümüzün gözyaşları birbirine karıştı. Deli Sarmaşık anlatmaya başladı:
“On sene kadar önceydi, Üniversitenin Edebiyat Fakültesinin son sınıfındaydım. Onbeş kız arkadaş, bir minibüs kiralayarak, Manavgat çayı üzerine, Homa köyü yakınlarında kurulan barajı görmeye gitmiştik. Öğleden sonra yağan şiddetli yağmur, bizleri sırılsıklam etmişti. Barajı korumakla görevli jandarmalar, Manavgat İlçe jandarma komutanlığına telsizle, durumumuzu bildirmişler ki, çok yakışıklı bir jandarma yüzbaşısı, yıldırım gibi yetişti; geçmiş olsun dedikten sonra da:
“Bu kadar güzel kızı bir arada gören gök tanrısının bu kıskançlığını çok görmemek lâzım!” Dedi. Hepimizi, yanında getirdiği araca alarak, ilçe merkezine götürdü.

Önceden emir vermiş olmalı ki; çaylarımız ve her çeşitten kuru pastalarımız önlerimize konuldu. Kuru giysiler verildi. Jandarmanın hamamında, üstlerimizi değiştirdik. Ben; adının Orhan Türkdoğan olduğunu öğrendiğim jandarma komutanına, BANA vermiş olduğu kendi yağmurluğunu geri vermek istediğimde:
“Sizce, bir kıymet ifade ederse, bugünün anısına, kabul eder misiniz? Bizlerde, gelenektir, verdiğimiz şeyi, yüreğimiz olsa bile, geri alamayız!” Dedi. Şaşırdım, kalakaldım.
Komutanın postası, gülerek yanıma yaklaştı: ”Benim Komutanımın üstüne değecek yoktur. Sizi çok beğendiğini anladım. Boğa burcundandır, şarkı ve düz yazı yazar, hiçbir yerde yayımlamaz. Mavi renge de bayılır, Siz akıllı bir kızsınız, bunu karşılıksız bırakmamalısınız!” Dedi ve gülerek, gitti.

Hemen, O postanın arkasından koştum, komutanına bir şeyler ikram edeceğimizi söyleyerek, bir şeyler alması için, para uzattığımda: ”Bizim jandarma cumhuriyetimizde, konuklarımızın parası geçmez. Bizler, Basit askerleriz amma, Bunu yapacağınızı düşünerek, gerekli hazırlığımızı da yapmıştık!” Dedi.

Komutanı, BEN davet ettim. Kırmadılar ve yanımıza geldiler. Çok tatlı bir sohbete daldık. Çok sert gördüğümüz bu insanların sırf yürek olduklarını da görerek, öğrenmiş olduk. Ricamızı kırmadılar, kendi şiirlerinden ve şarkılarından bir demet sundular. Cesaretimi toplayarak:

“Sayın Komutanım, halkımızın ve askerlerimizin, sizi çok sevdiklerini gözlerinden okuduk. Kusurumu hoş karşılayacağınızı umarak, bu mutluluğu birileriyle paylaşamaz mıydınız?” Diye sorduğum da:

“Çöldeki, dalları kurumuş, yaprakları da dökülmüş, kelebekleri ve kuşları uçmuş bir yaşlı kuru ağaca kuş konar mı dersiniz! Diye soruma, soru ile yanıt verdi.
Sizleri sıkmış olmayayım, yüreğimde sakladığım her şeyi, duvarlara işledim. Bir hafta sonra, doğruca Manavgat İlçe Jandarma komutanlığındaydım. Komutan, Side’deki bir olayın takibindeymiş. Postası j. Eri Osman Kara; komutanı telefonla arayarak, Antalya’dan ziyaretçisi olduğunu bildirdi ve bana bir SARIGÜL verdi. ”Komutanım SARIGÜL’E bayılır!” Demeyi de unutmadı. Komutan, BENİ gördüğünde.

“Hayırdır, dün gece rüyamda siz, bugün de karşımda siz. Denetleme mi Komutanım!” Diye takıldı. Yeni bir yağmurluk, bir kol saati, mavi bir pantolon ve mavi gömleği takdim ederek:

“Deli sarmaşığınız, SARIGÜL ile geldiler. O ıpıssız çölde, SENİNLE olmak istiyor. Bir kuş oldum da geldim, hayır derseniz, kanadımı siz kırmış olursunuz. Geri de dönemem, uçmayı da siz unutturdunuz, uçamam!” Dedim. İkimiz de, gözyaşlarımıza hâkim olamadık.

Tatillerde, beraberdik. Bana, dalmayı ve balık vurmayı öğretti. Üniversiteyi bitirdiğimizde de nişanlandık.
”Yaşlı ağaç ve deli sarmaşık”, adlı şiiri yazıp, BANA verdi. BANA, bir şarkı yazmasını ve seslendirmesini istediğimde de, iki şarkıyı birden okudu:

“Yokluğunla Kar Kesti!”
“Yokluğunla kar kesti, buz kesti de dağlarım,
Gezdiğin sokaklarda, SENİ arar, ağlarım.
Çıkıp, gelsen de bir gün, çiçek açsa dağlarım,
Sevincimden ölürüm, sevincinden ağlarım.

Gülücük çiçekleri açar avuçlarımda,
Gözlerimde de erir, yüce dağın karları.
SEN gelince dert biter, keder biter, gam biter,
Gözlerimde de erir, Yüce dağın karları.”

“Sevda mı Bu, Bir Tanem!”
“Gözlerimden renkleri, kulağımdan sesleri,
Alıverip te gittin, reva mı bu BİRTANEM?
Dudağımdan şiiri, dilimdeki türküyü
Çalıverip te gittin, ceza mı bu BİRTANEM!

Duvarımda mozaik rengi uçmuş anılar,
Boş bir mabede döndüm, başımda fırtınalar,
O yeşil gözlerinin içimde özlemi var,
Beni çalıp ta gittin, SEVDA MI bu, BİRTANEM!”

Üzerinde çeşitli fotoğrafların bulunduğu etajerin çekmecesini çekerek, çerçeveli bir fotoğraf çıkardı. Bu, elinde sarı bir gül tutan çakı gibi bir komando yüzbaşısının fotoğrafıydı. Fotoğrafı öptü, kokladı ve anlatmaya başladı.
“-Orhan’ım; Foça jandarma Komando Okuluna komando kursuna çağırılmıştı. Bu fotoğrafı çektirerek yollamıştı. Arkasındaki şiiri okur, okumaz, geliyorum diye telefon ettim.
”Biz, arazi eğitiminde olabiliriz, doğruca nizamiyedeki nöbetçi subayına git ve durumu anlat,” dedi.
Ertesi günü akşamüzeri Jandarma Komando Okulunun nizamiyesindeydim. Genç bir jandarma subayı, beni gülerek karşıladı:
”Hoş geldiniz, bekliyorduk. Komutanım arazide; konuk evimizde yeriniz hazırlandı. Hiç bir şeye de para vermeyeceksiniz. Size uygulanacak programımız, buyurunuz,” diyerek, itina ile yazılmış bir kâğıdı, elime tutuşturdu. Bir hafta, o yiğit insanların konuğu olarak kaldım”, diyerek, okumam için, fotoğrafı bana verdi.
Şiir, fotoğrafın arkasına elle yazılmış:

“BİR GELİVER, YETER! “
“Sensizlik dağında bir eşkıyayım,
Elimde sevdanın özlem tüfeği,
Belimde GÜL kılıç, karanfil hançer;
Tenha koyaklara pusu kurmuşum.
Sensizlik dağının eşkıyasıyım,
Yapayalnızım, yüreğim yanık.
Yıllar yılı bıkmadan, usanmadan,
Yollarını gözetleyip, durmuşum.
Kul olmak variken bir tek sözüne,
Özlemin aklımı almış götürmüş;
Sensizlik dağına tutsak olmuşum.
Çıkma karanlık akşamlarda yollara,
Gülücüklerini alır, kaçarım;
Gelme Tanrı aşkına, gelme bu dağa,
Başına bin türlü işler açarım.
Apansız önüne çıkıveririm,
SENİ alıp ta, kaçıveririm.
Kalbimi söküp te, saçıveririm,
Sürerse bu dağda, bu sonsuz özlem,
Aşkımı dünyaya açıveririm.
Yıldızlar buz kesti yalnızlığımdan,
Ay da, upuzun sarktı dağlara,
Cemreler, denize düştü, düşecek,
Yalnızlık yabancı bir düşman ülke,
Geliversen yeter, hemen düşecek.”

Fotoğrafı iade ettiğimde; derin bir rüyadan uyanmışçasına, konuşmasını sürdürdü:
“Birden bire, her şeyin değiştiğini fark ettim. Bana, söylemeden, Ankara’ya sık, sık gittiğini öğrendim. Ne telefon, ne de mektup gelmez olmuştu.

Sonra; bir kadınla çekilmiş resmi, ihbar mektubu ile geldi. Arkadan da O’NUN telefonu geldi.
”Kusura bakmayınız Ayşen HANIM, “FİNİ DE JOUE!”- Oyun bitti!”.Dedi.

”Her sesiz doğan, sessizce ölmelidir! Size mutluluklar dilerim!” Diyerek, telefonu kapattı.

Hemen Manavgat’a uçtum, Ankara’ya gittiğini söyleyen Osman kara da ağlıyordu.
Tüm tanıdıkları ile araları açılmış, anası, babası ve kardeşleri ile de küsüşmüşler.
Bir akşam; Rahmetli Osman Kara telefon etti, ağlıyordu: ”Ayşen Hanım, komutanım, kanserden öldü, yarın cenazesi Antalya’ya getirilecek. Memleketi olan İzmir’e defnedilmesini istememiş,”beni Antalya’ya defnedin diye vasiyeti varmış.
Yarın cenaze töreninde buluşalım, SİZE verilmesini vasiyet ettiği emanetlerinizi vereyim!” dedi.
Uzun süre hastanede yatmışım. O, öleceğini bildiği için; arkasından kimsenin üzülmesini istememiş, hiçbir kimse de, aklını kullanmayı akıl bile edememiş İşte BENİM YÜREĞİM; İŞTE BENİM ONURLU ÖYKÜM!” DEDİ!
Peşin hükümler, bizleri hep acılara ve yanlış kararlara götürür.
”finidjue!-Türkçe okunuşu-Bir kişi öldüğünde ya da ölmek üzere olduğunda söylenirmiş! Bir oyundan ibaret olan kişi yaşantısının artık bittiğini anlatmak için kullanılırmış.

Ben, cenaze töreni yapılırken, kendimi bilmez bir halde, hastanedeymişim. Aylar sonra, Rahmetli Osman Kara; bana, şu şiiri getirip, verdi. Bu şiir ölmek üzere olan birisinin miras’ı üzerine yazılmış olduğundan, onu duvara asamıyorum. Çünkü sevdiğim adamın, mezarlıkta da olsa yaşadığını biliyorum,” diyerek, okumam için bu şiiri bana uzattı:

“MİRAS!”
“BEN öldüğüm zaman,
Yanımda SEN olmalısın.
Gözlerin engin yeşil,
Dudakların da akik şekeri,
Ve yanakların al, al olmalı...
Kolumdaki satını, mavi gömleği ve pantolonumu
Herkes paylaşırken mirasımı,
SEN seyirci kalmalısın.
Sonra da, gelmelisin başucuma,
Gözlerime en son SEN bakmalısın.
“Ben, DELİ SARMAŞIĞINIM!” Demelisin.
Alnımdan kaderini, gözlerimden mutsuzluğu silmelisin.
Sonra da;
Ellerinin sıcaklığını koymalısın avuçlarıma.
Avuçlarımdan anılarını almalısın.
BEN çıkarken sonsuz yolculuğa,
Yine de BENİM olmalısın,
Yine de BENİ sevmelisin.”

Üçümüz de, emir verilmiş gibi, ayağa fırladık ve birbimize sarıldık, öylece kalakaldık. Ne kadar zaman geçti, bilemiyorum. Saatler ve zaman her üçümüzde de durmuştu.
Sayın Ayşen Hanım; Rahmetli Yüzbaşı Orhan Beyin oda kapısını kapattığında, kapıya asılmış bir şarkı gözlerimizi ve gönüllerimizi yaktı.

YİNE SENİ BULURUM!
“Bensizse sabahların, yoksam gecelerinde,
Bir şarkı düğümlense, bir Türkü can evinde;
Kaybolmuşsa yıldızım, göğün yücelerinde,
Kahrolmana gerek yok, yine SENİ bulurum.

Yağmurlu havalarda, gökkuşağın olurum,
Kapansa da yollarım, buz tutsa da dağlarım,
SEN orada ağlama, BEN burada ölürüm;
Ölüm gelip, çatsa da, yine SENİ bulurum.


Acı denizlerinde, yapayalnız kalsan da
Öldü diye de sakın, ağıt yakma üstüme,
Kapatsalar mezara, toprak, toprak üstüme;
Mezarları patlatır, yine SANA gelirim.


Hafif bir rüzgâr, pencere tüllerini kımıldattığında; Sayın DELİSARMAŞIK:” Orhan’ım geldi!” Diyerek, iki kişilik divana oturdu, bizler de olduğumuz yere çökerek, öylece kalakaldık.














İzleyiciler

Blog Arşivi